“Asıl devlet partisi”…

“Anlamak aşmaktır.”

Fransız atasözü

Entelektüel faaliyetin misyonu ve varlık nedeni, şeylerin gerçeğine nüfuz etmek, görüntüyle gerçek (retorikle realite) arasındaki uyumsuzluğu teşhir etmektir… Türkiye’de bağnaz resmî ideoloji ve resmî tarih şeylerin anlaşılmasını, bilince çıkarılmasını engelliyor. Dolayısıyla, resmî tarihi, resmî ideolojiyi sorun etmeyenin önünü görmesi, yolunu bulması mümkün değildir…

Türkiye’de kökleri 1910’lu yıllara kadar geriye giden bir ikili iktidar pratiği geçerli. Görünen iktidarlar hiçbir zaman gerçek iktidar olamıyor, olmasına izin verilmiyor… Biri benim asıl devlet partisi dediğim, diğeri seçimle gelen görünen iktidar olmak üzere ikili bir yapı ve işleyiş söz konusu. Asıl rotayı belirleyen de asıl devlet partisi. Esasen bu iki iktidar odağı arasında adı konmamış, zımnî bir uzlaşma, kompromi geçerli… Seçimle gelen görünen iktidar neyi yapmayacağını az-çok biliyor. Eğer asıl devlet partisi onun sınırı aştığını düşünürse duruma müdahale ederek ‘aracın rotadan sapmasını’ engelliyor…

1923-1946-50 döneminde devlet, hükümet, parti iç içe geçtiği, tek parti diktatörlüğü söz konusu olduğu için, devlet, hükümet, parti ayrımı muğlaklaşmıştı, o dönemde bir sorun, bir sürtüşme yaşanmadı… 1946 sonrasında ‘çok partili sisteme’ geçildiği dönemden sonra asıl devlet partisi teyakkuza geçti ve gerekli gördüğü her zaman sürece müdahale ederek, kendince aracın rotadan çıkmasını engelledi… Esasen başlangıçta kurulan, kurdurulan, kurulmasına izin verilen siyasi partiler de, son tahlilde muvazaa partileriydi… Tabir maruz görülürse bir tür danışıklı dövüş ürünüydüler. 1946’da kurulan Demokrat Parti (DP), CHP içinden çıkmıştı… Halkın parti kurması yasaktı… Mesela işçilerin, sosyalistlerin parti kurmalarına izin verilmiyordu, kurmaya kalkarlarsa da hemen yasaklanıyordu…

Fakat, tartışmasız asıl devlet partisinin ilgi ve kaygı alanına giren şeyler vardır: Mesela Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Kıbrıs sorunu vb. konusunda seçimle gelen görünen iktidarın bir açılım yapmasına, adım atmasına asla izin verilmez… Mayınlı alana girmeye kalkarsa da gereği yapılır…

O hâlde sadede gelebiliriz. Asıl devlet partisi söz konusu dizaynı nasıl yapıyor? Rejimin sıkıştığı veya kendilerince ‘aracın rotadan çıkma istidadı taşıdığı’ düşünüldüğünde kutuplaşmayı, çatışmayı körükleyerek, toplumu terörize ederek, korkutarak, siyasi cinayetler, katliamlar, darbeler peydahlayarak, aracın rotadan çıkmasını engellemeyi başarıyor… Muhtemel bir demokratikleşmenin önünü kesiyor… Türkiye’deki rejim oldum olası hukukun, insan haklarının, özgürlüklerin, demokrasinin iflah olmaz düşmanıdır… O alanda hiçbir zaman bir esneme söz konusu değildi… Gerçek durum öyleydi ama hak, özgürlük, sosyal eşitlik ve demokrasi düşmanı rejim, geride kalan dönemde kendini ‘modernliğin’, ‘ilericiliğin’, ‘kalkınmacılığın’, “büyümenin” timsali olarak sunmayı başardı…

6-7 Olayları, Kanlı Pazar, Maraş katliamı, Madımak katliamı gibi kitle katliamlarının, Sabahattin Ali’den Abdi İpekçi’ye, Musa Anter’e, Uğur Mumcu’dan Hırant Dink’e sayısız siyasi cinayetin hiçbir zaman hesabının sorulmaması, sözünü ettiğim ikili iktidar yapısının sonucu. Asıl devlet partisinin marifeti… Uzağa gitmeye gerek yok. Daha geçtiğimiz yıl CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik linç girişiminin üstüne gidilmemesi de aynı odağın marifeti…

Aslında bu utanç verici cinayetlerde, katliamlarda eğitimli kesimlerin, diplomalıların vebali büyük… Onların suç ortaklığı, ihaneti olmasaydı, onca zamanda bunca insanlık suçu işlenmeyebilirdi… Resmî ideolojinin ve resmî tarihin rahle-tesisinden geçmiş, düşünce yeteneği dumura uğratılmış bu kesimin hiçbir zaman şeylerin gerçeğine nüfuz etmek gibi bir kaygısı olmadı. Rejimi teşhir etmeye hiçbir zaman cüret etmediler… Zaten cüret etmemeleri için eğitilmişler, yetiştirilmişlerdi…

“Faili meçhul cinayetler”, “gözaltında kayıplar” deniyor… İyi de yüzlerle, binlerle ifade edilen faili meçhul cinayet olur mu? Diyelim ki, bir cinayetin, beş cinayetin, on cinayetin failine ulaşılamadı… Nasıl oluyor da binlercesinin failine bir türlü ulaşılamıyor? Devlet kendi işlediği cinayetin failini niye bulsun? Gözaltında kayıp diye bir şey olur mu? Adı üstünde ‘gözaltında’… Gözden kaybolmasın diye yakalanıp bir hücreye tıkılan nasıl kaybolur? Bu utanç verici durum neden sorun edilmez?

Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet kutsaldı. Onun doğrudan devamı olan Türkiye Cumhuriyeti’nde daha da kutsaldı… Kim bilir, herhâlde kutsal devletimiz cinayet işliyorsa, katliamlar yapıyorsa bir bildiği vardır mı diyorlardır…

Meramımı iyi ifade eden iki anekdot şöyle: 25-26-27 Haziran 1993’te İnsan Hakları Derneği’yle, Aydın Girişimi, Ankara’da “Kürt Sorunu Kurultayı” düzenliyor. İHD Başkanı Akın Birdal ve Aydın Girişimi başkanı Aziz Nesin, Tarık Ziya Ekinci ve Kâmil Ateşoğulları, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i, dönemin başbakanı Mesut Yılmaz’ı ve TBMM başkanı Hüsamettin Cindoruk’u ziyaret edip, onur konuğu olarak konferansa davet ediyorlar ve birer konuşma yapmalarını da rica ediyorlar… Demirel ve Yılmaz daveti kabul ediyor. Cindoruk da başkan vekili Fehmi Işıklar’ı görevlendiriyor. Afişler basılıp asılıyor, davetiyeler dağıtılıyor. O arada, konferanstan bir hafta önce Viyana’da II. Dünya İnsan Hakları Konferansı toplanıyor [14-25 Haziran 1993]. Birçok ülkenin devlet ve hükümet başkanları, dışişleri bakanları ve 2000 kadar da Sivil Toplum Örgütü (NGO) konferansa katılıyor. Aynı zamanda Dünya İnsan Hakları Örgütünün de ikinci başkanı olan Akın Birdal da konferansta konuşacak… Tam o sırada Ankara Valisi bizim Kürt Kurultayı’nı yasaklıyor… Akın Birdal, yasak kalkmazsa konuşmasında durumu teşhir edeceğini Viyana’da bulunan dışişleri bakanı Hikmet Çetin’e söylüyor… Bakan ‘hâllederiz sen gündeme getirme’ diyor… Daha sonra Akın Birdal Meclis Başkanı Cindoruk’la karşılaşıyor, yasağı gündeme getirince Cindoruk, ‘işte bürokrasi’ diyor… Aslında “bürokrasiden” öte bir şey olduğunu gayet biliyordur herhâlde…

1997 yılı 8-9 Mayıs’ta, İnsan Hakları Derneği Kürt Sorununun Uluslararası Boyutu ve Avrupa Örnekleri temalı bir uluslararası konferans düzenlemeye karar veriliyor. Konferans Ankara Otel’de yapılacaktı. Ben de oturumlardan birinin başkanı olarak davetliydim. Benim oturumda Ragıp Zarakolu, Ertuğrul Kürkçü, Sungur Savran sunum yapacaklardı… 8 Mayıs sabahı otele vardığımda konferansın yasaklandığını öğrendim… Temel Demirer ve Ahmet Kahraman’la bir odaya geçtik… memleketin hâlini konuşup ayrıldık…

Mehmet Ağar içişleri bakanıyken Uğur Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu’yu evinde ziyaret ediyor. Güldal Mumcu, “cinayetin failini, faillerini bul” diyor. Mehmet Ağar, “bir tuğla çekersek duvar yıkılır” diyor… Aslında benim “asıl devlet partisi” dediğime gönderme yapıyor… Uzun yıllar başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapmış olan Süleyman Demirel de: “Devlet gerektiğinde rutin dışına çıkar” derken, aynı iktidar odağını ima ediyordu…

AKP iktidarının son on yılında devlet-hükümet-parti ayrımı yeniden ortadan kalktı. Bu durum asıl devlet partisinin dahli olmadan asla mümkün olmazdı. Sadece AKP’nin, Tayyip Erdoğan’ın marifeti sayılmasın… Son dönemde şiddetin tırmandırılması, mafyanın yeniden sahnede görünmesi, hukukun külliyen bypass edilmesi, işkencenin, keyfî tutuklamanın sıradanlaşması, başta Kürt siyasetçiler olmak üzere, gazetecilere ve siyasetçilere yönelik saldırılar, yakın zamanda CHP genel başkanına linç girişimi, Boğaziçi Üniversitesi’ne yönelik saldırı… asıl devlet partisinin işbaşında olduğunu gösteriyor… Velhasıl ‘ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir’ denecektir…

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz