Çocuk gelinler sorununda dinin ikili rolü

Sorunun hâlâ yaygın oluşunun çok farklı nedenleri bulunuyor. Ancak bu nedenler arasında ataerki ile özdeş halde bulunan dini içtihatların rolünün çok büyük olduğu ve çoğu bölgede öne çıkabildiği söylenebilir. Dinin pek çok içtihadının (yorumunun/mezhebin/tarikatın vs.) ergen yaştaki evliliğe izin verdiği biliniyor. Dinin izin verdiği bir hüküm karşısında, çoğu zaman, devlet ve yasaların hükümsüz kalabildiği malumdur. Dinin, hem güçlü bir kimlik hem de önemli bir anlamlandırma yöntemi oluşu dolayısıyla, dinin icazetleri, kültüre damgasını vurabiliyor.

Diğer önemli bir nedenin ise çocuk tanımının –farklı toplumsal ve kültürel kesimlerde- farklı yapılıyor oluşudur. Dünyanın pek çok ülkesindeki yasalara göre 18 yaşından küçükler çocuk sayılıyor. Ancak, dünyanın hemen her tarafında çocuk, ergenlik öncesi yaşı kapsayacak bir biçimde tanımlanır. Bu yaş ise genelde 10-16 yaş arasını kapsar; sıcak bölgelerde, soğuk bölgelere göre daha erken yaşta ergen olunabilmektedir. Binlerce yıl boyunca olduğu gibi günümüzde de yapılan ergenlik törenleri, yetişkinliğe geçiş törenleri olarak algılanır; ki bu tür törenler genelde erkekler için yapılır.

Kız çocuklarının ise adet görmeye başlaması, yetişkin olduğu anlamına gelebilmektedir. Yani ergenliğe geçen bireyin üremeye hazır oluşu, onun yetişkinliğe ve dolayısıyla evliliğe hazır olduğu inancını hâkim kılabilmekteydi. Yanı sıra yakın tarihe kadar dünyanın dört bir tarafında, esasta, kızların 18-20 yaşında önce evlenmesi olağan sayılırdı; pek çok kültürde bu yaştan sonra evlenmemiş birisine “evde kalmış” gözüyle bakılabiliyordu. Hâkim olan uygulama kız çocukların
ergenliğe geçişten kısa bir süre sonra evlendirilmesiydi. Dolayısıyla bu inanç ve kültürün hâlâ etkilerinin yaygın olduğu söylenebilir.

Bu tür çocukluk algısı, liberal kültür ve medya aracılığı ile epey karmaşık hale gelebilmektedir. Ergenlerin ve özellikle liseli gençlerin cinsel ilişkiye girme özgürlüğünü savunmak ile bu özgürlüğün evlilikle sonuçlanmasının “kötü, yanlış, sapkınlık” vb. olarak algılanması, dini çevrelerde genelde tepki ile karşılanmaktadır. Evlilik ile ailenin kutsanması ve bunların eril niteliğiyle daha da karmaşık hale gelen çocuk algısı, modern hayatın çıkmazları ve karmaşası karşısında afallayan bazı ebeveynlerin, çocuklarının erken yaşta “başını bağlama” korkusu ile hareket etmelerine neden olabilmektedir. Özellikle namus inancının yoğunluğu, öncelikli olarak kız çocukların “başını bağlama” eğilimini güçlendirmektedir. Ataerkil kültürün/zihniyetin hâkim oluşuyla birlikte çocuk
yaştaki kızların evliliklerinin meşru görülmesi kolay olabilmektedir. “Atalarımızdan böyle gördük” inancıyla birlikte ise bu meşruluk artabilmektedir.

Bazı liberaller, feministler veya sosyalistlerce ataerki ve dine karşı mücadelede savunulması zorunlu sayılan cinsel özgürlük (yani evlilik dışı cinsel ilişkiye girme özgürlüğü)ile kadının kurtuluşunun “dinden kurtuluşa” indirgendiği yaklaşımlar, dindarlarda genelde tepki ve direnç üretebilmektedir. Liberaller, feministler ve sosyalistlerin bir kısmı böylesi bir özgürlüğün savunulmamasını, din ve ataerkiye karşı verilecek bir taviz ve dolayısıyla “gericilikle” uzlaşmak veya onlar karşısında geri adım atmak olarak değerlendirirken; dindarlar arasında ise böylesi bir cinsel özgürlüğün savunulması genelde, “namussuzluk, günah, zina sapkınlık” olarak vb. değerlendirilebilmektedir. Dindarların yaygın olduğu yerlerde, kısa vadede, böylesi bir özgürlüğün dindarlarca meşru/normal görülmesini sağlamak pek olanaklı değilken; ataerkiye ve dine karşı taviz vermek istemeyen liberallerin, sosyalistlerin veya feministlerin, çocuk gelinler sorununa yönelik o çözüm yöntemleri, bu kutuplaşmada çok da etkili olamıyor.

Bazı feminist çevrelerle sosyalist çevrelerin çocuk gelinler sorununda iki kutup arasında sıkıştırılabilen çözüm önerileri ve yöntemlerinin yetersizliği ile liberallerin çoğunlukla devlet desteğine sahip oluşu nedeniyle liberallerin bakış açısı ön planda olabilmektedir. Bu nedenle liberallerin, sorunun kaynağını “eğitimsizlik ve cahillikte” gören yaklaşımı eksenindeki çözüm yöntemleri öne çıkabilmektedir. Çocuk gelinler sorunu, seçkincilik merkezli bir çerçeveye sokabilmekte ve dolaylı olarak emekçi ve yoksulları küçük gören (ve haliyle hayatı üreten, var eden emeğin ve pratiğin bilgisini de küçümsemeyen) bir anlayışı
desteklediği söylenebilir. Sosyalistlerin din sorunu ile kadın sorununa yönelik yaklaşımlarındaki darlık ve tek yanlılık da çocuk gelinler sorununda etkin olabilmeyi engelleyebilmektedir. Dinin “afyon” olarak indirgenip çoğu zaman mutlak olarak olumsuzlanması sonucu; emeği, adaleti, demokrasiyi ve eşitliği esas alan bazı dini kesimler/hareketlerle bu konuda ittifak yapabilme fikri, sol kesimlerde rağbet görmemektedir. Feministlerin çoğunlukla “düşman” görülmesi, kadın örgütlenmelerinin azlığı/yokluğu, emek mücadelesinin kimlik mücadelesinden koparılması gibi nedenler de solun çocuk gelinler sorununda etkin olabilmesini engelleyebilmektedir; kendi anlayışları, politikaları ve örgütlenmeleri aracılığı ile çocuk gelinler sorununda etkin olamadığı halde ittifaklara
girerek bu sorunda etkin ve güçlü olma eğilimine de girememektedir. Bu durum, çocuk gelinler sorununda liberallerle liberal feministlerin yasaları görece arkasına alması ve BM’nin desteğini sağlaması sonrasındaki dönemde, bu soruna dair en çok öne çıkan kesim olduğu söylenebilir.

Bu çerçevede çocuk gelinler sorunun, esasta, bazı dini içtihatlardan, gelenekten, ataerkiden, dinle ataerkiye özümsemiş devletlerden, çoğu zaman kâğıt üstünde kalan yasalardan ve çocuk tanımındaki muğlâklıktan beslendiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla çözüm önerilerini/yöntemlerini de bu eksende oluşturmak, kısa vadede, gerekli görünmektedir.

Bu eksende, dinin hem sorunun hem de çözümünün ana kaynakları arasında yer aldığını vurgulamak gerekir. Bu ikili rolün, dinini hemen her toplumsal kesim, sınıf, kültür ile özdeşleşebilen ve yoruma (içtihada) açık olarak değişime uğrayabilen niteliğinin bir ürünü olduğu söylenebilir. Dinin pek çok yaşam tarzını ve kültürünü meşru kılıp anlamlandırabilen düşünme yöntemi oluşu onun toplumsal olgularda çok yönlü etkide bulunabilmesini sağlamaktadır.

Dolayısıyla, çocuk gelinler sorunu, bugünden çözümlenmeye başlanabilecek bir sorunsa (yani devrim sonrasına ertelenemeyecekse) ve kısa vadede dini inançları ve gelenekleri değiştirme olanağı yoksa sosyalistlerin/solun bu konuda bazı dini kesimler ve kadın örgütleri ile birlikte çalışması, bir adım olarak faydalı olabilir.

Dinin ve dini kimliklerin ekonomik, siyasal, sosyal yaşamı belirleyebildiği hatırlanırsa, dinsel inançların değişiminin ne kadar zor olduğu hesaba katılabilir. Ancak istisnasız tüm dinlerin, kutsal metinlerde/kitaplarda ne yazdığından çok, bu metinlerin nasıl yorumlandığı (içtihat edildiği) ve bu içtihadın nasıl  toplumsallaştığı önemlidir. Hemen her dinde farklı mezhep ve tarikatların bulunması bu yüzdendir. Her mezhebin, kolun vs. kendisini tek ve gerçek din sayması, dinini bu tür değişimleri daimi olarak yaşadığı ve yoruma açık olduğu gerçekliğini değiştirmez.

Bu çerçevede Kürt mellelerin, Anti-kapitalist Müslümanların veya İslami feministlerin, dine ve çocuk gelinler sorununun dini boyutuna yaptığı/yapacağı müdahalelerin –en azından en kısa vadede- sosyalistlerinkinden daha etkili olduğu olacağı aşikârdır.

Mesele Anti-kapitalist Müslümanlar’ın kurucularından olan R. İ. Eliaçık, özellikle Sünni mezheplere mensup dindarlar arasında çocuk evliliklerini meşrulaştırmada etkin olan “İslam peygamberlerinin 9 yaşındaki Ayşe ile evliliği” inancının/sanısının yanlış yoruma (içtihada) dayandığını söyleyerek, böylesi bir meşrulaştırmaya, dinen karşı çıkıyor. Eliaçık’a göre Arap-Bedevi kabilelerde kız çocuklarının yaşı, adet oldukları (ergenliğe girdikleri) yıl baz alınarak hesaplanırdı. Kız çocukların erken ergenliğe girdiği Arap Yarımadasında kızların olağan evlilik yaşı 15-19 yaşları arasıdır. Ayşe’nin yaşı da bu aralıkta olmalıdır.
Eliaçık’ın bu içtihadının yaygın hale gelmesinin çok büyük bir etkinsinin olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Çocuk sorunu konusunda dinin olumsuz etkilerine karşı İslami feministler de etkilidir. Bu akıma göre İslam, özünde eşitlikçidir ve İslam kesinlikle eril/ataerkil değildir. Evlilik, aile ve çocuklara dair eril içtihatların, İslam’ın özüne ters olduğunu savunan bu akıma göre, Kur’an, insanın aynı neftsen (özden) yaratıldığını söyleyerek, kadın ile erkeğin Allah katında eşit olduğunu belirtmiştik. Bu eşitlik sonucu, hiçbir kadın zorla evlendirilemez; hele ki bir çocuğun dedesi yaşında
birisiyle evlendirilmesi söz konusu bile olamaz.

İslami feministlerle birlikte pek çok Sünni fıkıhçı da kadının rıza göstermediği birisiyle evlenmesini tasvip etmez. Özellikle Hanefi mezhebinin kurucusu olan Ebu Hanife, İslam’ın, boşanma hakkı dâhil, kadına pek çok hak tanıdığını ve kadının rıza gösterdiği bir erkekle evlendirmenin İslam’la aykırı olduğunu savunur (Ebu Zehra, 2002: 410). Bu kesimin içtihatçıları ve takipçilerinin önemli bir kısmı çocuk evliliğine karşı çıkabilmektedir.

Bunların yanı sıra çocuk gelinler sorununda, çocuk evliliğine karşı çıkan çeşitli Sünni ve Şii kollar/âlimler bulunmaktadır.

Dinin devletle, ataerkinin ise dinle özdeşleştiği ülkelerde/bölgelerde, sosyalistlerin, kısa vadede çocuk gelinler sorununda etkili olabilmesi zordur.
Sosyalistlerin “ateist, dinsiz, din düşmanı” vb. olarak dışlanabildiği ve sosyalistlerin de dindarlarla bir diyalog/ilişki kurmakta zorlandığı günümüzde dini kesimlerle bu soruna yönelik ittifak yapmak mümkün ve gerekli gözükmektedir. Elbette bu durum dinin olumsuzluklarına karşı mücadeleyi askıya almayı gerektirmez; ancak, dinin olumsuzluklarına karşı mücadeleyi bahsi geçen bazı dini kesimlerin de yaptığı hatırlanırsa ve dinin olumsuzluklarına karşı yürütülecek olan ideolojik, felsefi, bilimsel ve kültürel mücadelenin uzun erimli olduğu hesaba katılırsa, çocuk gelinler gibi acil bir sorunda ittifaklar politikasını hayata geçirmek daha gerçekçi bir yol gibi gözükmektedir. Herhangi bir soruna yönelik yetersizlik ve güçsüzlüğün kabulü, o konuda güçlenebilmenin ilk koşuludur;
bu, insanlar, örgütler veya devletler için geçerli olabilen bir koşuldur. Bilginin sonsuz olduğunu ve mutlak bir gücün var olamayacağı hatırlanırsa, karşısında güçlü olmanın, güçlü yanlarla birlikte, güçsüz ve yetersiz yanları da bilmekle (yani kendini bilmekle) aynı anlama geldiği görülebilir.

Kaynaklar

Ebu Hanife; Muhammed Ebu Zehra, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları (2002)
Kur’an’a Giriş; R. İ. Eliaçık; İnşa Yayınları (2012)
İslami Feministler; Derleme, İletişim Yayınları (2014)