Ekonomik kriz mi?

Bir hayli derecede “linç edilmek”ten korktuklarını, “troller”den korktuklarını, kısacası, Erdoğan’ın hışmından korktuklarını da biliyoruz. Bu nedenle, ekonomik durum, kriz vb. üzerine tek satır bir ciddi yazı bulmanız mümkün olmuyor desek yeridir.
Mevcut koşullar nedeni ile TÜSİAD’a önerimiz, ekonomik durumu, krizi vb. anlatan bir “illegal” yayın çıkarmalarıdır. Öyle ya “telefon dinleniyor mu”, “söylediklerim Reis’in kulağına gider mi”, “acaba MİT beni mi izliyor”, “bir anda FETÖ’cü damgası yersem ne yaparım” diye düşünmeye gerek yok. Adam gibi, bir illegal yayın çıkarın olsun bitsin. Burada da bir sorun var elbette, mesela bu illegal yayında kim yazacak, örnek olsun Rahmi Koç, bizzat kendisi mi yazacak? Eczacıbaşı ailesi, buraya aileden birini mi verecek? Ya Sabancılar, onlar ne yapacak? Amerika’da hükümet politikalarını desteklemek için sergiler açan Koç-Sabancı aileleri, acaba bu illegal yayını nasıl desteklemeli? Aydın Doğan için, bu fikir (merak etmeyin telif hakkı istemiyoruz, bila ücret bu önerileri geliştirdik), çok da yerinde olur. Hürriyet’i kapatır, böylece, kendi “onuru” ile kapatmış gibi olur. Böylece Ertuğrul Özkök için yeni bir sayfa açılmış olur ve Özkök, illegal derginin “Dönme Derviş” ismi ile yayın yönetmeni olur. Toplam kaç aileler, 400-500 mü? Her biri artık işin bir ucundan tutar. Ne var, siz ülkenin tekelleri, sizin de haklarınız yok mu, buyurun, sansürsüz yazın. Ama illegal derginizi sakın yakalatmayın, zira OHAL olsun olmasın, yayın yönetmeninin, yazarlarının işkenceden geçme durumu vardır.
Elbette, bir-iki ekonomik yorum yazan var. İsim vermeye gerek yok, zira çoğu, Jöleli’nin taklidini yapmayı sever. Çıkar konuşurlar ve mevcut durumun en iyi durum olduğunun, bu çiftliğin kralının Erdoğan olduğunun altını çizerler. Reisin lafının üzerine laf olur mu? Bu yazarların, yazıp ya da konuşup bitirdikten sonra, evlerine dönünce, çocuklarına, “allah canımı alsa da ekonomi okumamış olsaydım” dedikleri söyleniyor. Çocuklarının da bunlara, “babacığım, anacığım, sorun ekonomi okumanda değil, sorun aklında ve yüreğinde” diye yanıt verdikleri söylenenler arasında.
Mesela dolar mı yükseliyor; “efendim tüm dünyada yükseliyor.” Peki ya euro yükselişi; “efendim bize operasyon çekiyorlar.” Bu iki cümleyi ardarda söyleyen bir kişinin zekâ düzeyini tespite ihtiyaç olduğu açıktır. Ama durum da böyledir.
Ekonomistler, onların yazdığı gazeteler, sistematik olarak yalanlar yazmaktadır. Ülkede istatistik yolu ile yalan söylemek için milli gelir hesaplama yöntemleri değiştirilmekte, ama bu, haber bile olmamaktadır.
İşte bu nedenle, biraz olsun, ekonomik durum üzerine tartışmak faydalı olacak kanısındayız.
Neden çok yol ve neden inşaat?
Önce bu sorudan başlayalım. Zira diyorlar ki, bu kadar yol yaptık, bu kadar otoyol yaptık, köprü yaptık, denizin altından tünel yaptık. Bundan başka sayacakları bir şey olsa idi, bunu mutlaka bir solo, 100 koro şeklinde söylerlerdi. Başka bir şey yoktur.
İnşaat, ihaleler yolu ile devlete bağlıdır. Devlet olanakları, aynı zamanda müteahhitlerin büyük oranda Bilal Erdoğan’a bağlanmalarına olanak vermektedir. Arsalar, büyük oranda hazinenindir ve TOKİ, projelere ortaktır. Belediyeyi de devlet çarkı içinde değerlendirmek gerekir. Zaten, belediyelerden sorun çıkacağı, işin bitirilemeyeceği düşüncesi var ise, iş hemen Çevre Bakanlığı’na devredilmektedir. Eski Çevre Bakanı, o meşhur saatinin sorun olduğu günlerde, açıkça, Erdoğan ne dedi ise ben onu yaptım, demişti. Ki muhtemelen doğrudur. TOKİ, yüzde diyelim ki elli ile ihaleyi, diyelim ki Ağaoğlu’na vermiş olsun, Ağaoğlu, gerçekte bu projede yüzdecidir. Sonunda yüzde on alır, kâr Bilal üzerinden kurulu çarka gider, yani Reis’in kasasına gider. TOKİ üzerinden elde ettikleri de cabasıdır.
Böylece, inşaat-ihale süreci, büyük ölçekli rant alanları demektir ve bu nedenle, bu alana bilinçli yönelmişlerdir. Bu yolla, kısa sürede zenginler yaratmak, büyük rant vurgunları vurmak mümkündür. Bu yüksek rant, aynı zamanda yeni zengin bir kesim yaratmak da demektir. Reis, Erdoğan, bu sonradan görme Mehmet Cengiz tarzı zenginlerle, Ağaoğlu tarzı zenginlerle rahatlıkla anlaşabilmektedir. Zira konu açıktır, biat edeceksin, yüzdeni alacaksın, işi de yapmış olacaksın.
Bu tarz inşaatın bir sonu var elbette. Konutların banka kredileri ile satılması gerekiyor. Erdoğan bizzat bankalara baskı yaparak, kredi faizlerini düşürttürüyor. Böylece çarktaki teklemeler aşılmak isteniyor. Ama yine de bir sonu var. Son üç yıldır, ne kadar tersini söyleseler de, konut satışları, konut üretiminin altındadır ve fiyatların düşmemesi büyük ölçüde Erdoğan ve ailesinin baskılarına bağlıdır. 2016 yılının mesela Ekim ayında, dairesine 1,5 milyon TL isteyen bir müteahhite, banka olmadan 800 bin öneren kişiler evlerini bu fiyattan alabilmekteydi. Bugün bu daha da fazla geçerlidir.
Öte yandan, kredilerde meydana gelecek bir ödeme sıkıntısı, bir çarpan şeklinde yayılırsa, bankalar, ellerinde ipotekli konutlar ile kalacaklardır. Bugün, Aralık 2016’da, bazı bankaların, parası olduğunu düşündükleri müşterilerine, sanki bir yakınlarının konutunu zorunlu satma durumu varmış gibi bir hava yaratıp, konut satmaya çalıştıkları biliniyor. Yakında, bankalar, ellerinde bir sürü konut ile kalakalacaklardır. Bu konutların satılması asla eski fiyatlardan olmayacaktır. Bizim tahminimiz, 3’te birine düşeceğidir. Yani 900 bin liraya satılan bir konutun, 300 bin TL’ye düşeceğinden söz ediyoruz. Özellikle konut fiyatlarının aşırı değerlenmiş olduğu semtlerde bu düşüş daha büyük olacaktır. Konut sektörünün bu şişme balon gibi “büyümesi”, gerçekliğe dayanmamaktadır. Bu, sadece bir rant paylaşımına aracılık eden bir yoldur.
İnşaat sektörünün, yeni zenginler yaratmaya, Mehmet Cengiz’ler oluşturmaya en yatkın yönü, otoyollar, köprüler, havalimanı projeleridir. Mehmet Cengiz’ler ya da onun gibi müteahhit kesiminin ayırt edici özelliği, devlet ihaleleri ile beslenmeleri ve Erdoğan’a kişisel biatlarıdır. Bu olmadan, bu devlet ihalelerinin Saray tarafından kontrolü de gerçekleştirilmiş olmaz. Saray, ihale kanunları ile, her düzeyde ve her şekilde oynayarak, tüm sistemi kendine bağlamıştır. Bilal’in başında olduğu vakıf, bu yolla gelen “bağışlar” üzerinden devasa bir şirkete dönüşmüştür.
Otoyollar ve köprüler ya da “dev” projeler, her açıdan bir kaymak gibidir. Sadece yolun ya da projenin yapımından para kazanılmamaktadır, aynı zamanda projenin finansmanından da büyük paralar kazanılmaktadır, aynı zamanda yap-işlet-devret yolu ile de büyük paralar kazanılmaktadır.
Bu projelerin, örneğin Üçüncü Köprü, Avrasya Tüneli, Üçüncü Havaalanı projeleri, bunun gibi belki daha başkaları da, hazine garantisi ile kredilendirilmektedir. Örneğin, Avrasya Tüneli, gerçek anlamda açılmasından 45 gün önce açılmıştır. Bir yandan içeride çalışmalar hâlâ sürmekte iken, bir yandan da tünel açılmıştır. Bu açılış, yapımcı firmaya ne avantaj sağlamaktadır? Birincisi, firma, devlet garantisi ile almış olduğu krediyi ödemeye başlamak durumundadır. Bu kredi ödemesi, tünelden gelecek gelire endekslidir. Kredinin ödenmesi için, tünelden geçecek minimum günlük araç sayısı (mesela 68 bin araç) belirlenmiş ve bu araç sayısının altında araç geçerse, devlet, hedeflenen araç geçmiş gibi firmaya ödeme yapmaktadır. Yani, ister kar yağsın trafik bomboş olsun, ister bir afet nedeni ile giden gelen olmasın, her gün bu ücret, hazineden aktarılmaktadır. Kredi alırken, bir firmaya devlet garantisi sağlanmasının avantajlarını tartışmaya bile gerek yoktur. Demek ki, her açıdan bal ile yağ denilecek bir rant kapısıdır bu projeler. Aynı şey, Gebze-Yalova arasındaki köprü için, aynı şey Üçüncü Köprü için, aynı şey Üçüncü Havaalanı için geçerlidir.
Bu projelerin içinde olan firmalar, Erdoğan ailesine biat etmekte, bu yolla, kendi gelecekleri garanti altına alınmaktadır.
Kuşku yok ki, böylesi büyük rant organizasyonları, kendi gelecekleri için, çeteler, silâhlı gruplar da örgütlerler. Başka türlü, yarınlarından emin olamazlar. Bu firmaların tümü, bir yandan tatlı rantın tadını çıkarmakta, diğer yandan ise, pastanın büyüğünü reise vermeleri nedeni ile kin beslemektedirler. Kasetlere yansıyan küfürlerin, daha yansımayan bölümleri de olduğu sır olmasa gerek.
İnşaat alanından gelen bu ikinci grup rant, yani otoyollar, köprüler vb.den gelen rant, hazinenin de yağmalanması demektir. Bu durumun devam edebilmesi, herhangi bir iktidar değişikliği olmamasını da gerektirmektedir. Bu nedenle bu firmalar, ellerindeki çetelerle birlikte Erdoğan’ın arkasındadır, bir yandan kendisine küfürler savurmaktalar, diğer yandan ise varlığını devam ettirmesinden yana hareket etmektedirler. Bugün, devlet ile bu inşaat firmalarının birçok noktada iç içe geçtiğini söylemek abartılı olmaz. Bu inşaat firmaları ve diğerleri, devleti tamamen hortumlamakta oldukları için, ekonomi yönetiminde özel bir yere de sahiptirler.
Bu süreç, tek başına devletin kasasını boşaltmaya yeterlidir. Ama dahası var elbette.
Neden savaşı, bu denli seviyor Saray ve TC devleti?
Savaş, hem içeride, hem de dışarıda büyük maliyetler demektir. IŞİD’den elde edilen ve son bir senedir artık edilemeyen petrol geliri, bu savaş harcamalarına kullanılmış değildir. Savaş nedeni ile, bir büyük rant kapısı açılmış, bu kapıyı da doğrudan Albayrak ve Erdoğan aileleri yönetmiştir. Anlaşılan o ki, Koç ve Doğan aileleri de buradan bir pay almışlar. Tüm tekeller, savaş nedeni ile oluşan ranta göbekleme dalmak istemişlerdir. Ama Erdoğan’ın eskisi gibi 500 aileyi düşünmekten öncelikli işleri vardır. Bir kere kendisi bizzat bunların arasına girmek istemektedir.
Suriye savaşı nedeni ile doğan rant, ilkin, IŞİD petrollerinin satışı demektir. Bunun son bir yıldır artık işe yaramadığı, Rusya’nın savaşa dahil olması sonrasında bu petrol sevkiyatı ve satışının eskisi gibi sürmediği biliniyor. Tüm rant bu demek değildir. İkincisi silâhtır. Türkiye bu silâh satışında ünlü MİT tırları davalarında da görüldüğü gibi büyük rol almıştır. Söylenenler, giden tır sayısının 30 binin üzerinde olduğu yönündedir. Elbette insan kaçakçılığı, ilaç ve eroin ticareti vb. gibi daha birçok rant alanı vardır. Mesela en son, Albayrak ailesine İHA siparişi verilmiş ve adet başına 36 milyon TL ödeme yapıldığı anlaşılmıştır. Bu İHA’ların maliyetlerinin ne kadar olduğu, mesela bunu neden Aselsan’ın yapmadığı, hatta bu ihalenin nasıl Erdoğan’ın damadına verilmiş olduğu acaba açık mıdır?
Bu rant geliri, elbette firmalara, kişilere, tekellere sağlanmaktadır. Ama işin maliyetine gelince, maliyeti, devlet hazinesinden, bütçesinden ödenmektedir.
Acaba, yıllar itibarı ile, özelleştirmeden elde edilen gelirlerin miktarı bir sır mıdır? Elbette ki değildir. 62,5 milyar dolar olduğu yazılıp çizilmektedir. Peki, acaba, 2011’den bu yana ya da Suriye savaşını baz alalım, kesin tarih olsun, bu savaştan bu yana, örtülü ödenekten yapılan harcamaların tutarı nedir? Bu 62,5 milyar doları çoktan geçmiş midir? Örtülü ödenek harcamaları, acaba SADAT AŞ gibi organizasyonlara mı gitmektedir? Örtülü ödenek, Kürt halkı başta olmak üzere halklara karşı yürütülen savaşın finansmanında da devrededir. Saray ve devlet, yeni bir kontr-gerilla, yeni bir gladio organizasyonu için devrededir.
Demek ki, sadece doğanın, sadece çevrenin yağmalanmasından değil, aynı zamanda hazinenin yağmalanmasından da söz ediyoruz demektir.
Hazinenin yağmalanmasında uygulanan bir başka metot da, seçim vb. çalışmaların, Erdoğan lehine olacak şekilde finansmanıdır. Bu, birçok kere kömür dağıtımı, maaş bağlanması vb. ile gündeme gelmiştir. Bir tür rüşvet uygulaması ile, kendilerine bir geniş çevre kazanma peşindedirler. Ama bu gruba giren harcamalar, Saray’ın elektrik masrafları ile bile kıyaslanamazdır.
Bu her iki alanda da yolun sonuna geldiklerini, hepsi birlikte görmektedirler. Hem projeler açısından, hem de konut açısından inşaat sektörü geleceği yere gelmiş, artık sıkıntı su üstüne vurmaya başlamıştır. Devlet kasasından bu şirketlere öncelik verildiği noktada, başkalarının ödemeleri yapılamamaktadır.
Peki ülke ekonomisi denilince sadece bunlar mı ele alınacak? Elbette hayır? Mesela tarıma bakalım.
Pamuk üretimi, tütün üretimi ne durumdadır? Acaba bu alanlarda devletin desteği var mıdır? Elbette yoktur ve tam tersine bu alanlar bitirilmektedir.
Son dönemde çıkan KHK’lardan biri ile, pancar üretiminin yasaklanması, sınırlandırılması söz konusudur Pancar üretiminin, ABD’den ithal edilen şeker şurubu veya benzer adlarla çağrılan ürünün satışının artırılması için yasaklandığı açıktır. Üstelik bu şeker şurubu denilen şey, kanserojen ve sağlığa zararlı olarak ün yapmıştır. Avrupa ülkelerinin çikolata üretimlerinde bile bu ürünün %1’in üzerinde kullanılması yasaktır. Ülkemizde, çikolata fabrikalarında %16 oranında kullanıldığı söylenmektedir. Demek oluyor ki, pamuk, tütün, pancar artık yok. Bu ürünleri öncelikle niye sayıyoruz? Çünkü bunlar, tarımsal bir sanayi de gerektirir. Ve tarımsal sanayi, planlı olarak, 20 yıldır bitirilmektedir. Bu süreç AK Parti döneminde çok daha hızlanmıştır. Şeker fabrikalarının, Tekel’e bağlı fabrikaların başına gelenler bilinmektedir. Aynı şey kâğıt fabrikalarında da geçerlidir.
Hayvancılık için konuşacak olsak, durum acaba nedir? Diyelim ki, 30 yıl önce hayvancılık açısından kendine yeterli bir ülke iken Türkiye, şimdi etin dünyada en pahalıya tüketildiği, tüketilemediği bir ülkedir.
Bugün, belli bir anlamlılıkta devam eden otomotiv sanayiidir, ki buradaki fabrikaların çoğu, yabancı ortaklıdır. Otomotiv sanayiinin ihracatı diye gösterilen rakamlar, gerçekte bu firmaların, Avrupa veya ABD’deki merkezlerine yapılan satışlardır.
Tekstil sanayiinin, her geçen yıl küçüldüğü biliniyor.
Tüm bunlar yıllar içinde yok edilirken, ülkede en çok öne çıkan turizm sektörü olmuştur. Turizm, aslında aynı zamanda üretimden kopmanın da yollarından biridir. İnşaat ve turizm sektörü, üretim alanın terkedilmesinin de işaretidir. Turizm alanında 2016 yılının çok da iyi geçmediği bilinmektedir. Saray, kendi çıkarlarının peşinde o kadar fokuslanmış ki, Suriye savaşının Türkiye turizmini etkileyeceğini görememiştir ve ne yazık devletin hiçbir kurumunda da böylesi bir öngörü yoktur. 2016 yılı, 2017 yılının yanında, parlak bir yıl olarak kalacağa benzemektedir. Zira, dünya çapında rezervasyonların daha çok kış aylarında, mesela Ocak ayında, mesela Aralık ayında yapıldığı bilinmektedir. Antalya, turizmin simge şehri olduğu için Antalya diyoruz, önümüzdeki süreçte en büyük iflasların yaşanacağı il olacaktır.
Ülkenin en canlı sektörü, eroin sektörüdür. Öyle olduğunu tahmin ediyoruz. Sürekli olarak uyuşturucu kullanma yaşının 12 yaşlara indiğinden söz edilmektedir. Anayasa değişikliği ile, fiilî durumu hukukî hâle getirelim, Erdoğan’ın sürekli hukuk dışına çıkmasını önleyelim diyenlere duyurulur, fiilî durum şöyledir, ülkede uyuşturucu kullanımı çok yaygınlaşmıştır, özellikle İslamî çevrelerde bu oran hızla yükselmektedir. Lise çocukları uyuşturucu kullanmakta, dahası bu okulların içlerinde satılmaktadır. Bu çocukların, sürekli hukuk dışına çıkmasına son verin de gelin uyuşturucu kullanımını, Bahçeli’nin aktif desteği ile, hukukî hâle getirin.
Tüm bunlardan sonra, son aylarda doların ve euro’nun hızlı artışını ele almak mümkündür.
İlkin, doların ve euro’nun artması diye bir durum yoktur. Durumun doğru adı, TL’nin değer kaybetmesidir. TL, sadece dolar, sadece euro karşısında değer kaybetmiyor, mesela yuen karşısında da, mesela yen karşısında da, mesela ruble karşısında da, mesela pound karşısında da değer kaybediyor. TL’nin değer kaybetmediği para birimi var mıdır? Öyle ise işin adı doların yükselmesi değildir.
İkincisi, bu değer kaybının kaynağı, bir ekonomik operasyon değildir. Tersine, TC’nin ekonomik dengelerinin bozuk olmasıdır, cari açığının fazla olması, borçlarının oldukça fazla olması, tüm ekonominin dolar ve euroya endekslenmiş olmasıdır. Bir ülkenin cumhurbaşkanının 200 bin dolar bozdurup, bunun makbuzunun mecliste gösterilmesi, hukuken suç değilse de ahlâken rezillik olmalıdır. Bu yolla açılacak kampanyalarla işlerin değişmesi mümkün görünmemektedir. TC devletinin hazinesi, 29 Kasım 2016’da maaşları ödeyecek durumda değil idi. Vergi affı yolu ile gelen paralar sayesinde hazineye bir miktar para girişi olmuştur. Bunun ne kadar işe yarayacağı da tartışma konusudur. Devlet, kendi kullanımı dışında olan fonları da kanundışı bir tarzda, korsanca kullanmaktadır. İşsizlik fonu böyle kullanılmaktadır. Devlet, hâlâ, sürekli toplanabilir olan vergileri artırarak, harçları vb. artırarak kasasını doldurmak istemektedir. Bunun dışında yol kalmamış gibidir.
Bu durumun kendisi, Suriye’deki savaş, Kürt halkına karşı savaş ve OHAL uygulamaları, ekonomik yağma, rant üzerine kurulu sistem nedeni ile, gelecek beklentileri yok etmektedir. Yani, mevcut durum TL’nin değer kaybına neden olmaktadır.
TL’nin değer kaybı, öyle son aylarda gerçekleşen kadar değildir. Daha da fazladır. Geçen yıl, 2016’da toplam %15-20 arasında bir kayıp meydana gelmiştir, ama 2015’te kayıp %20’leri geçmiştir. Bu üst üste, en azından iki hükümet devirecek ölçüde devalüasyon demektir. Hükümetin 2018 yılı sonunda öngördüğü dolar kuru, 1,87 TL’dir. Dolar, bunun iki katına doğru gitmektedir. Ve daha 2018’e epey zaman vardır.
Bu ekonomik kriz, en başta, ülke içinde uygulanan ekonomik politikalara, daha doğrusu yağmaya, ülke içinde yürütülen savaş uygulamalarına ve dışarıda savaş politikalarına bağlı olarak gündeme gelmiştir. Öyle geçici bir dalga da değildir. Daha derin ve daha şiddetlidir.
Bugünden, 2016 yılının sonunda, birçok firma eleman çıkarmaktadır. Örneğin ilaç firmaları, krizden en az etkilenenler olarak daha geç eleman çıkarırlar. Bugün ilaç firmaları işçi çıkarma hazırlığındadırlar.
Krize karşı önlem olarak ortaya konan uygulamalar, aslında krizi halkın, milyonların üzerine yıkma uygulamalarıdır. Hem işsizlik, hem de bu uygulamalar, işçi sınıfının, emekçilerin hayatlarını daha da çekilmez hâle getirecektir. Asgarî ücreti artırmama tartışmalarına bakarsanız, asgarî ücretin çok küçük bir miktarda artacağını anlamak mümkündür. Tüm bunlar, halk için yaşamın daha da çekilmez hâle gelmesi demektir.