Yönetenler eskisi gibi yönetemiyor ya da “üst tabaka”da çürüme emareleri

Son yıllarda, ama özellikle de Suriye savaşı ve Kürt halkı nezdinde tüm halklara karşı girişilen savaş sürecinde, devlet çarkı, tüm gerçek yüzünü ortaya koyuyor. Örtüler, maskeler kalkıyor. Yalanın dozu artıyor ve baskı ile yalan bir karanlık gökyüzü oluşması için, bir zehirli hava oluşumu için devreye sokuluyor.
Ama bu arada var olan bunalım, tüm yönleri ile bir çürümeyi ortaya koyuyor.
Biz, bunları, ayrı başlıklar olarak ele almayı seçtik. Bu durum, yönetme krizidir de. Buyurun bir de siz değerlendirin.
Burun direklerimizi kıran bu koku, işte bu çürümenin kokusudur.

MUHTARLAR TOPLANTISI
Sıkı sık tartışma konusu yapılmaktadır. Acaba, memleketimizde siyasal rejimin adı nedir? Bir gruba göre “parlamenter demokrasi” vardır, diğer bir gruba göre “fiili başkanlık sistemi” vardır, başka bir gruba göre, “bu ikisinin karşımı” bir şey vardır.
Aslında var olan sistemin adı tartışma konusu olsa da, herkesin şöyle ya da böyle birleştiği şey, şahsına münhasır Muktedir’in, her gün değişen uygulamaları ile şekillenen bir devlet yapısı vardır. Muktedir ve şürekası buna “ileri demokrasi” diyor, Onun dışındaki her güç için bu büyük baskı düzenidir.
Erdoğan, bu mevcut sistemin adına, durumuna bakmaksızın, bir yandan Ergenekoncularla anlaşarak, bir yandan yanına mafya liderlerini alarak, bir yandan Sünni bir fetih ordusu ve Osmanlı ocakları organizasyonu yaparak, kendi geleceğini garantiye almak için, kural tanımaz bir savaşı ve çete sistemini devreye sokmuştur.
Bu nedenle olmalı, her gün konuşmak zorundadır. Sistem ayar tutmuyor olmalı ki, her gün ayar vermesi gerekiyor.
Bunun için her fırsatı değerlendirmek istiyor. Seçim sürecinde, bir açılış teranesi tutturmuşlardı, 15 yıllık, 30 yıllık binaları yeniden açıyorlardı. Gerçekten de Demirtaş’ın dediği gibi, evinizde gazoz açacak olsanız, çağırsanız ya da haberi olsa gelip açacak durumda idi.
Bugünlerde ise, her gün konuşması gerektiği için, karşısına muhtarları topluyor. Muhtarların önemli bir bölümü, “bu nasılsa bir seferliktir, istifa etmeye gerek yok” diye düşünse de, bu azaptan kurtulmak için çeşitli çareler aradıkları söylenmektedir.
Parlamento artık gereksizdir.
Kanun yapmasına da gerek yoktur, tartışma veya inceleme yapmasına da gerek yoktur. Zaten bizzat cumhurbaşkanı-başkan karışımı durumdaki kişi tarafından, parlamentonun yüzüne söylenmiştir; anayasa geçerli değildir, bu duruma uygun bir yasa yapın. Demek ki, mertçe, parlamentonun işe yaramadığı ortaya konmuştur.
Ama nedense Erdoğan, parlamentoyu her hafta toplayıp, onlara konuşmuyor. Muhtarların sayısı fazla olduğundan, her hafta bir grup muhtarın dayanabileceği seanslar daha uygun görünüyor.
Muhtarları toplayıp, her hafta, muhtarların yüzüne, PKK’ye karşı köpürüyor. Her hafta, bitireceğiz, yok edeceğiz diyor. Her hafta muhtarları toplayıp, muhalefet liderlerine hakaretler ediyor. Elbette muhtarlar da koskoca cumhurbaşkanının öfkesini dindirecek birer kum torbası olmaktan memnun olmasalar da buna katlanmayı bilecektir. Bu vatanî bir görevdir.
Ama nihayetinde bir gün gelecek ve muhtarlar toplantısı bitecek. Çünkü, ne de olsa sayıları sonsuz değil. İşte o zaman acaba Cumhurbaşkanı ne yapacak?
Koca koca danışmanları, kahve köşelerinden geldiklerinden halkın nabzını tutmakta ustadır mutlaka, ama biz yine de bir öneride bulunmak isteriz. Bu İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerde sayıları epey fazla minibüs şoförleri vardır. Bizim önerimiz, her hafta bunlardan bir grubu toplasa, bir yandan Orhan Gencebay çalsa ve diğer yandan da minibüs şoförlerine konuşarak, devlete, muhalafete, öğretim üyelerine ve daha başka kime gerekiyorsa onlara ayar verse, yerinde olur. Bu önerimizin sebebi, minibüs şoförlerini sevmememiz değil, bizim minibüs şoförleri ile ne derdimiz olabilir? Muhtarları kurtarmak isteğinde de değiliz. Ama nihayetinde muhtarlar, yürütme erkinin içindedir ve Cumhurbaşkanı yürütmeye karışıyor diye Başbakan kızabilir. Ama minibüs şoförleri söz konusu olduğunda Başbakan’ın söyleyeceği hiçbir şey olmaz. Hem, muhtarlar, eninde sonunda seçilmiş kişilerdir. Ama minibüs şoförleri, vekiller değil, bizzat halkın kendisidir.
Kısacası her açıdan da uygun olur. Her hafta minibüs şoförlerini 300’erli toplasa, hem onların da sarayda karnı doyar, hem de ancak ve ancak bir yılda 15 bin civarında şoföre konuşmuş olur. Hem sonra her birine birer kaset konur ve bu kasette sistematik bir başkanlık sistemi propagandası devreye konulur. Bu da çok geniş bir kesime her gün ulaşmak demektir ki, başkanlık seçimleri için son derece faydalı olur.
Elbette bir gün minibüs şoförleri de bitecektir, ama o zamana kadar Cumhurbaşkanı da işini bitirecektir. Yok yine de her gün ayar vermesi gerekirse, durum düzelmez ise, demek ki, Cumhurbaşkanı’nın isteklerini gerçekleştirmenin bir çaresi kalmamıştır. Nasip kısmet meselesi yani.

ARINÇ MESELESİ VE GÜL-ERDOĞAN GÖRÜŞMESİ
Bülent Arınç, AK Parti’nin ağır toplarından idi. Ama şimdilerde “eski çamların bardak olması” sürecinde olmalıdır. Bu ağırlığı kalmadı. Aslında, çam ağacından çok çınar ağacına benzetilmektedir. Mümkündür. O ağacın gölgesinde gün ışığı görmemiş nice sır ve bilgi dinlenmekte olduğuna göre, bu ağacın nasıl bir ağaç olduğu da önemsiz olmamalı.
Ama Bülent Arınç, belli aralıklarla çıkışlar yapsa da, durum hiç umut verici değildir. Belki de bir strateji içinde, belli aralıklarla, çıkışlar yaptığını varsaymak, sanki çok iyimser düşünmek olur.
Erdoğan başbakan iken, kendinin bir ağırlığı olduğunu söyledi ama, doğrusu bu ağırlığı kimseye hissettiremedi. Kendisi ve arkadaşlarına karşı girişilen kötüleme kampanyaları, daha planlı gibi görünmektedir.
Dolmabahçe mutabakatı konusunda önce çıkış yaptı, muhtemelen de doğruların bir kısmını söyledi. Ama sonra, arkası gelmedi ve sessizlik devreye girdi.
Gökçek ile kapıştıklarında, söylediklerinin hepsi doğru görünse de, açıklamaların arkasının geleceği ilanı hayat bulmadı. Demek ki, öfke ile bazı çıkışlar yapmakta ve açıklarım ha demektedir. Ama sonra araya başka şeyler girmekte ve durum değişmekte, tam bir sessizlik hâli ortaya çıkmaktadır.
Son çıkışları da öyle gibidir.
Son olarak “Troliçe” de dahil birçok çıkış yaptı. Ardından ise, Erdoğan, eski Cumhurbaşkanı ile görüştü. Gül, bu görüşmeden sonra Arınç-Çelik ekibi ile bir araya geldi. Tahminlere göre yeni bir pazarlık süreci devreye girdi. Bilgiler şöyle; Cumhurbaşkanı Gül’e, seni başkan yardımcısı yaparım, Obama ve Biden gibi, demiş. Ama Gül, bunu nasıl anlamış, bu belirsiz, bir yoruma göre, Biden, bir dönem Erdoğan’ın ben onu var saymıyorum dediği bir kişi olduğundan Gül bu başkan yardımcılığını tehdit olarak algılamış. Bir başka yoruma göre ise, bunu düşünüp karar verecek, çünkü habere çok sevinmiş ve hemen Hayrünnisa hanıma haber vermiş. Bir yoruma göre Gül, Erdoğan tarafından, Arınç ve ekibini susturmak için görevlendirilmiş. Bir yoruma göre ise, Arınç sakın bir şey açıklamasın, ben gerekenleri yapacağım, demiş.
Sonuçta hamle sırası Arınç’tadır ve muhtemel hamle, susmaktır. Bunun ağırlıktan mı geldiği, yoksa hafiflik mi demek olduğu yorumculara kalmış bir iş.
Ama bizim görebildiğimiz şudur; ülkede parlamento artık yoktur, işlevsizleştirilmiştir. Bunu herkes biliyordu. Şimdi, AK Parti’nin artık var olmadığını da görebiliyoruz. Arınç’ın gölgesinde yatan gün yüzü görmemiş “zavallı” gerçekleri bilemiyoruz ama Erdoğan’ın gölgesinde yatan gerçeklerin neler olduğunu tüm ülke biliyor.

CHP NE İŞE YARAR YA DA ATATÜRK RESMİ
Bizim görüşümüz 2002 yılından beri, AK Parti projesi sahneye konurken, asıl zor iş olarak, CHP ve MHP’ye de bir rol biçilmiş olduğu ve bu iki partinin rolünü anlamadan AK Parti iktidarını anlamanın zor olduğu idi. Yani, bize göre muhalefet etme rolünü alan bu iki parti, hiçbir zaman muhalif partiler olmamıştır ve rolleri de gerçekte AK Parti iktidarını sürmesini sağlamak idi. Bu açıdan birlikte, son derece uyumlu çalıştıkları da açıktır.
CHP, geçtiğimiz bir ay boyunca, bir milletvekilinin odasında duran Atatürk resminin indirilmesi olayı ile meşgul idi. İşte bu sudan işler, aslında CHP’nin muhalefet yapmama rolünü, gerçekleri örtme rolünü artık yapmakta çok zorlandığının kanıtıdır. İşler o kadar açığa çıkmıştır ki, CHP içinde sorun, gelişmekte olan olası muhalefeti, gerçekten iş yapma isteğini yok etmektir. Bunun için sudan bahanelerle gündemler oluşturup, onun etrafında dönmektedirler.
CHP, asıl olarak bugünlerde Alevilerin uyanışını, direnişe katılmalarını önlemekle görevlendirilmiştir. Bu görevi yerine getirebilmek dışında bir hedefleri de kalmamıştır. Bu nedenle, büyük bir kolaylıkla, yönetilmeye başlanmıştır. Kılıçdaroğlu, muhtemelen Aydın Doğan medya grubundan gizli danışmanlarca çekip çevrilmektedir. CHP, Alevi kitlelerin, sola kaymasını önlemek, direnişe geçmelerini önlemek, devrime katılmalarını durdurmak için devrededir.
1 Haziran seçimleri öncesinde bazı gerçeklere parmak basarak muhalefet etme girişiminde bulundular. Ama Suriye’de tablo değişince, CHP de rotasını değiştirmeye başladı. ABD, bir süre daha Erdoğan’a ihtiyacım var deyince, CHP; tam da muhalefet etmeye doğru çarklarını çevirmeye başlamış iken, şimdi çarkları geri sarma yönüne girmiştir. Bu nedenle, duvarda duran resimlerle ilgilenmek, onların ana sorunu hâline gelmektedir ve bu konuda Doğan Medya, çok özel bir işlev görmektedir.

BAYKAL SAHNE ALIRSA HİÇBİR DOĞRU KALMAZ
Baykal ile Erdoğan’ın aynı anda ABD elçiliğine çağrılıp da, orada “sen başbakan, sen de cumhurbaşkanı olacaksın” denildiğinde, emirleri yerine getirmek için Erdoğan için her şeyi yapmaya çalıştığı söyleniyor.
Ama bir soru var, Erdoğan başbakan oldu, peki Baykal’ın cumhurbaşkanlığı nerede kaldı?
Baykal’ın kasetleri çıkınca, “bunun neresi özel, genel genel” diye alaycı biçimde kükreyen ortağı Erdoğan değil mi idi?
Öyle idi ise, Erdoğan, kasetleri hazırlayıp servise koyanlara takdirlerini bildirmiş olmaz mıydı?
Peki buna rağmen, Baykal, neden 7 Haziran seçimlerinden hemen sonra Erdoğan’ın imdadına koşmuştur? Erdoğan çağırmış ve Baykal, gelebilecek hiçbir tepkiye bakmaksızın, koşmuş ve emirler almıştır. Bir anlık şaşkınlıktan yararlanıp, CHP meclis başkanı adayı olmuş ve tüm süreci, en az MHP kadar AK Parti lehine dönüştürmüş, ve Erdoğan aleyhinde açılacak 17-25 Aralık dosyalarının parlamentoya gelip gündem olmasını önlemiştir.
Bu aynı Baykal, geçenlerde de TV kanallarında, Doğan medyasında boy göstermiştir.
Baykal’ın bu sipariş programı, birden bire ortaya çıkmış değildir. Tersine, Baykal, Doğan medyası tarafından devreye sokulmuş, hem CHP’ye ayar vermeye çalışılmıştır, hem de iki konuda AK Parti’ye destek vermesi istenmiştir. İlki, Kürt halkına karşı yürütülen eşine az rastlanır katliam uygulamalarıdır. Baykal, tıpkı Perinçek gibi, Erdoğan politikalarının tam arkasındadır ve ölüm haberlerinden sevinç duyar durumdadırlar. İkincisi Suriye politikasıdır. Halep ve Azez’de IŞİD, El Nusra gibi örgütlerin güç kaybından kaygılanan Erdoğan, hemen Baykal’ı imdada çağırmıştır.
Baykal konuşmaya başlayınca, hiçbir doğru kalmıyor. Halep Sünni şehri imiş. Oysa Halep, tarih boyunca hep farklı halkların, farklı kültürlerin, farklı inançların mozaiği olarak tanımlanagelmiştir. Halep, her zaman güzelliklerin şehri olmuştur. Bugün Suriye’ye düşman olanlar bu gerçeği değiştirmeye kalktıklarında sadece yalan söylemiş olurlar, çünkü dün mutlaka tersini söylemişlerdir.
Baykal, tüm iskelet sistemi ile bir özel imalat gibidir ve bunun gereklerini tarihi boyunca yerine getirmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, buna rağmen, hiçbir zaman istediği mevkiyi de efendilerinden alamamıştır. Efendisine bağlı bir Oblomov gibidir. Oblomov kusurumuza bakmaz inşallah.

PARLAMENTO VAR MIDIR?
Egemen sınıflar, mevcut devlet çarkı, artık savaşın içine öylesine girmiştir ki, parlamento ne işe yarar, var mıdır soruları sorulmaya başlanmıştır. 7 Haziran seçimleri öncesinden başlamıştır ama özellikle 7 Haziran seçimlerinden bu yana, parlamento işlevsizdir ve işlememesi için her şey yapılmaktadır. Sahnede sadece Erdoğan ve onun imdadına yetişecek olanlar vardır.
Parlamento hiçbir iş yapmaz hâle gelmiştir.
Erdoğan’ın fiili durum dediği başkanlık sistemine benzer sistem, daha çok, uzmanlarca, yasama ve yargının yürütmenin eline verilmesi olarak tanımlanmaktadır. Oysa ortada “olağan” bir yürütme aygıtı da yoktur. Bakanlar kurulu, sadece bakar vaziyettedir.
Sadece Sur’da, sadece Cizre’de ve Kürt illerinde olağanüstü hâl yaşanmıyor. Ülkenin her yerinde de olağanüstü hâl vardır. Dahası, devlet çarkının her kurumu da olağanüstü işlemektedir. Bir savaş çığırtkanlığı, devletin her kademesini sarmıştır.

AK PARTİ VAR MIDIR?
Bu varlık sorunu, AK Parti’de de görülmektedir. Erdoğan’a bağlı olduğu hâlde, AK Parti, fiili olarak işlevsiz ve parti olma rolünü çoktan yitirmiştir. Denilecektir ki, zaten ne ölçüde bir parti idi? Bu ayrı bir tartışma konusudur ama bugün, tamamen ortadan kalkmıştır.
MHP de aynı durumdadır. MHP, bir parti olarak varlığını kaybetmektedir. MHP’lilere kolaylık olsun diye soralım, MHP diye bir parti var mıdır? Varlığının tek kanıtı, il örgütlerini feshetmek midir? Başka bir varlık gösterebilmekte midir? 12 Eylül günlerinde Türkeş, “görüşlerimiz iktidarda, kendimiz hapisteyiz” diyordu. Bugün durum biraz daha farklıdır, görüşleri kalmamış, hapse de gerek kalmamıştır.
CHP’nin de aynı yolu izlemesi için epey yol alınmıştır.
Burjuva partiler, artık işlevsizdir. Ve mevcut savaş politikaları tarafından hızla da işlevsiz hâle getirilmektedirler.
Bu durum, fiili başkanlık sistemi ile de açıklanamayacak bir durumdur.

SARAYIN ÖRGÜTLENMESİ İLERLİYOR
Saray, aslında daha etkin hâldedir. Ama o kadar da etkisini sıfırlamaktadır. Muhtarlar toplantıları aslında bu etkisiz durumun işaretidir, bunalımın işaretidir.
Ama bu arada saray örgütlenmesi de ilerlemektedir.
Aslında buna “paralel devlet” denilebilir.
Bir yandan, aşçıbaşı gibi sistemler gelişirken, diğer yandan çeşnicibaşı gibi uygulamalarla, güvenlik önlemleri ile, Erdoğan’ın sağlığı korunmaya çalışılmaktadır.
Ama elbette sarayın bazı eksiklikleri hâlâ vardır.
Her sarayda soytarılar da olur. Bunlar padişahı eğlendirme işini görürler. Bugün bu işi, basın devralmıştır. Demek ki, Osmanlı yaşasa idi, muhtemel yeniliklerden biri sarayın basını ile saray soytarılarının birleştirilmesi olacaktı. Fakat bu basın sadece güldürme ve eğlendirme işini görmüyor, aynı zamanda sarayın toplumu bombalamak için geliştirdiği yalan makinasının de kendisidir basın. Basın, top atışları gibi, sürekli yalan haberlerle, gerçekliği karartmaya çalışıyor. Ak trolleri de hesaba katarsak, bunun bir komedi mi, yoksa bir trajedi mi olduğuna karar vermek zordur.
Elbette sarayda, danışmanlar, doktorlar, vezir, hadımağası, harem, içoğlanlar, şakşakçılar, saray muhafızları, muhbir ağını yönetenler, tarihçiler vb. de olur. Bunların nasıl şekilleneceğini önümüzdeki dönemde görebileceğiz.
Saray, varlığı ile, diğer tüm kurumları gölgede bırakır.
Osmanlı’nın son dönemlerinde Saray’ın yanısıra parlamento kuruluyordu. Şimdi ise süreç tersinden işliyor, var olan parlamentonun yanında saray yükseliyor. Osmanlı’nın son dönemlerinde, sarayın yetkileri kısıtlanmaya çalışılıyordu, şimdi ise, parlamentonun ve diğer kurumların görevleri devrediliyor.

DİYANET İŞLER BAŞKANLIĞI
Yeni ve tümü ile bize özgü olacak şekilde tasarlanan başkanlığın, Burhan Kuzu izin verirse adını biz koyalım: Diyanet İşleri Başkanlığı. Bu bir isim benzemesine de yol açar elbette, ama “demokrasilerde çare tükenmez”. Hemen Mercedesli Mehmet Görmez’in başında bulunduğu “sultanlığın” adını değiştiririz, olur biter.
Bu kadar mı ciddi ve önemli demeyin, zira Başkan- Halife-Sultan Erdoğan çok kızar. Bundan daha mühim konu var mı ki?
Bu başkanlık sistemine isim önerimizin iki ciddi nedeni var. İlki, dindar nesil, imam hatipler vb. gibi konular, yeni başkanlık sisteminin temelini oluşturacak ve göreceksiniz, Artvin’deki maden ocağının da, birçok başka şirket gibi sayın Sultan’a ait olduğu ortaya çıkacak. Bu böyle olunca, Kahraman’ın ucuz yollu fetvaları ile, “efendim halife de %10 alırdı” vb. ile durum geçiştirilemeyecek. Bu durumda, yeni başkanlık sistemimizin en önemli konusu olacak olan “kuvvetler ayrılığı” sorununa temelden bir çözüm lazım. Kuvvetler derken, öyle yasama, yargı, yürütmeden söz etmiyoruz. İki kuvvet var, biri dünyevî, diğeri uhrevî. Birini Başkan Saray’dan yürütecek, daha çok para işleri demektir ve “yürütme” her açıdan uygun düşmektedir. Peki ya öteki ne olacak? Hasan Kahraman’ın saygınlığını yerlere seren fetvaları durumu artık kurtaramaz. Öyle düşünüyoruz. Gelecekte bu sorun daha da artacak. Ve anında yargılama vb. yetmez, “katli vaciptir” fetvaları gerekebilir ve bu durumda, din işleri, halifelik de doğrudan, şahsına münhasır Muktedir’in ellerine verilmelidir. Burhan Kuzu, öyle parlamenter sistemi montofon ineğine benzetmekle boşuna uğraşıyor. Zira kellesinin yerinde kalması, yürütme ve din işleri arasındaki kuvvetler çatışmasına çözüm bulmasına bağlıdır. Yoksa, Başkan’ın gizli danışmanı, kuzu kuzu gidecek değil ya! Bizimkisi dostça bir uyarıdır. İşte, yeni başkanlığa Diyanet İşleri Başkanlığı adını verme girişimimiz, haşa sayın Muktedir’i, Mehmet Görmez düzeyine indirmek, onun Mercedes’ine mahkûm etmek amacını taşımıyor.
Önerimizin ikinci nedeni de şudur: Diyanet işleri başkanlığı, büyük bir inkişaf içindedir, gelişiyor, büyüyor. Personel sayısı 2002’de 70 bin iken, bugün 120 bin. Bu yollarda beraber yüründüğü de kesindir. Buna paralel olarak, bütçesi de her yıl bir bakanlığı geride bırakarak büyüyor. Mesela şu anda 11 bakanlığı geçmiştir. 5 milyar 700 milyon TL’dir. Bu bilimsel açıdan bir çürümenin göstergesidir, diyenler çıkacaktır. “Laik” bir cumhuriyette, Sünni İslam’a dayalı bir diyanet başkanlığı ve bu denli hızlı büyüyorsa, bunun arkasında Muktedir’in sihirli eli de var demektir. Ama böylesi laikliğe bu yakışır. Şimdi, burada 120 bin personel var. Bunların, sayın Sultan, Muktedir belki bilmez, çok ama çok boş zamanı vardır. Bunların %90’ı günde beş vakit ezan okumaktan başka bir şey yapmaz. Şimdi, gelişen teknoloji (ezan okuyan saatler çıktı ya) sayesinde, birçok köyde imam camiye dahi gitmemektedir. Buna çürüme denir ama, başkanlık sistemine geçilirse, buradan montofon ineği ile kıyaslanmayacak kadar süt çıkar. Hem, bir montofon ineğinin sütü sağıldıktan sonra tekmeleme olasılığı var iken, Kuzu da bilir ki, burada montofon ineklerinde varolan özgüven kadar özgüven olmayacağından, süt de dökülmeyecektir. Başkanlık sistemi, bu “çürümeyi” durduracaktır.
***
Uzatmak mümkün elbette. Ama yeterli olmalıdır.
Bu denli çürüme, sistemin artık ayakta durmak için başvurduğu şiddet ve savaş politikalarını da açıklamaktadır.
Tüm mesele, halkın, işçi ve emekçilerin örgütlenmesindedir. Tüm mesele, işçi ve emekçilerin, halkların kendi kaderlerini kendi ellerine alacak bir uyanışı gerçekleştirmelerindedir. o