Venezuela’da darbe girişimi, ABD hegemonyasının sonu mu?

ABD, Venezuela’da, hiç de şaşırtıcı olmayan bir deneme daha yaptı, Maduro hükümetine karşı darbe girişimini sahneye koydu. Kendini “başkan” ilan eden, bunu ABD eli ile yapan, arkadaki faşist güçlerin öne sürdüğü bir “lider”, bir askerî üsteki “askerlerle” birlikte görüntü vererek, ülke yönetimine el koymak üzere, darbe yaptıklarını ilan ettiler.

“Başkan” ilan edilen ABD kuklası, bu açıklamayı yapar yapmaz, gladio artıkları harekete geçti. Ama çok kısa bir süre içinde halk, Maduro tarafından yapılan açıklamalara uygun olarak sokaklarda darbecilere karşı harekete geçti. Aynı anda, ordu, ana kadrosu ile hükümete bağlılığını ilan etti ve darbeci askerler, kısa sürede bastırıldı.

Gladiocu faşist liderler İspanya konsolosluğuna sığındı. Ama ABD’nin emri ile kendini “başkan” ilan eden, henüz tutuklu değil. Darbeye katılan askerlerin %80’i ise, aslında kendilerinin kandırıldığını, bir darbe yapılacağından bilgilerinin olmadığını söylediler.

Demek oluyor ki, ABD, Saddam rejiminin generallerini satın aldığı gibi, Venezuela’da bazı generalleri satın almaya çalışmış, bunun belki bir bölümünü satın almış, ama oldukça etkisiz bir darbe gerçekleştirmiştir.

ABD Doları, acaba cazibesini mi kaybediyor nedir, bazı durumlarda insanları satın almaya yetmiyormuş.

Bu, belki bizim ülkemizde, kendini, kalemini, kafasını, ülkesini 100 dolara satan politikacı, yargıç, general ve bürokratlar için ilgi çekici olabilir. Ortadoğu’da, kendini 100 dolara satan çok adam bulmak mümkündür. Hatta bir bölümü, ABD adına, ABD’den daha Amerikancı kesilmektedir ve gönüllü olarak bu işi yaptıkları şüphesi bile vardır.

Latin Amerika’da, belki direniş geleneğinin, belki yüzlerce yıllık direniş geçmişinin bir sonucu olarak, 100 dolar ve daha fazlası işe yaramayabiliyor.

Venezuela halkı, Bolivarcı geleneğine bir kere daha sahip çıktı.

Chávez’in ardından, Maduro’nun, hem halk desteğinin yeterli olmadığı, hem de liderliğinin Chávez kadar güçlü olmadığı inancı vardır. Bu hâlâ geçerlidir. Chávez’in daha atak politikalar izlediği, oysa Maduro’nun daha “ılımlı” politikalar izlediği fikri yaygındır. En azından, bu darbe sürecinde, Maduro’nun kolay lokma olmadığı ve halkın Bolivarcı geleneğe sahip çıkma potansiyelinin fiilî bir güç olduğu anlaşılmıştır.

Venezuela, ciddi ölçüde ambargo ve içeride tahrip edici burjuva-faşist muhalefet ile uğraşmaktadır. Dışarıdan ambargo, içeriden ise zenginlerin sistemi tıkama girişimleri, ekonomik anlamda ciddi sorunların oluşmasına neden olmuştur. Bu ciddi ekonomik sorunlar, aslında bir savaşın parçasıdır. Petrol şirketlerinin kamulaştırılması süreci ile başlayan Bolivarcı değişim, karşısında ciddi bir burjuva direniş bulmaktadır. Bu direniş, ABD tarafından ciddi tarzda desteklenmektedir. Bu gerici faşist çeteler, her yolla saldırılarını sürdürmektedir.

Ve Venezuela, tüm bunları baskı ve yasaklarla yok etme yolunu etkin bir tarzda izlemiyor. Hâlâ, ülkede basın, iktidarın denetimi altında değil ve bunu biraz da Maduro yönetiminin yapmak istemediği söyleniyor.

Bizim ülkemizdeki Saray Rejimi ve basını düşünürsek, Venezuela’ya diktatörlük demek, ancak bizim sol-liberallerimizin işi olabiliyor. Kendi ülkelerindeki baskıya, şiddete, zulme, işkenceye, basının durumuna kısacası Saray Rejimi’nin tüm hukuksuzluklarına sesini çıkaramayanlar, konu Venezuela olunca, “diktatör” sözünü kullanmakta duraksamıyorlar.

Venezuela’da bir ikili iktidar durumu fiilî olarak vardır. Bir yandan, parlamentoda çoğunluğu elinde tutanlar, diğer tarafta ise seçilmiş ülke yönetimi ve onun Bolivarcı örgütlenmeleri.

Darbe, durumu, Bolivarcı komiteler, örgütlenmeler ve Maduro taraftarları aleyhinde değiştirme girişimi idi. Ama başaramadı ve şimdi durum, bu faşist çetelerin aleyhinde ilerlemektedir.

Çılgına dönen ABD yönetimi, Venezuela’ya askerî müdahale tehditlerini savurmakta, bu konuda Rusya ve Çin’i suçlamakta, onların Maduro’ya destek verdiklerini ilan etmektedir. O kadar ki, konu Venezuela değil, konu Rusya ve Çin’in etkisinin sınırlandırılmasıdır diye açıktan beyanat veren ABD yetkililerine bile rastlanmaktadır.

ABD, Kolombiya sınırında, Blackwater isimli şirkete bağlı kontr-gerilla timlerini bekletmektedir. 5 bin Blackwater paralı askeri, Kolombiya sınırında beklemektedir.

Blackwater paralı askerlerini Irak savaşından biliyoruz. Bunlar, sadece Irak’ta öldürülen milyonlarca insanın katili değil, aynı zamanda Irak’ın yağmalanmasının da aktörleridir. ABD, Amerikan sermayesi, bu güçleri sahaya sürerek, kontr-gerilla savaş taktiklerini uygulamaktadır.

ABD, Venezuela’da, Suriye’dekine benzer bir uygulama devreye sokmak istiyor. Suriye’de Türkiye üzerinden çeteler, IŞİD grupları devreye sokulmuştu. Şimdi aynı uygulamayı, bazı farklılıklarla Kolombiya üzerinden Venezuela’ya karşı devreye sokmak istiyorlar.

ABD, Venezuela’da Rus askerî ve gıda desteğinin önünü almak, Venezuela’yı yalnızlaştırmak istiyor. Bu nedenle, Küba ve Bolivya’ya karşı tehditler savuruyorlar. Küba ve Bolivya’nın varlığı, savaşın tüm Latin Amerika’yı, aynı anlama gelmek üzere tüm Amerika’yı sarması anlamına da geliyor. Her ne kadar Brezilya’da bir darbe ile seçilmiş sol yönetimi alaşağı etmeyi başarmış olsalar da, Meksika dahil tüm Latin Amerika halkları, bu darbenin açık olarak karşısında, ABD’ye karşı savaşma cesaretindedir.

Venezuela’da askerî darbe girişimi, ABD’nin tüm planlarını bir kere daha deşifre etmiş, ABD’nin ne kadar saldırgan bir politika izlediğini bir kere daha ortaya koymuştur. Muhtemeldir ki, darbe girişimi, vaktinden önce öğrenilmiş ve erkene alınmıştır.

Ama bu darbe girişiminin bastırılması, ABD’nin hegemonyasına bel bağlayan, ABD adına hareket etmekten çekinmeyen sömürge ülkelerdeki yönetimleri de düşündürmeye başlayacaktır. Ve belirtmek gerekir ki, nedeni ne olursa olsun, Erdoğan’ın darbeyi kınaması önemlidir.

ABD hegemonyası açısından ise, bakıldığında ilgi çekici bir tablo ortaya çıkmaktadır. Kaldıraç okurları, bizim bu süreci, çok zamandır, Üçüncü Paylaşım Savaşı olarak adlandırdığımızı bilirler. Bu dünya savaşı, farklı bir seyir izlemektedir.

Suriye savaşı ile ABD, karşısında bir direniş cephesi buldu. Rusya ve Çin liderliğindeki bu direniş cephesi, Suriye’de, bugüne kadar ABD planlarının başarısını önlemeyi başarmıştır. ABD ve onunla birlikte Suudi Arabistan, İngiltere, İsrail ve Türkiye, yanlarına bazı küçük destekçi ülkeleri de siz koyun, net bir kayıp yaşamışlardır.

ABD, Suriye savaşındaki gerilemesine karşılık, bir anda Ukrayna üzerinde bir cephe açmıştır. Bu cephe ile Almanya başta olmak üzere, Avrupa’yı Rusya’ya karşı harekete geçirmiştir. Ama görünen o ki, Ukrayna’da da işler istediği gibi gitmemektedir. Elbette bir karışıklık ortaya çıkmış, uzun yıllara dayalı Rusya ve Ukrayna kardeşliği ciddi yaralar almıştır.

ABD, Suriye ve Ukrayna’dan sonra, iki cephe daha açmaya başlamıştır. Biri, Suriye’den IŞİD çetelerini taşıdıkları Pakistan ve Afganistan üzerinden Hindistan ve Çin’e karşı bir cephedir. İkincisi ise Venezuela’dır.

Suriye cephesi, gerçekte içine İran’ı da alacak tarzda büyütülmektedir. İran’a karşı son dönemde ortaya konan saldırganlık ve ambargolar, Suriye cephesinin devamı niteliğindedir. Bu nedenle açıkça söylemek gerekir ki, Suriye’nin tümünde ABD ve diğer ülkelere ait askerler geri çekilmedikçe, Suriye topraklarının işgali sona ermedikçe, İran’a karşı saldırı politikası daha da artırılacaktır.

Suriye’de savaşı kaybettikleri hâlde, ABD, İngiltere, Suudi Arabistan, İsrail ve Türkiye’nin geri çekilmemesi, dahası Türkiye’nin özellikle işgal ettiği topraklar üzerinden savaşı uzun süreye yayması ABD’nin İran saldırganlığının bir parçasıdır. ABD, açık olarak Türkiye’ye, Moskova’yı oyalama görevini vermiştir. Sonuçta, Astana sürecinin ülkeleri olan Rusya ve İran’dan farklı olarak Türkiye, Suriye’de işgalcidir. İşgal ettiği topraklardan kolaylıkla çekilmeyeceğini de beyan etmektedir. Türkiye, açık olarak Rusya’yı İdlib’de oyalamaktadır. Rusların, siyasal çözüm arayışı, Suriye ve Türkiye’nin karşılıklı savaşa girmesini istememesi, bu oyalama sürecini işler hâle getirmektedir. Fırsattan yararlanan Türkiye, Şırnak üzerinden Suriye ve Irak topraklarına sarkmaya çalışmaktadır. İdlib’deki durum, Türkiye’nin, bir ABD projesi olarak devreye soktuğu oyalama manevralarına olanak sağlamaktadır.

Muhtemeldir ki ABD, Erdoğan’a olan desteğini İdlib ve Suriye politikalarına bağlamıştır.

ABD, bu süreçte, savaşı dünyanın farklı noktalarına yayma isteğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu dört noktaya bir yenisini ekleyeceklerinden şüphe duymamak gerekir. Zira ABD’nin saldırganlık dışında başka yolu yoktur. ABD’nin, durum değerlendirmesi yapıp, bu koşullarda dünya hegemonyası iddialarından çekiliyoruz demesini beklemek, oldukça hayalci olacaktır. Ekonomisi savaş sanayiine dayalıdır ve gerginliklerden para kazanmaktadır. Ama bu, sadece bununla sınırlı değildir. AB ile ekonomik anlamda kıyaslandığında birçok dezavantajı vardır ve bu koşullarda, paylaşım savaşımından kayıpları çok büyük olacaktır. Öte yandan askerî üstünlüğü de birçok ülkeye göre açıktır ve bu avantajını kullanmaktan çekinmediği de açıktır. Tarih de bunun kanıtları ile doludur. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, hiçbir neden yok iken, Japonya’ya attıkları atom bombaları, bunun kanıtıdır. Bunu durduracak şey, ABD halklarının içeride geliştireceği direniştir. Böylesi bir direniş, kapitalizme karşı savaşan tüm dünya halklarının, dünya işçi sınıfının mücadelesi açısından çok büyük bir değere sahip olacaktır.

Dikkat edilirse ABD, savaşa giriştiği hiçbir yerden, aldığı yenilgiler nedeni ile çekilme eğilimi taşımamaktadır. Afganistan ve Irak’tan çekileceklerini açıklamışlardı. Bu Obama döneminde söylenen, açıkta ilan edilen bir şey idi. Ama buna rağmen, ortalıkta çekilme işaretleri yoktur. Sadece ABD, her yeni durumda kendine ittifaklar kuracak ve NATO’yu ayakta tutacak adımlar atmakta, yeni manevralar devreye sokmaktadır.

NATO, ABD denetimindedir ve ABD’nin en başta AB ülkelerini, bazı rakiplerini denetim altında tutma aracı durumundadır. NATO yeri geldiğinde bir tehdit aracıdır. Ve emperyalist güçler arasındaki rekabet ne kadar şiddetlenirse şiddetlensin, NATO’yu dağıtma eğilimi ortaya çıkmaktan uzaktır.

Emperyalist güçlerin özellikle beşini saymak gerekir. Bunlar ABD, Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya’dır. Bu beşli güç, kendi aralarında dünyayı paylaşmak için sadece ticari bir savaş yürütmüyorlar. Söz konusu olan Çin oldu mu, hemen ortaklaşa hareket edebilme olanakları yaratıyorlar. Söz konusu olan Rusya oldu mu, hepsi birlikte ortaklaşa ambargolar uygulamaktadırlar. Bugün, Rusya ve İran’a karşı ambargolara AB ve diğer emperyalist güçlerin açık destek vermediğini hayal edin, bu durumda bu ambargolar, tümden işlevsiz kalırdı.

Venezuela meselesine bir de bu açıdan bakmak gerekir. Konu Venezuela oldu mu, bu güçler hemen bir araya gelmektedir.

Evet, ABD, hegemonyasını kaybetmeye başlamıştır. SSCB çözüldüğünde, “dünya imparatorluğu” planlarını ilan etmişlerdi. Bugün, başka güçlerin de var olduğunu kabul etmek zorundadırlar. Ama buna rağmen, ABD saldırganlığını artırarak sürdürmektedir. Bu saldırganlık, dünyanın kaynaklarının savaşa ve silâh sanayiine kayması demektir ve bu oldukça artarak sürmektedir.

Dünya halklarının, insanlığın, bu savaşa, bu emperyalist politikalara, emperyalist yağmaya karşı tek umudu, kendi gücü ile, her türlü zorbalığı, her türlü sömürüyü yeryüzünden silecek bir direniş geliştirmesinden geçmektedir.

Dünyada eksik olan şey, işçi sınıfının dünya çapındaki örgütlenmesidir.

Ancak yeni bir sosyalist devrim dalgası savaşlara ve emperyalist hegemonyaya son verebilir, yeryüzünü bir cennet hâline getirebilir ve dünyayı kurtarabilir. Dünya ve onun üzerinde varlığını sürdüren insanlık, ancak proletarya enternasyonalizmi ile varlığını koruyabilir.

Bu, sadece emperyalist hegemonyaya, sadece sömürüye son verme savaşı değildir. İnsanlığın varlık ve yokluk mücadelesidir. Sosyalizm dışında hiçbir şey, her türlü ayrımcılığa, her türlü sömürüye ve nihayet sınıfların varlığına son veremez.

Dünyanın tüm işçileri, dünyanın tüm ezilenleri birleşiniz!