“Serkan Eroğlu” – C. Taylan Akdağ

Dünyanın birçok yerine gitmek isteyebilirim, gitmek için çaba harcayabilirim, gidebilirim. Bulunduğum bu yerden çok uzakta bir yere yerleşebilir, orayı tanımak isteyebilirim. Belki birçok yere insanoğlu veya kendimin oluşturduğu koşullar nedeniyle istesem de gidemeyebilirim. Tüm bunların yanı sıra, bir tek yere, hem de çok yakınımda bir yere gitmek istemiyorum, gidemedim.

Bu yer İzmir’in Tire ilçesidir.

Tire’de yaşayan insanları gücendirmek istemem. Eminim ki insanlarıyla, doğasıyla, yaşamıyla birçok güzelliği içinde barındıran bir yerdir. Serkan gibi güzel bir insanın doğduğu, yaşamının bir kısmını geçirdiği, zaman zaman ziyaret etmeyi sevdiği bir yer. Gitmeyişim, gidemeyişim benimle, Serkan’la ilgili bir şey. Ben Serkan’ı okulda, sahnede, kantinde nasıl gördüysem bende öyle kalsın istiyorum sanırım. Elbette Serkan’ı Tire’de ziyaret edişin bir anlamı olmadığından değil, gitmeyişin de benim için bir anlamı olduğundan gidemeyişim. Tabii ki bu yazıyla amacım kendimden söz etmek değil. Serkan’ın yakın bir dostu, bir yoldaşı olmuş biri olarak onunla sohbet etmiş, onunla yürümüş, onunla gülmüş biri olarak yaşanmışlıklarımızı, paylaşımlarımızı, duygularımı, tanıklığımı biraz olsun paylaşmak istiyorum.

Serkan ile ilk karşılaşmamız ikimiz için de anlamlı birçok düzlemden biri olan sanat düzleminde gerçekleşti. Duvara Karşı Tiyatro Topluluğu’nun ilk kurucuları ve ilk kursiyerlerinin buluşmasında karşılaştık Serkan Eroğlu ile. Sahnede öğrenen ve devinen birçok arkadaşımla birlikte geçirdiğimiz günler, aylar içerisinde kısa bir zamanda çok yakın dost olduk. Aynı üniversitede değil ama aynı kampüste okuyorduk. Bizim üniversitenin benim okuduğum bölümü Ege Üniversitesi kampüsünde misafirdi henüz. Üniversite yılları, meslek öğrenimi edinmenin yanında ve ötesinde hayatı ve kendini anlama, ona karşı konumlar alma, belirleme, şekillendirme yıllarıdır.

Bizim de hayata, kendimize, varoluşumuza, sorumluluklarımıza, öğrenme ve değiştirme isteğimize, gücümüze dair merakımız, sorumuz, çabamız vardı. Tüm bu nedenlerle yine öğrenciliğimiz döneminde oldukça devinim içinde olan öğrenci hareketinin içinde Kaldıraç ile birlikte Serkan ile beraberdik. O zaman nefes aldığımız, yediğimiz, içtiğimiz yer üniversite idi ve hayatın birçok alanına dair anlama-değiştirme dinamiğinde bizim için üniversiteye müdahale etmek en anlamlı olanı idi. Bu anlamda yine kampüste ve Duvara Karşı Tiyatro Topluluğu’nda bulunan birkaç arkadaşla birlikte üniversite mücadelesinde kendimizi sanatın dili ile ifade etmek istedik. Bu yöneliş bizim açımızdan oldukça olağan idi. Hepimiz sanat ile ifade etmeyi seviyor, yeteneklerimizi tanımaya ve geliştirmeye çalışıyor, sanatın gücünü hissediyorduk. Bu nedenle de birçok yeni fikir geliştiriyorduk. İlginç olabilir ama neredeyse hiç boş zamanımız yoktu. Hiç boş zamanımız yoktu çünkü tüm bunlarla birlikte başarılı öğrencilerdik. Amaçlarımıza ulaşmak için hummalı bir çalışma içerisinde hem zorlukları yükleniyor, çok yoruluyor, çok eğleniyor, çok öğreniyor, çok keyif alıyorduk. Bu anlamda özellikle diyebilirim ki Serkan çok üretken, çok meraklı, çok çalışkan, çok yaratıcı bir insandı.  Çok dikkatli ve özenli bir insandı. Bulunduğu bir ortamda mutlaka dikkat çekerdi. Bu dikkati öyle şov yaparak, büyük ve abartılı hareketlerle, yüksek tondan konuşarak, baskın ve otoriter bir tavırla değil, aksine durgun, dingin, sakin ama güçlü, özenli ve saygılı bir duruş ve konuşma ile çekerdi. Onunla iseniz dikkatli olmanın tedirginliğini asla yaşamazdınız. Çünkü o bir şey soruyorsa, bir şeyi merak ediyorsa, bir şey anlatıyorsa, bir şeyi öneriyorsa arkasında hiçbir strateji aramanıza gerek yoktu. Böylelikle, onunla bir arada iseniz, onunla bir şey yapıyorsanız samimiyetin rahatlığını yaşardınız. Çok çalışkan bir insan olarak çok okur, çok sorar ve çok merak ederdi.

Çok yönlü bir insandı. Müziğe hayrandı, gitar çalardı, oyun okur oyun oynardı, şiir okur şiir yazardı, edebiyat okur denemeler, öyküler yazardı.  Tutku ve samimiyetini en çok gözleri ele verirdi. Dupduru bir çift göz gözlerinize bakar, anlatır ve sorardı. Kafası hep meşguldü bir öyküyle, bir fikirle, bir soru ile. Onaylamadığı bir fikir olduğunda gülümserdi. Belki dinlemeye devam eder sonrasında kibar bir şekilde karşı fikrini dile getirirdi, belki hiç konuşmaz sadece dinlerdi.

Duvara Karşı Tiyatro Topluluğu’ndaki çalışmalarımızın yanı sıra üniversitedeki etkinliklerde faaliyet göstermek için sokak veya kampüs tiyatrosu diyebileceğimiz Parya Tiyatro Topluluğu’nu kurmuştuk. Hatırlıyorum, yeni öğrenim yılı açılışı kayıt döneminde yeni öğrencileri kampüste Parya Tiyatro Topluluğu’nun oyunu ile karşılamıştık. Yeni arkadaşlarımıza nasıl bir istek ve heyecanla geldikleri bu güzel olması gereken yerde onların heyecanını hüsrana uğratacak ne acemiliklerin, ne olmazların, ne bürokrasinin, ne donukluğun, ne soğukluğun, ne bilim dışılığın, ne otoriter anlayışın hâkim olduğunu göstermeye çalışmıştık. Oyunumuzu oynamaya oynamıştık ve gün içinde tekrarlamaya devam ediyorduk ama var olan gerçeklik bizi maalesef yine doğrulamış ve üniversitedeki özel güvenlik birimi tarafından oyunu oynamaya devam etmemiz engellenmişti. Bir keresinde korsan şiir okuma etkinliği yapmıştık. Öğrenciler arasında eczacılık kantini isimli bir kantin vardı. Adı öyleydi ama çok geniş, bodrum katta bir kantindi ve kış günlerinde sadece eczacılık fakültesinden değil birçok bölümden öğrenci o kantinde oturur, vakit geçirirdi. Kantinin bir bölümünde duvara monte edilmiş bir televizyon gün boyu açık olurdu. Birkaç kere gittik. O televizyonu kapatıp kantinin bir birinden uzak noktalarında sırasıyla masaların üzerinde belirip şiirler okuduk. Tabii ki ilk anda televizyonlarını kapattığımız arkadaşlarımız kızgın ve huzursuz bakışlarla bize baktılar. Muhakkak ki çok kibar bir davranış değildi. Ama biz onlara şiirler sunduk. Gerilimli bakışlar biraz azalırdı sonrasında. Şiirlerin ardından çağrımızı yapardık. “Bakın bu kantinin şurasında bir masamız var. Masamızda edebiyat ve tiyatro kitaplarımız var. Sizleri bekler ve sizlerle sohbet etmek isteriz” derdik. Gelirdi çok değil ama birkaç kişi. Ederdik hayata ve kitaplara dair sohbetimizi.

Bu kantin Serkan’ın okuduğu iletişim fakültesinin hemen alt katında olduğundan kitap standı ile Serkan özdeşleşmişti. Sohbet etmeyi zaten çok seven bir insandı.

Arkadaşlığımız, yoldaşlığımız uzun sohbetler içerdi. Özellikle Serkan’ın yazdığı denemeleri, öyküleri çay eşliğinde geceler boyu irdeler, değerlendirirdik. Yazdığını okur, ortaya sunardı. Kimi zaman cümle cümle değerlendirirdik. Eleştirilmekten asla çekinmezdi. Biz sohbet ettikçe notlarını alır, kimi acil düzeltmelerini yapardı. Yazılarını, üslubunu çok yaratıcı bulurdum, bulurum. Serkan bence gerçekten önemli bir yazar adayıydı. Bu dünyada önü kesilmiş, hikayesi başlarken nefessiz bırakılmış, düşüncesi ile eylemi arasında tutarlılık yakalamaya çalışan bir çok kayda değer yazar ve sanatçı adayından biriydi bence Serkan.

Bizim için öyleydi belki ama ortalama değerlerin hakim olduğu bu dünyada, ortalamanın hakim olduğu bu dünyada, ortalamanın üstünde değerlerleri arayan, oluşturmaya çalışan, üreten insanların engellenmesi, yok edilmeye çalışılması da ortalamanın hakimiyetinin devamı için gerekli kılındı ve Serkan’ın hayatı, hikayesi korkakça koparıldı.  

Aradan yılların geçtiğini söylemek acı. Bu yıllar içinde Serkan ile ilk tanıştığımız ve birlikte yer aldığımız tiyatro grubunda on yıl daha çalışmaya devam ettim. Yine bu yıllar içerisinde bilimsel çalışmalarla olan ilişkimi lisans eğitimi ile sınırlı bırakmayıp araştırma çalışmalarıma devam ettim.

Tüm bunlarla meşgul olurken, kendimi var ederken bir an durur Serkan’ın da düşlediği şeylerin gerçekliğine bir damla su veriyorum gibi hissederim. Bir oyunun başında sahneye çıkarken Serkan’a bir selam yollar “bu senin için Serkan” derim içimden. Bu yıllar içinde neredeyse ne zaman bir eyleme gitsem bir an durur ya insanlara, ya güneşe, ya bulutlara, ya gökyüzüne, ya denize bakar içimden bir kere “bu senin için Serkan” derim.   

Dünyanın hiçbir yerine gidilememesine ve düşlerin boğulmasına izin verilmemesi umudu ile.

Müsvettesini değil gerçeğini yaşamak umudu ile.