“Yaşam standardı” ve gerçek yaşam

Toplumsal bilinç, gerçekte hafife alınamayacak kadar güçlü bir varlıktır. Toplumsal bilinç, insan toplumunda oluşur ama, bireysel olarak insanın bilincinin dışında bir nesnelliktir. Toplumsal bilinç, bir varlık olarak toplumsal varlığın belirlediği tüm düşünsel-ruhsal yapının tümüdür. Toplumun değer yargıları, ahlâk anlayışı, ortalama düşünce sistematiği, kabulleri, gerçeği algılayış şekli vb. toplumsal bilincin içindedir. Toplumsa bilinç, gerçekte o toplumda egemen olan sınıfın bilincidir, tarihsel ve toplumsal süreçler içinde onun tarafından belirlenir. Ve bir taştan daha katıdır. “Atomu parçalamak, alışkanlıkları parçalamaktan daha kolaydır” sözü, bugün artık bir anlam ifade etmiyor. Zira atom çoktan parçalandı ve alışkanlıklar ve önyargılar, hâlâ varlığını sürdürüyor. Aslında, sadece sınıflı toplumda değil, hemen her toplumda önyargılar ve alışkanlıklar var olur. Ama sınıflı toplumda egemen sınıf, bu önyargı ve alışkanlıkları biçimlendirir ve egemenliği için kullanır.

Toplumda var olan “ahlâk” anlayışı, binlerce kadının taşla linç edilmesine yol açmıştır, hâlâ da açmaktadır.

Bu örnekler, bize “toplumsal bilinç” denilen ortalama bilincin, ne kadar katı olduğunu hatırlatmak içindir.

Birçok değer yargısı, böyle oluşmuştur. Mesela “orduya duyulan avanakça güven”, sadece kendiliğinden de oluşmamıştır, egemen sınıfın ince çalışmaları ile beslenerek oluşturulmuştur.

Ya da üniformalı birisine karşı beslenen “korku karışımlı saygı”, gerçekte, oluşmuş toplumsal bilincin ifadesidir. Bir sivil giyimli kişi size saldırırsa ona karşılık vermekte tereddüt etmezsiniz, ama eğer üzerinde polis üniforması varsa, tereddüt edersiniz. Bu durumu akıllıca kullanan hırsızlar, birçok durumda, polis elbisesi ile işlerini yürütebilmişlerdir. Bugünlerde sahte polise gerek yok, zaten gerçekleri de bu yağma ve rant sisteminin, her türlü istismar sürecinin içindedirler.

Demek oluyor ki, bizim günlük hayatımıza girmiş, birçoğumuzun üzerine hiç düşünmediği, ayrıntı gibi gelen toplumsal bilinç öğeleri vardır ve bunlar gerçek yaşamı büyük ölçüde belirler durumdadır.

Cumhurbaşkanı bir seferinde, kendisinin kökeni konusunda konuşurken, “afedersiniz Ermeni” demişti. Aynı toplumsal bilinç, kirli toplumsal hafıza onu otomatik olarak konuşturmuştur.

Yaşadığınız ortam, yaşadığınız sosyal doku, içinde büyüdüğünüz değerler sistemi, sizin için bazı önkabuller, önyargılar, alışkanlıklar, değerler oluşturuyor. Ve eğer siz, bunu bilinçle sorgulamazsanız, o toplumsal kabullerin esiri oluyorsunuz.

Yaşam standardı da böyle bir konudur.

Modern kapitalizm, bize, birçok “renkli” ambalaj içinde, tüketim nesneleri sunar. Bu tüketim nesneleri, “kaliteli” bir yaşam ya da “yaşam standardı”nın basamakları olarak önümüze gelir.

Ve bunlara sahip olmak, “adam olmak”, bunlara sahip olmamak ise, insan olamamak demek oluyor.

Mesela “araba sahibi olmak”. Şarkıda dediği gibi, “onun arabası var, güzel mi güzel, bastı mı gaza gider mi gider.” İşte size “yaşam standardı”nın önemli bir göstergesi. Arabası varsa, güzeldir ve gaza basarsa giderdir. Ama bu doğru değil. Mesela İstanbul’u ele alalım. Normalde, aklı olan, zekâsında sorun olmayan bir insanın, özel durumlar hariç, özel araba kullanmaması makul olandır. Yani, akıl göstergesi olan şey, mesela Kadıköy’e, mesela Bakırköy’e, mesela Beşiktaş’a, mesela Eminönü’ne, mesela Taksim’e vb. arabasız gitmektir. Eğer, insanlar bu toplumsal kabullerin esiri olmamış olsa, hemen hiçbiri, bu sayılan yerlere gitmek için araba kullanmazdı.

Bu durumda, İstanbul gibi kentlerde arabası olmak, güzel mi bilemesek bile, bastı mı gaza gider mi sorusunun yanıtını biliyoruz: Gitmez, gidemez. Araba, önü açıksa gidebilir, ama önü açık değil.

Normalde yaya 30 dakikada yürünecek, yol açık olsa 10 dakikada alınacak mesafeyi “özel araç”ınla 2 saatte gitmeyi tercih etmek, aklî muhakeme yeteneklerinin dumura uğramış olduğunun göstergesidir. Hele bunu her gün yaşamak ve buna alışmak, yaşamını mahvettiğini bile bile bunu yapmak, koyundan da beter olmak demektir.

Koyunlar, sürü hâlinde otlar ve dolaşırken, en öndeki uçurumdan atlarsa, diğerleri de onu izler. O ilk atlayan koyunun konuşma yeteneği yok ki, dile gelip de, “arkadaşlar, sevgili koyun sürüsü, ben yanlışlıkla düştüm, gelmeyin” diyebilsin.

Ve koyundan biraz daha kötü yönü de var. İnsan, İstanbul gibi, kentsel yaşamın tahrip edildiği, ranta göre düzenlenip rant ve yağma için kurban edildiği modern kentlerde, bu trafik içinde arabası olması hâlini, toplumsal statüde üst basamağa çıkmak, “ezik” vatandaş durumundan kurtulmak, “varlıklı” vatandaş sınıfında olmak olarak kabul etmektedir. İşte bu durum, bu en çirkin ve rezil durumu yüceltme hâli, koyun ırkını bile aşan bir bilinç kaybına işarettir.

Araba, bir toplumsal yaşam standardının göstergesidir.

Oysa işe yaramıyor ve yaşamı yok ediyor, hem sahip olanın yaşamını, hem de olmayanın.

Ortalığa korkunç bir trafik, akıl almaz bir ruh hâline sahip sürücüler, inanılmaz bir park yeri ve sokak görüntüsü sorunu çıkmaktadır.

Ve bu durumdan, tıpkı bu satırların yazarı kadar rahatsız olmayan da yoktur. Herkesin yakındığı bir sorun, toplumun sosyal statü olarak gördüğü araba sevdasının inanılmaz öbür yüzüdür.

Oysa bir kent düşünün, 4 milyon araç yerine, 500 bin araçla, trafik sorunu ve ulaşım sorununu kökünden çözmüş bir kent olsun. Bu mümkün müdür? Elbette. Metrobüs yapmanıza da gerek yok. Bu yollarda, mevcut metrobüslerin 30 katı kadar aracı, her yöne harekete geçirin, bakın işler nasıl çözülecektir. Demiryolu ağını geliştirin, deniz yolu ağını geliştirin ve trafikte ortalama her gün kaybedilen 3-4 saati geri kazanın.

İşte bu, yaşam standardının yükselmesi anlamına gerçekten gelebilir. Düşünün, günde 4 saatlik trafikten kurtuluyorsunuz, size yaşamak için ilave 4 saat. Bu 4 saatlik trafik sürecindeki sinir harbi ve zekâ kaybı durumundan kurtuluyorsunuz, işte size sağlığınız için yeni olanaklar. Yaşam standardınız yükseldi demektir.

Amaç ulaşım sorununu çözmek mi, yoksa araba sahibi olup, toplumsal cinnet hâlinde yaşamak mı?

***

Eminim her işçi, mutlaka defalarca düşünmüştür, bu zenginler, bu para babaları acaba ne yerler? Dünyanın 8 büyük ailesinin serveti, dünyanın yarısının servetinden fazladır. Peki bu 8 zengin ailede yaşayanlar ne yerler? Mesela Rockefeller ailesinin üyeleri, çorba mı içerler, mesela et mi yerler, mesela hamburger mi yerler, mesela kuru fasulye yeseler beğenirler mi, mesela elma yemezler mi?

Bu soruyu işçiler, günlük hayatlarında, bunlar bu kadar parayı ne yapacak diye düşündüklerinden sorarlar. Oysa para, yemek yeme meselesi değildir. Onlar için, dünyanın egemeni olmak, başkalarının emeğine el koymak, toplumları yönetmek, kendi cennetlerini kurmak önemlidir.

Ama yine de evert, muhtemelen, Davos’ta toplanan zenginler de biraz daha pahalı olanlarını yemek koşulu ile çorba, et vb. yerler. Bizdeki Nusret’in “tuz atma el hareketi”, normalde kibir, tuhaflık olarak değerlendirileceğine, moda etkisi ile yılın hareketi hâline nasıl gelmiş ve onun etleri nasıl pahalı olmuş ise, onların da çorbaları benzer biçimde pahalıdır. Zenginler, ayrıcalıklı olma durumu için yüksek para öderler. Yoksa, halk ile birlikte yemek yeme durumunda kalırlar ki, bu onlar için en kötülerden biridir.

Aslında, kural az yemektir.

Öyle çok yiyerek, sonra spor salonları ve diyetisyenlerin müşterisi hâline gelmek, “yaşam standardı”nın yükselmesi mi demektir? Evet, tam da öyledir. Bu aklını kullanmayı bilmeyen, zengin ve sonradan görme sürüsünün, yaşam standardı biçimidir. Şişmanlamazlarsa ne konuşacaklar? Bu kadar yemek üzerine konuşmak olmazsa, ne konuşacaklar? Derler ki “yediğin içtiğin senin olsun, bana gördüklerini anlat.” Ama bunlara bu sözü söyleseniz, size gördükleri yemekleri anlatacaklardır.

Oysa, ne yiyoruz, ne tüketiyoruz?

Bundan emin miyiz? Yediğimiz gerçekten domates mi, bunca değişikliklerden sonra ona hâlâ domates dememiz doğru mu?

Önce, şehir sularını kirlettiler. Sonra bu sorunu ranta çevirdiler, suyu şişeleyip satmaya başladılar. Şimdi, Türkiye’nin kentlerinde, musluktan su içemiyorsun. Sizce bu yaşam standardının yükselmiş hâli mi?

Musluğundan akan suyun içilmediği, milyon dolarlık lüks daireler? Acaba bu lüks dairelerin nesi lüks? Musluğundan akan suyun içildiği evlerden neden ve nasıl daha yüksek bir yaşam standardına işarettirler?

Musluğundan akan suyun içilmediği, bu nedenle, içlerinde nasıl bir suyun olduğu bilinmeyen ambalajlanmış suların satıldığı bir kent, nasıl olur da yaşam standardını yükseltmiş olur? Bu acaba, nasıl bir düşünme ve değerlendirme sistemidir?

Ne yediğimizi bilmediğimiz bir hayat, suyunu ücretsiz ve sağlıklı içemediğimiz bir kent, nasıl olur da ileri bir standarda işaret eder?

Ekmeğini yiyemezsin, çünkü buğdayı artık zehir saçıyor. Şekerini çayına atamazsın çünkü şekeri kanserojen, mısırının genetiği ile olumsuz yönde oynanmış bir dünya, acaba nasıl olur da daha iyi bir dünyanın işareti olabilir?

İngiliz Kraliçesi, kendi sarayında doğal yiyecekler yetiştirmeye çalışıyor. Erdoğan’ın Saray Rejimi, tüm çiftçiyi yok ederken, köylüyü açlığa mahkûm ederken, tarımı bitirirken, Erdoğan Saray’ın bahçelerinde kendi tarımını yapmaktadır. Bu ikiyüzlülüğün nedeni nedir?

***

Sokaklarında güvenlik içinde dolaşamadığınız, çocuklarınızı sokağa bırakamadığınız kentler, nasıl olur da yaşam standartlarının yükseldiği kentler olabilirler?

Her yıl 10 binden fazla çocuğun kaybolduğu bir ülke, nasıl olur da yaşam standartlarının geliştiği bir ülke olabilir?

Sokaklarında, mafyanın, eroin çetelerinin, rant ve yağma peşinde koşan zenginlerin çetelerinin cirit attığı bir kent nasıl olur da yaşam standardının yükseldiği bir kent olabilir?

Balkonu olmayan, 50 katlı ve kutu gibi binaların içinde süren yalnız, kapanık hayatın standardı ne olabilir?

Komuşularıyla selâmlaşmayan insanların, sabah işe giderken yüzü asık güne başlayan insanların yaşadığı bir kentte yaşam standardı da ne demektir?

Kadınların aşağılandığı, gün ortasında dövüldüğü, öldürüldüğü bir kentte, yaşam standardı ne anlama gelebilir ki?

İşçilerin her gün işe değil de ölüme yolculuk yapar gibi evden çıktığı, evde kalanlarla her gün açık veya gizli vedalaştığı bir ülkede nasıl bir yaşam standardından söz edilebilir?

AVM’lerinin yükseldiği, betonlar içinde yeşilin gömüldüğü, her yağmurda rögarların taştığı, yağan yağmurun neredeyse toprağa dokunamadığı bir kentte nasıl bir yaşam standardından söz edebilirsiniz?

Korkudan, araçların, kişilerinin üzerlerinin her köşe başında, her AVM girişinde arandığı bir kentte yaşam standardı demek ne demektir?

Gökdelenler, beton yığınları arasında, küçülmüş insanların, sokaklarında, güneşi bile göremeden akşamı ettiği bir kent yaşamının nasıl bir “yaşam standardı”ndan söz edebilirsiniz?

***

Bunları uzatmak elbette mümkündür.

2008 ekonomik krizini analiz eden iktisatçılar, burjuva iktisatçılar, ilginç itiraflarda bulunmuşlardı. Bir gecede, bankaların yok olduğunu gördüklerinde, kapitalizmin eski krizlerinde de, hisse senedi, para, tahvil gibi kâğıtların nasıl kıymetsiz hâle geldiğini hatırlamışlardı. Yani, o şirketlerin çekleri, o hisse senetleri, o paralar, o tahviller vb. bir anda uçup gitme “yeteneği”ne sahiptirler. Bunu biliyorlardı.

Ama 2008’de, bir yeni vurgu da vardı. İlk kez koca koca binaların, trilyonluk mülklerin bir anda havaya uçan hisse senetleri gibi değersizleştiğini gördüler.

Citibank, bir anda 250 milyarlık bir banka iken 2008’de, Çinlilere 25 milyar dolara satılma durumu ile karşı karşıya kaldı. Rockefeller ailesi, elbette korunur, zira Citibank içinde, CIA’nın yürüttüğü operasyonlar da vardır ve bu sırların açığa çıkması başka felaketlere de yol açabilir. Citibank, değerinin çok ama çok üstünde devlet yardımı ile kurtarıldı ve hâlâ özel bir banka olmaya devam etmektedir. Kriz sırasında Citibank’ın binaları aşırı değer kaybettiler, bu binaların kriz öncesi değerleri, krizde Çinlilere bankanın satılacağı fiyattan çok daha fazla ediyordu. Demek ki, bina gibi katı varlıklar da buharlaşabiliyordu.

Ve bu burjuva iktisatçılar, farkettiler ki, içecek temiz bir suyunun olması, yiyecek doğal ve sağlıklı yiyeceklerinin olması, başını sokacak bir evinin olması, sosyal olarak sağlıklı bir toplumda yaşıyor olmak, en büyük zenginlik anlamına gelmektedir.

Yani şimdinin Küba’sı gibi.

Belki lüks arabaları yok. Ama gerçekten o lüks arabalara ihtiyaçları olduğu da tartışılır. Kamu taşımacılığı için araçları olursa yeterlidir. Sağlık sorununu çözüş tarzları da zenginliğin gerçekte ne demek olduğunu göstermektedir.

Aklımıza kazınmış ve Müslümanlar için kıblenin önemi kadar önem kazanmış tüketim nesnelerine sahip olma isteği, gerçekte, yaşam standardından çok, insanî bir çürümenin göstergesidir. O kadar çelişkili bir durumdur ki bu, milyarlarca para ödenen evlerin musluklarından içme suyu akmamaktadır. Milyonlarca lira ödenen evlerin etrafında çocuklar oynayamamaktadır, milyonlarca lira gömülen AVM’lere üstünüz aranmadan girememektesiniz vb.

Evinizin ısınması elbette bir ihtiyaçtır. Ama 25 metrekarelik salonlarda dev ekranlı televizyonlar, ihtiyaç değildir demek yetmiyor. Hem ihtiyaç değildirler, hem de fazlalıktırlar, yaşama alanınızı küçülten, evinizi kirleten aletlerdirler. Ama elbette komşunuz, o dev ekranı görünce, sizin yaşam standardında bir level üste çıktığınızı düşünmektedir ve bu sizin için büyük bir saygı demektir. Kendi varlığınız ve kişiliğiniz ile kazanamadığınız saygınlığı, evinizdeki TV markası ve boyutu ile kazanmaktasınız.

Çocuğunu özel okula göndermek için inanılmaz paralar harcayıp, sonuçta devlet okulundaki gibi bir eğitime mahkûm olmak, yine yaşam standardını yükseltmektedir. Oysa o çabanın aynısı, devlet okullarında düzgün bir eğitim verilmesi için sosyal mücadele alanında verilse idi, çocuğunuz için daha iyi bir hayat biraz daha erken mümkün olacaktır.

Toplumsal bilinç, egemenlerin bilincidir, onların çıkarlarının ifadesidir. Bir bilinç durumunu ifade etmez. Sürüye katılma hâlini daha çok ifade eder.

Toplumsal değerler, toplumsal bilinç, toplumsal baskı, taştan daha serttir. Parçalanması için, mutlaka ve mutlaka yere çalınması gereklidir. Bunu yapmak, buna girişmek bir bilinç göstergesi, bir bilinç hâlidir.

Meta ilişkilerinin egemen olduğu, mülkiyet ilişkileri ve onun uzantılarının yaşamı belirlediği bir dünyaya meydan okumak, insan olma hâlinin gereğidir.