Sedat Peker’in açıklamaları: Devletin çeteleşmesi çetelerin devletleşmesi

Biz Marksistler için devlet, sınıflı toplumun bir gerçeği, sınıfların varlığının bir itirafı, insanın insana kulluğunun bir göstergesi, egemen sınıfın, sömürenlerin diğer sınıflar üzerindeki baskı aracıdır. Her devlet, adına demokrasi densin denmesin, katıksız bir diktatörlüktür.

Burası önemlidir. Diktatörlük, kişilerin egemenliği değildir, kişilerde temsil bulsa da, bir sınıfın egemenliğidir. Feodal devlet, “kralın egemenliği” olarak görünse de asla kralın egemenliği değildi. Kapitalist devlet, “temsilî demokrasi” olarak görünse de, asla demokrasi değildir. Kapitalist devlet ya da feodal devlet, ancak egemen sınıf için bir “demokrasi”dir. Halk için, ezilenler için, günümüzden konuşacaksak işçi sınıfı için katıksız bir diktatörlüktür. Yasaları, kendi sistemlerini, mülkiyeti korumak içindir. Nasıl anlatırlarsa anlatsınlar, kapitalist için kutsal olan tek şey, mülkiyettir ve kendi egemenlikleridir. Kapitalist devlet, feodal devletin daha gelişmiş olanıdır, tıpkı feodal devlet köle sahiplerinin devletinden gelişmiş bir makina olduğu gibi. “Daha gelişmiş”, olumsuz anlamdadır. İnsanın insana kulluğu, sınıfların varlığıdır ve tüm sınıflı toplumlar boyunca bu sınıfların varlığının itirafı olan devlet, yetkinleşir, güçlenir. Tarihteki tüm devletler, bu nedenle birbirinin bir anlamda, geniş anlamda devamıdırlar. İngiliz devleti, kendinden önceki İngiliz devletinden öğrenmiştir ve onun sınıf savaşları deneylerini özümsemiştir.

Kapitalist devlet, “temsilciler” aracılığı ile işler. Burjuvazinin, para babalarının, egemen sınıf olarak günümüzde tekellerin, sayısız yolla bu devlet çarkı üzerinde tam hâkimiyeti vardır. Bunu sadece “anayasa”larla yapmazlar. Ama anayasalar, bu devlet egemenliğinin formlarıdır. Burjuvazi, bu anayasaya her bireyin uymasını ister. Bu nedenle de açıktan, bu yasaları ayaklar altına alıp çiğnemez. Bu genel eğilimdir. Ama tekeller çağı, 1917 Büyük Ekim Devrimi sonrasında, burjuvazi kendini bu “yasalara” bağlı kalmakta hiç de zorunlu hissetmedi. Tersine bu yasaları istediği gibi esnetmekte, çiğnemekte sınır tanımadı. Ama yine de, “normal” zamanlarda, bu yasalara uymayı önemsedi. Bu yasalar, aslında, halkın sadece baskı ile değil, “rıza” da göstererek yönetilmesinin önemli araçlarıdır. Geniş kitleler, işçi ve emekçiler, “yasalar karşısında herkes eşittir” sözünün gerçek olmadığını bilseler de buna inanmaya hazırdırlar. Bu inancı beslemek için, bu yasalar, açıktan çiğnenmez. Gizliden ise hep, egemen sınıf üyelerinin isteklerine göre çiğnenirler.

Ama işler hiç de “normal” zamanlarda yaşadığımızı göstermiyor. Bu nedenle, tekeller, Ekim Devrimi ile işçi sınıfının iktidarı alması, proletarya diktatörlüğünün kapitalist devleti parçalaması sonrasında, sistemi korumak için her yola başvurdular. Normal olanı da budur. Burjuvazi, tekeller, cennetlerini korumak isterler.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, komünizme karşı savaş stratejisini hayata geçirmek için NATO kuruldu. Pek çok başka kararla birlikte, devletler yeniden, iç savaşa göre, komünizme karşı mücadele mantığı ile organize edildi. Gladio, bunun sonucudur. Burada devlet, kontrgerilla ile takviye edildi ve bu konuda yasalar hiçe sayıldı, sayılıyor. Bu açıdan basın, denetleme ve gözetleme sistemleri de devreye sokuldu. Tüm bunları “demokrasiyi savunmak” olarak sundular. Bir yandan doğrudur, çünkü demokrasi denilen şey, tekellerin diktatörlüğüdür, tekellerin devletidir ve onu savunuyorlardı, ama bir yandan da tam bir yalan idi, kendi devletlerini “herkesin eşit” olduğu bir sistem olarak göstermek istiyorlardı. Acaba, Batı Avrupa’da ve ABD’de, 1945’ten bu yana, sonucu önceden belirlenmemiş seçim var mıdır? Zahmet etmeyin, elbette ki yoktur. Sadece WikiLeaks belgeleri, bu durumu açıklamak için yeterlidir, fazlasıyla. Snowden’ın, ABD izleme sistemi konusundaki ifşaatları, “demokrasi”nin ne menem şey olduğunun açık kanıtlarıdır.

İşte biz bu devleti ele aldığımızda, bu devletin faşizmin tüm dişlilerini içselleştirmiş, geliştirmiş bir devlet olduğunu söyledik ve adını Tekelci Polis Devleti koyduk. Tekelcilik bu açıdan önemlidir. Çünkü “polis devleti”, sadece hukuksuzluğu anlatır ve sanki geçici bir durum olarak ele alınabilir. Ve elbette işin sınıfsal yönünü de es geçer. Oysa tekelci dediğimizde, mesela basının da tekelci karakteri olmadan, bu kara propagandayı yapamayacağını anlatmış oluruz, mesela büyük şirketlerin hâkimiyetinin beraberinde getirdiği şiddeti de ortaya koymuş oluruz vb. (Deniz Adalı’nın Tekelci Polis Devleti çalışmasını okuyucuya öneririz. Bir kez daha okumanın zamanıdır).

Feodal dönemde, daha çok siyasal iktidara vergi vermeyi reddetmeye dayalı “eşkiyalık” örgütlenmeleri vardır. Bunlar, birçok açıdan, sisteme karşı tam bir mücadele yürütmemiş olsa da, “temiz”dirler.

Tekeller çağı, kapitalizmin tekelci aşaması, tekelci hâkimiyetin beraberinde getirdiği şiddet, “mafya” denilen yapılanmayı ortaya çıkardı. Bunun tarihsel gelişiminde sisteme duyulan tepkiyi vb. bir yana bırakarak ilerlemek istersek, mafya, tekelci rekabetin içinde yoğruldu ve biçim aldı. Gümünüz tekelci kapitalizminin ilk ortaya çıktığı 1850 sonrası dönemde, 1920’lerdekinden oldukça farklı idi. 1920’lerde Ekim Devrimi ile birlikte, bu çeteler, ekonomik çıkarları ve imtiyazlar elde etme karşılığında, devletin “demokrasiye” zarar verme ihtimali olan kirli işlerini hâlletmek, işçi hareketine saldırmak için kullanıldılar. Ekim Devrimi’nden bu yana, tekelci çağın devleti, iç savaş örgütlenmesine göre kendine şekil verdi.

Ama Soğuk Savaş döneminin mafyatik örgütlenmeleri, biraz daha da farklıdır. Gladio tarzı örgütlenmenin bir uzantısı olarak kullanılmışlardır. İşin içine “devlet” makinası daha sağlam girmiştir. Hem de NATO-devlet bağı içinde.

1980 sonrası özelleştirme dalgası ile, devlet birçok yerde özel güvenlik sistemini devreye sokmuş, taşeronlaşma ile birlikte, özel sektörün silahlı birimleri, farklı yasal statüler elde etmiştir. Bunu ABD’de görmek mümkündür ya da en net orada görmek mümkündür.

Bir yeni aşama ise, SSCB’nin çözülmesi sonrasında ortaya çıkmaya başlamıştır. SSCB çözülmüş, sosyalizm dünya ölçeğinde yenilgi almıştır. Komünizm tehdidi koşullarında, ABD hegemonyasında birbirine yapışık yaşamak zorunda kalan emperyalist ülkeler, en başta ABD, Japonya, Almanya, İngiltere ve Fransa beşlisi olmak üzere, SSCB dağılınca, komünizm korkusu ortadan kalkınca, hemen erteledikleri paylaşım savaşımına hız verdiler. Almanya, Doğu Avrupa’da tek kurşun atmadan, birçok alanı sömürgeleştirdi. NATO, bu kez AB’yi denetlemek için devreye girdi. Konumuz NATO değil. Ama devletten, çeteleşmeden söz edeceksek, kontrgerilla savaşından söz edeceksek, NATO’yu anmamak olmaz.

İşte bu durum, her ülkede farklı yansımalarını buldu.

İtalya, hemen Galdio’yu temizleme işine girişmiştir. Çünkü ABD kontrolünden kurtulmak için bu önemli bir adımdır. Söylenene göre “başarılı” bir operasyon yapmıştır. Bilmiyoruz. Çünkü Gladio başarılı dağıtılmış ise, demek ki İtalya’da ABD varlığı büyük zarar almış olmalı. İşin burasını bilmediğimiz için, “bilmiyoruz” demeyi sürdürüyoruz.

Türkiye’de ise Susurluk patladı. Bir Mercedes içinde, farklı kişiler ve ilişkiler ortaya saçıldı. Operasyon emrini veren, aslında sonuna kadar gidemedi. Bu nedenle, 1990’larda mafyanın üzerine gidenin Almanya ya da AB olduğu kanısı vardı.

O zamanlar, “devlet-mafya-siyaset” diye bir üçgenin olduğu söylenmekte idi. Hatalıdır. Doğru üçgen, devlet-büyük şirketler, yani tekeller-mafya üçgeni olmalı idi. Aracın içindeki Çatlı, NATO adına, ABD adına operasyonlar yapmaktaydı. Sadece MHP’li değil idi, aynı zamanda devletin adamı idi ve elbette mafya, para kaynağı idi.

O dönemlerden biliyoruz, hem devletin operasyonları için gerekli para, kirli işlerden (eroin, kokain, kumarhane, silah kaçakçılığı vb.) geliyor hem de bu kirli dünya devlet tarafından kontrol ediliyordu. Ve biliyoruz ki, her ülkede bu paralar, karapara, kontraları beslemek için bir kaynak olarak, NATO ya da doğrudan ABD tarafından kullanılıyordu. Kolombiya’da kokain, kontraları beslemek için bir kaynaktı. Nikaragua’da kontraları beslemek için Meksika kartelleri, ABD adına epeyce iş yaptılar. Bizde de Kürtlere karşı savaşı beslemek için kontralara akıtılan para ile, bu eroin-kokain işinden gelen paranın epeyce alâkası vardır.

Söz konusu TC devleti olunca, işler biraz daha karışık yürüyor.

1- TC devleti paylaşım masasında olan Ortadoğu’nun bir parçasıdır. TC devletinin ekonomisine sahip olan AB mi sahibi olacak, yoksa siyasal alanına sahip olan ABD mi sahibi olacak sorusu ortadadır. AK Partili Erdoğan projesi, bu süreci yönetmek üzere ABD müdahalesidir ve hem içeride hem de dışarıda özel görevlerle iş başına getirilmiştir. Bu durumda tüm çetelerin buna uygun organize edilmesi gereklidir.

2- TC devleti, içeride emperyalist güçlerin oyun sahasıdır. Mesela bir tane AK Parti yoktur, bir tane Gülen cemaati yoktur, ABD’nin bir AK Parti’si, İsrail’in bir AK Parti’si, Almanya’nın, Fransa’nın, İngiltere’nin ayrı ayrı AK Parti’si vardır. Bu aynı şey Gülen çetesi için geçerlidir. Her tarikat bu nedenle, bir çetedir.

Bizim gibi sömürge ülkelerde, sadece çetelerin devlet içine sızması süreci işlemiyor. Aynı zamanda devlet de çeteleşiyor. Saray Rejimi, tam da bu sürecin örnekleri ile doludur. Süleyman Soylu çetesi, Ağar çetesi, Akar çetesi, Menzil tarikatı çetesi, Damat çetesi, Pelikan çetesi, Bilal çetesi, beşli müteahhit çetesi, ilaç-sağlık çetesi, enerji çetesi vb. Bunlardan boşuna söz edilmiyor.

Devlet, bunlardan birini tasfiye edeceği zaman ona bir isim koyuyor: FETÖ terör örgütü gibi. Oysa adamlar “hizmet hareketi” diyor. Öyle ise, adını devlet koyacağına, “hizmet hareketi terör örgütü” demeleri gerekmez miydi? FETÖ konusunu bu kadar kullanıyorlar ama bu konuda aslında hiçbir şey yapmıyorlar, çünkü aslında “devlet” budur.

Bugünlerde Sedat Peker, ardarda videolar yayınlıyor. Peker, bu videolarda, kendisine tuzak kurulduğunu, Süleyman Soylu’nun bilgilendirmesi ile sürgüne gönderildiğini, ama orada başına olmadık işler geldiğini, eşi ve kızlarının aşağılandığını anlatıyor. Ağar ve Pelikan çetelerinin kendisini bitirmek istediğini söylüyor. Ardından Damat’tan, Damat’ın kardeşinden, Sabah grubunun ve basın işlerinin başındaki Serhat Albayrak’tan ve Süslü Süleyman diyerek Soylu’dan söz ediyor.

Sedat Peker, tek tek bazı dosyaları açıklıyor. Bu dosyaların çoğu, herkesin bildiği ama herkesin sustuğu “sır”lardır. Emniyet müdürünün intiharı (öldürülmesi), Bodrum yat limanı, bir gazetecinin Tolga Ağar tarafından öldürülmesi ve eski HSBC binasına ve Bodrum yat limanına Ağar’ın el koyması vb. Aslında tüm bu anlattıklarındaki pek çok şey, herkesin bildiği, basının ve devlet çarkının bilerek üstünü örttüğü olaylardır. Mesela bizim bilmediğimiz, kokain işidir. 4.9 ton kokainin sahibinin İzmir’deki bir kimya şirketi aracılığı ile Ağar olduğu söylenmektedir. Peker’in söylediklerinde bu yenidir, bizim için yeni. Soylu ile Peker’in ilişkisinin DP dönemine uzandığı da bilinmez değildir. Daha fazlasının olduğu kesindir ve şimdilik, daha fazlasını ortaya koyup koymayacağını bilmiyoruz. Birkaç video daha çekeceğini söylemiştir ve galiba bunu yapacaktır. Ama bu videolarda ne kadar “derin”e gideceğini bilmiyoruz. Belki kendisi de daha karar vermemiştir. “Kutsal” dediği devletin yaptıklarını açıklayacak mıdır? Mesela Abdülkadir Aksu veya mesela Veli Küçük, mesela Erdoğan ve Bilal hakkında konuşacak mıdır? “Aile ilişkilerini açıklama” uyarısı kendisine Çakıcı’dan boşuna gelmiyor olsa gerek. Bunlar Bilal dosyaları mıdır? Mesela Soylu’nun kardeşinin Zorlu Center’daki ofisinde “al tapeni, ver parayı” şeklinde bir “doğrama” işlemi yapıldığını da bilmiyorduk, biz bilmiyorduk. Telefon dinlemeleri ile elde edilen dosyalar, ilgili paralı kişilerden para sızdırmak için kullanılmaktadır. Bize hukuk adına “kişisel bilgilerin korunması, demokrasi” vb. nutukları atanların, bunları bildiğinden eminiz. Mesela Peker, acaba, Boğaziçi’ne atanan kayyum rektörün tapelerinin olup olmadığını açıklar mı? Öyle ya, bunları caminin imamı açıklayacak değil ya? Hürriyet gazetesi baskınını da tahmin etmek zor değil, ama arkadaki milletvekilini bilmiyorduk doğrusu. Acaba, Akşener’in evinin önündeki gösteriyi kim organize etmiştir?

Elbette sadece Sedat Peker konuşmuyor.

Yanıt verenler de var. Yanıtlar, “Organize Suç Örgütü Lideri” diye başlıyor. Hemen bir isim daha konmuştur. İsim babası Ağar mıdır, yoksa Pelikan mıdır, bilmiyoruz. Soylu ismini “pislik” diye koymuştur. Ağar, içeride yattığında (korumaları ile bir hapishanede, kendisine işadamlarının helikopterlerle taşındığını da bilmiyorduk), “silahlı suç örgütü kurmak” suçundan yargılanmıştı. Yani, aslında Ağar, “suç örgütü lideri” sözünü kendinden de biliyor olabilir.

Oysa Sedat Peker, düne kadar bu kesimlerle birlikte, devletin içinde idi. Devlet, bazı kirli işlerini, Sedat Peker’e havale etmekteydi.

İçişleri Bakanı, Peker, Rize mitinginde konuşma yaparken, ona koruma verirken, onun “pislik” olduğuna inanmıyor muydu? Ağar veya Pelikan çetesi, Sedat Peker’e “organize suç örgütü” derken, aynı zamanda kendilerini mi tanımlıyorlar? Peker, barış bildirisine imza atan akademisyenleri tehdit edip kan banyosu metaforları ile destan yazarken, devlet, onun “organize suç örgütü” reisi olduğunu mu düşünüyordu? Ya devlet Bahçeli, o ne düşünüyordu? Mafya ile işim olmaz, tanımayız, bilmeyiz diyor Bahçeli, kendisi de mafya değil mi?

Bahçeli, “devlet”i de tanımıyor mu? Devletin kendisi, en büyük mafyadır.

Biz de diyoruz ki, devletin kendisi bir “organize, silahlı suç örgütüdür.”

Beşli çete öyledir ve 128 milyar dolar onlarla Saray arasındadır. Katar maliye bakanı, kimden rüşvet almıştır? Saray bu işin içindedir. Ve bu inşaat şirketleri, silahlı çeteleri olan birer suç örgütüdürler. Sadece doğayı katletmiyorlar, sadece rant ve yağma peşinde olmak değil onların suçları, bu yolda çok sayıda cinayet işlediler.

Silah sanayii, bir başka çetedir. Sadece rant ve yağma, sadece savaş yolu ile, gerilim yolu ile paralarına para katmıyorlar, bunun için bir yandan ülkeyi satarken, diğer yandan cinayetler işliyorlar. Bu cinayetlerin hepsini “vatan için” işliyorlar.

Devletin kendisi bir “organize suç örgütüdür.”

Peker’e verilen yanıtların her biri de, birer itirafnamedir. Ağar diyor ki, Bodrum’daki limana “biz olmasak mafya çöker.” Kendisi çökmüş, bunu kabul ediyor. Dahası Ağar diyor ki, hiçbir resmî unvanım yok ama “ben çökerim.” Diyor ki, “bana sen başına geç dediler.” Kimden söz ediyor, Erdoğan’dan mı söz ediyor?

Çakıcı açıklama yapıyor. Özetle “sus” diyor ama bu vesile ile, kendisine karşı karalama kampanyası yapıldığını söylüyor ve zaten 8 ay sonra çıkacaktım, dışarı çıkmayı ben istemedim demeye getiriyor. Çakıcı, “muhalefetin de savcıları var” davalarımı hızlandırın, gidip yatayım diyor. Demek ki, Çakıcı, açık olarak yargıda herkesin adamı var, muhalefetin de var diyor.

Çakıcı, Peker’e, özel sırları açıklama, aile işlerine girme diyor. Yani, Serhat tamam, ama Damat olmaz, Bilal hiç olmaz, diğer damat silah sanayiindeki hiç ama hiç olmaz, ABD’de yaşayan oğul hiç olmaz. Bunlara girme, diyor.

Peker, Soylu’ya, beni Damat’a sen düşman ettin, diyor. İstanbul’u biz yönetemiyoruz, diyor. İçişleri Bakanı’nın itirafıdır. Ve Soylu, “Aziz milletimin gözü önünde idam dahil her türlü cezaya, aşağılanmaya razıyım” diyor. Başında, Peker ile ilişkim ispatlanırsa, diyor.

Birincisi, zaten Peker, Soylu ile ilişkisini kanıtları ile, yer belirterek adam ismi vererek sayıyor. Yani “ispatlanırsa” ne anlama geliyor? Zaten ispatlı. Herkes biliyor. İkincisi, Soylu, kendisini bekleyen cezayı, kendisi tahmin etmeyi seviyor: “Her türlü cezaya ve aşağılanmaya razıyım” diyor. Bunu NATO’ya mı söylüyor, yoksa Saray’a mı?

Bu tabloya bakınca, siz de, “evet bu devlet kendisi suç örgütü” demiyor musunuz? Bu devlet en büyük mafyadır demiyor musunuz? İçişleri bakanının eskisi Ağar, yenisi Peker’in deyimi ile Süslü Süleyman, her ikisi de “suç örgütü reisi” gibi konuşuyor.

Kısacası, hepsi, aslında birbirine yanıt vermiyor. Hepsi, bir yere karşı konuşuyor. Hepsi, kendisinin ipinin çekilmemesi için konuşuyor. Bu nedenle Çakıcı, muhtemelen Bahçeli’nin ricasıyla “sus” diyor.

Peker’in açıklamaları, elbette daha buzdağının görünen yüzüdür. 4,9 ton kokain hariç, hepsi kamuoyunca bilinmektedir. Daha fazlası da bilinmektedir. Peker, sadece bilinenleri yakınlarda yaşayan birisi olarak, devletin içinden biri olarak açıklamaktadır. Farklılık budur. Ama Peker, çok daha fazlasına sahiptir.

Kendisine itibar iadesi ile Nisan 2021’de ülkeye dönme garantisi verilmiş gibidir. Soylu biletimdi, onu da yaktım, diyor. Ve Erdoğan’ın çevresinin kuşatıldığını, bir anlamda esir alındığını söylüyor. Bu yolla, Erdoğan’a sadık olduğunu ifade etmiş oluyor. Aslında Peker, pekâlâ biliyor ki, bu bir kuşatılma sorunu değildir.

Peker diyor ki, ben masumlara, mazlumlara silah doğrultmadım, Kürtlerin kadınlarına, çocuklarına saldırmadım. Demek bunları yapanları biliyor ve onlarla aynı yerde yer aldığını kabul ediyor. Baştan aşağıya bir “suç örgütü” hâline gelmiş devletin içinde, devlet adına iş tutmak, mazluma kurşun sıkmak değil midir? Yoksa Peker’e göre bu devlet zenginlerin devleti değil de mazlumların, halkın devleti midir? Mesela Cengiz’in devleti midir, yoksa Rize İkizdere’de 30 milyon ton taş almak üzere doğası yağmalanan ve buna direnen köylülerin devleti midir? Devlet için kurşun sıkmak, beşli inşaat çetesi için, sağlık çetesi için, kontrgerillaya para aktaran kokain çetesi için, silah ve savaş çetesi için kurşun sıkmak değil midir? Bu kurşunlar masumlara, bu kurşunlar direnen halka, bu kurşunlar hakkını istemek için sokağa çıkanlara sıkılmıyor mu?

Bu 1990’lardakinden farklıdır. 1990’larda, siyasal iktidar ve AB, bir operasyon yürütmekteydi. Oysa burada, daha çok çeteler arası bir devlet içi çatışma söz konusudur. Mesela enerji çetesi bu duruma ne der, mesela inşaat çetesi bu işin neresindedir, SADAT işin neresindedir? Bunları henüz bilmiyoruz. Ama biliyoruz ki, çeteler devletleşirken, devlet de çeteleşmektedir. Bu sürecin ayırt edici yönü burasıdır.

Saray Rejimi’nin ekonomik dayanaklarını, örgütlenmesi, bu yazıda ele almamız mümkün değil. Ama Saray Rejimi’nin ne olduğu konusunda ipuçları, bu itiraflarda vardır.

Bizim liberal solcularımız, liberal okur-yazar takımımız, “siyaset-mafya-ticaret” üçgeninden söz ediyor. Baştan aşağıya yanlıştır. Korku ile devleti saklama girişimidir. Devlet-mafya ve tekeller bir aradadır. Peker, açık olarak, son derece çarpıcı bir detay veriyor. Suç olmayabilir ama Saray Rejimi’ni çok iyi anlatan bir detaydır. Koca koca, anlı şanlı işadamlarının, Erdoğan’la görüşmeye giderken 3 kere arandıklarından söz ediyor. İlkinde, kendisi buna hırsız muamelesi diyor, saatlerini, cüzdanlarını, takılarını vb. çıkardıklarını söylüyor. Ve şu espriyi yapıyor: İçeride ikinci aramada acaba donlarını da indiriyorlar mı?

 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz