Suriye savaşı ve Türkiye’nin “kafa karışıklığı“

Büyük Osmanlı histerisi bir kere başlamış. Bir kere, Rusya’nın izni, ABD’nin onayı ile, Cerablus’tan Suriye topraklarına asker sokulmuş. IŞİD ile anlaşılarak geri çekilmeleri sağlanmış.
Bir emperyalist güç olamasa da, bir işgalci güç olma hevesi, fetih duygusunu kabartmış. Toprak fethetme isteği, bir kere akıllara düşmüş.
Her ne kadar, bir sabah yola çıkıp, ‘Şam’da öğlen namazı kılma’ hayalleri suya düşmüş ise de, olsun, fırsat aramaktan geri durulmayacaktır. Hem sonra Muktedir Erdoğan, bir dünya lideri olamazsa da, yangın çıkartan bir lider olmasının önünde hiçbir engel yoktur.
Sigmund Freud haklı galiba, “insan kendini göstermek ister, bazan yaparak, bazan yıkarak” diyordu (Tam söz bu olmayabilir, ama bu anlamdadır). İnsanın genel olarak kendini gösterme isteği ile, özel olarak Erdoğan’ın kendini gösterme isteği karşılaştırılırsa, yer ile tavan kadar bir fark çıkacağı kesin (Kendini gösterme isteği, toplumsal yaşamla bağlıdır. Yani, toplum yok ise, sizi görecek kimse kalmamış ise, alkışların bir anlamı kalmaz. Erdoğan tüm toplumu düşman hâline getirmiştir. Kendi etrafında sadece alkışlayanları vardır ve samimiyetleri de tartışma konusudur. Buna rağmen, onların alkışları olmadan, kendinin büyük lider olmasının anlamı olur mu? Bu duruma izninizle, “yaman çelişki” diyebilir miyiz?). Bu durumda, Ortadoğu coğrafyasında, her adımda başarısız olmuş bir Türkiye’nin muktedir lideri için, “yıkmak” ve “yakmak”tan başka yol kalmıyor.
İşte bu ruh hâli içinde Rakka, bu ruh hâli içinde Menbiç gündeme geliyor. Tüm TC devletinin yönetenleri, işgalci kimliği ile daldıkları Suriye topraklarında ölen askerlerin sayısını, orada olup biteni saklıyorlar. Tüm yöneticiler, hem savaş, hem insanlık suçu işliyor, hem de kendi halklarına karşı insafsızca yalanlar söylüyorlar. El Bab’da yaşananları, halk, kendi çevresinden, orada asker olanlardan vb. öğreniyor.
Elbette tümü, bu psikoloji ile açıklanacak bir süreç değildir Suriye savaşı. Türkiye, düşman ilan ettiği Suriye topraklarına, “Suriye’ye yardım etmek için” girmiş bulunuyor. Toprak fethetme hevesi, akıllarını başlarından almış durumdadır. Silâh sat, petrol al-sat ticareti o kadar kârlı bir tat bırakmış ki ağızlarında, her fırsatta, verilen kayıplara, ortaya çıkan yıkıma bakmaksızın, Rakka’ya doğru yürümek istiyorlar.
Açıkça, Türkiye yöneticileri, ABD’li yetkililere, “bize izin verin, biz sizin için savaşalım” diyorlar.
TC devletinin tüm yönetenleri, yönlerini kaybetmiş durumdadır. Bir gün kalkıyorlar, “IŞİD’i ABD kurdu” diyorlar. Bozuk bir saatin bile günde iki kere doğruyu göstermesi hesabı, bu açıklamaları da doğrudur. Ama ertesi gün, sizin için Rakka’ya doğru savaşıp IŞİD’i temizleyelim, diyorlar.
Biraz daha durumu görmeye çalışalım.
El Bab’da, güneyden Suriye ordusu, Doğu’dan PYD’nin de içinde olduğu Suriye Demokratik Güçleri sınırlara dayanmıştır. Türkiye de kuzeyden aşağıya doğru inmektedir. El Bab, tam olarak temizlenmiş değil ise de, yakın durumdadır.
Öğrenebildiğimiz kadarı ile, Rusya ve Türkiye arasında, Türkiye sınırının kapatılmasını da içeren bir anlaşma var. Bu anlaşmaya uygun olarak Rusya, El Bab kasabasında çizilmiş bir sınıra kadar TC güçlerinin gelmesine onay vermiş durumdadır.
Tüm bu süreç, Suriye savaşında kaybetmeye başlamış olan, istediklerini elde edememiş olan ABD ve müttefiklerinin yenilgisine ortak olan Türkiye’nin, Rusya’ya yakınlaşarak, kendini toparlama şansı elde etmesi demektir. Gerçekte, bu savaşta ABD istediklerini elde edemedi, bu doğrudur. Ama Türkiye’nin yenilgisi daha açıktır. Sadece Emevi Camii’nde namaz kılma hayallerinin ortadan kalkması nedeni ile değil, dahası Türkiye, bizzat bu savaşta El Nusra gibi IŞİD ve ÖSO gibi güçleri açıktan desteklemiş, onları topraklarında barındırmış, kamplar açmalarına olanak vermiş, eğit-donat programları uygulamış vb.dir. Savaşın her açıdan içinde olmuştur. Bu nedenle, bugünkü durumda kendini büyük kaybeden olarak görüyor.
Bu nedenle, sakince durumu değerlendirip, kararlı bir geri dönüş politikası izlemeye gücü yetmiyor. TV kanallarında bağırıp çağıranlar, gerçekte, Batı ile masaya oturduklarında, onların tetikçiliğini yapmış olmanın verdiği durum içinde konuşuyorlar.
TC devleti, bugün, aslında kendisine kim izin vermiş olursa olsun, Suriye topraklarından bir an önce çıkmalıdır. Ama bunu yapacak ne cesaretleri, ne de bağımsızlıkları vardır.
İşte bugün, El Bab’a dayanmış iken, her yetkiliden ayrı bir şey duymamızın arka planında bu yenilgi ve yanlış politika konusunda net bir hesap vermeme eğilimi vardır.
TC devleti, kendi varlığını, içeride halkların tümden düşman, dışarıda halkların tümden düşman görülmesi üzerinde şekillendirmektedir. İçeride en küçük bir hak aramasına var gücü ile saldırmaları, üniversite öğretim üyelerinin cüppelerini ayaklar altında çiğnemeleri, işçilerin her eylemini bastırmak için binlerce polis devreye sokmaları, bu anlayışın ürünüdür. Bu, güçlü olmak değil, güçsüz olmak demektir. Bugün de Türkiye, bölgedeki tüm halkları kendine düşman görmekte, giderek de kendine düşman etmektedir.
ABD, yeni yönetimi ile birlikte, Suriye’deki süreci nasıl yeniden ele alacaklarının hesaplarını yapmaktadır. Türkiye, bir yandan Rusya ile birlikte hareket etmekte, diğer yandan ise, ABD ile birlikte hareket etme eğilimini açıkça ortaya koymaktadır. ABD’nin bölgeye dönük adımları, TC devletini heyecanlandırmış durumdadır ve Erdoğan, El Bab son nokta idi demekten, hemen geri döndü ve Rakka’ya kadar yürüme isteğini, büyük bir iştahla dile getirmektedir.
Türkiye, görünüşe göre ABD ve Rusya arasında dans etmektedir. Büyük diplomasi başarısı buradan çıkacak umudundadırlar. Oysa, bu artık bir dans değildir. Bu, ayakların ayrılması durumuna yakın durumdur.
Uzmanlar şu soruyu sormaktadır: Acaba Rusya ve ABD ile aynı anda, birlikte olabilir miyiz?
Bu sorunun kendisi yanlıştır. Ama ona gelmeden, bu konuda birkaç şey söylemek mümkün. Rusya ve ABD, bu savaşın iki ayrı ucudur. Elbette aralarında anlaşmalar olur, savaşlar kadar gerçektir bu. Ama konu Suriye olunca, mesele açıktır. IŞİD ve uzantıları, ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, S. Arabistan ve Katar tarafından organize edilmiştir. Bu sır değildir. Yani, Batı’nın, IŞİD ile mücadele diye bir derdi yoktur, olamaz. Burası nettir. Burada uzlaşma, geçici olacaktır.
Öte yandan Türkiye, NATO üyesidir. Ve ikisi ile birlikte olmak ne anlama gelir, sorusu açık bir sorudur.
Üçüncüsü, Türkiye bu savaşta, bir fiilî işgalci bir güç olarak komşu ülkenin topraklarına girmiştir.
Dördüncüsü, bölgede gelişmeler, Kürt meselesini doğrudan etkilemektedir. Ve TC devletinin bu konuda savaşçı, baskıcı, imha ve inkârcı politikaları dışında attığı bir adım yoktur.
Bu şartlarda, hem ABD’ye evet demek, hem Rusya’ya evet demek ne demektir? ABD’ye “Rakka’ya bizimle git, PYD ile değil” derken, arkadan telefonla Rusya’ya, böyle konuştuğumuza bakmayın demek gibi bir şey mi?
Ama bu soru kökünden yanlıştır. Türkiye, en kısa sürede, El Bab da içinde, tüm Suriye topraklarından çıkmalıdır. IŞİD ile net bir mesafe koymalı, ne Suriye’nin Afganistanlaştırılmasına yol açmalı, ne de kendisinin Pakistanlaşmasına olanak vermelidir. Türkiye, hemen, bölgedeki tüm halklarla birarada yaşama isteğini ilan etmeli ve tüm düşmanlıkları ortadan kaldıracak adımlar atmalıdır. Bu demektir ki, en başta, kendi ülkesindeki halklarla barışmalıdır. Bunun başında da Kürt halkı gelmektedir. Elbette, bunlar, özgürleşme, demokratikleşme demektir, en azından. Ve elbette biz biliyoruz ki, TC devleti böylesi bir şeyi yapmayacaktır. Ve bu nedenle, gerçek anlamda savaşın bitirilmesi, bölgemizde anti-emperyalist mücadelenin yükselmesine, sosyalist bir devrimin zaferine bağlıdır. Bu da elbette, biz devrimcilerin, işçi ve emekçilerin hedefidir.
TC devletinin, “yüksek diplomasi” diye tanımladığı, bu güçlerin arasında dans etme ve kendi hatalarını unutturma siyasetidir. Bunun başarılı olma ihtimali yoktur. Biraz da bu nedenle, Türkiye, şu anda kendisine uzatılan her ele sarılmak için heveslidir.
Hem emperyalist bir ülke olmayıp, hem bağımsız bir ülke olmayıp, hem de fetih ruhu ile fetihlere çıkmak, kendine güvensiz ve kompleksli birinin ölüm perendesi atmak üzere seyirci karşısına çıkmasına benzer. Havalı bir durumdur. Ama aşağılık kompleksi ve kendine güvensizlik, ağır bir prangadır.
Türkiye’nin daha da özgün bir durumu vardır.
Suriye konusunda yenilginin hesabını vermekten kaçma isteği, yenilgiyi hasıraltı etme isteği, biraz da, Erdoğan’ın, mutlak iktidar isteği nedeni iledir. Erdoğan, her gün çark etse de, sanki hep aynı yolda yürüyormuş gibi yapmaktadır. Buna halkın inandığı fikrindedir. Mutlak iktidar isteği, durumun bunca ağırlığına rağmen, ciddiyetle önlem alınmasını da önlemektedir.
Bu nedenle, Erdoğan, Suudi Arabistan ve Katar ile, daha gizli ilişkilere girmekte, İhvan ruhunu canlı tutmak için gizli ilişkiler geliştirmektedir. Bunu bizim görebildiğimiz ortada iken, göbekten bağlı oldukları NATO’nun görmeme ihtimali yoktur. Artık, iktidarda kalmak, başlı başına bir amaç hâline gelmiştir ve bunun için, her türlü ilişki denenmektedir. Bu durumda TC devletinin diplomasi dansı, 7 Kocalı Hürmüz’ün durumuna benzemeye başlamıştır.
Açıkça, Erdoğan’ın istekleri ile devlet politikaları birbirine karışmış durumdadır. “Kafa” tam anlamı ile karışık durumdadır.
Astana’da, Kürtlerin Suriye içindeki konumu, Suriye’nin yeni anayasası gibi konular ele alınırken, bunların ülke içinde halktan saklanması da boşuna değildir.
Yakında, Erdoğan’ın, Esad ile görüşeceği, belki de zaten görüşmüş olduğu ortaya çıkacaktır.
Suriye savaşı, bugün ABD’nin yenilgisi anlamına gelse de, ABD, bu savaşta daha hamleler yapacaktır. Bu dünya çapında süren bir üçüncü dünya savaşının parçasıdır. TC devleti, topraklarını genişletme hevesleri yerine, bölgede barışı destekleyen bir politika geliştirebilirse, bir işe yarayabilir.