Savaşın Batı Cephesinin Soru(n)ları İle “Doğu”*

“Her şeyi yeniden tanımlamak zorundayız.

‘İnsan olmak ne demektir’den başlayarak.”[1]

Sürdürülemez kapitalist egemenliğin çıldırdığı bir dünya ile, yeniden paylaşımın altüst ettiği bölge(miz)de savaşın tırmandığı, “(post)modern zamanlar”dan geçtiğimiz bir “sır” değil. Tanık/ taraf kılındığımız kesit zor mu zor!

Coğrafyamızın “Doğu” cephesinde, Kürtlerin Kürt olmaktan kaynaklanan ulusal talepleri, egemen terörle bastırılmak istenirken; Batı’da da giderek büyüyen/ büyütülen bir yabancılaşma eşliğinde muhalefete yönelik şiddetin dozu sürekli arttırılıyor. Savaş “Doğu”da çıplak zorun silahı, topu, tüfeğiyle yürütülürken; Batı’da ise özgürlüğün, eşitliğin, mücadelenin, kardeşlik ve dayanışmanın karşısına korkunun tiranlığı dikiliyor.

Antonio Gramsci’nin, “Eski öldüama yeni henüz doğmadı,” formülasyonuyla betimlenmesi gereken bu hâl, bir “geçiş”, “sıkışma” ve “çürüme” momentidir.

Bu tabloda ilk anımsanması gereken: Delphi Apollon tapınağının girişindeki, “Nosce te ipsum/ Kendini idrak et” uyarısı ile Diyojen’in gündüz vakti Sinop sokaklarında lamba ile dolaşırken, “Homini quaero/ İnsan arıyorum” haykırışıdır.

“(Post)modern zamanlar”da bu kadarı da yetmez elbet!

Bir de Alain de Botton’un, “İnsan ancak bir şeyin ne olmadığını anlamak suretiyle onun tam olarak ne olduğu bilgisine yaklaşabilir”;[2] José Saramago’nun, “Kim olduğunu bilmiyorsan kendin olabilmen mümkün değildir… Kendinden dışarı çıkıp kendine bakmadıkça kim olduğunu asla bilemezsin,”[3] saptamalarını anımsamak büyük öneme haizdir…

 

  1. AYRIM: “(POST)MODERN ZAMANLAR”

 

Kapitalist tüketim kültür(süzlüğ)ünün kollarındaki yabancılaşma insan(lık)ı sürüleştirirken;[4] gerçeğin yerine “gibi”nin ikame edildiği devasa bir “sahne gösterisi”ne dönüşmüştür “(post)modern zamanlar”da; “yaşam” denilen!

“Yaşanan yabancılaşmanın en büyük ve en tehlikeli sonucu da gündelik hayatın ritminden kopan modern insanın pozisyonsuzluğudur,” vurgusuyla Jean Baudrillard’ın eklediği üzere: “Köprüdeki intiharı seyreden otomobil sürücüsü ya da metrobüs yolcusu, camın ardından, televizyon monitörüne bakarcasına, ‘ne kadar yakın, o kadar uzak!’ paradoksuna tutsak kalmaya başlar. Bir süre sonra bu tutsaklığı tercih de eder. Çünkü ‘pasif tanıklık’ hiç bir zaman yormayacaktır kendisini. Televizyon izleyicisinin hantallığı, gündelik hayatın öznesiyken de yapışmıştır bedenine. Böylece köprüdeki intihar, ellerinde patlamış mısır ve colalarla seyredilen bir ‘sahne gösterisi’ne dönüşüvermiştir…”[5]

Söz konusu “sahne gösterisi”nde itaat toplumsal yapı ve davranışların temelidir. Düşünme gücünü itaat etmeye tabi kılan pozisyon teslimiyet, boyun eğiş ve duygu ise kederdir.

Tam da bunun için “Despot ile köle arasındaki kutsal birlik; despotların örselenmiş ruhlara, örselenmiş ruhların ise despotlara ihtiyacı vardır…”[6]

Bu da, bire bir, “(post)modern zamanlar”daki insan(sızlık) hâlinden başka bir şey değildir.

