Tekelci Polis Devleti – TEKELCİLİK

Önceki Bölüm: Faşizm Ve Burjuva Devlet

Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm, isimli çalışmasında Lenin, tekelleşmenin boyutlarını göstermek için, “On binlerce büyük işletme her şeydir; milyonlarca küçük işletme hiçbir şey.” (V. L Lenin, Kapitalizmin Sonuncu Aşaması Emperyalizm, Konuk Yay. İstanbul 1979, s. 23) diyor. Bugün bu konuda daha ileri gidilmiştir. Tabloya bakınız.
Tablo V.1
Şirket Sayısı Devlet Sayısı
(Satış Cirosu) (GSMH $)

119 Milyar-1 Trilyon – 14
10-119 Milyar 105 43
1-9 Milyar 620 52

Morss’un çalışmasından aktarılan yukarıdaki tabloda da görüldüğü gibi GSMH (Gayri Safi Milli Hasıla)’sı 10-119 milyar dolar olan 43 ülke (devlet) olmasına karşın, satış cirosu bu aralıkta olan 105 uluslararası şirket, GSMH’sı 1-9 milyar dolar olan 52 ülke olmasına karşın, satış cirosu bu aralıkta olan 620 şirket vardır.
J. Bain ABD imalat sanayisinin 417 üretim dalına ilişkin bir sınıflama yapmıştır. 1963 yılı verileri kullanılan bu sınıflamada şunlar söyleniyor:
“32 üretim dalında en büyük dört firma satışların %76’sıyla yüzde yüzü arasında bir bölümünü gerçekleştirmektedir. 81 üretim dalında 4 firmanın payı yüzde 51 ile yüzde 75, 161 üretim dalında ise yüzde 26 ile yüzde 50 ve 143 üretim dalında ise yüzde 25 ve daha azdır. (Bakınız, SSCB Bilimler Akademisi, Günümüzde Tekelci Kapitalizm, Bilim Yayınları, İstanbul 1977, s. 174)
1990 yılında Türkiye’de, 500 büyük firmanın satış hasılatı 96.7 trilyon TL’dir. Aynı yıl Türkiye GSMH’si cari fiyatlarla 399.8 trilyon TL’dir. Yani GSMH’nın 1/4’ü kadar satış hasılatına sahiptir, 500 büyük firma. Koç ve Sabancı’nın cirosu, TC bütçesine eşit düzeydedir.
Öyleyse Lenin’in yukarıdaki satırları yazmasından 75 yıl sonra diyebiliriz ki; yüzlerce büyük firma her şeydir, milyonlarca küçük firma hiçbir şey.
Bugün üniversitelerde okutulan neo-klasik iktisat kitaplarında tekelcilik ‘aksak rekabet’ piyasalarının bir biçimidir.
Yani, kapitalizmde ‘temel’ olan, serbest rekabet piyasasından bir sapmadır. Neo-klasik iktisatçılar, tüm burjuva iktisatçıları, serbest rekabeti kapitalizmin temeli, adeta ekonominin doğal yasalara göre işleyişi olarak ele alırlar. Elbette bu piyasa biçiminden her sapma (ki gerçek hayatta böylesi bir anlamı ile ‘serbest piyasa’ hiç olmamıştır) ‘aksak rekabet’ olarak adlandırılıyor. Aksak rekabet piyasa biçimleri içinde, tek bir firmanın bir piyasaya egemen olması anlamında, tekel (monopol) piyasasından söz edilir.
Böylece;
a. Tekelcilik bir sapmadır. Kapitalizmin içinde bu sapmanın tedavi edilmesi olanaklıdır. Öyle ya sapma genellikle sapılan şeyi haklı ve doğru çıkarır. Bu durumda Fransız Solu’nun Ortak Hükümet Programı (ileri demokrasi programı) tekellerin egemenliğini sınırlandırmaktan söz ederken, gerçekte tekelciliği kapitalizmden bir sapma, kapitalizmin alınması gereken bir uru olarak görmüş oluyor.
b. Tekelcilik bir piyasa biçimidir, tek bir firmanın egemen olduğu bir piyasa biçimidir. Bu düşünce, kapitalizmin genel karakteri olarak tekelcilikten söz etmez. Ona göre tekelcilik kapitalizmin gelişimi içinde yeni bir evrenin adı değil, bir piyasa biçimidir.
Burjuva iktisadı toplumu bireylerin toplamı olarak görür. Bu nedenle bireycidir. Toplumsal olguları, bireylerin psikolojileri ile açıklamaya çalışır. Bu, tıpkı devleti kişi egemenliği; diktatörlükleri kötü kişilerin mutlak yönetimi vb. olarak açıklayan anlayışın kendisidir. Bob Rowthorn ‘bayağı iktisat’ olarak nitelediği neo-klasik iktisadın bu özelliğini şöyle anlatıyor:
“Bayağı iktisatta birey, tıpkı Newton mekaniğindeki atomlarınkine benzer bir rol oynar. Tıpkı Newton mekaniğinin maddi gerçekliği değişmez ya da ebedi atomların etkileşimi olarak görmesi gibi, bayağı iktisat da toplumsal gerçekliği, özellikleri değişmez ya da sürekli olan bireylerin etkileşimi olarak görür. Birey toplumdan hareketle açıklanacağına, toplum bireyden hareketle açıklanır.” (Bob Rowthorn, Kapitalizm, Çelişki ve Enflasyon Siyasal İktisat Denemeleri, Birey Toplum Yay., Ankara 1985, s. 67)
Bireyi asosyal olarak ele alan burjuva iktisadı, üretimi de asosyal bir olgu olarak ele alır. Üretimi toplumsal bir olgu olarak değil de (insanın yaşaması için gereksinim duyduğu maddi malların üretimi), “emek, toprak ve yanlış bir biçimde sermaye olarak adlandırılan üretim araçları girdilerinin gizemli bir biçimde maddi ve maddi olmayan malların çıktısına dönüştükleri asosyal ya da doğal bir süreç olarak görüyor”. Dolayısıyla üretim bir girdi-çıktı olayıdır. Herkes bu üretime koyduğunu alır. Emekçi emeğinin karşılığını, sermayedar sermayesinin karşılığını, toprak sahibi de rant olarak payını alır. Böylece ücret, kâr ve rant herkesin payına düşendir. Üretim araçları ya da toprak, daha genel ifade ile doğa niçin sahiplenilmiştir, nasıl bu sürece gelinmiştir; bu sorular onların ilgi alanında değildir. Zira bu sürecin analizine girerse kârın kaynağı sorunu, sermayenin bir üretim aracı olmadığı gerçeği ortaya çıkacaktır. Oysa o bu sorunların üzerinden atlar. Bunu başarmak için ise tüm dikkatleri piyasaya çeker, sanki her şey kendiliğinden üretilmiş ve pazara gelmiştir de şimdi fiyat oluşacaktır. Burjuva iktisadının her ekolü önceliği mübadeleye tanır, üretime değil.
“Bayağı iktisadın iki etkisi oldu: Bilimsel düzeyde kapitalist üretim biçimi ve çağdaş toplumun iktisadî hareket yasasına ilişkin ciddi çalışmaları, tümüyle engellemedi ise de güçleştirdi ve ideolojik düzeyde var olan toplumsal düzene bir ahlâkî aklanma sağladı.” (Bob Rowthorn, age, s. 7)
Öz ve biçim arasında bir çelişki olmasaydı, her öz tek bir biçimde ortaya çıksaydı, her biçim sadece bir tek özde ifade bulsaydı bilime gerek olmazdı. Burjuva iktisatçılarının çabası, nesnel olarak özü saklamak için biçimi öne çıkarma çabası olarak düşünülebilir.
Bu durum tekelciliğe ilişkin açıklamaları için de geçerlidir.
Tekelcilik, kapitalizm yasalarının doğal sonucudur. Artı-değer ve üretimdeki rekabet ve anarşiye dayanır. Bu iki yasa, sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasını doğurur. Yoğunlaşma ya da daha doğru ama daha az tercih edilen deyimi ile temerküz, sermayenin artı-değer yolu ile büyümesi, fabrika büyüklüğünün, sermaye yoğunluğunun artması anlamına gelir.
Tekelleşmenin bir diğer etkeni pek çok faktör altında rekabet içinde bazı firmaların batması, kapitalistlerin kapitalistler tarafından mülksüzleştirilmesi, firmaların rekabetten güçlü çıkmaları için birleşmeleri biçimleri ile sermayenin merkezileşmesidir. Bu iki etken de -ki esas olan yoğunlaşma (temerküz)’dır- kapitalizm yasalarının, artı-değer için üretim yasalarının doğal uzantılarıdır.
“Buradan, belli bir gelişme düzeyine ulaşmış olan temerküzün kendisinin, deyim yerindeyse dosdoğru tekele yol açtığı görülmektedir. Çünkü, onbeş yirmi civarında dev işletme birbirleriyle rahatlıkla anlaşabilir ve öte yandan, gerek rekabet güçlüğü, gerekse tekelleşme eğilimi, tamı tamına işletmelerin dev boyutlarından doğmaktadır. Rekabetin tekel haline bu dönüşümü, modern kapitalist ekonominin -en önemlisi değilse bile- en önemli fenomenlerinden biridir.” (V. İ. Lenin, age, s. 24)
Bu tekelleşme elbette banka sermayesi alanında da geçerlidir.
“Başlangıçta, banka, birçok kapitalistin cari hesaplarını tutarken, tamamıyla teknik ve sadece yardımcı işlemlerle uğraşmaktaydı. Fakat, bu işlemler muazzam boyutlara ulaştığında bir avuç tekelci, tüm kapitalist toplumun hem ticari hem de sınai işlemlerini kendine tabi kılan çünkü bu bir avuç tekelci, bankalarla bağlar, cari hesaplar ve diğer finans işlemleri sayesinde, önce filan ya da falan kapitalistin finans durumunu kesinlikle bilebilir, sonra onları denetleyebilir, kredileri genişleterek veya kısarak, kolaylaştırarak veya zorlaştırarak onlar üzerinde etki yapabilir ve nihayet bu kapitalistlerin kaderlerini bütünüyle belirleyebilir, işletmelerinin gelirlerini belirleyebilir, sermayeden yoksun kılabilir veya sermayelerini hızlı bir şekilde, korkunç oranlarda büyütmelerine olanak sağlayabilir vb.” (V. İ. Lenin, age, s. 38)
Elbette bu kadarla da sınırlı değil, banka ve sanayi sermayesi iç içe geçerek finans kapitali oluşturur ve bu finans kapital ülke ekonomi politikasını belirler, yönlendirir.
“… üretimdeki temerküzün bir sonucu olan tekellerin doğuşu, kapitalizmin evriminin içinde bulunduğumuz aşamasının genel ve temel bir yasasıdır.” (V. İ. Lenin, age, s. 26)
Lenin, tekeller tarihinin belli başlı evrelerini de şöyle özetliyor:
“Böylece, tekeller tarihinin belli başlı evreleri şu şekilde özetlenebilir: 1) 1860-1870 yılları: serbest rekabetin gelişmesinin doruk noktası. Tekeller, sadece güçlükle fark edilebilir embriyonlar halindedir. 2) 1873 bunalımından sonra, kartellerin uzunca bir gelişme dönemi; bununla birlikte, karteller henüz istisnadır. Daha istikrar kazanmamışlardır. Henüz geçici fenomendirler. 3) 19. yüz yılın son yıllarındaki atılım ve 1900-1903 bunalımı. Karteller, ekonomik yaşamın temellerinden biri haline gelmektedir. Kapitalizm emperyalizme dönüşmüştür.” (V. İ. Lenin, age, s. 28)
Elbette bu satırlar bugün yazılsaydı pek çok yeni evre de sıralanabilirdi (Birinci Paylaşım Savaşı. 1929-1945, 1970’ler vb.). Elbette tekeller giderek ulus çapında egemen olmakla kalmadı, uluslararası alanda egemen olmaya başladı. Bugün büyük şirketler için dünya küçüktür ve tek bir pazardır.
Tekelci kapitalizm rekabeti değiştirir. Onu yok etmez, ancak serbest rekabetin yerine tekelci rekabeti koyar. Tekelci rekabetin serbest rekabetin yerine geçmesi tekelci kapitalizmin önemli özelliklerinden biridir. Elbette konuya ilişkin yine Lenin’e bakalım.
“Rekabet, tekel haline dönüşmektedir. Bu da üretimin toplumsallaşmasında muazzam bir ilerleme sonucunu vermektedir. Bunun yanı sıra yetkinleşme ve teknik buluş süreci de toplumsallaşmaktadır. (V. İ. Lenin, age, s. 30)
Üretim toplumsallaşmakta, fakat sahip çıkma özel (mülkiyete dayalı) kalmaktadır. Toplumsal üretim araçları az sayıda insanın mülkiyeti (olarak) kalmaktadır. Lafta kabul edilen serbest rekabetin genel çerçevesi varlığını sürdürmekte ve bu bir avuç tekelcinin nüfusun geri kalan bölümü üzerindeki boyunduruğu kat be kat daha ağır, daha elle tutulur ve daha tahammül edilmez hale gelmektedir.” (V. İ. Lenin, age, s. 31)

Serbest rekabetin yerine geçen tekelci rekabet sınır tanımaz. Büyük güçlerin çarpışmasıdır. Sermayenin egemenliğinin, bu rekabet içinde ne anlama geldiği görülebilir. Kundaklamadan bombalamaya, tekeller arasındaki rekabet tam bir savaştır; ‘ideolojisi’ ve silahları ile.
“… kapitalizmin gelişmesi, öyle bir aşamaya varmıştır ki, mal üretimi hâlâ ‘egemen olma’ya ve tüm ekonominin temeli olarak görülmeye devam etmekle birlikte, aslında sarsıntıya uğramıştır ve kazançların büyük bölümü finans alanında dolaplar çeviren ‘dehalara’ akıp gitmektedir. Bu düzenbazlıkların ve üçkâğıtların temelinde, üretimin toplumsallaşması yatmaktadır: ne var ki, insanlığın bu toplumsallaşma düzeyine ulaşmış olan muazzam ilerlemesi, … spekülatörlere yarar sağlamaktadır.” (V. İ. Lenin, age, s. 31)
Tefecilikle başlayan kapitalizmin tefecilikle biteceğinin işareti budur. Bugün dünyada bu finans alanındaki dolapların büyüklüğü ve ‘dehaların dehaları’ artmıştır. Her krizin ilk patlak verdiği yer (kaynak değil, ortaya çıktığı yer) finansal alan olmaktadır. Sermayenin uluslararasılaşması bu süreci daha da ilerletmektedir. Dolayısıyla kâr ve kavga finansal alanda yoğunlaşmaktadır. Mafya örgütlenmesi, bu alandaki tekelci rekabetin zorunlu sonucudur.
Bugün, Lenin’in emperyalizm analizinden 76 yıl sonra yaşıyoruz. Bugün tekelleşme sadece sistemin temel karakteri olmakla kalmadı, devasa boyutlara sıçradı ve uluslararası alanda birkaç şirket (sayıları bini geçmez) dünyanın egemenliğini ellerinde tutuyorlar.
Bu 76 yılda yaşanan pek çok gelişme üzerinde durulabilir.
Ancak amacımız bu değil. Bu nedenle temel üç nokta üzerinde duracağız. Birincisi sosyalizmin varlığı, ikincisi sermayenin uluslararasılaşması ve üçüncüsü teknolojinin, bilginin denetimi.

  1. 76 yıl önce Ekim Devrimi kapitalist dünyanın sonunu müjdeleyerek, proletaryanın elinde yükseldi. Proletaryanın ‘göğü fethetme’ kalkışması, 1921 yılına gelindiğinde, dünya devriminin geri düşmesi ile birlikte bir süreç için de olsa yarıda kaldı. Bugün bu kalkışmanın yenilgiyle sonuçlandığını hep birlikte yaşıyoruz. Ancak dünyadan yine de sosyalizm geçti. Sosyalizmin varlığı dünyayı ciddi biçimde etkiledi, etkiliyor.
    Emperyalist-kapitalist dünya Ekim Devrimi’ni dış kuşatma ve iç savaşla boğamayacağını anlayınca, Hitler aracılığı ile saldırdı. Saldırının yenilgiyle sonuçlanması sonrasında, tüm emperyalist dünyanın Ekim Devrimi’ni boğmak, yayılmasını önlemek için başlattığı haçlı seferinin adı soğuk savaş olarak konmuştur. 1917 Ekim Devrimi sonrasında kapitalizm temel olarak, hemen her yönden sosyalizm ve devrim tehdidine karşı korunmaya çalıştı. Ekim Devrimi’nin dünya halklarına açtığı ufuk, ulusal kurtuluş savaşlarını ateşledi. Yeni sömürgeci strateji bu dönemde şekillendi.
    1929 bunalımı sonrasında gelişen ‘sosyal devlet’ anlayışı, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaygınlaşan Keynesyen iktisadi politikalar, sosyalizmin kapitalizm üzerindeki etkileridir. Özellikle soğuk savaş yıllarında sosyalizmin kapitalizmi, kapitalizmin de sosyalizmi etkilemesi arttı. Pek çok kapitalist ülkeye ABD yardımları ve Truman Doktrini, esas olarak sosyalizme ve devrime bağışık bir kuşak oluşturmayı hedeflemiştir. İşsizlik sigortası, ‘sosyal devlet’ anlayışı, sosyalizmin önünü kesmenin doğurduğu zorunlu önlemlerdir.
    Kapitalizmin ‘sosyalizasyonu’, sosyalizmin kapitalizasyonu birlikte işledi. Bizim konumuz açısından sosyalizmin kapitalizme etkisi burada ilgilenmemiz gereken konudur. Birinci olarak sosyalizmin varlığı, emperyalist merkezlerin kendi aralarındaki rekabeti sürdürürken, birincil noktaya sosyalizme karşı savaşa geçti. Sosyalizm, emperyalist merkezleri birbirine yapıştırdı. ABD’nin dünya kapitalist ekonomisinin liderliğini alması, bu süreci daha da sağlamlaştırdı. İkinci olarak sosyalizmin varlığı ve gücü, pek çok emperyalizme bağımlı ülke, sömürge ve yarı sömürge için, kullansınlar kullanmasınlar nesnel olanaklar sağladı. Emperyalist merkezler bu nedenle bir bütün olarak dünya kapitalist ekonomisinin korunmasını temel aldılar. Elbette bu durum emperyalist merkezlerle, bağımlı (sömürge, yarı-sömürge) ülkelerin ilişkilerinde niteliksel bir değişiklik anlamına gelmiyor.
    Sosyalizm tehdidi ve ABD emperyalizminin liderliği birlikte ele alınabilir. ABD emperyalizmi kapitalizmin liderliğini alabilmek için İngiltere’nin, Fransa’nın Almanya ile savaşında ‘seyirci’ kalması (işte Roosevelt’in büyüklüğü), boşuna değildir. SSCB’nin Alman faşizmini yenmesi ile bir yandan ‘sınırsız Sovyet tehdidi’, diğer yandan Batı ülkelerinin (İngiltere, Almanya, Fransa) ve Japonya’nın yıkılmış olması, ABD emperyalizminin kapitalist dünyanın liderliğine oturması birlikte gerçekleşiyor. ABD emperyalizmi, SSCB ve sosyalizm tehdidi ile ‘dünya kurtarıcılığı’ rolüne soyunuyor. İlk olarak Batı Avrupa’da sosyalizme bağışık bir kuşak oluşturuyor. NATO kuruluyor. IMF, Dünya Bankası gibi kurumlar kuruluyor.
    Kapitalizm hem içte hem de uluslararası planda sosyalizmin etkisini minimize edecek politikalara önem veriyor. Demokrasi vurgusu ile sosyalizme savaş açılması boşuna değildir. İkinci Dünya Savaşı’nı ABD’nin kazandığı imajını yaymak üzere binlerce film çevrilmesi boşuna değildir.
    Sosyalizmi ekonomik olarak çökertme planları biliniyor. Daha da önemli bir sonuç, emperyalist-kapitalist ülkelerin silahlanmaya özel bir önem vermeleri ve ekonominin askerileştirilmesidir. Yıldız Savaşları projesinin, sosyalizmi ve SSCB’yi ekonomik açıdan sıkıştırmak için geliştirildiği söylenmektedir. Öte yandan kapitalist ülkelerin tümünde devletin ekonomik rolünün de arttığı açıktır. Beş yıllık planlar Ekim Devrimi sonrasında gündeme gelmiştir.
  2. Lenin’in 1900’lerin başlarında tekelleşmenin ve tekelciliğin egemenliğinden söz etmesinden bu yana geçen 76 yıl içinde sermaye giderek artan bir hızla uluslararasılaştı. Sadece gelişmiş kapitalist ülkelerde değil, emperyalizme bağımlı ülkelerde de tekelcilik belirleyicidir. Bütüne egemen olanın parçaya egemen olması gibi. Sermayenin uluslararasılaşması bugün ‘globalleşme’ biçiminde telaffuz edilmektedir. Dev uluslararası (birkaç ulusun sermaye ortağı olduğu anlamında değil, uluslararası pazarlarda egemen olmak anlamında) şirketlerin pek çok ülkenin GSMH’sından daha yüksek satış cirosuna sahip olduğu düşünülürse söylemek istediğimiz anlaşılacaktır. Bu dev şirketler sadece pazarda egemen olmakla kalmıyorlar. Üretimi ‘uluslararası fabrika’larda gerçekleştiriyorlar. Yani bir şirket esas olarak bulunduğu (vergi ödediği) ülkede üretimin bütününü gerçekleştirmiyor. Bir bölümünü a, bir bölümünü b, bir bölümünü c ülkesinde gerçekleştiriyor. Bu durum sermaye ihracını artırmakla kalmıyor. Tek dünya pazarı içinde egemenliği elinde tutmak için yeni yöntemler doğuruyor. Bu durumda sermaye ihraç edilen ülkenin devletinin görevi, bu ihracı olanaklı kılacak uygun koşulların sürekliliğini sağlamak olmaktadır. ‘Dışa açık ekonomi’ modelleri, IMF, Dünya Bankası ve uluslararası tekellerin isteği değilse nedir? Sermayenin vatanı yoktur, sözü bugün bin kat daha doğrudur. ICI, Nestle, Unilever, Shell, ABB ayrı uluslardan sermayenin ortaklığına dayalı dev şirketlerdir. Ancak yine de sermayenin uluslararasılaşması denince, birden fazla ayrı ulustan sermayenin ortak olduğu işletmelerin kurulması, asla anlaşılmamalıdır.
    “Emperyalizm, tekellerin ve finans sermayesinin egemenliğinin kurulduğu; sermaye ihracının açıkça önem kazandığı, dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşımının başladığı ve yeryüzündeki toprakların tümünün en büyük kapitalist devletler arasında paylaşımının tamamlandığı gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir.” (V. İ. Lenin, age, s. 80)
    Yukarıdaki gelişmeler Lenin’in tanımının doğruluğunu bir kez daha kanıtlıyor. Ancak bugün bizler tüm bunları çok daha net görebiliyoruz. Tekeller sadece ulusal planda değil, uluslararası planda da egemendir. Devletler, sermaye ihracında önemli rol oynamaktadır. Bunun ötesinde IMF ve Dünya Bankası gibi kurumların rolü söz konusudur.
    7 sanayileşmiş ülkenin (ABD, Fransa, B. Almanya, İngiltere, Japonya, Belçika, Danimarka) 1965-1969 yıllarında azgelişmiş ülkelere teknoloji satışından sağladığı gelir 2.166,5 milyon dolardır. Elbette bu bugün çok daha fazladır.
    Sermayenin uluslararasılaşması öylesi bir düzeye gelmiştir ki, dünyanın bir yerindeki bir borsa krizi kısa sürede tüm ülkeleri etkileyebilmektedir. Sermayenin uluslararasılaşması ile, devletin ulusallığı arasındaki çelişki artmaktadır. Sermayenin ve üretimin bu denli ulusallaştığı bir dünya, dünya devrimi, komünizm için maddi temelleri daha da olgunlaştırmaktadır.
  3. Üzerinde durulması gereken üçüncü nokta teknoloji üretimi ve bunun denetlenmesidir.
    Bir tekel, oluştuğunda tüm diğer ‘ayrıntılar’ ne olursa olsun, toplumsal yaşamın tüm alanlarına, engel olunmaz bir şekilde sızar.” (V. İ. Lenin, age, s. 56)
    Bunu, ideolojik alanda ideoloji üretimi ve bunun topluma aktarılması alanında görmek olanaklıdır. Aynı şey teknoloji ve bilgi üretimi ve korunmasında da geçerlidir. İçinde yaşadığımız yüzyılın hiç değilse son 50 yılında istihbarat teşkilâtları arasında teknoloji ve bilgi çalınmasına ilişkin hiç de azımsanmayacak, kitaplar dolduracak kadar örnek var. Üretimin toplumsallaşması ile mülk edinmenin özel karakterde olması arasındaki çelişki, düzeni, kapitalistleri ve devleti, bilgi ve teknolojiyi özel mülkiyette tutmakla yüz yüze bırakır. Elbette bilginin özel mülkiyette tutulması daha da zordur. Bugün sadece tekeller bilim adamlarını çalıştırıp bilginin kendi mülklerinde üretilmesini sağlamıyorlar. Gizli servislerde profesörlere özel bir önem veriyorlar. Emperyalist ülkeler azgelişmiş ülkelerden beyin göçü için ciddi çalışmalar yapıyorlar. Azgelişmiş ülkelerin gelişmiş ülkelere teknolojik açıdan bağımlılığına özel bir önem veriliyor. Başkası düşünülemez bile.
    Teknoloji üretimi AR-GE faaliyetleri, bir yandan belirsizlik altında yürütülür (yani pek çok sonuca ulaşmayan deneyin yapılmasını gerektirir) öte yandan ise çok büyük miktarlarda harcamalar yapmayı gerektirir. Bu nedenle de AR-GE faaliyetleri büyük uluslararası şirketlerin kurduğu laboratuvarlarda ve ancak ürün geliştirme biçiminde yürütülür. Daha geniş kapsamlı AR-GE faaliyetleri ise devlet tarafından yürütülür. Teknik çalışmalar içinde askeri amaçlı olanların birinci sırada geldiği düşünülürse bu faaliyetlerdeki gizliliğin önemi de devletin bu faaliyetleri yürütmesini gerekli kılmaktadır. Yani devlet tüm kapitalistler adına AR-GE faaliyeti yürütür.
    Buradan çıkan belli sonuçları toparlamakta yarar olduğu kanısındayız. Tüm bu gelişmeler devletin ekonomik ‘planlama’, yatırımları teşvik etme veya engelleme veya belli bir alana yöneltme (vergi muafiyetleri, finans kolaylıkları, krediler vb. yolu ile), tüm tekellerin çıkarına onlara ek kârlar sağlayacak alanlarda devlet işletmeleri işletmek (banka, haberleşme, ulaşım, enerji üretimi) devletin kapitalistler için iyi bir pazar olması; tüketici taleplerinin devletçe yönetilmesi gibi alanlarda rol almasıyla sonuçlanır.
    Sosyalizmin varlığı, teknolojik gelişmeler ve sermayenin uluslararasılaşması etkenleri, tekelci kapitalizmde devletin de ekonomik hayattaki rollerini artırmıştır. Elbette biz devleti ekonomik yönleri ile analiz etmekle yetinmeyeceğiz. Ancak bu yönleri görmezlikten de gelemeyiz.
    Öncelikle devlet işletmeciliği üzerinde duralım. Ülkemizde ve dünyada moda olan özelleştirme dalgasını anlamak açısından da bu son derece önemli görünmektedir. Konuya ilişkin uzun bir alıntı, biraz sıkıcı olsa da yerinde olacaktır.
    “İlk önce, burjuva devleti, ekonominin teknik-ekonomik açıdan geri kalmış olan ve yeniden kuruluş için geniş mali araçlara ihtiyaç gösteren zayıf kısımlarının genel düzeye getirilmesi amacını güder. Bu nedenle devlet işletmeciliğinin alanına, bütün ülkelerde, her şeyden önce enerji ekonomisi ile ulaşım girer. Bunlar sermaye yoğun dallar oldukları ve uzun bir sermaye dönme süreci gösterdikleri için tekeller için ilginç değildir. Devlet, gerekli olan dallarda, sermayenin yeniden üretimindeki eksik özel inisiyatifi karşılar ve böylece tekel kârlarının büyümesini sağlar. Devlet, özel şirketleri uzun vadeli ve daha az kârlı alanlara sermaye yatırma zorunluluğundan kurtararak, bunlara kaynaklarını imalat sanayinin dinamik ve kârlı dallarında yoğunlaştırma imkânı verir.
    İkinci olarak, devlet işletmeciliği, teknik ilerlemenin sonucu olarak oluşan ve gelişen ve iki dünya sistemi arasındaki yarışmada artan öneme sahip olan yeni dalları üstüne alır. Yeni üretim dalları genel olarak sadece “başlangıç süresi” sırasında devlet işletmeciliğinin nesnesidir (konusudur-yazar). Çünkü bu dallar sadece bu dönemde, yüksek başlangıç maliyetleri, üretim riskleri ve gerekli deney ve yapım harcamaları yüzünden tekeller için elverişli değildir. Tekeller, devlet bu yeni dalları kurup kârlı hale getirene kadar uzun süre geride bekler. Bu nedenle, burjuva iktisatçıları yeni üretim dallarının devlet tarafından açılmasına ‘risklerin sosyalleştirilmesi’ derler. Buna örnek, ABD, İngiltere ve Fransa’da devlet tekeli olan atom sanayisidir. Üçüncü olarak, bilimsel teknik devrim şartlarında başlıca kapitalist ülkelerde bilim ve tekniğin yönetimi silah ekonomisinin örgütlenmesi gibi devletin ayrıcalığı haline gelir. Modern araştırma merkezleri için gerekli olan asgarî sermaye bile çoğu kez tek bir tekelin mali olanaklarını aşar. Üstelik araştırma çalışmalarının sonuçlarını önceden kestirmek zordur ve bilimde yatırım riski çok yüksektir. Bu nedenle burjuva devleti, sonuçları sonradan tekellere yarayan en masraflı bilimsel çalışmaları finanse ederek bilimin gelişmesindeki ana yükü üstlenir. (Ekonomi Politiğin Temelleri, SSCB Ders Kitabı, May Yayınlan, İstanbul 1976, s. 653)
    ABD atom sanayisi, Atom Enerjisi Komisyonu ile yapılan anlaşmalara dayanılarak özel şirketlerin kullanımına sunulmuştur. ABD’nin uçak ve roket tekellerinin donatımlarının yarısından fazlası, bunları sembolik bir kira karşılığında tekellere kiralayan devletindir. ABD’de 5000’den fazla pahalı elektronik bilgisayar merkezi kuruluşu -ki bu sayı devletin elindeki bilgisayarların üçte ikisine eşittir- özel şirketlerin fabrika ve araştırma merkezlerinin emrindedir. Bu pratik ‘karma ekonomideki devlet ve özel sermaye ‘ortaklığında’ meyveleri kimin topladığını açıkça göstermektedir. (age, s. 655)

    Öte yandan devlet parası; belirli (ne kadar olacağı, pazara nasıl gireceği), kârlı ve garantili (devlet bütçesi ve devir fazlasıyla beslenen)dir. 1968’de ABD ulusal geliri 712.8 milyar dolar idi. Aynı yıl devletin meta ve hizmet satın alışları toplamı 1971 milyar dolar yani ulusal gelirin %27.7’si idi. 1968 yılında federal hükümet 100 milyar dolarlık mal ve hizmet almıştı. Bunun 78.9 milyar doları silah alımlarıdır. (Bakınız, Ekonomi Politiğin Temelleri, Ders Kitabı, May Yayınları, s. 656-657)
    Silah öyle bir metadır ki, üreticisi bizzat kullanıcı değildir. Pazarı büyük oranda devlettir. Silah üretimi fabrikasında çalışan işçi, gelirinden hiçbir kuruşu roket almaya ayırmaz. Silah üretimi bu nedenle talebi canlı tutmanın, yeniden üretimi sağlamanın yollarından biri haline gelmiştir. Bu alandaki şirketlerin kâr oranları çok büyüktür.
    ABD’nin 500 büyük sanayi şirketinin kâr oranları 1960’ta %9.1, 1962’de %8.3, 1968’de %11 olmasına karşın, aynı yıllarda ABD’nin en büyük 15 silah tekelinin kâr oranları sırasıyla %11, %13.1 ve %16.2’dir. (Bakınız, Ekonomi Politiğin Temelleri, Ders Kitabı, May Yayınları, s. 660)
    Silah ve askeri malzemeye dönük devlet talebinin sürekliliği ve sürekli artışı, elektronik araç üretiminin, gemiciliğin, uçak ve füze sanayiinin vb. gelişimini de sağlamakta ve nispeten istikrarlı kılmaktadır.
    Emperyalizm militarizmsiz var olamaz. Emperyalist militarizm her gün silahlanmayı kışkırtırken, silahlanma da, silah tekelleri de savaşlara ihtiyaç duymaktadır. Silahlar böyle eritilmektedir.
    Öte yandan devlet, ekonominin ‘planlanması’nda görev alır. Burada planlama burjuva iktisatçılarının deyimleri ile ‘zorlayıcı’ değil ‘yol gösterici’dir. Devlet; teşvikler, krediler, vergi muafiyetleri gibi yollarla yatırımların yönlendirilmesinde rol alır. Örneğin 1980 sonrası ülkemizde ihracatın teşviki, örneğin bugünlerde otomobil sanayisine %100 teşvik tanınması gibi.
    Devlet aynı biçimde tüketici taleplerinin yönlendirilmesi yoluyla da sistemin krizlerinin atlatılması ya da hafifletilmesini sağlar. Bunun en yaygın yolu tüketici kredi uygulama alanları ve şartları ile oynamaktır.
    Sermayenin uluslararasılaşması bir yandan ulusal devleti önemsizleştirirken, diğer yandan devletin rolünü artırıyor. Bunun bir bütün olarak kapitalizmin miadını doldurmasının bir işareti olarak algılanması gerekir. Dünya devrimi ve komünizm, sosyalizmin yenilgisine rağmen kapitalizmin boşuna korkulu rüyası değildir.

Sonraki Bölüm: Tekelci Polis Devleti