TC devleti üzerine

Geçtiğimiz Ağustos ayı, Diyarbakır, Mardin ve Van illerine kayyum atanması ile, “kayyum politikasının” yeni bir zirve yaptığı ay oldu. Öncesi var. 31 Mart’tan önce, yine birçok il ve ilçede kayyumlar atanarak, seçilmiş belediye başkanlarının görevleri gasp edildi. Onların deyimi ile “milli irade” ayaklar altına alındı. Kılıçdaroğlu’nun deyimi ile “hukuk ayaklar altına alındı.” Uzun bir süre bu “yeni” olan kayyum politikası ile belediyeler yönetildi.

Sonra 31 Mart seçimlerine gidildi.

Seçimlerde, açıkça ve herkesin gözü önünde, herkesle alay edercesine hukukî veya hukuk dışı hileler yapıldı. Başka bir ülkede acaba mümkün müdür; %70 ile seçimi kazananlar, seçimi kaybetti. 31 Mart’ta İstanbul’u kaybedenler, tekrar seçim kararı aldırdı ve YSK, kanunları aşmakla kalmadı, kendini de aştı.

Soylu, tüm kanunların üzerindeki içişleri Bakanı, en kabadayı bakan, en sert dönen bakan, “eğer” dedi, “bir 5 yıl daha kayyum ile yönetirsek, kesinlikle Kürt halkı bizi seçecektir.” İşte böyle dedi. Yani demek istedi ki, bir halka ne kadar zulüm yaparsak, bir halkı ne kadar aşağılarsak, bir halkı ne kadar soyarsak, bir halkın belediyelerini alıp genelev gibi kullanırsak, bir halkın iradesini ne kadar yok sayarsak, o kadar bize bağlanır.

Tecavüz olayları arttıkça, tarikatlar ve cemaatler devletten gördükleri destekle uçkurlarını kontrol etmeyi tamamen bıraktıkça, tartışma şu hâle geldi: Üç yaşında çocuk tecavüze uğramış ise, çocuk, tecavüzcüsü ile evlenebilir, ama acaba üç yaşında mı, beş yaşında mı?

İşte Soylu, beş yıl daha kayyum kalırsa, bu halk, tecavüzcüsünü mecburen sevecek ve onunla evlenecek, oyunu ona verecek diyor. Mantıktaki paralelliği görebildiniz mi?

İşte, beş yıl daha kayyum ile yönetilirse, bu halk artık HDP’yi seçmez diye düşünen mantık, Saray, yeni kayyum atama işini devreye soktu.

Kayyum mekaniği işliyor.

İstanbul ve Ankara’ya sıra gelecek elbette. Bu nedenle susmak, bu gaspa, bu haydutluğa, bu kibre son vermek için, daha iyi bir an asla olmayacak. Şimdi zamanıdır.

İşte bu vesile ile biz, biraz bakışımızı genişletelim istiyoruz.

1- Çağımızın burjuva devleti, Tekelci Polis Devletidir. Bu konuda, Kaldıraç yayınlarından çıkmış olan “Tekelci Polis Devleti” çalışmasını okumayanların okuması yerinde olur. Zira biz burada o kapsamda bir tartışma yürütmeyeceğiz. Ama eğer “tekelci polis devleti” kavranmazsa, bizim adına Saray Rejimi dediğimiz bu siyasal rejim, başkalarının ‘tek adam diktatörlüğü’ diye yumuşak ve sıradan bir ifade ile andıkları bu rejim anlaşılamaz.

Tekelci polis devleti, İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmin yenilmesinin ardından, tüm emperyalist kampın devleti yeniden örgütlemelerini ifade eder.

1960’larda, 1970’lerde, 1980’lerde, bir tartışma vardı. Bunun hâlâ izleri vardır. Tartışma şöyle idi, bir ülkede siyasal iktidar biraz sertleşti mi, hemen “faşizm” geldi deniyordu. Ve tersine biraz yumuşadı mı, bu kez de “demokrasi” varmış gibi bir algı oluşuyordu. Böylece devlet, birçok yerde, “demokrasi” ile “faşizm” arasında salınıp duruyordu.

Bugün hâlâ, birçokları (bizi en çok entelektüeller, Marksistler, devrimciler ilgilendiriyor, liberaller değil), liberal düşüncenin etkisi ile, Batı demokrasileri üzerine methiyeler yazıyorlar. Hatta en son, Artı TV’de S-400’lerin gelişi üzerine süren bir tartışmada, Eser Karakaş, eğer bir seçim yapmamız gerekiyorsa, ben Batı demokrasisini seçiyorum, NATO bunun katlanılacak sonucu ise o da kabulüm, olarak özetlenebilecek (birebir bu cümlelerle söylenmiş değildir) bir söylemi dile getirdi ve doğrusu görüşleri birçok konuda açık ve net olan başkaları da bu görüşe itiraz bile etmediler. Evet, S-400’ler bizde gerekmeyebilir, buna katılırız. Silâhlanmaya karşıyız, bu net. Ama eğer S-400’ler ülkenin NATO’dan çıkmasına neden olacaksa (ki neden olmayacak), işte katlanabilir olan bu olurdu. NATO, katlanılabilir değildir. NATO, demokrasi ile alâkalı bir kurum değildir. NATO, tüm kapitalist kampta anti-komünizm, kontr-gerilla, savaş kundakçılığı, her ülkeye özgü örgütlenmiş Gladio, katliamlar vb. demektir.

Bu bakışın temelinde, Batı demokrasisi inancı yatıyor. “Batı değerler sistemi” ve “Batı demokrasisi” ham bir hayaldir.

SSCB çözüldükten sonra, bunu hâlâ anlamayan varsa, onun gözlerinin görmesinin körlüğüne engel olmadığını iddia ederiz. Dünyada El Kaide, El Nusra, IŞİD diye örgütler, NATO ve ABD işidir. Batı demokrasisi tam da budur. İngiltere’de ya da ABD’de ya da Almanya’da ya da Fransa’da demokrasi üzerine övgüler yazmak, 21. yüzyılda ancak bir reklâm kampanyası ve film setinde olanaklıdır.

ABD, Japonya, Fransa, İngiltere ve Almanya, emperyalist ülkelerin en ileri gelenleridir ve bugün bu beşli arasında bir paylaşım savaşı vardır. Bu paylaşım savaşımı, Birinci Dünya Savaşı’nın kaldığı yerden devam etmektedir. Bu beş ülkenin hangisinde “demokrasi” vardır? Devlet hakkında ham hayalleri olmayan, aklını bu ham hayallerle doldurmamış hiç kimse, bunu iddia edemez. Afganistan’a götürülen “demokrasi”, Irak’a taşınan “demokrasi”, Libya’ya dayatılan “demokrasi”, tamamen ama tamamen Batı demokrasisi ve Batı değerler sisteminin ürünüdür. Hiç eksiksiz. Irak’ta öldürülen 1 milyon kişi, Batı değerler sistemi ve Batı demokrasisinin doğrudan ürünüdür.

Bugün ABD’de, Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de komünist avı yapılmıyorsa, bunun nedeni “demokrasi” değil, tersine bu avı daha başka yöntemlerle yapabiliyor olmaları nedeni iledir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra “demokrasi” cephesi diye kendini adlandıran Avrupa ve ABD’de, komünist avı, demokrasinin korunması kutsal amacı için değil miydi? İngiltere’de ya da Almanya’da ya da ABD’de, acaba polisin uygulamaları ve yetkileri nasıldır? Tekelci polis devleti dediğimizde, daha içeriğini anlayamamış bile olsanız, size sıcak gelmiyor mu?

Uzatmak mümkün. Ama fazla örnek yerine, Kaldıraç yayınlarından çıkan kitabımızı, Tekelci Polis Devleti analizimizi önerelim. En azından bu sayede, bu yazı etrafında değinmek istediğimiz diğer konulara girelim.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, faşizmin yenilgisi, gerçekte emperyalist kampın yenilgisi idi. Bunu net olarak kabul etmek gerekir.

Emperyalist sistem, büyük yıkıntılar ve kayıplar pahasına zaferi elde eden Sovyetler Birliği ve dünya sosyalist hareketini durdurmak için, bir karşı saldırı başlatmıştır. Bu saldırı, politik arenada McCarthycilik ve Truman Doktrini ile ün yaptı. NATO, bu sürecin örgütüdür. Hem Sovyetler Birliği ve dünya komünist hareketine karşı uluslararası bir savaş yürütme organıdır, hem de her kapitalist ülkede devleti yeniden organize etmenin aracıdır. Bunun, ABD hegemonyasının da bir aracı olması, ayrı bir konudur.

Tekeller çağı, 1880’lerde başlıyor ve Birinci Dünya Savaşı, bu çağın kapitalist dünyasının ürünüdür. Tekel, sadece bir ekonomik olgu değildir. Tekelci egemenlik, pazar hakimiyeti ve bunun gerektirdiği şiddet örgütlenmesi demektir. Bu ise devletin, işçi sınıfına karşı, yeniden örgütlenmesidir. Sovyet Devrimi’ne karşı, karşı-devrim, devleti değiştirmiş, yeniden yapılandırmaya girişmiştir. Faşizm bu tepkinin ilk hâlidir. İkinci Dünya Savaşı’nın sonrasında “demokrasi” şalı altında faşist devletin tüm aygıtları yeniden organize edilmiştir.

Devlet sınıf savaşımına göre şekillenir. Bu sınıf savaşımı, dünya çapında bir savaştır ve modern devlet, bu savaşın tüm deneyimlerini içselleştirerek, dünya işçi sınıfına karşı, karşı-devrim örgütüdür.

Bizim zaman zaman “faşizm” geldi, zaman zaman ise “demokrasi” yürürlükte diye düşündüğümüz durum, aslında devletin yeni yapısının işaretidir. Devletin burjuva karakteri değişmemiştir, sadece burjuvazi daha da daralmış, tekeller olarak organize olmuş ve devlet de bu tekelelerin örgütü hâline dönüşmüştür. Bu süreç, sınıf savaşımının deneyimleri ile şekillenmiştir, ki başkası da mümkün değildir.

Tekelci polis devleti, gelişmiş reklâm ağının da olanakları ile, toplumu kontrol etmeyi, polisiye metotlarla her şeyi izlemeyi organize etmiştir. İşler kontrolden çıkma eğilimi gösterdiğinde, devlet, kadife eldivenin altına saklanmış demir yumruğunu, kadife şal ile örtülmüş makinalarını devreye sokmaktadır. Böyle olunca “faşizm geliyor” ve sınıf savaşımı daha “barışçıl” bir süreçten geçtiğinde ise “demokrasi geliyor” demek yanlıştır.

Basın, medya, yargı, polis örgütlenmesi, halkın izlenmesi, yönlendirilmesi, kitlelerin uyutulması vb. gelişmiştir. O kadar ki Hitler’in yalanları ile ünlü Goebbels’ini çırak çıkaracak kadar gelişmiş bir yalan makinası üretmişlerdir. CIA başta olmak üzere, tüm emperyalist kamp, Hitler’in artıklarını kendi örgütlenmesinin içine, kardeş olarak almıştır.

2- Devlet her zaman belli bir ülkede, kendine ait “özgünlükler” taşır. Yani Alman devleti ile ABD devleti aynı karakterde olsa da, farklı gelenekleri olan yapılardır. Bu, sınıf savaşımının her coğrafyada etkilerinin farklı gelişmesinin de ürünüdür. Öyle ya, her zaman biz Marksistler, olaylara belli bir tarih içinde bakarız. Toplumsal ve tarihsel bir varlık olarak sınıflar, sınıflar arasındaki savaşım ve buna bağlı olarak sınıfların örgütleri farklılıklar gösterirler. Devlet de burjuvazinin, aynı anlama gelmek üzere tekellerin örgütüdür, o da bu tarihsel ve toplumsal etkiler içinde şekillenir.

Örnek olsun, TC devletinin şekillenişini incelediğimizde, paylaşım savaşımının birincisini, Ekim Devrimi’nin etkilerini, halklar meselesine çözüm olarak Türk kimliğinin yaratılmasını, başlıca emperyalist güçler açısından komünizme karşı bir ileri karakol olarak ülkenin ele alınmış olmasını hesaba katmamız gerekir. Türkiye, ortaklaşa bir sömürge olarak, NATO üyesi bir ülke olarak, İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmin yenilmesi sonrasında yeniden organize edilmiştir. Mesela Gladio denilen, bizde Ergenekon veya kontr-gerilla denilen yapılanmalar bunun sonucudur. Hatta Türk-İş ya da Diyanet İşleri Başkanlığı da böyle örgütlenmiştir. Dün, emperyalist sistem, komünizme karşı ileri bir karakol olarak Türkiye’yi örgütlerken, NATO mekanizmaları içinde hepsi bir arada idi. Ekonomik olarak Avrupa’ya bağlı, siyasal olarak ise NATO mekanizmaları ile ABD sömürgesi olarak örgütlenmiş bir “ortaklaşa sömürge”dir Türkiye. Bugün, SSCB çözüldükten sonra, bu eski emperyalist ortaklar arasında başlayan paylaşım savaşımının ana sorusu, Türkiye’nin kimin elinde kalacağı sorusudur: Siyasal olarak bağlı olduğu ABD’nin mi, yoksa ekonomik olarak bağlı olduğu Avrupa’nın, daha çok da Almanya’nın mı elinde kalacak? Bu soru hâlâ tam olarak yanıtını bulmuş değildir. Ve unutmamak gerekir ki, bizim, işçi sınıfının de bu soruya başka bir yaklaşımı vardır, ülke sosyalist devrim ile tüm emperyalist güçleri kovacak ve özgürleşecek ve bölgedeki halklarla barışarak, bölgesel sosyalist devrimin bir parçası olarak dünya devrimine bağlanacaktır. Bu da bizim çözüm önerimizdir.

Burada oluşmuş olan devlet, en başından beri halklara düşman, halklara “bu devlete bir millet lazım” gömleğini giydirmeye çalışan, emperyalizme bağımlı, sınıfların varlığını yani işçi sınıfının her türlü varlık göstergesini inkâr eden bir devlettir. Bir iç savaş örgütü olarak, emperyalizmin çıkarlarının tetikçisi olagelmiştir. Böyle olduğu için “olağan hâlleri” istisna, “olağanüstü hâlleri” kural olagelmiş bir burjuva devlettir. Burjuvazinin kendi iç dinamiği, tamamen emperyalist sermaye ile bağlı olarak şekillendiğinden, devleti de öyle olmuştur. ABD’den bağımsız hiçbir adım atmamış bir devlet yapısı söz konusudur.

3- Devletin genel yapısı ve özelliklerine rağmen, sisteme egemen olan tekelci polis devleti örgütlenmesi TC devleti için de geçerlidir. Hem de fazlası ile. Özgün tarzda.

Ancak, bugünkü Saray Rejimi’ni şekillendiren şey, daha çok emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımıdır. Bu paylaşım savaşımı, ekonomiye hakim olanların devleti istemesi, devlete hakim olanların ise ekonomiyi kendi kontrollerine geçirmek istemesi şeklinde bize yansımıştır, yansımaktadır. Bu nedenle, devlet ciddi bir tarzda çeteleşmektedir.

Dünya çapında burjuva devlette (burjuva devlet, devletin genel adıdır, bugünkü şekli tekelci polis devletidir. Burjuva devlet dediğimiz zaman, aynı şeyi kastediyoruz. 20. yüzyılın başlarında, 1800’lerin sonlarında var olan burjuva devlete “burjuva demokrasisi” demenin, her devlet sınıf egemenliğinin bir aracıdır doğru önermesini aklımızda tuttuğumuz sürece bir sakıncası yoktur) bu çeteleşme eğilimi mevcuttur. ABD’de de, İngiltere’de de, Fransa’da da bu çeteleşme söz konusudur. Ama ülkemizdeki devlette çeteleşme çok daha ileri boyuttadır. Bunun nedeni, paylaşım savaşımının her bir gücü, Almanya’sı, ABD’si, İsrail’i, İngiltere’si, Fransa’sı vb. TC devleti içinde kendi çetelerini örgütlemektedir. Bu, bugün, devletin her kurumunda vardır. Belki Almanya’da devletin ekonomik organlarında bu çeteleşmeyi bizim ülkemizdeki kadar açık görmek mümkün değildir. ABD’de gördüğümüz ve bize eğer doğru ise Pentagon ve CIA çatışması olarak gösterilen şey, bu çeteleşmenin kendisidir. Nerede “savaş” daha sıcak olarak yaşanıyorsa, orada çeteleşme daha ileri biçimlerde karşımıza çıkıyor. Ama sömürge bir ülke olarak Türkiye’de bu çeteleşme çok daha ileri boyutlardadır. Belki, bir başka ülkede, sömürge ülkede, örneğin İsrail’i bu çetelerin içinde görmek o kadar mümkün olmayabilir. Ama bizde bu da devreye girmektedir.

Bunun bir nedeni de bölgemizde sıcak biçimler alan paylaşım savaşımıdır. Afganistan, Libya biraz uzak gibi dursalar da bu savaşın içinde Türkiye vardır. Ama Irak ve Suriye savaşı, bu açıdan daha etkileyici, daha sonuçları ve ilişkileri gözlenebilen örneklerdir.

İşte bugünkü Saray Rejimi diye adlandırdığımız şey, bu paylaşım savaşımının etkileri ile oluşmuştur.

Saray Rejimi dediğimiz zaman, tekelci polis devleti olarak adlandırdığımız devletin karakterinin değiştiğini söylemiş olmayız. Sadece, daha özgün bir süreci ortaya koymuş oluruz ki, bu sadece emperyalist paylaşım savaşımı ile oluşmuyor. Bunun üzerine binen diğer etkenler de var.

Şimdi, okuyucu bir durmalı ve “yeni Türkiye” diye ortaya konan, Graham Fuller tarafından kitaplaştırılmış olan projenin bunlarla bağını düşünmelidir. Gülen hareketini bu çerçevede ele almalıdır. El Kaide, IŞİD ve Müslüman Kardeşler bağlarını bu çerçevede ele almalıdır. Türkiye’nin sahibi kim olacak, bu ortaklaşa sömürgede “ortaklık” nasıl sona erecek sorusu etrafında ele almalıdır. Dahası, ülkede uygulanan ekonomi politikaya bu gözle bakmalıdır. Enerji politikalarına, inşaat sektörü yartırımlarına, tarımın tarumar edilmesine, ülkenin her yerinin yakılmasına, maden çalışmalarına, HES’lere, yeni zenginler yaratma politikalarına sadece “Erdoğan’ın cebini doldurma” isteği olarak bakmamalıdır. Elbette bu da var. Ama bu sınırlı bir bakış olur. Bu aynı zamanda ABD’nin ekonomiye müdahalesinin parçalarıdır. Emperyalist sermayeye bağlı “eski” güçler ile, yine emperyalist sermayenin ajanı olarak yükselen yeni güçler arasındaki kavgaya, “Türkiye kimin elinde kalacak, siyasal alana sahip olan ABD’nin mi, ekonomik alana sahip olan AB’nin mi” sorusu çerçevesinde bakmayı başarmamız gerekir.

Saray Rejimi ve Erdoğan’ın, hizmetkârı olduğu bazı sermaye kesimlerini tehdit edebilmesi de bu gerçekler ışığında anlaşılabilir.

Ülkenin büyük çaplı kara para ile dönmesi, silâh, eroin vb. kaçakçılığı da dahil büyük çaplı sermaye aklama alanı hâline gelmesi bu çerçeve içine oturtulursa yerinde olacaktır. Kaz Dağlarına da, yangın yerine dönen ülke ormanlarına da bu gözle bakmak gerekir. Bir bakanın, THK’nin elinde uçak yok demesi, THK’nin hayır uçaklarımız var demesi, Bakanın “ama uçaklar çalışmıyor” demesi, THK’nin uçaklarımız çalışır durumdadır ama yardım isteyen yok demesi vb. şeklinde süren söz düellosu, bu çeteleşmenin ortaya serilmesinden başka bir şey değildir.

Ekonomi, savaş, rant ve yağma ekonomisidir, bunu planlayan daha çok siyasal alanı elinde tutanlardır.

Ve elbette Saray Rejimi bunların üzerine yükselmektedir. Bu nedenle tüm hukuk ortadan kaldırılmıştır.

Ve elbette, Kürt halkına karşı sürdürülen savaş da bu işin bir parçasıdır. Hem çeteleşmeyi, hem de farklı burjuva egemen çevreleri birarada tutmayı sağlayan, Kürtlere karşı savaş mekaniğidir. Bu savaş, birçok şeyi örtme aracıdır da. Ama aynı zamanda, Kürt halkı nezdinde, tüm halklara karşı, işçi sınıfına karşı acımasız ve kirli bir savaşın devamı demektir. Egemenler ne zaman ortak hareket etme ihtiyacı duyarlarsa, hemen Kürtlere karşı daha ileri şiddette bir saldırı emri vermekle işe başlıyorlar.

Kürt hareketine karşı yürütülen savaş ile, Suriye ve Irak’a dönük işgal politikaları birbirine bağlıdır. IŞİD ve benzeri çeteler, devlet çarkının içinde yerleşik durumdadır. Bu çeteler, Ankara ve Suruç bombalamalarında olduğu gibi içte de kullanılmaktadır.

Bugün kayyum atama politikası da bunun bir uzantısıdır. Dün Sur ilçesi gibi Kürt kentlerini tümden yok etmeye, katliam politikalarını devreye sokmaya başlayan aynı mantık, bugün kayyum politikalarını devreye sokmaktadır.

Diyanet işleri, Saray Rejimi ile daha aktif olarak kullanılmaya başlanmıştır. Yargı tamamen polis gücünün bir uzantısı olarak baskı aygıtına eklenmiştir. Basın, baskı aygıtının ve devlet propaganda şefliğinin uzantısıdır. Diyanet işleri, daha çok MİT’e eklemlenmiş gibidir. Son çıkan, gizli ibareli ama herkesin ulaşabildiği “Dini-Sosyal Teşekküller, Geleneksel Dini-Kültürel Oluşumlar ve Yeni Dini Yönelişler” başlıklı tarikat raporu, Diyanet işleri ile MİT ilişkisine iyi bir örnektir.

Yargı, tamamen baskı aygıtının bir uzantısı hâline getirilmiştir. Çeteleşme, bu alanda da oldukça yaygındır. Artık, yargı, doğrudan Saray emri ile hareket etmekte, hukuka ve yasalara bağlı kalmadan hareket etmektedir.

Basın, tam anlamı ile Saray borazanı hâline getirilmiştir. Kara ve yalan propagandanın aracıdır, karartma aracıdır. Gerçeklerin üzerini örtme işi ile görevlidir. Basın tetikçidir de. Basın, aynı zamanda çeteleşmenin etkili alanlarından da biridir.

Saray Rejimi, tüm bunların, içinden geçilen döneme özgü olacak şekilde örgütlenmiş olması demektir.

Saray Rejimi, burjuvazinin, egemenlerin, devletin güçsüzlüğünün kanıtıdır, paylaşım savaşımında tetikçi rolünü oynayanların aslında paylaşım masasındaki pastanın bir parçası olmalarının kanıtıdır. Bu saldırganlık, boyu aşan korkularının dışavurumudur.

4- Saray Rejimi denildi mi sadece Erdoğan ve AK Parti’yi ele almak yanlış olur. Sadece “cumhurbaşkanlığı sistemi” diye başlar başlamaz sona ermiş olan sistemi anlamamak gerekir. Bu eksik olur.

Parlamento bitmiştir. Bir teatral hamle ile, meclisin bombalanmasından söz etmiyoruz. Meclis artık fiilen ortada yoktur. Ne milletvekili olmanın bir anlamı vardır, ne de milletvekili seçimi diye bir şey vardır. Büyük ölçüde vekiller, Erdoğan, Bahçeli, Kılıçdaroğlu vb. tarafından önceden seçilmektedir. Ve buna rağmen seçimlere hile karışmakta, her türlü ayak oyunu sahnelenmektedir. Sandık, isteildiği an gömülmekte, tekmelenmektedir.

En son yerel seçimlerde bu tekmelemenin örnekleri sunulmuştur.

Bugün kayyum politikası, yerel seçimlerin sonuçlarına bile tahammülleri olmadığının kanıtıdır. Erdoğan, “merak etmeyin, seçilirlerse kayyum atarız” demekte bir beis görmemiştir.

Siyasal partiler tükenmiş, parti olmaktan çıkmıştır. AK Parti diye bir parti yoktur. O kadar ki, ondan ayrılıp yeni bir parti kuracak olanların da bir önemi ve anlamı yoktur.

MHP diye bir parti yoktur. Bahçeli partisi vardır. Perinçek partisinden bir farkı da yoktur. Sadece hangisi Erdoğan’ın daha fazla şefkatini ve desteğini alacak konusunda yarış hâlindedirler.

CHP diye bir parti de artık kalmamıştır.

5- Kılıçdaroğlu, Saray Rejimi’nin bir görevlisidir. Erdoğan ve Saray Rejimi’ne muhalif değildir. Erdoğan hakkında konuşmalarının tümü, devlet süzgecinden geçirilmektedir.

Kılıçdaroğlu, her durumda “devlet çıkarları” mantığı ile hareket etme refleksini CHP saflarındaki derin devletçiliği korumak için öne sürmektedir. Diyelim ki, Diyarbakır’a kayyum mu atandı, “herkes evinde durmalı.” Diyelim ki, seçimlerde hile mi var, “herkes evinde durmalı.”

Kılıçdaroğlu’nun görevi, işçi ve emekçilerin tehdit ve sopa ile yılmayan kesimlerini “evde tutmak”tır. Bu açıdan Saray Rejiminin gardiyanıdır.

Saray Rejimi, her türlü baskı ve hukuksuzluğu devreye soktukça, halka karşı açık bir iç savaş yürüttükçe, CHP, kitlelerin sola yönelmesini önlemek üzere devreye girmektedir.

Derin devletin Kılıçdaroğlu üzerinde etkisi çok nettir. Zira kendisi politika da bilmez ve memurdur. Memur derken SSK’dan söz etmiyoruz, MİT’ten söz ediyoruz.

Bahçeli ile Kılıçdaroğlu, aynı yere çalışmaktadır, aynı yerden emir almaktadır. Bahçeli, Erdoğan’a açık destek vererek Erdoğan’ı yönlendirmek üzere hamleler yapmaktadır. Kılıçdaroğlu ise, bu duruma tepki duyan kitleleri evlerinde tutmak, onları Saray, Erdoğan, dinci çeteler öcüsü ile korkutarak sokaktan uzak tutmak misyonu ile davranmaktadır. Bahçeli ve Kılıçdaroğlu, birbirini tamamlamaktadır.

Saray Rejimi dediğimiz zaman, bunun muhalefetteki burjuva partilerini de içerdiğini düşünmek gereklidir. Bu açıdan, MHP ve CHP özel önemdedir ve Erdoğan’ı yöneten mekanizma, bu ikisini de yönetmektedir.

Ne Bahçeli’nin, ne de Kılıçdaroğlu’nun, herhangi bir konuda kendi fikirleri yoktur. Bu kadardırlar. Fikirler, devletin ilgili katlarından gelmekte, onlar da hiçbir hırs vb. göstermeksizin bu fikirleri dile getirmektedirler.

Elbette Erdoğan yolun sonuna gelmektedir. İdlib ve Suriye savaşı, Erdoğan’ın ömrünü uzatmaktadır ve Erdoğan bunu bilerek hareket etmektedir. Yoksa efendileri, Erdoğan’ın sonunu hazırlamış olmalıdır. Saray Rejimi ve Erdoğan, birebir aynı şey değildir. Erdoğan gidince, yerine üretilecek yeni projeler konusunda ABD ve AB ya da NATO tek bir fikre sahip değildir. Bu nedenle AB, Erdoğan’ın gitmesine artık ikna olmuş iken, ABD, hâlâ Erdoğan’ın oyunda kalmasını istemektedir. Trump ve Erdoğan birlikte AB ülkelerini IŞİD çetelerini Avrupa’ya göndermekle tehdit etmektedir. Bu paralellik, rastlantı değildir.

Erdoğan’ın gidişi, Saray Rejimi’nin dağılmasını büyük ölçüde beraberinde getirecektir. Çünkü Erdoğan, kuralsız bir sistem olarak gelişen Saray Rejimi’nin her alanında vardır. Bu nedenle, devletin diğer egemenleri ile Erdoğan arasında bir anlaşma söz konusudur. Egemenler, devletteki çözülmeyi durdurmak istiyorlar. Ama giderek daha da fazla batmakta, daha da fazla tükenmektedirler.

Böylece anlaşılmaktadır ki, paylaşım savaşımının Türkiye’ye etkileri daha da fazla artacaktır. Bu, çetelerin hayatın her alanında daha fazla etkili olacağı anlamına da gelmektedir. Çünkü, her çete aynı zamanda bazı uluslararası güçlerin tetikçisi olarak da iş görmektedir.

Demek oluyor ki, Bahçeli de bir çetedir, Kılıçdaroğlu da. AK Parti içinde de bu çeteler etkindir, en sıradan bir devlet kurumunda da. Saray’da da bu çeteler etkindir, Erdoğan’ın en yakın çevresinde de.

Davutoğlu, kendisinin yeni parti için yola çıkma girişimleri karşısında hainlikle suçlanınca, 7 Haziran 2015 ile 1 Kasım 2015 arasındaki dönemde, terörle mücadele adı altında yapılanları deşifre etme tehdidinde bulunmuştur. Açıklanmalıdır. Soylu çetesinin, Ağar çetesinin vb. ne işle uğraştığı, o zaman daha iyi açığa çıkacaktır.

6- Çanakkale’nin, Bodrum’un, Cudi’nin vb. yakılması, dağlara saldırı, tarımın tarumar edilmesi, Kaz Dağları vb. gibi yağmalar, gerçekte, kayyum meselesi ile yakından ilişkilidir. Bunların tümü, “rant, yağma ve savaş ekonomisi” dediğimiz ve Saray Rejimi’nin de temelini oluşturan ekonomik politikanın içinde ele alınmalıdır.

Kayyum atanmasına ilişkin süreç, 1 Nisan 2019’da başlatılmıştır. Yani, seçim sonuçları açıklanır açıklanmaz. 31 Mart gecesi seçim sonuçları ortaya çıkmış ve 1 Nisan günü, yani seçimden saatler sonra, kayyum mekanizması işletilmeye başlanmıştır.

Bunun Ağustos ayında yapılması, Suriye savaşı, Kürtlere karşı sınır ötesi operasyonlar, ABD ile görüşmeler vb. ile yakından ilişkilidir.

Kayyum politikası, Diyarbakır, Mardin ve Van’dan başlatılmıştır. Urfa ve Şırnak hile ile AK Parti’ye zaten verilmişti. Böylece Fırat’ın doğusu denilen alanda, operasyonlar için geniş bir alan açılmaktadır.

Kayyum, sadece Kürt halkının oylarının gasp edilmesi değildir. Kılıçdaroğlu’nun deyimi ile hukukun ayaklar altına alınması ile sınırlı da değildir. Zaten hukuku epey zamandır ayaklar altından kimse çıkarmamıştır. Ayrıca “hukukun ayaklar altına alınması”nda, Kılıçdaroğlu çetesinin de katkısı büyüktür. Bu saldırı, daha kapsamlıdır ve İstanbul ve Ankara’yı da içine alacak gibi durmaktadır. Zira, Saray Rejimi’nin önemli bir ayağı, büyük şehir belediyeleridir. Yağma ve rant ekonomisi açısından da bu çok önemlidir. Bu şehirlerde üretilen gelirlerin, futursuzca, “hukuku el üstünde tutarak” değil, hukuk tanımayarak gasp edilmesi yeni değildir. Bu uzun süredir vardır ve Saray Rejimi buna devam etmek istemektedir.

7- Ülkenin her tarafın yangın içindedir. Bu, yağma ve rant ekonomisinin, savaş ekonomisinin bir parçasıdır. Kaz Dağlarından Cudi Dağı’na, Sur’dan Bodrum’a katliamların her türlüsü sahnelenmektedir.

Her gün kadınlar öldürülmekte, tecavüze uğramaktadır. Kadın ölümleri, muhalefeti ve iktidarı ile bu ülkedeki tüm burjuva partilerinin “kayıtsızlıkla” seyrettikleri bir olgudur. Saray Rejimi, kadına karşı şiddeti daha da artırmıştır. Erkek egemen düşünce tarzı, toplumsal ilişkilerin her alanında daha da pervasızca devreye sokulmuştur. Diyanet işleri, bunu bilerek teşvik etmekte, hukuk sistemi bilerek desteklemekte, Saray bilerek beslemektedir. Kadın cinayetleri, tecavüz ve giyim kuşama karışma, doğrudan siyasi bir süreç hâline dönmüştür. Ülkede her yıl kadın cinayetlerine kurban gidenlerin sayısı binlerle ölçülmektedir.

İş cinayetleri, çalışma yaşamının günlük sıradan olayı hâline gelmiştir. İnşaat sektöründe işçiler sabah evlerinden çıkarken “hakkını helâl et, gitmek var dönmek yok” diye helâlleşmektedirler. İnşaat sektöründe büyük çaplı bir durgunluk olduğu hâlde, iş cinayetleri aylık 200 ölümün altına düşmemektedir. Yaralılar hesaba bile katılmamaktadır.

Her büyük kentte, her şehir merkezinde TOMA’lar, polis timleri, silâhlı siviller kitle gösterilerine saldırmak için konumlanmıştır. En sıradan bir hak arama eylemi, karşısında doğrudan devleti bulmaktadır. Devletin basını, devletin kolluk kuvvetleri, devletin savaş araçları, devletin yargısı, devletin en başı, Saray Rejimi’nin tüm kurumları, işçinin, öğrencinin, kadının, Kürd’ün, Laz’ın, kısacası hakkını arayan herkesin karşısına dikilmektedir.

Yargı, devletin baskı aygıtı olarak, çıplak bir tarzda devreye sokulmuştur. Sadece Cumhurbaşkanı’na hakaret davaları onbinleri geçmiştir. Yargı, sosyal medyayı izlemekte, sosyal medya üzerinde denetim artırıcı polisiye örgütlenmeler hazırlanmaktadır. Tekelci polis devletinin tüm kapitalist ülkelerdeki denetim-gözetim-polisiye mekanizmaları, hakimiyet araçları, bizim gibi sınıf savaşımının öne çıkmaya başladığı ülkelerde, tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmakta, üzerindeki “demokrasi” şalını atmakta, açık bir tehdit unsuru olarak devreye sokulmaktadır. Tekelci polis devletinin tüm fişleme mekanizmaları, açığa çıkmakta, tehdit etmek amacı ile kullanılmaya başlanmaktadır.

Basın, büyük ölçüde devlet çarkına, devlet örgütlenmesine eklemlenmiştir. Tüm kapitalist dünyadaki bu eğilim “özgür basın” denilen şeyi laf düzeyine indirmiştir. Ama ülkemizde Saray Rejimi, bu devlete eklemlenme süreci tam bir uzantı hâline getirmiştir. Basın doğrudan polis teşkilatına bağlı operasyon aracı hâline getirilmiştir. Basın, doğrudan cumhurbaşkanlığına bağlı birimler tarafından yönetilmekte, her kanal ve gazetede görevli “komiser”lerin denetiminden geçmeden haber verilememektedir.

Ve tüm bunlara rağmen, ülkenin her alanında, her tarafında direniş sürmektedir. Kayyum politikasına karşı Kürt halkının direnişi, ilk kayyum döneminden çok farklı olarak sokaklara yansımıştır. CHP’nin devleti koruma tavrı, evinizden çıkmayın açıklaması etkili olsa da, Batı şehir merkezlerinde de protestolar yükselmektedir.

Kaz Dağları, tarihî yağmaya karşı, tarihî bir direnişin de merkezi olmaya başlamıştır. Kaz Dağları, sadece doğanın yağması değildir, tarihteki İda dağının da yağmasıdır. Ve direniş de bir tarihsel derinlik kazanacaktır.

Kadın cinayetlerine karşı tepkiler sokaklara yansımaktadır. Sıradan bir cinayetin haberlerine erişim yasağı konması, aslında bir korkunun açık itirafıdır.

Devlete eklenmiş gazeteler, devlet mekanizmasının parçası hâline getirilmiş medya artık seyredilmemekte, izlenmemektedir. Hürriyet gazetesinin tirajı, 30 binlere kadar düşmüştür. Buna karşılık, mesela geçenlerde kapatılan, onlarca kere kapatılan “direnişteyiz.org” çok daha büyük kitlelere ulaşmaktadır. Birçok internet haber sitesi takip rekorları kırmaktadır.

Her gün, irili ufaklı işçi direnişleri ortaya çıkmakta, yayılmaktadır. Burjuva medyanın tüm karartma girişimlerine rağmen, işçi direnişleri, toplumun bilgisi ve ilgisi dahilindedir.

Kısacası, hayatın her alanında, çok çok farklı biçimlerde direniş gelişmektedir. Mücadele büyümekte ve yayılmaktadır.

Bugün, devrimci hareketin esas dikkat noktası, direnişi ve onu sürekli kılacak örgütlenmeyi geliştirmek olmalıdır.

İşçi sınıfı, tüm toplumsal mücadelenin, sosyalist devrimin öncüsü olarak, devrimci görevini oynamak üzere, devrimci sosyalizm saflarında örgütlenmelidir.

Meclis, parlamento ortadan kalkmıştır. Öyle ise, halklar kendi meclislerini, kendi doğrudan temsil sistemlerini, kendi iradelerini yansıtacak meclisler örgütlenmesini yaratmakla karşı karşıyadır.

Korkuyorlar.

Saldırganlıklarının büyüklüğü, korkularının büyüklüğünden gelmektedir.

Gelecekleri yoktur. Mesele, tarihin çöplüğünde yerlerini almalarını, işçi sınıfının ne zaman başaracağı, devrimin ne zaman zafere ulaşacağı meselesidir. Ve bu sorunun yanıtı, işçi sınıfının devrimcileşme sürecine ve hızına, örgütlenmenin sağlamlığına bağlıdır.