Türkiye ekonomisinde kayyum dönemi

BİRİNCİ KISIM

BİR UK & USA CO-PRODUCTIONU

1967 yılında Batman’ın Gercüş ilçesi Arıca köyünde dünyaya geldiğinde onu nasıl parlak (!) bir kariyerin beklediğini kimse bilemezdi elbette. Çok çocuklu bir ailenin ferdi idi ve bu duruma bağlı olarak yoksullukla boğuşarak geçen bir çocukluk ve gençlik yaşamı olmuştu.

Bin güçlükle sürdürdüğü öğreniminin ilk aşamasını Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi lisans derecesi ile tamamladığında ise onu bekleyen kariyerin devlet dairelerinden birinde orta kademe bir bürokratlık olduğu düşünülebilirdi.

Ancak yaşamış olduğu güçlüklerin de etkisi ve sıradan kariyerle yetinmeyecek kadar hırslı bir karakteri vardı. İnkâr etmeyelim zeki biri idi ve önüne çıkan fırsatları değerlendirebilecek bir beceriye de sahipti. Bu özellikleri onun kariyer rotasını belirledi.

Bu hırsı onu devlet bursu ile İngiltere’de finans alanında yüksek lisans öğrenimine taşıdı.

Burada sadece akademik bilgilerini derinleştirmekle yetinmedi. Uluslararası finans çevreleri ile de temas kurdu. Zaten gerçek amacının akademisyenlik olduğunu düşünmüyorum.

Memlekete döndükten sonra “zorunlu hizmet” sürecinde iken başvurdu ABD Büyükelçiliğine; Türkiye üzerine makro ekonomik analizler yapacak bölümde “kıdemli ekonomist” olarak çalışmak amacı ile.

O tarihteki ekonomi bilgisi bu görevi başarabilecek düzeyde değildi. İngilizcesinin de bu iş için yeterli olduğunu sanmıyorum. Ne var ki İngiltere’de geçirmiş olduğu sürede kapitalist sistemin değer verdiği özellikleri, beklentileri keşfetmiş ve bu beklentilere uygun olarak kendini geliştirmeyi başarmıştı. Mülakatta bu yönlerini öne çıkardığı için talip olduğu göreve atandı ve bu görevde tamamladı öğreniminin ikinci aşamasını. Dört yıl süren bu görevi boyunca İngilizceye hâkimiyeti gelişmiş ayrıca küresel ekonominin merkez ülkelerinin çevre ülkelerden beklentileri konusunda da uzmanlaşmıştı.

Dört yılın sonunda patronları (yani ABD yöneticileri) onun Türkiye’den ayrılarak ABD’de oturma izni almasını sağladılar. Bir anlamda ödüllendirdiler onu. Pek çok insanın yıllarca uğraşarak zorlukla alabildiği belge bir çırpıda gelivermişti kendisine. Bu arada bir de evlilik yaptı. Muhtemelen ABD vatandaşı olabilmek için yapılmış bir evlilik idi bu. Nikâhı izleyen altı ay içinde boşanıp, boşandıktan 6 ay sonra yeni bir evlilik yapmasını başka türlü yorumlayamıyorum.

İkinci evliliğini yaptığında henüz 32 yaşında idi, cebinde ise TC dışında USA ve UK pasaportları da bulunmakta idi.

Bu kadar hızlı nasıl gelişti olaylar?

Mehmet Şimşek’in yıldızının parladığı yıllar, ABD’de “Büyük Ortadoğu Projesi” ile ilgili olarak değişik düşünce kuruluşları tarafından raporlar üretilmekte olduğu döneme denk düşer. Bölgenin yeniden dizayn edilmesi için kullanılabilecek uygun bir isimdir Mehmet Şimşek. Kürt, TC vatandaşlığı var, neoliberal ekonomiye gönülden bağlı ve hırslı bir kişilik daha ne olsun?

Rüzgârı arkasına almaya başlamıştı bir kere Merrill Lynch adlı varlık yönetimi şirketinde önce Türkiye ve Ortadoğu bölgesi analisti olarak çalışmaya başladı. Görevi Türkiye’de para kazanılabilecek alanları belirleyip müşterilere rapor etmekti. Hayli başarılı oldu bu işte. Ülkenin pek çok zenginliğinin küresel sistemin aktörlerine peşkeş çekilmesinde önemli bir rol oynadı. Bu başarısı (!) da onu şirketin Avrupa, Ortadoğu ve Afrika Bölgesi Ekonomik ve Stratejik Araştırmalar Bölümü Başkanlığı koltuğuna taşıdı.

Yeni görevi sayesinde pek çok ülkenin siyasi önderleri ile ilişki kurma ve kendini bölgeye tanıtma fırsatını yakaladı. İşler Atlantik ötesinde planlandığı gibi gitmekte idi.

Yine bu dönemde Türkiye’de başbakanlık görevinde bulunan ve kendisini BOP eş başkanı ilan eden şahıs Merkez Bankası başkanlığına atamak istedi onu. Dönemin cumhurbaşkanı tarafından reddedildi bu öneri. Yeterli düzeyde kamu deneyimi olmaması idi reddedilme nedeni (o zamanlar kamu bürokrasisinde önemli yerlere gelebilmek için kamu deneyimi gerekmekte idi). Cumhurbaşkanı tarafından reddedilmesi belki onu bu görev için hazırlayan çevreleri kısa süreliğine hayal kırıklığına uğratmıştı ama ortada bir de B planı vardı. Dönem hükümetinin Londra’da bulunan finans çevreleri ile kurduğu ilişkilerde aracılık yapmaya başladı. Bu çabaları dönemin başbakanının baş başa gerçekleştirilen bir sohbet esnasında kendisine yaptığı teklifle taçlandı:

“Mutfakta sana ihtiyacımız var.”

Görüşmeyi izleyen ilk genel seçimlerde milletvekili adayı idi.

Dönemin başbakanı birlikte katıldıkları bir seçim çalışmasında onu halka takdim ederken şu cümleyi telaffuz etti:

“İşte size paranın babasını getirdim.”

Belki paranın babası değildi ama onun nasıl yönetileceğini çok iyi öğrenmişti Londra ve New-York’ta bulundan finans çevrelerinden almış olduğu eğitimle.

Milletvekili seçildi ve gerek içinde bulunduğu siyasal yapı gerekse uluslararası finans çevreleri ile son derece uyumlu (!) bir biçimde yönetti Türkiye’nin parasını.

Tam on bir yıl boyunca ekonomiden sorumlu devlet bakanlığı, maliye bakanlığı ve ekonomik koordinasyon kurulu başkanlığı görevlerinde bulundu.

Açıkça ifade etmek gerekirse son derece başarılı (!) bir çalışma dönemi geçirdi gerek uluslararası finans çevreleri gerekse hükümet çevreleri takdirle karşılamalıdırlar bu başarıyı(!) Öyle ya 40 milyar $ tutarında özelleştirme yapmak, bir başka anlatımla ülke halkının yılların mücadelesi sonucu elde ettiği servetlerin üç otuz paraya özel kişilere devredilmesini sağlamak hemen ardından da varlık fonunu kurup pek çok kamu kuruluşunu bu fonda toplamak kolay işler değil.

Tabii bu özelleştirme gelirine rağmen göreve başladığı yıl 133,5 milyar $ olan dış borcu görevi bıraktığında 445 milyar $ seviyesine çıkarmış olması da bir başka başarı (!) öyküsü. Hizmet ettiği çevrelere iyi para kazandırmış besbelli.

Görev süresinde bazı inciler de döküldü ağzından; söz gelimi üst düzey devlet görevlerindeki “özel araç” harcamaları için “çerez parası” demişti. Bir de muhalefet emeklilere “bayram ikramiyesi” önerdiğinde söylediği sözler var akıllarda kalan: “Kaynağı bulsunlar oyumu onlara veririm.”

Kendi görev süresinde ödetmedi bu ikramiyeyi. Ülkenin kaynaklarını kullanarak uluslararası finans çevrelerine para kazandırmak idi onun işi, emeklilere para ödemek değil.

Ha bir de yaptığı gaf var akıllarda kalan. Deprem vergisi adı altında toplanan paranın otoyol ve havalimanı müteahhitlerine ödendiğini kaçırmıştı ağzından. Muhtemelen sıkı bir azar işitmiştir bu açıklama sonrasında.

Zamanla yükselen toplumsal muhalefet nedeni ile kendisinden sonra göreve gelen yönetimler gerçekten “çerez parası” da olsa bir ödeme yapmaya başladı emeklilere, demek ki kaynak bulunabiliyormuş.

İşte böyle bir çalışma dönemi geçirdi Mehmet Şimşek TC hükümetlerinde. Ancak zaman içerisinde görüş ayrılığı çıktı hükümetin başı ve daha sonra da cumhurbaşkanı olan şahıs ile arasında.

Mesele faiz. BOP eş başkanlığı iddiasından vazgeçmiş olan cumhurbaşkanı ekonomi teorisyenliğine soyunmuş ve “faiz sebep enflasyon sonuç” denklemini ortaya atmıştı.

Şu dinî referans hikâyesini bir kenara bırakacak olursak eğer cumhurbaşkanının beklentisi ülkenin borçlanarak büyümesini sağlamak ve ortaya çıkacak sanal refah ortamında en az bir dönem daha iktidar sahibi olmayı güvence altına almaktı. Borçların kolaylıkla geri ödenebilmesi için ise faizlerin düşük olması ön şart idi.

Oysa Mehmet Şimşek biraz farklı düşünmekte idi. Yukarıda belirtildiği gibi dış borçlar 445 milyar $ seviyesine çıkmış ve milli gelirin %57’si seviyesine ulaşmıştı. Özellikle dar gelirli kesimlerin ücretleri üzerinde yıllardan beri uygulanan baskılar geçim güçlüğü çeken kesimlerde kredi kartı kullanımını arttırmış bu yol ile yapılan borçlanmalar geri ödenemeyince de bankaların riskleri artmaya başlamıştı. Neoliberal ekonomi kuralları içerisinde yapılması gereken ücretler üzerindeki baskıyı arttırmak ve kredi kullanımını kısıtlamaktı ona göre. Bunun da yolu faizleri arttırmaktan geçiyordu.

İşte kavga buradan çıktı. Mehmet Şimşek iş dünyasına verdiği bir mesajda “dolarla borçlanmayın fırtına çıkabilir, işinizi büyütmek istiyorsanız ortak alın” demiş Cumhurbaşkanı ise onun bu mesajını “hainlik” olarak tanımlamıştı.

İpler burada koptu. Başkanlık sistemine geçilirken ne mecliste ne de hükümette düşünülmedi kendisi. O da vatandaşı olduğu İngiltere’ye gitti ve yine eski işine döndü. Yani varlık yönetimine. Bu kez kendi adına çalışıyordu. Finans çevrelerinin desteği ile kısa zamanda oturttu işini. Devlet görevinde bulunduğu sırada tanışıp iyi ilişkiler kurduğu Katar emirinin Avrupa yatırımlarını yönetmeye başladı.

Bu sırada Cumhurbaşkanı ise onun hakkında ağzına geleni söylüyor, etmediği hakareti bırakmıyordu. Kendince haklı idi; öyle ya ekonominin kitabını yazmış adamın teorisine hangi cüretle karşı çıkabilmişti?

Önce Cumhurbaşkanının damadı oturdu Hazine ve Maliye Bakanlığı koltuğuna. Dikiş tutturamadı ve kaçarcasına gitti adeta. Yerine gelen Lütfü Elvan ise izlemeyi planladığı politikalar nedeni ile ters düştü Cumhurbaşkanı’na. Bakanlık koltuğunu terk ettiği an son derece mutlu idi.

Üçüncü denemesinde kendi düşüncesine uygun bir Maliye Bakanı ile buldu Cumhurbaşkanı. Gözlerindeki ışığa güvenen bu Maliye Bakanı, Cumhurbaşkanının teorisine bir de bilimsel (!) açıklama getirdi bir toplantıda:

“Neoklasik ekonomi düşüncesinden epistemolojik bir kopuşu temsil eden heterodoks yaklaşım günümüzde giderek yaygınlaşan davranışsal ekonomi ve nöroekonomi gibi alanların da etkisi ile daha fazla önem kazanmaktadır.”

Gerçi bu cümleyi telaffuz ederken zorlanmıştı ve belki de ne anlama geldiğini bile bilmiyordu bu sözlerin ama bunların hiçbir önemi yoktu. Bu cümle sayesinde dünyada böyle bir ekonomi anlayışının gelişmekte olduğu ve nesnel bir temelinin bulunduğu mesajı verilmek istenmişti küresel ekonominin finans çevrelerine. Tabii ciddiye alan olmadı. Çünkü aynı dönemde gerek FED gerekse AB merkez bankası faiz oranlarını arttırmışlardı ve para pahalı hâle gelmeye başlamıştı. Korona pandemisi ve NATO’nun önderliğinde Rusya’ya yönelik saldırıların artması bu sürecin gelişmesine neden oldu. Para bulmak zorlaştı.

2022 biterken Türkiye’de Amerikan Doları Mehmet Şimşek’in görevi bıraktığı tarihe oranla %326 artmış ve yaklaşık 19 lira olmuştu. Üstelik KKM gibi uygulamalarla yabancı paralar baskı altına alınmış ve buna rağmen önlenemeyen yükselişi durdurabilmek için Merkez Bankası rezervleri sonuna kadar kullanılıp eksiye düşürülmüştü.

Öte yandan dış borç seviyesi milli gelirin %60’ına ulaşmış döviz bulma güçlüğü nedeni ile kısa vadeli borçların ödenmesi tehlikeye girmişti (2023 yılında ödenmesi gereken dış borç tutarı yaklaşık 125 milyar dolar).

Neoliberal ekonominin kuralları Cumhurbaşkanı’nın teorisini paramparça etmiş Mehmet Şimşek adlı sadık bendesinin haklılığını adeta ilan etmişti.

İKİNCİ KISIM

HAFİZE DİYE BİRİ

Dünya Gazetesi sütunlarında “Finansın Merkezi Ney York” adlı bir köşe açılıp da Hafize Gaye Erkan adlı şahıs o köşeye ilk yazısını koyduğunda takvimler 8 Mart 2023’ü göstermekte idi

Muhalif görünümlü olmakla birlikte siyasi iktidarın ekonomi politikalarını akp muhaliflerine duyurma ve hissettirmeden propagandasını yapma işlevini üstlenmiş ve bu işlevi yıllardan beri başarı (!) ile sürdürmüş olan Dünya Gazetesi’nin bu hamlesine bir anlam verememiştim başlangıçta.

Dünya Emekçi Kadınlar Günü (Dileyen kadınlar günü desin. Ben “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olarak anmaya devam edeceğim 8 Mart’ı.) bilinçli olarak seçilmiş, başlık da bilinçli olarak konulmuştu: “Finansta Kadının Adı Yok”. Başta bir eğitim emekçisi olan annesi olmak üzere tüm kadınlara armağan etmişti yazısını.

Makaleyi okuyunca “geliyor gelmekte olan” dediğimi hatırlıyorum. Ağırlıklı olarak merkez sağ ve merkez sol çizgide bulunan ve feminizme sempati duyan kesimlere hitap etme amacı ile yazılmış ve bunlara adeta “müjdeler olsun ben geliyorum” mesajını vermeyi amaçlamış bir yazı idi.

Gelecekti gelmesine de nereye? Bunu çözememiştim açıkçası.

Mart ayının sekizinci gününden mayıs ayının son gününe kadar geçen dönemde tam on bir makale yazdı hanımefendi. Pek bir anlam ifade etmeyen, çalakalem yazılmış, sade suya tirit yazılar. Ortak özelliği ise Amerikalı Türkçesi (Amerikalı Türkçesi terimi ile, Amerikan İngilizcesi ile düşünüp düşüncelerini Türkçe olarak ifade etmeye çalışanların yaratmış oldukları garip ve anlaşılması çok güç olan dili açıklamaya çalıştım. Bu dilin sözcükleri Türkçe ancak cümle yapısı İngilizce oluyor ve ortaya bir ucube çıkıyor. “Plaza” denilen iş hanlarında faaliyette bulunan şirketlerde çok sık rastlanır bu dile.) ile yazılmış olmaları idi bu yazıların. Evet kamuoyu belleğinde bir yer edinmek istiyor, kendisine atanmış olan göreve (artık göreve insan atanmıyor, insana görev atanıyor bu memlekette hayli zamandır) başladığında insanların “kim bu yahu?” demelerinin önüne geçmeyi amaçlıyordu.

Açıkça ifade edeyim: akp seçimi kazandığı takdirde ekonomi ile ilgili üst düzey bir makama getirileceğini öngörmüş, onun gelişinin hâlen izlenmekte olan ekonomi politikalarının değişebileceğine dair bir mesaj niteliğinde olacağını tahmin etmiş ancak getirileceği makamın TCMB Başkanlığı olabileceğini aklıma bile getirmemiştim. Çok safmışım açıkçası.

Saflığım ise ülkede hâlâ bir devlet geleneği olduğunu düşünmemden kaynaklanıyordu.

Dünyanın her ülkesinde Merkez Bankalarının görevi ait oldukları ülkenin para politikalarını yönetip paranın ülke içerisindeki istikrarını sağlamaktır. Bu nedenle Merkez Bankası başkanları maliye politikalarına vakıf, kamu deneyimi olan kişiler arasından seçilir. Seçilecek şahsın Merkez Bankası içinde yetişmiş olması da tercih nedenidir. Türkiye’de de bu genel kabul görmüş prensipler tahtında yapılırdı Merkez Bankası başkanı atamaları. Şahap Kavcıoğlu öncesindeki tüm başkanlar bankanın değişik kademelerinde görev yapmış kişiler arasından seçilirdi. Bu gelenek Şahap Kavcıoğlu ile bozuldu. Ancak onun da yıllara sari bir kamu deneyimi vardı.

Gelelim şimdiki başkana; nasıl bir özgeçmişe sahip bu hanımefendi?

Göreve atandığı gün iktidar yanlısı pek çok medya kuruluşunda yer verildi özgeçmişine. Buradaki bilgilere göre 1982 yılında doğmuş 2001 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nden mezun olmuş ardından ABD’de doktorasını tamamlayıp “en genç profesör” olma onuruna erişmiş “müthiş Türk kızı” idi, üstelik başı da açık. Daha ne olsun?

Sözde muhalif kesimlerde hoşafın yağı kesiliverdi bir anda. İsmail Saymaz gibileri katıldıkları TV programlarında olumlu görüş bildirirlerken Uğur Dündar gibiler bir adım daha ileri gidip hanımefendinin desteklenmesi gerektiğini belirten tvitler attılar. Kemalizm sosu ile tatlandırılmış bazı feminist kesimler ise zil takıp oynamaya kalktılar Merkez Bankası’nın başına bir kadın gelmiş ve erkeklere ait bir kale fethedilmişti.

Bütün bu gürültü esnasında sözde muhalif kesimlerin siyasi iktidar tarafından yapılan tüm bürokrat atamalarına yönelik olarak getirdikleri “liyakat” eleştirisi unutuluverdi bir anda.

Peki göreve uygun mu idi bu hanımefendi? Biraz sorgulayalım:

19 yaşında üniversiteden mezun olmuş. Demek dört yaşında başlamış ilkokula. İyi ama mezun olduğu okulda bir yıl da hazırlık sınıfı var. Bu durumda okula üç yaşında başlamış ve hiç sene kaybetmeden tüm öğrenim aşamalarını tamamlamış olmalı. Pek olası değil ama doğru olduğunu varsayalım. Liseyi de İstanbul Erkek Lisesi’nde tamamlamış (altmış yıla yakın bir süredir karma öğretim yapan okulun adı neden hala erkek lisesi, anlamış değilim) burada da iki yıl hazırlık sınıfı vardı onun öğrenim gördüğü yıllarda (1998’den itibaren bir yıla düştü hazırlık sınıfı) o hâlde 1 (yazı ile bir) yaşında başlamış okula bu hanım. İyi ama o yaştaki bebekler daha yürümeyi bile beceremezler doğru dürüst. Üstelik ne zaman altlarını pisletecekleri bile belli olmaz. Okula nasıl gitmiş?

İşin doğrusu hanımefendinin Linkedin’e koymuş olduğu özgeçmişte var. Hanımefendi 1978 doğumlu.

Gerçek ortaya çıkıp da kimi kaynaklarda asıl doğum tarihi yazılmaya başlayınca birileri uyarmış olmalı, değişti Linkedin’de kayıtlı özgeçmiş. Artık doğum tarihi yazmıyor orada.

Doğal tabii “Müthiş Türk Kızı” imajına halel gelmemesi lazım. 
Gelelim şu profesör unvanına.

ABD’de profesör olmak Kara Avrupa’sında ve/veya İngiltere’de profesör olmaktan çok farklıdır. Doktora sonrasında geçilmesi gereken Dr. öğretim üyesi (eski adı ile yardımcı doçent) ve doçentlik aşamaları yoktur bu ülkede. Bahse konu unvanları almak için gerekli olan süreyi, yapılması gereken çalışmaları (makale yazımı, kitap çevirisi veya yazımı) geçmeniz gereken sınavları yaşamazsınız. Doktora bitip de bir üniversitede kadrolu olarak ders vermeye başlar başlamaz alırsınız profesör unvanını. Bunun yanında Hafize Hanım’ın doktora programını tamamladığı Princeton Üniversitesi’nde doktora sürecinin bir yıl ve 12 dersten oluştuğunu, yeterlik sınavı ve tez aşamalarının ise bulunmadığını belirtelim. Bizdeki “tezsiz yüksek lisans” süreci benzeri bir durum var ortada. Eğitim basamaklarını ikişer üçer çıkmış biri değil anlayacağınız.

ABD’de yaklaşık 6000 üniversite var. Bir üniversitede yaklaşık 500 hoca olduğunu varsayalım (büyük üniversitelerde çok daha fazla hoca var tabii) tam üç milyon profesör unvanlı hoca olduğu sonucuna ulaşılır. ABD nüfusunun yaklaşık yüzde biri. Dolayısı ile ABD’de büyükçe bir şehrin kalabalık bir caddesinde yürürken karşınıza çıkan insanların önemli bir yüzdesi profesör unvanına sahip kişilerdir. Yaş meselesine gelince, otuzlu yaşların başlarında alınır bu unvan genellikle.

Bütün bunları ifade ettikten sonra Hafize Hanım için “iyi bir öğrenim görmüş, hırslı ve çalışkan, başarılı bir öğrencilik yaşamı olmuş” bir insan diyebiliriz. Kabul etmek gerekir ki bu vasıflara sahip pek çok insan var gerek Türkiye’de gerekse yurt dışında yaşamakta olan TC vatandaşları arasında. Abartılacak bir yanı yok bu durumun. Peki Merkez Bankası başkanlığı görevine getirilmesi için yeterli mi bu vasıflar?

Kanaatime göre hayır. Yukarıda da belirtildiği gibi bu göreve gelecek olanın öncelikle kamu deneyimi olması, para ve maliye politikaları hakkında bilgi sahibi olması gerekir. Hafize Hanım’da bunların hiçbiri yok. Belki bankada orta kademe bir müdürlük seviyesinde bir göreve getirilip birkaç yıl içerisinde başkanlık koltuğuna oturacak şekilde yetiştirilmiş olsa idi ileride gerçekten bahse konu koltuğu doldurabilecek bir başkan olabilirdi. Kim bilir?

Peki nasıl oldu da atandı bu göreve? Bunu irdeleyelim şimdi de.

Boğaziçi Üniversitesi’ndeki bitirme projesinden başlayalım bu işe; ilginç buldum ben bu projeyi. Adı “NATO Helikopter Projesi” İncirlik Üssü’nde meydana gelebilecek bir kriz anında hangi helikopterin hangi üsse nereye ineceğini en ince ayrıntısında kadar detaylandıran bir çalışma bu. Gerçek bir “endüstri mühendisliği” çalışması. Projeyi inceleme gereğini hissetmedim. Uygulanabilirliği hakkında bir fikrim yok. Ancak Türkiye’de yetişmiş olan bir endüstri mühendisinin bitirme projesi olarak bu konuyu seçmiş olması ilgimi çekti. Daha öğrenci iken ABD’ye göz kırpmış adeta. Ne dersiniz?

Princeton’da doktora programını tamamladıktan sonra Harvard’da yönetim bilimleri, Stanford’da liderlik üzerine iki eğitim programını da tamamlayarak formasyonunu tamamlamış oldu. Artık ABD ölçülerinde makbul bir yönetici adayı idi.

Doktora öğrenimini burslu olarak tamamlamıştı. Sonrasında devam ettiği eğitimlerin ücretini kimin ödediğini, bu süre zarfında nasıl geçindiğini bilemiyoruz maalesef. Ancak bana öyle geliyor ki bu süre zarfında ilişki kurmuş olduğu merciler onun ABD çıkarlarını tüm dünyada savunacak bir uzman olarak yetişmesi için ellerinden geleni yapmışlar.

2005 yılında meslek kariyerine başladığı Goldman Sachs çok uluslu bir yatırım bankası. Faaliyet alanları şöyle özetlenebilir:

“Gerek bireysel gerekse Kurumsal müşterilere yatırım bankacılığı, finansal danışmanlık, finansal yönetim vb. finansal servisler sunmak.”

Tabii bu müşterilerin ille de ABD vatandaşı olması gerekli değil. Özellikle petrol zengini orta doğu ülkelerinden pek çok müşterisi var bankanın. Bir İslam ülkesi vatandaşı olmakla birlikte öğrenim yaşamının büyük kısmını ABD’de geçirmiş petrol zengini için kendi bölgesinden, kendi dininden genç bir kadın yatırım danışmanı hayli caziptir. Banka da, Hafize Hanım da çok iyi kullandılar bu durumu. Banka müşterilerini arttırdı, Hafize Hanım ise kariyer basamaklarını tırmandı hızlıca. Sanırım bu dönemde tanıştı Katar Emiri’nin ileride eşi olacak hanım ile ve onun da servetini yönetmeye başladı.

Merkez bankamızın taze başkanının görev yaptığı dönemde Goldman Sachs önemli bir öngörüde bulundu tüm müşterileri için. “Türkiye’nin 2015-2025 yılları arasında yüksek büyüme hızına ulaşacağını ve yatırımcılar için cazip bir ülke olacağını” duyurdu

Bu duyurunun ardından da Türkiye’ye yabancı sermaye girişi hız kazandı.

Ne var ki beklenen gerçekleşmedi 15 Temmuz darbe (!) girişimi sonrası gelişen süreçte Türkiye’de izlenen politikalar bir yandan demokratik hak ve özgürlüklerin artan biçimde kısıtlanmasına yol açarken ekonomik olarak da beklenen sonuçlardan uzaklaştırdı ülkeyi. Yüksek enflasyon, TL’nin yaşadığı değer kayıpları, yatırımcı için cazip olmaktan çıkardı ülkeyi. Üstüne bir de pandemi gelince ekonomi şirazeden çıktı.

Dolaylı sermaye yatırımcıları bir miktar zarar etmeyi göze alıp borsadan çıktılar ve yabancı paraya yöneldiler. Bu süreci çok iyi yönetti Gaye Erkan kendi yatırımcıları açısından tabii. TL’deki değer kaybının nerelere ulaşacağını öngörüp müşteri portföyünü buna göre yönlendirdi. Onun yönlendirdiği dolaylı sermaye yatırımcıları iyi paralar kazandılar bu dönemde. Bu da onun başarı hanesine bir artı yazdı.

Açıkçası Goldman Sachs macerasının neden bittiğini yorumlamak pek kolay değil. Nedenine gelince: Goldman Sachs dünyanın ikinci büyük yatırım bankası. Çok uluslu bir kuruluş, ABD dışında Japonya, Hong Kong, Hindistan, İngiltere ve Polonya’da bölge müdürlükleri ve pek çok finans merkezinde de şubeleri var. Nerede ise tüm dünyanın yatırımcıları ile temasa geçebilme olanağına sahip. İnsanın bu büyüklükteki bir kurumu terk ederek sıradan bir ticari bankada (First National Bank) üstelik batmış bir bankada yatırımcılara yönelik bir departmanın başına geçmesi için çok önemli bir neden olmalı.

Evet hata yok. Batmış banka dedim. Hafize Hanım yeni görevine başladığında First National Bank yaşadığı sorunlar nedeni ile FDIC (Federal Deposit Insurance Corporation) denetiminde sürdürmekte idi faaliyetlerini. FDIC Türkiye’deki TMSF adlı kuruluşun ABD versiyonudur. Bir nevi kayyum yönetimi vardı bankada ve Merkez Bankası’nın yeni başkanı bu kayyum yönetiminin bir bileşeni olmuştu. Eğer Goldman Sachs adlı bankadan ayrılması bir kariyer tıkanması veya yönetim anlaşmazlığının sonucu değilse mikro düzeyde de olsa batmış bir ekonomiyi yönetme deneyimini yaşaması için bu göreve özel olarak seçilmiş olmalı. Eğer böyle ise hayli planlı bir biçimde geleceğe hazırlandığını söyleyebiliriz hanımefendinin.

Mücevher şirketi Tiffany co. ile değişik yatırım kuruluşlarındaki yönetici görevlerini First National Bank bünyesinde çalışmakta iken eş-anlı olarak sürdürmüş, CV incelemesi böyle bir sonuca götürmekte beni. Türkiye’deki çift maaşlı bürokratlar örneği tamamen. Burada da Goldman Sachs adlı bankada çalışırken ilişki kurduğu yatırımcılarla temasını derinleştirmesi amaçlanmış olmalı.

First National Bank adlı kuruluşun faaliyetleri durduruldu Mayıs 2023 zarfında. Banka JP Morgan Chase adlı bir başka finans kuruluşuna devredilecek yeni sahip de büyük bir banka. Onun önderliğinde yeniden yapılanacak FNB bu yeniden yapılanma sürecinde Merkez Bankası başkanımıza görev verilebilir mi idi? Bu sorunun yanıtını asla öğrenemeyeceğiz. Bahse konu yapılanma başlamadan kendisi Merkez Bankası başkanlığına atandı. Üstelik daha bu atama gerçekleşmeden hanımefendi Türkiye’ye gelmişti.

Hafize Hanım hakkında ABD’de dava açıldığı söylentisi pek de yansıtmıyor gerçeği. İşin aslı şu:

FNB faaliyetlerinin duracağı belli olduğu anda zarara uğradıklarını düşünen banka müşterileri örgütlenerek banka yöneticileri hakkında toplu dava açtılar. ABD için olağan sayılabilecek bir durum bu. Bankada yönetici pozisyonlarda çalışan her birey gibi Hafize Gaye Erkan da toplu davaya konu oldu. Çok uzun sürecek ve muhtemelen davacılar açısından dişe dokunur bir sonuç alınamayacak bir dava bu. Hanımefendinin kariyerine olumsuz bir etki yapacak bir yanı yok bu işin. Öte yandan bir de kendisinin baba tarafından Turgut Özal ile akraba olmasının bu göreve getirilmesinde rol oynadığı iddiası atıldı ortaya. Akla zarar bir iddia. Akraba olup olmadıklarını incelemedim. Sadece Özal’ın annesi ile Erkan’ın babaannesinin aynı köyden olduklarını biliyorum. Ancak bu durumun atama kararı ile ilişkili olduğu iddiası oldukça saçma. Özal adının sembolik olmaktan öte bir ağırlığının kalmadığı bir dönemde böyle dolaylı bir hemşerilik ilişkisi nedeni ile kimseye koltuk verilmez.

ÜÇÜNCÜ KISIM

GENEL SEÇİMLER ÖNCESİ NELER YAŞANDI

Seçime girerken ekonomisi batmış bir Türkiye’nin cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan şahıs dış dünyadan ve özellikle de uluslararası finans çevrelerinden destek almadığı takdirde sonucun kendisi için hüsran olacağını biliyordu. Kısaca özetleyelim:

Dış borcun milli gelire oranı %60 seviyesine ulaşmış, ülke parası karşısında sürekli değer kazanan yabancı paraları baskı altında tutabilmek için tüm döviz stoklarını eritmiş, borçlarının faizini bile ödeyemeyecek duruma gelmiş bir ülke. Bu duruma bağlı olarak üretim azalmış, enflasyon azmış, işsizlik ise birbiri ardına rekorlar kırıyor. Böyle bir tabloda seçim kazanabilmesi hayli güç.

Öte yandan uluslararası finans çevrelerinin de doğrudan sermaye yatırımcılarının da beklentileri var. Finans çevreleri kısa vadede ülkenin ödemesi gereken 125 milyar $ için yeni kredi açma şartını faiz politikasının değiştirilmesine bağlamışlardı.

Doğrudan sermaye yatırmış olanların sorunu başka idi (doğrudan sermaye yatırımcısı ifadesi ülkeye borsa yolu ile girmeyip doğrudan işletme kuran veya işletmelere ortak olan yatırımcıları tanımlar). Onlar 165 milyar $ tutarındaki yatırımlarının değer kaybetmemesi yapılan yatırımın geri dönüp para kazanmaya başlaması için üretimin ve ihracatın artması gerektiğini düşünüyorlar bu amaçla yabancı paraların gerçek değerinden işlem görmesini bekliyorlardı.

Öte yandan siyasi beklentiler de vardı. Öncelikle İsveç’in NATO üyeliğine onay verilmesi en büyük beklenti idi. Ardından artık sayıları tahmin bile edilemeyen ve bulabilecekleri ilk fırsatta batı ülkelerine gitme arzusunu taşıyan düzensiz göçmenler önündeki barajı koruması ve Batı’yı böyle bir istilaya maruz bırakmaması beklenmekte idi.

Seçim öncesi gerçekleşen Şimşek-Cumhurbaşkanı görüşmesinde bunlar konuşuldu.

Şimşek, Cumhurbaşkanı’nın görev vermek istediği bir bürokrat olarak değil, gerek ABD gerekse AB’nin taleplerini ileten bir elçi olarak katıldı görüşmeye. Talepler çok ağır olduğu için bir sonuç alınamadı ilk rauntta.

Ne var ki ülkede durum iyice kötüye gitmekte ve Cumhurbaşkanı seçimi kaybetme korkusunu yaşamakta idi. Desteğe mutlaka gereksinme vardı. Görüşmeler farklı seviyelerde devam etti.

Bu süreçte Dünya Gazetesi’nde bir köşe verildi Hafize Gaye Erkan’a ekonomi çevrelerinin onun adına aşina olması sağlandı. IŞİD ve benzeri İslamcı terör örgütleri militanlarına da dokunulmaması kaydı ile düzensiz göçmenlerin ülkede kalmasının ve Türkiye dışına çıkmasının engellenmesi konusunda mutabakata varıldı.

Cumhurbaşkanı “Ne olursa olsun ama seçimi kazanayım” düşüncesinde olduğu için kendi yaratmış olduğu ekonomi politikasının uygulanmasından vazgeçip ekonomi yönetimini uluslararası finans çevrelerinin yönetimine devretmeyi kabul etti.

Ve mutabakat sağlandı.

ABD’de yayınlanan The Telegram News adlı gazetede yayınlanan bir makale mutabakatın müjdecisi idi adeta: “Erdoğan’ı sevmek imkânsız ancak kendisini çok kullanışlı hâle getirdi.”

Cumhurbaşkanı’nın ülkede yarattığı antidemokratik ortamın, muhalifler üzerinde uyguladığı terörün ve tüm defolarının mazur görülebileceğini ifade etmekte idi makale. Öyle ya Batı’nın istediği her şeyi vermişti.

Böylece, batık bir şirket yönetiminde deneyimli ABD vatandaşı Hafize Gaye Erkan ile neoliberal ekonominin sadık bendesi, devlet deneyimi ve maliye politikaları bilgisi olan ABD ve UK vatandaşı Mehmet Şimşek batık Türkiye ekonomisini yönetmek üzere kayyum olarak atandılar.

Cumhurbaşkanı da bir yurtdışı seyahatten dönerken uçakta bulunan sözde gazetecilere yaptığı açıklamada bu kayyum anlaşmasını itiraf etti adeta.

“Biz bu arkadaşların programlarını kabul ettik.”

Bu arada bazı medya kuruluşlarında yer verilen “Şimşek ile Erkan’ın birbirlerini tanımadıkları”, “Şimşek’in Erkan’ın atanmasını internetten öğrendiği”, “Şimşek’in Erkan’ın atanmasına karşı olduğu ancak sonradan ikna edildiği” haberlerine de gülüp geçmek gerekiyor.

Aynı ailenin iki ferdinin (Katar Emiri ile eşinin) servetlerini yönetiyor bu iki isim, birbirlerini tanımamaları olanak dışı.

 

DÖRDÜNCÜ KISIM

BİR YIL ZARFINDA NELER OLACAK

Ekonomi yönetimi araç sürmeye benzer. Motor yeterli devire ulaşmadan vitesi arttıramazsınız. Aksi takdirde motor sarsılır. Faizlerin birden bire arttırılması da ekonomiye sarsılan motor etkisi yapar. Faiz geliri elde eden kesimlere aniden büyük kazançlar sağlar, bu da diğer yatırımcıların olumsuz etkilenmesine neden olur. Bu nedenle politika faizlerinde ani bir artış beklenemez. Faiz tedrici olarak arttırılarak yıl sonuna doğru %40 seviyelerine getirilecek. Daha sonrası ise enflasyonun seyrine bağlı 2024 yerel seçimler öncesinde faiz oranlarının enflasyonun 1-2 puan üzerinde seyretmesini beklemek gerçekçi bir tahmin olarak görülebilir.

Kayyum yönetiminin yaratmış olduğu imaj krediye dönüşecek, bir miktar yabancı para girecek ülkeye ancak bu para dış borç ödemelerinde kullanılacak yani yeni borç alınıp eski borçlar ödenecek. Bu arada yabancı para üzerindeki baskı da kalkacak. Yabancı paralar gerçek değerine ulaşacak. Yıl sonuna doğru Amerikan Doları’nın 30 lira seviyelerini görmesi olası. Buna bağlı olarak ihracat hamlesi başlayacak. Ancak ihraç ürünlerinin rekabetçi olabilmesi için ücretler baskı altına alınacak. Güncel kurdan 482 $ olarak belirlenen asgarî ücret yıl sonuna doğru 400 $ altına düşecek. Toplu sözleşmeler engellenecek sendikalar üzerinde yoğun baskı kurulacak. Çalışan yığınlara “kemer sıkma” çağrıları yapılacak. Ekmekten bile tasarruf etmeye zorlanacak emekçi kesimler.

Özetle:

Uluslararası finans çevrelerinin talepleri karşılanırken bunun bedelini ödemek yine emekçi kesimlere düşecek. Daha önceleri olduğu gibi.

Not: Bu makale Merkez Bankası’nın faiz açıklaması öncesi yazılmıştır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz