Su akar yatağını bulur

Erdoğan’ın üçüncü kere başkanlık-cumhurbaşkanlığı karışımı yeri işgal etmek için seçimleri çaldığı 28 Mayıs seçimlerinin ardından, derin bir moral bozukluğu, hayal kırıklığı, umutların kararması süreci ortaya çıktı.

Doğrusu tarif etmesi oldukça zor.

Biz Marksistler, kavramlara son derece dikkat ederiz. Hele bir devrimin içinde yer alan, onun önderleri için, kitlelerin ruh hâli, sınıfın durumu üzerine yapılacak tartışmalarda kullanılacak kavramlar, son derece titizlikle seçilmelidir. İşin özü gereği bu böyledir. Çünkü, kitlelerin ruh hâlindeki her değişim önemlidir ve bunu anlamak için, bir öncekini doğru biçimde, abartısız betimlemek gerekir.

Devrimci mücadelede, ki bu bir savaştır, sınıfların durumu daha yavaş, ama kitlelerin, devrime katılan yığınların ruh hâli daha anlık değişir. Sınıfların durumu, cepheler, bu cepheler içinde güçlerin yerleşimi, güçler dengesi, elbette belli bir katılığa sahiptir. Değişmez anlamında değil. Ama, bu alanda anlık büyük değişiklikler çok sık karşımıza çıkmaz. Cephede durum, elbette an be an gözden geçirilir.

Ama kitlelerin ruh hâlindeki değişim, daha hızlı olabilir ve anlaşılması, doğru analiz edilmesi oldukça zordur. Bir anlamda ustalık ister. Tıpkı, “dün erkendi, yarın çok geç, şimdi” kararında olduğu gibi. Bu hafızalara kazınmış sözler, aslında hem güçler dengesini, yani durumu hem de kitlelerin ruh hâlini birlikte, birbiri ile bağı içinde ele almanın sonucudur.

Seçimlerin sonrasında ortaya çıkan “hayal kırıklığı”, aslında bir anlamda “derindir”, bir anlamda da sanıldığı kadar derin değildir. Değildir, çünkü, “hayal” ne idi sorusu ortadadır. Hayal, CHP’nin başkanının “partisiz cumhurbaşkanı” olması, “liyakatli kadrolar”ın göreve gelmesi, “en azından açıktan yasaların çiğnenmemesi” ve en önemlisi herkes için çekilmez olan bir kişi hâline gelmiş olan Erdoğan’ın, TV kanallarından izlenmesinin son bulması şeklinde idi.

Kitleler, solun büyük kesimi dâhil, “demokrasi” diye ikna edilmişti ama “demokrasi”den bekledikleri, daha çok Erdoğan’ı görmemek, yalanın, karanlığın dozunun azalması idi. Yani, öyle ahım şahım bir “demokrasi” hayalleri ya da beklentileri bile yoktu.

İşçi sınıfı, emekçiler, ama onlardan önce sol, Kürt hareketinin büyük bölümü, minimuma ikna edilmişti. Ölümü gösterip sıtmaya razı etme budur.

“Hayal” bu denli derinlikten yoksun olunca, “hayal kırıklığı” da o denli derin olamaz.

Bu nedenle, bugün ortaya çıkan moralsizlik, aslında oldukça geçicidir. Daha çok bir kere daha gerçekle karşılaşmak gibidir.

Saray Rejimi, TC devleti, kitlelerin direnişini kırmak için, büyük bir algı operasyonu gerçekleştirmiştir. Bu, CHP ve Millet İttifakı’nı da Saray’ın parçası olarak ele almak şartı ile, Saray eli ile yapılmıştır. Saray’ın copu, sopası, TOMA’sı, hapisi, yargısı, basını, karanlığı direnişi durdurmaya yetmeyince, bu kez CHP eli ile, “bak bunlar iç savaş çıkartır” (sanki iç savaş yokmuş gibi), “bak bunlar olağanüstü hâl ilan eder” (sanki yokmuş, sanki olağan hâl yaşıyormuşuz gibi) korkutması ile kitleler evlerine, eylemsizliğe mahkûm edilmek istenmiştir.

Ve bir bütün olarak sol, içinde Yeşil Sol da dâhil, bu politikanın bir çözüm üreteceği, Erdoğan’ın gidip, Kılıçdaroğlu’nun geleceği hayalini kitlelere ulaştırdı.

7 Haziran 2015 seçimleri unutuldu. 1 Kasım 2015 seçim süreci unutuldu. Bu ülkede, Saray Rejimi koşullarında “demokratik seçim” olacağı vaat edildi. Buna inanmamız istendi. Ekmeleddin vakası, İnce vakası, Kılıçdaroğlu vakası ile tekrarlanmayacak sanıldı.

Kitlelere denildi ki, sandığa git, oyuna sahip çıkacağız. Müşahit koyacağız vb. Peki ama hırsıza nasıl güvendiklerini bize anlattılar mı? Hayır.

İşte bu basit durumu kavrayamamak kitlelerdeki moral kaybının nedenidir.

Kazanılmış bir seçime bile sahip çıkma yeteneği göstermeyen CHP’nin, aslında seçimi çaldırdığı görülmek istenmedi.

Aday olması yasal olmayan bir adayın adaylığı kabul edildi. YSK’ye güvenmediklerini ilan edip, sonra YSK kararları ile hareket edildi. Seçimden çekilmek ya da seçimi sokağa taşımak diye bir fikir akıllarına gelmedi. Ama bunu akıl edenleri korkutmaktan geri durmadılar.

Kolay bir “zafer” vaat ettiler. Bir vaatten çok, bir duaya benzeyen tarzı ile seçim kampanyası yürüttüler. Kılıçdaroğlu, daha sağ, daha İslamcı, daha neoliberal olmak yolunda Erdoğan’la yarıştırıldı.

Bu açıkça akıl yitimidir.

Bu akıl yitimi, aslında ortaya çıkan moralsizliğin mücadeleden kaçkınlığa dönüşmesi için bir yol olarak organize edildi.

Ülke savaşa hazırlanmaktadır.

Efendiler bunu istiyor. ABD, NATO, savaş hazırlıklarından yana olduğu için, seçimlerde “milliyetçiliğin” arttığını ilan ediyorlar. Analizleri, okumaları bu yöndedir. Suçu halkta buluyorlar. Genleri ile oynanmış bir halk, ne olursa olsun Erdoğan’a oy veriyor, diyorlar.

Oysa doğru değildir.

Seçim, hep birlikte, ortak bir çaba ile, çalınmış ve efendilerin istediği gibi bir sonuç ortaya çıkmıştır. Burjuva muhalefet, seçimi meşru ilan etmiş ve sonuçları kabul etmiştir. Hırsızın çaldığı yanına kâr olarak kalmıştır.

CHP, öylesine bir sağ parti hâline gelmiştir ki, AK Parti’den farkı yoktur. Ve doğrusu, 2015 seçimlerinden bu yana gerçekleşen her seçimi çalan Saray iken, bu seçimi çaldıran CHP’dir. Burada başarı CHP’ye aittir.

İşte “hayal kırıklığı”nın kaynağı, her şey bu denli açık ve net iken, CHP’ye inanmış olmaktan geliyor.

Saray’ı, devlet kadrolarını, liyakat sahibi olmamakla eleştirdiklerinde, ısrarla bunun yanlış olduğunu, bunun çocukça bir yalan olduğunu söylüyorduk. Hırsız, kendisi gibi hırsız olanı yanına alır. Bu da liyakat sistemine son derece uygundur. Yağmacı, işini kolay kılacak kişileri kadro olarak alır. Rantçı, kendisine en uygun ve yararlı kadroları işe alır. Savaş müptelası, yanına katilleri toplar. Bunların hepsi, tam da onların düşündüğünün tersine, tüm liyakat sistemlerine, son derece uygundur.

Şimdi, Halk TV’si, Sözcü’sü vb. hep birlikte, Bakanlar Kurulu’nda meydana gelecek değişikliklerin “faydalı” olacağını empoze etmektedirler. Erdoğan’ı ikna etmek istiyorlar, “bak halk sana yarı yarıya destek verdi, sen de ona göre, kalan yarıyı üzme” diye akıl veriyorlar. Oysa bu akıl veriş, baştan aşağıya saçmadır, ikiyüzlücedir ve halkı kandırmaya yöneliktir. Dün bitmiş bir ekonomiden söz edenler, şimdi iyi kadroları göreve getirecek Erdoğan’dan umutludurlar. Dün, yasaların ayaklar altına alındığını yazıp çizenler, şimdi asgarî demokrasiden söz ediyorlar. İkiyüzlülüğün bu kadarı, çok ender görülür.

Beyler, siz dün diktatör dediğiniz adamdan mı medet umuyorsunuz, yoksa halkı kandırmak için yeni Saray oyunları peşinde misiniz?

Mesele açıktır.

1

TC devleti bir sömürgedir. Burada seçim, efendilerin sandıktan önce seçtikleri ile yapılır. Sandıktan çıkan, sandığa atılan değildir. Bu nedenle, “seçim demokrasisi” bitmiştir. Sistem, bunu tüketmiştir ve derinde var olan hile ve hırsızlık kuşkusu, siz ne derseniz deyin bir reel bilgidir, gerçekliktir.

2

Ülkenin parlamentosu sadece göstermeliktir, hiçbir hükmü yoktur. Aynı şekilde ülkede Bakanlar Kurulu vb. diye bir şey yoktur. Saray vardır ve Saray Rejimi, yeni süreçte restore edilmek istenmektedir.

Seçimler, Saray Rejimi’ni meşrulaştırma girişimidir.

3

Bakanlar Kurulu, Saray’dır. Meclis değil, yetki sahibi Saray’dır. Efendilerinin, emperyalist odakların, ABD ve NATO’nun tanıdığı tek yer Saray’dır.

4

Ülke ekonomisi yağma, rant ve savaş ekonomisine dayalıdır. Bu savaş ekonomisi, bu yağma, bu rant ekonomisi daha da gelişecektir.

Savaş ekonomisi daha fazla öne çıkacaktır.

5

Seçimler ile yaratılan hava, aynı zamanda savaş hazırlığı havasıdır. Milliyetçilikten vb. dem vurmalarının nedeni budur. Herkesin gördüğü, izlediği videolarda, yeşil pasaport meselesi anlatılmaktadır. TC devleti, Saray Rejimi, yeşil pasaportları, IŞİD’ci, İslamcı, Afgan vb. paramiliter güçlere dağıtmıştır. Bunlar, Ukrayna, Avrupa, Kafkaslar ve Suriye bölgelerine dağıtılmıştır. On binlerce paramiliter güçten söz edilmektedir. Bunlara 2 bin dolar maaş verilmektedir. Bu sadece TC devletinin değil, aynı zamanda CIA’nın ve NATO’nun operasyonudur.

Ülke bir tetikçi olarak, emperyalist Batı adına savaşa hazırlanmaktadır.

Her savaş bir iç savaştır.

Ülkemizde iç savaş zaten vardır.

İşte bu durumu bize göstermektedir.

Bu koşullarda, “moral” kaybı ile kitlelerin bir dinginleşme sürecine girdiği doğrudur. Ama bu derin bir süreç değildir.

Zira, kitleler, kendilerine sunulan “kolay kurtuluş” yolunun olmadığını görecektir. “Kolay kurtuluş”, sadece sandığa gidip oy vererek, hadi bir de sandık başlarında bekleyerek, riske girmeden sağlanacaktı. Bu yalana inanmak isteyenler, mücadele etmek yerine bu kolay yolu seçenler elbette çoğunluktaydı.

Ama şimdi, seçim sonuçları ortadadır.

Seçimler meşru değildir.

Sandığa giderek, hadi bir adım daha “büyük özveri” imiş gibi sandıkta nöbet bekleyerek, demokrasinin gelmeyeceği anlaşılmış, hırsızın bu yolla hırsızlık yapmasının önlenemeyeceği kavranmıştır.

Bu henüz bir bilinç durumuna, yüzeye çıkmamıştır. Ama bu durum, herkesin bildiği bir şeydir. Her işçi, her emekçi, her kadın, her genç, aslında hırsızlığın, hırsızdan söz alınarak, onun sözüne güvenerek, sandıklara nöbetçi koyarak engellenemeyeceğini bilmektedir.

Sokağın ve direnişin yolunun, tek gerçek yol olduğu, bunun riskli bir mücadele yolu olduğu, bunun kolay bir süreç olmayacağı, artık açıktır.

Biz devrimci sosyalistler, kimseye, hiçbir işçiye, hiçbir kadına, hiçbir gence, kolay ve risksiz bir zafer yolu önermiyoruz. Hayır, biz yalanlara sarılmıyoruz, tersine, işçileri gerçeğe, gerçeğin kendisine sadık kalmaya çağırıyoruz.

Bu şaşkınlık geçecektir.

Taşlar yerine oturacak, sis perdesi aralanacak, gerçek bir kere daha tüm sıcaklığı ile, tüm ağırlığı ile kendini ortaya koyacaktır.

Direniş yolu, gerçek bir yol olarak adım adım kendini geliştirecektir.

Evet, bugün, solun büyük bir kesimi, kitlesel olarak sağa kaymıştır, gerçek durumdan kopmuştur, kendini kolay zafer vaatlerine inandırmıştır. Dahası işçileri, emekçileri, gençleri, kadınları da buna inandırmak için canhıraş bir çaba sarf etmiştir.

Bu yeni bir engeldir.

Gelişecek toplumsal muhalefetin önünde solun bu sağa kayma hâli bir fren işlevini görecektir.

Şimdi, bu aynı sol, bir ayrışma yaşayacaktır.

Solun bir kesiminin, tıpkı İkinci Enternasyonal’in, Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve süresince, kendi hükümetlerinin, kendi egemenlerinin savaş politikalarının yanında yer almış olması gibi, bugün de savaş yanlısı egemenlerin politikalarının yanında yer alacağı açıktır. Bunu bize, kitlelere, “vatanı savunmak”, “ulusal birliği ve ulusal çıkarları korumak” olarak sunacaklardır. Dün, Erdoğan’ın gitmesi birinci mesele idi ve CHP’nin kuyruğuna takıldılar. Biz devrimcileri, Erdoğan’a destek vermekle suçladılar. Oysa kendileri bu desteği vermiş oldular. Bugün de bize, egemenlerin savaş politikalarına, “vatanı korumak” adı ile destek vermeyi anlatacak, vatanın tehlikede olmasını birincil sorun olarak sunacaklardır.

Ama bir bölümü, elbette bu zehirli milliyetçiliği görecek ve tutum almaya yönelecektir. Bu, yeni ayrışma noktasıdır.

İşçi sınıfının mücadelesi enternasyonalist bir mücadeledir. İşçilerin vatanı yoktur. Dünyanın tüm işçileri kardeştir.

Onlar bize bunun tersini, son derece alımlı kelimelerle, son derece süslü nutuklarla anlatmaya çalışacak, işçileri mücadelede diz üstü çöktürmek için egemenlerin maşası olmayı sürdüreceklerdir.

Bu eski bir politikadır.

Eski olmasına rağmen etkilidir de.

Peki ne olacak? Savaşta kimler, kimlerin çocukları ölecek? Savaş bütçelerinin yükü kimlerin sırtına yüklenecek?

Bu durum, işçilerin, emekçilerin, kadınların ve gençlerin yaşamını daha da çekilmez kılacaktır.

Direnişler, adım adım, yeniden moralleri düzeltecektir.

Su akacak ve yatağını bulacaktır.

Suyun her zaman gözle görünür bir akışı olmayabilir. Ama ne olursa olsun, su kendine bir yol bulacaktır. O büyük nehirler hâline gelmeden de, bu yolda ilerleyecektir, bugün de ilerlediğinden zerrece kuşkumuz yoktur.

Her şeyi çalmayı becerenler, onurumuzu, mücadele azmimizi de çalmaya çalışacaklardır. Moralimizi, değerlerimizi de çalmaya çalışacaklardır. Bunu önlemenin yolu açıktır; direniş, direniş, direniş.

İşçiler, emekçiler, kadınlar ve gençler, direniş hattına bir kere daha, daha ağır adımlarla, daha vakur bir hâlde, daha büyük bir inatla yüklenmek zorundadır.

Daha büyük dalgalar, denizin daha durgun olduğu dönemlerin ardından gelir. Bu nedenle umutsuzluğa yer yoktur.

Umut, bizim kendi mücadelemizden, kendi direnişimizden, kendi eylemimizden, kendi örgütlenmemizden gelir.

Bu sisteme karşı kararlı bir direniş, ancak gelişmiş bir örgütlülükle mümkündür.

İşçi sınıfının, kadınların ve gençlerin, daha gelişmiş ve daha sağlam bir örgütlenme için devrim saflarına yönelmesi dışında yol yoktur.

Bu elbette ki kolay bir yol değildir. Zaten biz de kimseye bunun kolay olacağını söylemiyoruz. Biz kimseyi kolay bir yola çağırmıyoruz, onurlu bir yola çağırıyoruz, mücadele etmek için çağırıyoruz.

Şimdi, daha sağlam bir örgütlenme, daha kararlı direnişlerin zamanıdır. Şimdi sokakları özgürleştirmenin zamanıdır.

Daha derin bir kavrayış olmadan, daha sağlam bir bilinç olmadan, gerçeği olduğu gibi görmekten güç almadan, daha cesurca mücadele geliştirilemez. Bu ise, her şeyden önce sakin olmayı, öfkemizi kusmayı değil, onu biriktirmeyi gerekli kılmaktadır.

Mücadelenin daha da sertleşeceği, sınıf mücadelesinin daha da öne çıkacağı, buna bağlı olarak cephelerin daha da netleşeceği bir süreç içindeyiz.

Seçimler ve sandık ile sistemin değişmeyeceği artık bir toplumsal gerçekliktir. Kitlelerin giderek daha geniş kesimleri, bugün yaşadıkları bu moral kaybı içinde, bu durumu daha da net anlayacaktır. Bunun olanakları vardır.

Devrimci görev, gelişmekte olan, durulup geri düşse de sürmekte olan direniş hattını daha da geliştirmek, onu örgütlü bir yapıya büründürmek ve ülkenin her yanına yaymaktır.

Su akar yatağını bulur. Bunda kuşku yoktur. Devrimci görev, sadece bunu anlamak değildir, aynı zamanda bu suyun gücünü, etkili ve hedefe doğru kullanabilmeyi başarmaktır.

Ekonomik kriz, toplumsal bunalım daha da ağırlaşacaktır. Bu bunalım, egemenin bunalımıdır ama tüm toplumu sarmıştır. Ortaya çıkan moral kaybının esas kaynağı, doğru mücadele araçları geliştirememekten, yetersiz örgütlenmeden ya da örgütlenmenin yetersizliklerinden kaynaklanmaktadır. Çözüm de buradadır.

Artık ortada seçim diye bir süreç yoktur. Artık mesele, işçi sınıfının kendi gücünü örgütleme meselesidir. İşçi sınıfı, burjuva partilerin kuyruğuna takıldığında, bir hiç hâline gelmektedir. Artık işçi sınıfı bir “oy deposu” bile sayılamaz. Çünkü seçimlerin atılan oyla bir ilişkisi yoktur. Seçimlerde halkın neye göre nasıl tutum aldığı vb. yorumları, anlamsızdır. Ortada 2015’ten bu yana, burjuva anlamda bile bir seçim yoktur. Efendiler, seçim sandıklarını gömmüştür, parlamentarizmi bir kenara itmektedir. Bu sadece ülkemizde değil, dünya kapitalist sisteminde açık bir eğilimdir.

Bu nedenle, işçi sınıfı, bağımsız bir güç olarak sahneye çıkmak zorundadır.

Siyasal arenaya bağımsız bir güç olarak çıkmak istiyorsa işçi sınıfı, devrimcileşmek, devrimci bir örgütlenmeye girişmek, saflarımıza katılmak zorundadır. İşçi sınıfı, ancak devrimci sosyalist bir çizgi ile bağımsız bir güç olarak siyasal arenada yer alabilir. Bunun dışında işçi sınıfının çıkarlarını dile getirmesi mümkün değildir.

Toplumsal mücadelede bazan günler, yıllara bedeldir. Önümüzde bunun birçok örneğinin ortaya çıkabileceği günler durmaktadır.

Yaşam, üzerinde yaşadığımız topraklarda son derece hızla akmaktadır.

Dünyayı sarmakta olan ve kaynağı Batı emperyalizmi olan savaş politikaları, bölgemizde yoğunlaşmış durumdadır. En azından bölgemiz bu savaşın, bu paylaşım savaşımının odaklarından biridir. Batı’nın Rusya ve Çin’i sömürgeleştirme hedefi, en çok onların çevresini sarma politikaları ile ortaya çıkmaktadır. Bu durum, bölgemizin her alanını savaş alanı hâline çevirmektedir.

Halkların kardeşliği, işçi sınıfının enternasyonalist yolunda bir anlam ifade eder. Yoksa halklar, efendilerin elinde birbirine karşı savaştırılmaktadır.

Üzerinde yaşadığımız coğrafyada, Kürdistan da dâhil, sınıf çelişkileri öne çıkmaktadır. Ayrışma bu sınıf çelişkileri üzerinden yürümektedir. Bu nedenle halkların kardeşliğini, işçi sınıfının enternasyonalist yolu ile anlamlı kılmak mümkündür. Bu, sanıldığından daha fazla kritik bir durumu ifade etmektedir.

Bölgemizde, bir devrim mayalanmaktadır.

Bu devrimin zaferi, enternasyonalist bir örgütlülükten geçmektedir. Egemenin milliyetçilik zehrine karşı panzehir, enternasyonalist devrimci mücadeledir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz