Yenilgiden zafere

Komünist Manifesto yaklaşık bir buçuk asır önce yayınlandı. Aradan geçen sürede dünya, birçok değişime ve fırtınalı altüst oluşa sahne oldu. Zikzaklı bir yol izleyen sınıf savaşımı, kimi zaman proletaryanın, kimi zaman burjuvazinin lehine sonuçlar vererek sürdü, sürüyor. İşçi sınıfı, kapitalizme karşı birçok kez başkaldırdı; zaferi ve yenilgiyi yaşadı. Bütün bu değişim ve altüst oluş içinde “sınıflı toplumların tarihinin sınıf savaşımları tarihi olduğu” her seferinde yeniden doğrulandı.

Marx ve Engels, tarihin materyalist tahlilinden hareketle işçi sınıfının tarihsel rolünü (kendisiyle birlikte “toplumun tümünü sömürüden, ezilmekten ve sınıf savaşımlarından” kurtarması) ortaya koyduklarında, işçi sınıfı, tarihin kendisine biçtiği bu rolden ha­bersiz, burjuvazi ile ilk çatışmalara giriyordu.

1830’lu yıllar Avrupa işçi sınıfının münferit birkaç çıkışına tanık olduysa da, bunlar daha çok sınıfın tarihsel rolünü nasıl oynayacağı sorusuna yanıt olmaktan uzak, kendiliğinden eylemlerdi. Manifesto’nun yayınlandığı tarihte -Şubat 1848- işçi sınıfı ilk ciddi eylemi­ni ortaya koydu ve Fransa işçi sınıfının kişiliğinde, tarihsel rolünü teoriden pratiğe aktarmanın ilk fırsatını yakaladı.

1848 Devrimi’ni gerçekleştiren işçi sınıfıydı ama iktidara uza­nan burjuvazi oldu. Savaşı barikatta kazanan işçiler, devlette kay­bettiler. Tarihin determinist mantığı içinde bu durum hiç de kural dı­şı değildi. Ama 1848 Devrimi tarihin determinist mantığını zorlayan bir gücü tarihin sahnesine çıkarıyordu.

Yenilgi ve yenilgiyle beraber sokakta elde edilen kazanımların kaybedilmesi işçi sınıfını, ilk ciddi eyleminde, iktidar sorunu ile yüz yüze getirdi. İşçi sınıfı, tarihsel rolünü kavrama ve devrimcileşme yönünde ilk adımlarını attı. Barikatta dövüşmenin yetmediğini, iktidarı almanın ve iktidar için bağımsız devrimci örgütlenme ve ey­lemin zorunluluğunu, kendi deneyimi ile öğrenmeye başladı.

1848 Devrimi ile işçi sınıfının tarihsel rolü sorunu, bu rolün na­sıl ve hangi araçlarla oynanacağı sorununa dönüştü ve Marksist te­ori pratiğin temel konusu hâline geldi.

Manifesto’da açıklanan tarihsel rolüne işçi sınıfının pratik yanı­tı olarak 1848 Devrimi, ortaya çıkışı ve sonuçlarıyla sınıf savaşı­mında bir dönüm noktasıdır. Devrim en başta, proletarya ile burju­vazi arasında varolan ilişkiyi yeniden biçimlendirdi. Sınıf savaşımı burjuvazi ile feodal sınıf arasında bir savaşım olmaktan çıkarak, proletarya ile burjuvazi arasında iktidar savaşımının belirleyici ol­duğu yeni bir döneme girdi. Emek-sermaye çatışması bütün öteki çatışmaların odağına yerleşerek tarihe yön veren ana çatışma oldu.

1848 yenilgisi ile 1871 Paris Komünü arasındaki “sakin” dö­nem, sınıfların, sınıf savaşımının bu yeni düzeyine uygun ve devlet-devrim, karşı-devrim sorunu etrafında teorik, pratik hazırlıklarının sürdüğü bir dönem oldu.

Paris Komünü, işçi sınıfının iktidara yükseldiği ilk devrim olma­nın yanında, onun devlet ve devrim konusundaki teorik, pratik ha­zırlığının yetersizliğini de ortaya koydu. Kendi devletini kurmaya girişen işçi sınıfı, eserini nasıl tamamlayacağını bilemedi ve yenildi. Komün’ün işçi sınıfının tarihsel savaşımı açısından taşıdığı en önemli ders de burasıdır.

Avrupa ve dünyayı sarsan Paris Komünü, işçi sınıfının nesnel ye­tersizliğinden daha çok öznel yetersizliğini ortaya koydu. Merkezî iktidarı alma yönünde öyle isteksiz davrandı ki, yanı başında, başka komünlerin oluşması bile onu harekete geçiremedi. Demokrasi tut­kusu onun, sınıf düşmanına karşı egemen sınıf olarak diktatörlüğü­nü kuracak tarzda örgütlenmesini engelledi. Kendisine karşı hazır­lanan saldırıya seyirci kaldı. Proleter devrimin bazı temel özellikleri­ni vermekle birlikte, proletaryayı devlet biçiminde örgütleyemeyerek yenilgisine katkıda bulundu. Komün, yenilirken devlet sorunu­nu, çözümlenmesi gereken pratik bir görev olarak dünya işçi hare­ketinin gündemine soktu.

Komün neden yenildi? Bu sorunun kabul gören en yaygın yanıtı “kapitalizmin ve işçi sınıfının, nesnel durumunun, bir işçi iktidarı için yeterince olgun olmadığı”dır. Bu yanıtın bir kolaycılığı yansıt­tığı ve soruya gerçek bir yanıt olmadığı bugün artık kabul edilmeli­dir. İktidarı almaya nesnel olarak hazır olmayan bir sınıfın iktidarı alması bir rastlantı olarak değerlendirilebilir mi? Rastlantı, zorunluluğun kendini açığa vuruşunun biçimi olduğuna göre, Komün’ün rastlantı olması onun yenilgisini açıklamaya yeter mi? Bu sorular uzatılabilir. Bizim asıl vurgulamak istediğimiz Komün’ün yenilgisi­ni aranılan yerde değil, işçi sınıfının teorik ve pratik hazırlığının ye­tersizliğinde, iktidara uzanan işçi sınıfının onu korumak ve sürdür­mek için nasıl davranacağını henüz bilememesinde olduğudur.

Ekim Devrimi, özünde bu soruya bir yanıttır. İşçi sınıfının Paris Komünü’nden çok daha olumsuz koşullarda, iktidarı koruma ve sürdürme doğrultusunda yeni bir arayışıdır. Dünyayı iki kutba ayı­ran proletaryanın burjuvaziye karşı dünya ölçeğinde ilk zaferi olan Ekim Devrimi sadece Paris Komünü’nün başladığı eseri kendi ko­şulları içinde tamamlamak ve aşmakla kalmadı, sosyalizm ülküsüne somut bir içerik de kazandırdı.

Üstünlük, zaaf ve hatalarıyla bir bütün olan Ekim Devrimi, dün­ya burjuvazisi ile giriştiği savaşı kaybederken, geriye başladığı ese­ri mükemmelleştirecek bir dizi ders, deneyim bıraktı. Ekim Devri­mi, Paris Komünü deneyimi üzerine yükseldi. Paris Komünü ve Ekim Devrimi’nin deneyimi üzerinde yükselecek olan İleri Sosya­lizm, işçi sınıfının bu iki eserini de birleştirecek, hem de mükemmelleştirecektir.

Bugün dünya burjuvazisi ve yol arkadaşlarının, zafer sarhoşluğu içinde sosyalizmin bitişini ilan etmekte aceleleri vardır. Çünkü; ta­rih karşısında güçsüz olan burjuvazi kazandığı zafere güvenebile­cek durumda değildir. Burjuvazinin çok iyi kavradığı, ama ‘devrim­cilerin’ aynı netlikte kavrayamadığı, bu zaferin tarih karşısında ka­zanılmış bir pirus zaferi niteliğine sahip olmasıdır. Bittiğini ilan et­tikleri sosyalizme her gün küfürnameler düzerek, işçi sınıfının kafa­sını teslim almaya çalışmaları zaferden çok korkunun belirtisidir.

İşçi sınıfı, burjuvazinin bu tür zaferine ilk kez tanık olmuyor. Pa­ris Komünü yenilgisinden sonra da işçi sınıfına karşı yürütülen kan­lı terörün ardından sosyalizmin bittiği, itildiği ütopya dünyasından yeryüzüne bir daha dönmeyeceği söylenmedi mi? Ama tüm bunlar Ekim Devrimi’ni engellemeye yetmedi. Tarihin yasası, terörle, sah­te zafer çığlıklarıyla örtülse de dipte, derinde işlemeye devam eder. Kapitalizm, bir yerde söndürdüğü devrim ateşinin başka bir yerde körüklenmesine yol açmadan edemez. Tarihsel yürüyüş sosyalizme doğrudur. Bu yürüyüşe ayak bağı olmak mümkündür ancak, tarihi durdurmak mümkün değildir. Burjuvazi bunu işçi sınıfından daha iyi gördüğü için bittiğini ilan ettiği sosyalizme karşı saldırısını ara vermeden sürdürüyor. Paris Komünü için söylenenlerin Ekim Dev­rimi için söyleniyor olmasında şaşılacak yan yoktur. Burjuvazi işçi sınıfını, tarihsel rolünün bitmiş olduğuna, iktidarı almak, proletarya diktatörlüğünü kurmaya çalışmanın vazgeçilmesi gereken bir sevda olduğunu inandırmak zorundadır. İşçi sınıfı ise yenilgiden aldığı derslerle saldırısını sürdürmek, yeniden hücum etmek, her yenilgiyi zafere dönüştürmek zorundadır.

Paris Komünü yenilgisinin asıl nedeni, işçi sınıfının yeterince devrimci olmamasıdır. Ekim Devrimi’nin yenilgisinin asıl nedeni işçi sınıfının devrimciliğini koruyamamasıdır. Bu iki büyük dene­yim üzerine yükselecek olan ileri sosyalizmin zaferi ise devrimciliğin sürekliliğindedir.

Sınıf savaşımında her yenilgi yenilen sınıfın saflarında bir dağınıklığa, gerilemeye, moral bozukluğuna ve umutsuzluğa, toplumda ise yenilen sınıfa karşı bir güvensizliğe, yenen sınıfın gücüne tapın­maya yol açar. Yenilen sınıf, yenilginin boyutuna ve şiddetine bağlı olarak etkisizleşerek bir dönem boyunca tarih sahnesinde geri plana düşer. Sınıf savaşımı geri plana düşmüş görünür. Zaferi kazanan sı­nıfın eylemi tarihe yön veren tek eylem olarak öne çıkar. Ancak tüm bu görüntünün altında, derinde sınıf savaşımı sürmektedir. Tarihin durgun ve karanlık dönemlerine, sınıfların yeni hareketliliği ile bir­likte fırtınalı altüst oluş dönemleri eşlik eder.

Tarihsel yürüyüşte sıçrama -bir toplumsal sistemden diğerine geçiş- bir çırpıda olmuyor. Yeni toplumsal sistemin dünya ölçeğin­deki zaferi, dünya ölçeğinde yürütülen sınıf savaşımı içinde yenilgi ve zaferlerin birbirini izlediği, birbirine eklemlendiği bütün bir ta­rihsel dönemi kapsıyor. Dünyanın tanıdığı en radikal burjuva devri­mi olan 1789 Fransız Devrimi, tarih içinde yenilgiden zafere koşan devrimlerin, aynı yolu izleyen proleter devrimlerden önceki örneği­dir.

Nasıl ki, 1830 ve 1851 (ve daha başkaları) yenilgileri kapitalizmin dünya ölçeğinde egemen bir sistem olmasının bedelleri olduy­sa, proleter devrimin 1871 ve 1980’li yılların sonunda resmîleşen yenilgileri de komünizmin dünya ölçeğindeki zaferinin önceden ödenmiş bedelleridir.

Bugün dünya işçi hareketi tarihin en büyük yenilgisini yaşıyor. Sovyet işçisi, partiye ve devlete yabancılaşmasının yol açtığı yanıl­sama, uyuşukluk ve çaresizlik içinde yarattığı eserin uzun bir dö­nemden beri avucunun içinden kayışını seyrederken, kendisiyle bir­likte dünya işçi sınıfını da ağır bir yenilginin girdabına çekti. Tarih bir kez daha durgunluğun ve karanlığın egemen olduğu bir döneme girdi. Sovyet işçisi bir zamanlar Fransa işçisinin kendine devrettiği tarihsel rolü, dünya proletaryasının başka müfrezelerine bırakarak ağır aksak 70 yıldır başrolünü oynadığı tarih sahnesinden çekilir­ken, engel olmaya başladığı dünya devriminin yolunu da temizliyor. İşçi sınıfının hangi müfrezesinin bu rolü hangi biçimde üstleneceği belirsiz olsa da, her yenilgiyi yeni bir zaferin kaldıracı yapmayı çok­tan öğrenmiş olan işçi sınıfının bu yenilgiyi de yeni ve ileri bir zafe­rin kaldıracı yapacağına kuşku yoktur. Bunu, yenilgi ile birlikte ta­rih bilincini kaybedenlere bir güven aşısı olur umuduyla söylemiyo­ruz. Olmayacağını biliyoruz. Sınıf savaşımı, dönene aldırmadan ayakta kalanlarla yürür. Vurgulamak istediğimiz ‘zafer’ çığlıkları­nın tarihin yasasının yerini alamayacağı ve alamadığıdır.

Tarihte her yenilgiye ve yenilen sınıfa karşı, toplumun her katın­dan yükselen bir salvo atışı eşlik eder. Bugün de böyle oluyor. Dün­ya işçi sınıfı, dünya burjuvazisinin önderliğinde çok yönlü bir saldı­rı ile karşı karşıyadır. Saldırının ana yönü, üretim içindeki yeri ile iş­çi sınıfına değil, politik süreçteki devrimci yeri ve rolü ile işçi sınıfınadır. Paris Komünü’nden bu yana gelecek endişesi ile yaşayan bir sınıftan başkası beklenemez.

Saldırı güçsüzdür. Ama etkilidir. Güçsüzdür, çünkü; işçi sınıfı­nın tarihsel rolü, onun Manifesto’da ortaya konulmuş olmasından bağımsız olarak kapitalizmin özünde vardır. İşçi sınıfının kapitalist mülkiyet ilişkileri karşısındaki konumunu yansıtır ve nesneldir. Yok varsayılarak, yok olmuyor.

Etkilidir, çünkü; tarihsel rolün nesnelliği (kapitalizmin mezar kazıcısı olmak) işçi sınıfına kendiliğinden devrimci bir nitelik kazandırmıyor.

Tersine işçi sınıfı ancak bu rolü, kavradığı ve onu uygulamaya soktuğu oranda oynayabilir. İşte burjuva saldırısının da etkili oldu­ğu alan burasıdır. Amaçları tarihsel bir güç olmaktan çıkarılmaya­cak olan işçi sınıfının devrimci bir güç olmasının önünü tıkamaktır. Bu saldırının etkili olabildiğinin en somut örneği ise bugünkü Avru­pa işçi hareketidir. Avrupa işçi hareketi, bugün devrimci özne ol­maktan çok uzaktır.

Tarihte hiçbir olay, onu ortaya çıkaracak maddi koşullar oluşma­dan gerçekleşemez. Ancak koşulların nesnel olarak varlığı olayların otomatik oluşumunu sağlamıyor. Tarih öznesiz bir nesnelliğe sahip değildir. Mezarın nasıl kazılacağını bilmeyen bir mezar kazıcısı işi­ni ne oranda başarırsa, tarihsel rolünü kavramamış bir işçi sınıfı da o oranda devrimci olur.

İşçi sınıfının tarihsel rolü kapitalist üretim ilişkileri içinde var­dır. İşçi sınıfı, üretim ilişkileri içinde var olmakla birlikte tarihsel rolünü ancak politik alanda, iktidar savaşımında oynayabilir. Bunun için işçi sınıfının, ona nesnel konumunun kendiliğinden sağlamadı­ğı araçlara, devrimci teori ve partiye ihtiyacı vardır. Kapitalist üre­tim ilişkilerinin, içinden çıktığı toplumun bağrında gelişebilir olma­sı, burjuvaziye daha iktidarı almadan ekonomik ve politik bir güç olma olanağı sağlar. Sermaye ve ticaret bağı ona, modern anlamda olmasa da, iktidar savaşımını koordine edecek bir örgütlülük öğesi kazandırır. Kapitalizm içinde bu tür olanaklardan yoksun olan işçi sınıfı, tarihsel rolünü ancak, politik örgütlenmesi aracılığı ile ger­çekleştirebilir. Bu nedenle parti, işçi sınıfının elinde, tarihsel rolünü kavramada ve gerçekleştirmede tek silâhtır. Tarihte hiçbir sınıf bu silâha işçi sınıfı kadar gereksinim duymamıştır. Sınıf savaşımında modern anlamda politik örgütlenmenin (parti) işçi sınıfı ile ortaya çıkmasının altında bu tarihsel gereksinme vardır.

Tarih göstermiştir ki, işçi sınıfının zaferi kadar yenilgisi de baş­ka faktörlerin yanında en başta onun bilinç ve örgütlülük derecesine bağlıdır. İşçi sınıfını bilinçlendirerek ve örgütleyerek onun iktidar savaşını yöneten parti, nasıl zaferin kaldıracı olursa, bunu gerçekleştiremeyen ve sürekli kılamayan parti de yenilginin aracı olmak­tan kurtulamıyor. Sosyalizmin 70 yıl sonraki ve bugünkü çöküşün­de partilerin üstlendiği rol bunun kanıtıdır.

Bugün dünya işçi hareketinin yaşadığı yenilgi, kendini, en başta ideolojik ve örgütsel alanda ortaya koyuyor. Marksizm’in en temel ilkelerinin (sınıf savaşımı, proletarya enternasyonalizmi, proletarya diktatörlüğü, devrim) reddi ile birlikte örgütten kaçış, yenilginin büründüğü temel biçimlerdir.

Yenilgiden çıkış ise ilk olarak bu alanda ideolojik ve örgütsel to­parlanma ile olanaklıdır.

Dünya burjuvazisinin aralıksız saldırıları altında, ideolojik gü­vensizlik ve örgütsel dağınıklık içerisindeki işçi hareketinin uluslararası birliğe ve örgütlülüğe gereksinmesi her zamankinden fazladır. Ancak işçi sınıfının güçlü ve örgütlü ulusal müfrezelerine dayanma­yan uluslararası örgütlülüğün dünya işçi hareketini bugünkü kaos­tan kurtarmada işlevsel bir rol oynayamayacağı da açıktır. Görev açık, perspektif nettir. Tarih içinde en etkili yenilgisini yaşayan işçi hareketinin önünde çok büyük sorunlar vardır. Dünya, işçi hareketi­nin bugün içinde bulunduğu durumdan bağımsız olarak yeni bir devrimci dalganın işaretlerini veriyor. Şimdi sorun, işçi hareketinin hem ulusal hem de uluslararası alanda buna yanıt verip vermeyece­ğidir.

Dünya ilginç bir gelişmeye sahne oluyor. Emperyalizm, kazan­dığı zaferin meyvelerini toplayamadan, aynı hızla bir krize doğru koşuyor. Sistemin bunalımı ABD’den Avrupa’ya doğru yayılıyor. Ekonomik büyüme yerini durgunluğa bırakıyor. Dünya ticaret hac­mi gerilemeye devam ediyor. Avrupa, tekelci sistemin istikrarsızlık odaklarına bir yenisini ekliyor.

Emperyalist ülkeler arasında ekonomik, politik süreçlere ortak müdahale eğilimi, sosyalizmin dünya ölçüsünde bir odak olmaktan çıkması ve sistemde değişen güç dengelerine bağlı olarak yerini karşılıklı çıkarların çatışmasına bırakıyor. Emperyalizmin ayrılmaz özelliklerinden biri olan pazarların yeniden paylaşımı, şimdilik bir ticaret savaşı olarak sürüyor. Doğu Avrupa’nın kapitalist sisteme eklemlenmesi sistemin istikrarsızlığını arttırırken, kızışan pazar sa­vaşımı Avrupa’da sınırların yeniden belirlenmesi biçiminde günde­me geliyor. ABD’nin sistem içi ve dünya egemenliği, gelişen ve güçlenen Japonya ve Almanya tarafından zorlanıyor.

Bilimsel teknik devrimin emperyalizme sağladığı dinamizm, en tepe noktasında, yarattığı bir dizi sorunla birlikte yerini durgunluğa ve gerilemeye bırakıyor. Tekelci sistem, en büyük üretici güç olan insanı giderek sürüleştirirken kendi sonunu da hazırlıyor.

Sisteme bağlı geri bıraktırılmış ülkeler ile emperyalist merkezler arasındaki uçurum; servet yağmalaması ve tekelci aşırı kâr yoluyla giderek büyürken, sistemin merkezlerinde başgösteren bunalımın da etkisiyle çevre halklarda patlayıcı madde yığınağı artıyor. Bir bü­tün olarak sistemin istikrarsızlığı derinleşiyor. Dünyanın beyazlaşan rengi altında kızıl bir ton kendini hissettirmeye başlıyor.

Türkiye burjuvazisi, en rahat ortamda yönetme zorluğu çekiyor. Burjuvazi, ideolojik ve fiziksel terörle sağladığı hegemonyasını kaybediyor. Gelişen Kürt Kurtuluş Hareketi karşısında, burjuvazi, Misak-ı Milli sınırları içinde egemenliğini olağan yöntemlerle sürdüremiyor. Henüz açık bir kimlik kazanamamış olsa da, gelişme ve politikleşme aşamasındaki işçi hareketi burjuvaziyi zorluyor. Bilinç geriliği ve dağınıklığına karşın işçi sınıfı toplumsal mücadelenin odağına oturuyor. Burjuvazi geleneksel yedekleri üzerindeki deneti­mini kaybediyor.

Giderek ağırlaşan ekonomik ve politik sorunlar, devrimci bir perspektif ve örgütlenmeden yoksun olmasına karşın gelişen işçi hareketi ve devlete karşı başkaldırıyı sürdüren Kürt Kurtuluş Hareketi’nin taşıdığı devrimci potansiyel Anadolu’yu bir devrim ülkesi yapıyor.

Tarihin gözleri Anadolu’nun üzerindedir. Bir devrim ülkesinde, her şey büyük ölçüde kendi sınıfını örgütleyebilme yeteneğine sa­hip, kurtuluşun devrimci partisine bağlıdır. Görev zor, güçlükler bü­yüktür. Ama hiçbir zorluk yenilmez değildir. Yeter ki, onun gerektir­diği bilinç, kararlılık, özveri ve cesaret gösterilebilsin.

Mustafa Genç, Kaldıraç Kitap Dizisi Sayı 9, Mayıs 1995