TC devletinin “dış politika’sı ya da Saray Rejimi’nin “tetikçi” rolü

SSCB çözülmüştü ve aradan çok uzun zaman geçmemişti. Kapitalist-emperyalist dünya, “şaşkınlığını” geride bırakmış, şaşkınlık içinde çıkan “tarihi sonu” bağırları, yerini “dünya egemenliği” planlarına bırakmıştı. Kissinger, dışişleri bakanı idi. ABD’nin en etkili kişisi idi. Yaşı bir hayli ileri idi ve sanırım hâlâ sağdır. Kan, sömürü, baskı, her türlü insanlık dışı uygulama, özel köle yetiştirme programları ve buna benzer emperyalist sistemin tüm uygulamaları konusunda deneyimli bir zat olarak, “ABD’nin dış politikaya ihtiyacı var mı?” diye soruyordu. Musa’yı kral-peygamber yapan, İsa’yı “aziz” yapan, Muhammed’i yapan, yöneten sınıfın tüm insanlık dışı özelliklerinin birleştiği ve kişiliklerinin bir parçası olarak ortaya çıktığı egemen sınıfın “aziz”lerden daha kıymetli kadrolarından biri idi Kissinger. Bu nedenle, sorusu da kıymetli idi.

Hem bir kibri yansıtıyordu; Amerika’nın bir dış politikaya ihtiyacı var mı, sorusu, hem de yeni “imparatorluk” planlarının açık olarak, üst perdeden ilanı idi.

Ve tabii ki, bu durum, ABD seçimlerinde Trump’ın kazanıp kazanmamasından çok daha fazla TC devletini ilgilendirmekte idi.

TC devleti, Osmanlı’nın “yarı sömürgeleşme” sürecinin sonunda, savaşın içinde patlayan Büyük Ekim Devrimi’nin de sayesinde ortaya çıkmış bir devlettir. TC devleti, hem Osmanlı’nın küçülmüş hâlidir, hem de sömürgeleşmiş hâlidir.

“Sınıfsız imtiyazsız toplum” denilen şey, Osmanlı’nın kalıntıları üzerinde kurulan TC devletinin, en başından beri işçi sınıfını ve köylülüğü sadece “çalıştırmak için” var gören burjuva mantığın ürünüdür. TC devleti, kurulduğu ilk günden başlayarak, emperyalizme bağlanmış, sömürge olmayı kabul etmiş, kendisine yardım elini uzatan Sovyet Devrimi’ne, her fırsatta ihanet etmeyi marifet saymıştır.

TC devleti, Ekim Devrimi ortaya çıkınca, Osmanlı’nın kalan topraklarının paylaşılmaktan vazgeçilmesi sonucu doğmuştur.

Halkın işgale karşı mücadelesi, anti-emperyalist yönde tam bir sağlam karakter almamış iken, daha yolun başında, burjuva sınıfın temsilcilerince rotasından çıkarılmış ve geri çekilen emperyalist ordularla anlaşmalar yapılarak, sömürge bir devlet kurulması kabul edilmiştir.

Daha ilk gününden başlayarak TC devleti, emperyalizmin Sovyetler’e karşı “ileri karakol”u olmuştur.

Bunu başarabilmek için, elbette, içeride, “yeni bir millet” yaratılmalı idi ve Wilson Prensiplerinde ifade edildiği gibi “Osmanlı’nın geride kalan topraklarında Türk unsurunun etkin kılınması” kararına uygun olarak yeni “ulus”, Türklük üzerine kurulacaktı. Bir yandan, tüm halkların Türklük bilinci ile aşılanması gerekiyordu, diğer yandan ise sınıfsız imtiyazsız bir toplum ile Ekim Devrimi’ne karşı tutum alınmış oluyordu.

Ekim Devrimi, tüm halkları özgürleştirerek yayılmakta iken, Osmanlı’dan kalan topraklarda, “halkların” varlığını kabul etmek, Ekim Devrimi’nin özgürleştirici etkisine kapı açmak demekti.

Ve elbette, sınıfları kabul etmek demek, Ekim Devrimi’nin estirdiği devrimci rüzgâra kapılmak için hiç önlem almamak demek olacaktı.

Burjuva bilinç bu iki şeyi kabul etti.

Bunun üzerinden başlayarak, Osmanlı’nın eskimiş kurumlarının zaten gerçekleşmiş tasfiyesini, “devrim kanunları” ile yerine getirmek gerekiyordu. Bu, padişahın tebaası olan halkların, bir yandan devlete bağlı, diğer yandan ise zaten tebaalaşmaktan kurtulmaya başlamış olan halkların “yeni özgürlüklerle” tanışması gerekiyordu. Hakimiyet “kayıtsız şartsız milletin” olacaktı, millet ise “yaratılma sürecine” alınacaktı.

Bu ilk yıllarda Cumhuriyet ile atılan bazı adımlar “aşırıya kaçmış” olacaktı. Bundan kaçınmak mümkün değildir. İşte bu adımların tümü, 1930’lara girerken ya da kuruluştan yaklaşık 5 yıl sonra, bir restorasyon süreci ile “yerine” oturtulacaktı. Restorasyon süreci, hem “ulus” tanımının daha geliştiği bir süreç idi, hem de, Sovyetler Birliği’nden gelen devrimci dalganın geri çekilmesinin netleştiği bir dönem idi. Emperyalist dünya, en başta İngiliz emperyalizmi, Ekim Devrimi’ni kuşatma siyasetinde artık epeyce “inceliklere” sahip idi.

Elbette, dış politika da buna uygun oluşmakta idi. Birincisi, Sovyetler’e karşı bir üs, ama fırsat eline geçince, Sovyetler’den yararlanma pratiğini sürdürme eğilimi. Nasılsa Sovyetler, “sömürge olmanın ne demek olduğunu” en iyi bilen yerdir. Bu durumda, Batı’dan gelen baskıyı azaltmak için her zaman Sovyetler Birliği ile ilişkiler geliştirilebilirdi. İçeride, Rusya karşıtı bir propaganda için zaten zemin vardı. Çarlık zamanındaki savaşlar bunun için bir tohum ekmişti. Ve burjuva egemenlik altında bu tohumların oluşturduğu kara propagandayı, Ekim Devrimi’nin rüzgârı dağıtamıyordu. dahası, anti-komünizm devredeydi. En önemlisi, Cumhuriyet’in 1930’lara kadarki döneminde din ile ilişkisi değişen TC devleti, artık, restorasyon ile birlikte dinle yeniden bağlar kuruyordu ve İngiliz emperyalizmi başta, emperyalist güçler, dini kullanmak konusunda epeyce deneyimli idiler. Hele ki, 1950’lerden sonra, anti-komünizm ve din meselesi arasında kurulan “derin” bağlar bunun kanıtıdır. Ve 1950’lerde ortaya çıkmaya başlayan Türk-İslam sentezi, Gökalp’in teorisyenliğini yaptığı “Türkçülük”ün yerine geçmeye başlamıştı. Ama bunun temeli, 1930’larda başlayan restorasyon döneminde, özellikle 1934’ten sonra atılmaya başlamıştı bile.

Demek ki, Sovyetler’e karşı bir gizli ileri karakol, ama aynı zamanda onunla “sertlik yaratmayan” ilişkiler, fırsatçı ilişkiler bu dış politikanın, İkinci Dünya Savaşı’na kadarki biçimi idi. NATO ile birlikte, artık ileri karakol rolü, “gizli” olmaktan çıktı ve “açık” hâle geldi. TC devleti, NATO’nun Sovyetler’e karşı ileri karakolu, anti-komünist mücadelenin deneme sahası oldu. İslam’ın emperyalist sistemin çıkarları doğrultusunda, komünizme karşı mücadele için kullanılması bundan sonra gelişmiştir.

Dış politikanın diğer bileşeni, Ortadoğu’dur. Ya da Osmanlı döneminde Osmanlı’nın toprakları olan dünyadır. Bunu böyle söylemek lazım, çünkü bu topraklar Balkanlar’da da var ve Osmanlı’nın yıkılmasında Balkan halklarının bağımsız devletlere dönüşme sürecinin etkisi bilindiğinden, devlet içinde Balkan halklarına karşı düşmanlığın “kökleri” de anlaşılabilir. Ortadoğu, Kuzey Afrika, Balkanlar, kısacası TC devletini çevreleyen coğrafyaya dönük politika ise “yurtta sulh cihanda sulh” olarak açıklanabilir. Bu aynı zamanda, yeni devletin sömürge bir ülke olmasının sonucu olarak, emperyalist efendilerinin ona, “sulh” politikasını dayatması olarak da anlaşılabilir.

Her durumda, “yurtta sulh cihanda sulh” zorakidir.

Cumhuriyet, en başından beri, sınıfları (sınıfları derken işçi sınıfını ve emekçi sınıfları) tanımazken, halkları da tanımadı. İlk mecliste var olan milletvekilleri Kürdistan, Lazistan vb. milletvekilleri olarak anılırken, sonrasında bu tümden ortadan kalktı. Ve hem sınıf, hem halklar olmayacaksa, “sınıfsız imtiyazsız” olacağız sonucuna ulaşılabilir. Buldukları “çözüm” budur.

Bu nedenle içeride baskı hiç eksik olmamıştır. Yurtta sulh bölümü, emperyaliste efendilerine, “bizi destekleyin” demenin yoludur. 1915 olayları düşünülürse, bu “bizi destekleyin” isteğinin anlamı da ortaya çıkacaktır. TC devleti, bu topraklarda yaşayan halkları kendi vatandaşı olarak görmeyi reddetti. Ancak, “devlete biat” edenleri “özel vatandaş” olarak ele aldı. Çeteleri düşünürseniz bunu anlamak kolaylaşır. En çok çeteler, yağmacılar, devlete biat edenler vatandaş oldu, Hıristiyan unsurlar başta olmak üzere isyan etmesi mümkün olan halklar ise en az vatandaş sayıldı, eğer vatandaş sayılmaları zorunlu bir durum ortaya çıkarsa.

Cihanda sulh ise, TC devletinin bir nevî sözüdür. Yani, eski Osmanlı topraklarında etkin olmayacağız demektir.

Demek ki, TC devletinin uzun yıllar süren dış politikasının iki unsurunu ortaya koyduk.

Üçüncüsü, “Batılaşmaktır”.

Eskidir, Osmanlı’dan mirastır. “Muasır medeniyet seviyesine ulaşmak”, aslında hep bir yandan aşağılık kompleksini taşımak, içinde onu bir varlık olarak yaşamak demektir. TC devletine gelmeden bile Batılılaşmak, aslında sömürgeci politikalara boyun eğmek anlamına gelmeye başlamıştı. Abdül Mecid de Batıcı idi, Abdül Aziz de, Abdül Hamid de. Kendisini Abdülhamid’e benzetmekten zevk alan liderimiz ise daha çok Abdulmeluk olmaya layıktır (Bilerek Abdül bölümlerini vurgulamak istedim. Bu kadar “Abdül” niyedir? Abdullah, Allah’ın kulu anlamındadır. Abdul, “kul” anlamında kullanılıyor. Benim yazdığım gibi ayrı yazılmıyor. Birleşiktirler. Abdülaziz olunca, aziz olan, güçlü olan, Allah’ın kulu demek oluyor. Sonuna “hamid” gelince, yine Allah’ın kulu ama hamd edilen oluyor. Abdülkerim olsaydı, hem Allah’ın kulu, hem de kerem sahibi olmuş olacaktı. Abdulmeluk olsaydı, köle demek oluyor ve hem Allah’ın, hem de efendisinin işlerini yerine getiren kimse olmuş olacaktı. “Şahsım”a en uygunu, Abdulmeluk oluyor).

Batıcı olmak, TC devletinin dış politikasıdır, dıştan çok içeriyi şekillendirmekte işe yaramıştır. Ve TC devletinin bu üçlü üzerine yükselen dış politikasının, neredeyse 1952’ye kadar, NATO’ya kadar, birinci ayağı gizlidir. O tarihten başlayarak, bu ayak önce açığa çıkar. Sovyetler’e karşı ileri karakol olma durumu, anti-komünizm ve bunun içeride baskı ve şiddet için kullanılması, ideolojinin daha çok İslam’a dayanmaya başlaması her dönem gelişir. 1960 darbesinde de bu yön gelişir. 1970, 1980’de de. 1980, aslında Türk-İslam sentezinin yeni bir düzeyde pompalanması demektir. General Evren, elinde Kuran-ı Kerim ile, miting meydanlarında tur atarken, aslında bu yeni Türk-İslam sentezini oturtmaya çalışıyordu. Ve böylece, TC devletinin ileri karakol olma durumu, anti-komünizm, aynı zamanda “yeşil kuşak” projesinin de içinde yer alması anlamına geldi.

SSCB çözülünce, etkileri de farklı oldu.

İlkin, 1945 sonrasında, adeta bir “ortaklaşa sömürge” olarak reorganize edilmiş olan TC devleti, siyasal olarak ABD denetiminde, ekonomik olarak ise daha çok AB sömürgesi olarak var oldu.

ABD egemenliği, en başta NATO’ya bağlı mekanizmalar demekti, ama bununla sınırlı değildi. TC devletinin istihbarat teşkilâtı olan MİT, doğrudan CIA’nın bir kolu olarak iş görüyordu. Ve bunu biz burada ilk kez söylemiyoruz, MİT başkanlığı yapmış ağızlardan çıkmış sözlerdir bunlar.

SSCB çözülünce, öncelikle, dünya sisteminin ikili ayağından biri çöktü ve kapitalist dünya, eğik bir düzlemde kaymaya başladı. Emperyalist güçler arasında, dünyanın yeniden paylaşımı savaşımı, ta 1900’lerin başlarında kaldığı yerden, daha şiddetli bir biçimde yeniden başladı.

Soğuk Savaş döneminin emperyalist örgütlenme hiyerarşisinin başında yer alan ABD, askerî ve istihbarat üstünlüğünü devreye sokup, dünyanın imparatoru olmaya aday oldu.

TC devletinin efendilerinin başında gelen ABD, kendisi için bir dış politikaya ihtiyaç var mı sorusunu sorduğunda, 1990’lı yılların sonudur, TC devleti için de “dış politikanın” anlamı değişmeye başlamış demek olmalıydı.

ABD, Almanya, Japonya, İngiltere, Fransa bu emperyalist savaşta ağır ağır öne çıkmaya başladılar. Dünyayı aralarında yeniden bölüşecek güçler bunlardı. Bu emperyalist beşlinin dördü, Soğuk Savaş döneminden gelen ABD kontrollerini kendi anakaralarından uzaklaştırmaya çalıştılar, çalışıyorlar. ABD, Afganistan’ı, Irak’ı fiilî işgale yöneldiğinde, bunlar, ABD’yi ekonomik olarak destekleyip, karşılığında ABD üslerinin kendi topraklarından sökülmesini talep ettiler. Almanya ve Japonya’da, bu üslerin bir bölümünden kurtulmak için, protesto gösterilerine bile olanak açıldı.

Bu durum, “ortaklaşa sömürge” olan TC devletinin durumunu tümden değiştirmeyi başlattı. TC devleti, acaba ekonomik olarak bağlı olduğu AB’nin sömürgesi olarak mı kalacaktı, yoksa siyasal olarak efendisi olan ABD’nin sömürgesi olarak mı yaşayacaktı? İşte soru budur.

Hayat, normal akışında, bu soruya bir yanıt üretecek olsa, elbette ekonomiyi elinde tutanın, siyasal alanı da eline geçireceği sonucuna ulaşılırdı. İyi ama ABD buna razı değildir. Siyasal alan, ordu, polis, devlet bürokrasisi, yargı vb. hepsini içine alır. Elbette siyasal partileri, hatta bugün tarikatları da.

Demek ki, ekonomiyi elinde tutan AB ve en çok da Almanya, siyasal bazı hamlelere de girişecekti ve tersinden siyasal alanı elinde tutan ve elbette avantajı büyük olan ABD, NATO çarkı içindeki eski unsurların kendisine biat etmeyenlerini temizleyecek ve ekonomik alanı da kendisi için hazırlamak üzere hareket edecekti.

İşte Erdoğan projesi ya da AK Parti projesi ya da Gülen ve Erdoğan projesi ya da “ılımlı İslam” projesi ya da “Yeni Türkiye” projesi (“Yeni Türkiye” G. Fuller’e aittir. Daha doğrusu kamuoyuna açıklanışı ona aittir, yoksa ismi kimin koyduğunu bilemiyoruz) bu yeni dönemi şekillendirmek, “ortaklaşa sömürge”yi yeniden biçimlendirmek içindir.

Bu arada ise, önemli bir kırılma ortaya çıktı. ABD, TC devletinin efendisi, “imparatorluk” hedefini biraz olsun ertelemek zorunda kaldı. Yaklaşık 2008 krizi sonrasıdır. 2008 krizi, sistemi, ama özellikle de ABD’yi etkili bir tarzda vurdu. Sistemin krizini çözebilme olanakları da eskisi gibi kolaylıkla devreye sokulamadı. Kriz, gelişmekte olan ve giderek farklı biçimlere bürünen paylaşım savaşımının etkileri ile de birleşti. Bu “biraz” dediğimiz ertelemenin ne kadar biraz olduğu da tartışılır. Görünüşe göre, ABD hegemonyası bir eğik düzlemde kayan bir cisim gibi hareket ediyor. Ve düzlem üzerinde hızlanan bu cisim, durdurulması imkânsız bir noktaya doğru gidiyor.

TC devleti için hazırlanan ABD projesi, “yeni Türkiye” diyelim, hâlâ devam etse de değişikliklere uğramak zorunda kaldı. Hâlâ devam ediyor çünkü, AB’nin mi, yoksa ABD’nin mi elinde kalacak sorusu henüz yanıtlanmış değildir.

Değişikliğe uğradığı da açık. ABD, projesini, her alanda güncellediği gibi, burada da güncelledi.

Libya ve Suriye savaşları, ABD’nin TC devletinin birçok noktasını tam kontrole alma isteğinin de temeli olmuşa benzer.

Bu noktada TC devletinin dış politikasının durumuna bakmamız faydalı olur kanısındayım.

Eskinin Sovyetler’e karşı bir ileri karakol olma durumu, bir açıdan ortadan kalktı. Ama anti-komünist etki ortadan kalkmadan. Yani, TC devleti hâlâ o anti-komünist ideoloji ile hareket etmektedir. NATO içinde Soğuk Savaş, tüm yönleri ile devam etmektedir. Doğası gereği, bunun Türkiye’ye yansımaları olacaktır. Ama bu durum “eski ileri karakol” durumundan epeyce farklıdır.

Öte yandan, “yurtta sulh cihanda sulh” politikası da değişime tabi tutulmuştur. ABD, hegemonyasını kaybetmektedir ama bunu sakinlikle, rıza ile kabul etmeyeceği de açıktır. Bu nedenle, özellikle Ortadoğu üzerinde yoğunlaşmaktadır. Afganistan ve Irak işgalleri, ABD’nin bir açıdan zaferi iken, bir açıdan da elde ettiği sonuçlar açısından yeterince “zafer” denilemeyecek bir sonuç doğurmuştur.Büyük zaferler, güdük sonuçlar doğurmuş gibidir.

Bu durumda Libya savaşı, ABD’ye nefes aldırmak, İngiltere, Fransa ve İtalya’yı kendi yanında tutmayı sağlamak üzere devreye sokulmuştur. Almanya ve Japonya, genel destek açıklamaları dışında savaşa dalmamışlardır.

ABD’nin acelesi vardır. Libya ile ağızlarına bir kaşık bal çaldığı müttefiklerini, daha ileri bir hamleye ikna etmeye yöneldi. Suriye savaşı başladı. Suriye savaşı, pandoranın kutusunu, bir başka düzeyde açtık

O güne kadar, daha çok sessiz duran, Rusya ve Çin, sahaya inmeye başladılar. Rusya, Suriye sahasına indi ve ABD, IŞİD çetelerini devreye soktu. ABD, İngiltere, İsrail arasında daha ileri bir cephe oluşur işaretleri alındı. Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi ülkeler bu cepheye eklendi. Suudi paraları, TC’nin her türlü lojistik hizmeti, IŞİD çetelerinin Suriye’yi yakıp yıkmasının yolunu açtı.

“Türk dış politikası”, bu noktada bir başka kırılma yaşadı. Adeta, TC devletinin “dış politikası” ortadan kalktı ve doğrudan ABD’nin operasyonel bir uzantısı hâline geldi.

Yeni dış politikaya uygun içeride hazırlıklar devreye sokuldu.

Saray Rejimi organize edildi.

7 Haziran seçimlerinin ardından, kanlı seçimler diyebileceğimiz süreçler devreye sokuldu.

TC devleti, parlamentonun varlığına son verdi. Siyasal partilerin de. Aslında parlamento var ama yok, siyasal partilerin adı var. Anayasa, rafa kaldırıldı. Bahçeli’nin ekmeği askıya çıkarmasından önce, anayasa askıya alındı. Biri ihtiyacı olana bedava ekmek yaklaşımıdır ve çöküşün itirafıdır, diğer ise daha önceden yapılmıştır ve anayasanın artık var olmadığının işaretidir. Buna bağlı olarak yargı, polis gücünün tam olarak uzantısı hâline getirilmiştir.

Dışarıda savaş, hem yağma ve rant ekonomisini ayakta tutmanın yoludur, hem de bu savaşı yürütmek demek, içeride devlet terörünü açık olarak devreye sokmak demektir. Bu duruma Erdoğan diktatörlüğü demek, aslında işin iç yüzünü gizlemek amacı gütmüyorsa durumu anlamamaktır. Saray Rejimi, hem paylaşım savaşımına uygun olarak şekil almakta, hem de tekelci burjuvazinin çıkarlarının daha açık bir savunucusu olarak devreye girmektedir. Yoksa Saray Rejimi, burjuva egemenlik dışında bir şey değildir.

Günümüz kapitalizminin devleti, tekelci polis devletidir ve bu durum, İkinci Dünya Savaşı sonrasından beri böyledir. Tekelci polis devleti, hem tekellerin egemenliğinin ifadesidir, hem de devletin “iç savaş” örgütü olarak faşizmin dişlilerini içerecek tarzda örgütlenmesi demektir. Tekelci polis devleti, karşı-devrimin ilk biçimi olarak ortaya çıkmış olan faşizmin oturmuş hâlidir. Tekelci çağda, burjuva devlet, faşizm ile burjuva demokrasisi arasında gidip gelen bir sarkaç gibi işlemez. Faşizm, karşı-devrimin örgütlenmesi idi. Ve bugün bunun oturmuş hâli Tekelci Polis Devleti’dir. Bu tanımdan, “tekelci”yi çıkartıp, buna “polis devleti” demek, yerinde değildir. Polis, iç savaş örgütlenmesini anlatması anlamındadır, yoksa hukukun yerine polisin geçmesi anlamında değildir. İkincisi daha pratik bir meseledir. İç savaş örgütlenmesi ise, tüm NATO mekanizmasının temelidir.

Öyle ise, Erdoğan dönemine diktatörlük derken, öncesine “demokrasi” dememenin yolu, tekelci polis devletini kavramaktan geçiyor. Bugün faşizm, yarın parlamenter demokrasi vb. gibi bir gidiş-geliş yoktur.

Saray Rejimi, Tekelci Polis Devleti’nin, uluslararası ve yerel sınıf savaşımına göre şekillenmiş hâlidir. Olağanüstü koşullarda devletin dişlilerinin üzerindeki kadife örtünün kalkması, tekelci polis devletinde son derece kolaylaşmıştır. ABD’ye, İngiltere’ye, Almanya’ya vb. bakın yeter. Saray Rejimi, aynı zamanda, ülke içinde süren “yağma, rant ve savaş ekonomisine” dayanmaktadır ve aynı zamanda emperyalist güçler arasında süren paylaşım savaşımına dayanmaktadır.

Suriye savaşı, içine dalan TC devletini çözmekte hızlı sonuçlar vermeye başladı.

ABD emperyalizmi, kendi denetimindeki TC devletini, tam bir emir kumanda içinde kullanmak için birçok önlemi devreye soktu.

Böylece TC devletinin dış politikası ortadan kalktı. Artık, ABD adına tetikçilik yapılmaktadır ve bu ne kadar dış politika ise, TC devletinin o kadar dış politikası vardır.

Yurtta sulh, cihanda sulh rafa kalktı. Elbette bunun rafa kalmasında TC devletinin Osmanlı hayalleri çok işe yaradı. Zaten zoraki bir politika idi. Ve TC devleti, adına tetikçilik yaptığı ABD eli ile yakın çevresini yakmaya, savaşçı politika izlemeye başladı. 2011’den bu yana 9 yıl geçti. Bu süre içinde TC devletinin tüm “kurmaylık” ya da burjuva anlamda “akıl” içeren kurumları ve kadroları etkisizleştirildi. Tetikçilik yapmak, akıl ile ilgili değildir, “arzular” ve “korkular”la ilgilidir. Arzular, daha çok güdüleri anlatmak içindir ve TC devleti, Osmanlı’dan kalan bastırılmış arzularını devreye soktu. sadece Erdoğan değil, ulusalcısı, eğer ayrı ise Ergenekon’cusu, çeteleri, tekelleri, hepsi bu arzularla savaş politikalarına, hiçbir stratejileri olmadan daldılar. Sömürge olmak zaten bu değil midir? ABD, kendisine bağlı kâhyayı, açık olarak savaşa sürmektedir. Osmanlıcılık hayalleri ile kabaran kâhya, aslında ABD’nin “uç beyi” olarak hareket etmeye başladı.

ABD politikası taşa vurdukça, karşıda dikili duran Rusya ile flörtleşti. Rusya, NATO’yu dağıtmak amacına uygun olarak TC devletinin bu flörtleşmelerine göz yumdu.

Artık TC devletinin dış politikası, yanmakta olan bir kişinin çaresizliğini yansıtmaktadır. Yanmakta olan kişiye, “deniz bu tarafta”, “su şu tarafta” denilince, o da oraya doğru koşuyor. Sadece ve tek ABD’yi dinlemeye ayarlanmış kulaklar, her seferinde, ABD’nin tutuşturmak istediği bir coğrafyaya koşmak üzere ayaklarına emirler verecek şekilde beynini harekete geçiriyor. Libya’ya diyorlar, oraya ateşi taşıyor, Yunanistan diyorlar oraya koşuyor, Karadeniz diyorlar oraya koşuyor, Kafkaslar diyorlar oraya koşuyor. Kendisi ile taşıdığı ateşi her yana taşıyor. Böylece efendi, tüm coğrafyayı tutuşturuyor ve oturup rakipleri ile pazarlık yapıyor, kendi hegemonyasının düşüşünü önlemeye çalışıyor.

Yurtta sulh, cihanda sulh zoraki idi. Bu yeni durum, cepheler arasında tetikçi olarak koşmak; mecburidir, zorunludur. Bundan kaçışı yoktur, seçme olanağı yoktur. Türkiye, bir devrim dışında, bir halk ayaklanması dışında, bu duruma son veremez. Hiçbir burjuva iktidar bu durumu durduramaz.

Bu şaşkın hâl almış olan tetikçiliğe, dış politika demek mümkün müdür, ise ne kadar mümkündür?

En son ama asla en sonuncusu olmayacak olan, Kafkas cephesidir. Azerbaycan-Ermenistan savaşını başlatan kundakçı TC devletidir.

Suriye çıkmazı, İdlib bataklığı, Sirte hattının biten bir rüyaya dönüşmesi, Azerbaycan-Ermenistan savaşını başlatmak için bir çare olarak ortaya çıkmışa benzer. Elbette emir yine efendiden. Türkiye yakıyor, ama efendisi, işine gelmezse duruma sahip çıkmıyor. Daha çok Rusya ve AB’yi meşgul etsin yeter diye bakıyor. Daha büyük çaplı savaşa hazırlanan bir efendi için bulunmaz bir tetikçi!

En son Azerbaycan cephesinde ortaya çıkan durum, aslında, ABD açısından birkaç amaca dönüktür. Birincisi Rusya’yı meşgul etmek ve Kafkaslar’da zayıf bir halka oluşturarak savaş tohumlarını geliştirmek. Bu birinci amaçtır. İkincisi, İran sınırına, IŞİD çetelerinden oluşan bir grubu yerleştirmek. Üçüncüsü ise Rusya sınırına akacak bir IŞİD grubu ile Rusya’ya sorunlar açmaktır.

Ekim’in yarısını geçmiş iken, Karabağ savaşı ikinci haftasını doldururken, Rusya’nın araya girmesi ile Azerbaycan-Ermenistan arasında “insanî ateşkes” açıklanmış iken, Aliyev, Türk desteğini ve IŞİD unsurlarının bölgeye taşınmasını reddetmiş iken, Ermenistan Gence’deki havaalanını kullanan Türk-IŞİD unsurlarını vurmuş iken, Rus basını, devlet istihbaratından geldiği açık olan bilgileri deşifre etti. Bu bilgilere göre, Karabağ savaşını planlayan ve provoke eden Türkiye olarak ortaya konuyor.

Rus Kommersant gazetesine göre Türkiye, Azerbaycan tatbikatında, Temmuz sonunda, 600 askeri ve epeyce teçhizatı Azerbaycan’da bıraktı. Bu askerlerin 200’ü taktik tabur grubundan. Dağılımları da var: Bakü’de 90 danışman, Gelebe üssünde 120 uçuş personeli, Nahçıvan’da 50 eğitmen, Yevlah üssünde 50 eğitmen, Perekeşkul’da 50 eğitmen, Dallar üssünde 20 SİHA operatörü, Bakü’de, ayrıca, koordinasyon sağlamak üzere 20 eğitmen. Teçhizat da sayılmış: 6 uçak, 8 helikopter, 20 SİHA, bir çoklu roket atar sistemi.

Ayrıca, Suriye’den 1300, Libya’dan 150 olmak üzere paralı asker. Yani IŞİD çetelerinden toplam 1450 kişi. Hatta haberde, bunların taşındığı uçakların bilgileri de sayılmaktadır.

Kommersant gazetesinin bu haberi, aslında Rusya’nın elindeki bilgileri taraflara açıklaması olarak da okunabilir. Elbette fazlası olmalıdır.

ABD, bu yolla savaşı Kafkaslar’a yaymış, Rus sınırına yeni sorunlar taşımıştır ve elbette bunun suçlusu da TC devleti görünmektedir. Tıpkı Suriye’de olduğu gibi.

Tam bu noktada TC devleti, HTŞ unsurlarının yer aldığı İdlib’de, HTŞ unsurlarını düzenli orduya dönüştürmek için adımlar atmaya başlamıştır.

Kıbrıs seçimlerini de buna ekleyin. Seçimlere açıkça müdahale eden Saray Rejimi, muhtemelen, yeni bir çatışmanın fitilini yakacak ve muhtemelen bu yeni çatışma, ABD askerlerinin Kıbrıs’a yerleşmesi (Türk kesimine) ile sonuç bulacaktır.

Eğer, çevrendeki her yeri savaş alanına çevirmek bir “dış politika” olarak adlandırılırsa, buna dış politika denilebilir. Ama bu durumda bu dış politika, kimin politikasıdır, ABD’nin değil mi? Türkiye, tamamen ABD emri ile hareket eden bir tetikçiye dönmüş durumdadır.

Saray Rejimi, tüm bileşenleri ile, Erdoğan’ı, Bahçeli’si, çeteleri, Ergenekon’u, ulusalcısı ile bu politikaya, “ulusal çıkar” adını koymaktadır. Burjuva muhalefet, “ulusal çıkar”lara uygun adım uymaktadır.

Sağlık Bakanı’nın pandemi verilerini gizlemesinin bahanesi olan “ulusal çıkar”, artık ipliği pazara çıkmış bir çıkar grubunun çıkarıdır. Bu, tekellerin, yağmacıların, rantçıların, savaş kundakçılarının çıkarıdır. Halkın, işçi ve emekçilerin çıkarı değildir.