 

I.1) İNSAN(SIZLIK) HÂLİ

 

“Travmatik ve depresif sonuçlar”ıyla,[7] “Dünyanın dört bir yanında insanlar bunalıyor”ken;[8] “Kapitalizm, tek ‘mümkün’ yaşam tarzı olarak kendini dayattığından bu yana, post-modernizmin neo-liberalizm- küreselleşme dünyasında yetişmekte olan kuşaklar… dünya denen hapishane”nin[9] köleleştirilen mahpuslarıdır.

Unutulmasın: “Köleliğin yasaklandığı, tarihin bir yalanıdır.[10] Kölelik yasaklanmamıştır, sadece biçim değiştirmiştir.”[11]

Köleliği yücelten, “olağan” denilenin bir parçası kılan sürdürülemez kapitalizm vahşetinde somutlanan toplumsal düzen, bilincimizi ve kendimizi algılayışımızı biçimlendirirken iktidara itaati ister ve aynı zamanda bunu kendi amacımız gibi dayatır.

İnsan kimliği, sömürü düzeninin rolleri ve simgeleriyle özdeşleşir. Bu da bizi iktidarla özdeşleşmeye götürür ve empati yapma yeteneğimizin kaybolmasına yol açar.

Kişi kurum ve organizasyonlar içinde otorite sembolleriyle özdeşleşirken, bir yandan otoriteye boyun eğmeye hazırken kendine yabancılaşır.

Böylelikle de tüketim toplumunun yabancılaşmış insanı, kendini anlamlandıran özünden, vicdan ve merhametten koparak insan olmanın zeminini kaybedip; güce dayalı bir toplumsal sistemin sürekliliğini sağlayan bir araç, nesne hâline gelir.[12]

Nesneleşen insan, insan olmaktan çıkarken; sürüleştiren korku iktidarının kölesi olup çıkar; kolay mı, “Timor est emendator asperrimus/ Korku en sert ıslah edicidir”!

Hatırlayın: Korkunun psikolojik yaralanmalarını, korkunun sosyal oluşumunun insandaki etkilerini, küçük yaşlarımızdan beri korkutarak öğrettiler. Düşlerimize bile egemen olabilecek bilimsel yöntemler geliştirdiler. Gerçekdışı kahramanlar yaratarak onlara öykünmemizi istediler, böylelikle kendimiz gibi olabilmeyi engellediler ve yaşadığımız hayal kırıklığı korkularımızı körüklediler![13]

Böylelikle tüketim toplumunun kuklalarına tahvil ettiler!

Jean Baudrillard’a göre günümüzde tüketim, doğal ihtiyaçların mal ya da hizmet aracılığıyla tatmin edilmesi olarak değil, kodlar ve kurallarla düzenlenmiş global ve tutarlı bir göstergeler sistemi olarak yorumlanmalıdır. Bu sistemde ihtiyaç ve hazların olumsal dünyasının, doğal ve biyolojik düzenin yerini, bir toplumsal değerler ve sınıflandırmalar düzeni almıştır. Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır.

Genel bir toplumsal farklılaşma mantığı ortaya çıkar. İhtiyaç artık tikel bir nesneye duyulan ihtiyaçtan çok, bir farklılaşma ihtiyacıdır. Toplumsal olarak üretilmiş rasyonel ve hiyerarşik ihtiyaçlar sisteminde tüketici tek tek nesnelere değil, mal ve hizmetler sistemini bütünüyle satın almaya yönlendirilir; bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir.

Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. Çünkü temel toplumsal etkinlik ve bütünleşme biçimi, geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir. Bu anlamda tüketim bireyin özgür bir etkinliği değildir. Tersine hem ihtiyaçlar sistemini üreten ve yönlendiren üretim düzeninin, hem de birer gösterge olarak tüketim mallarının kazandırdığı görece toplumsal prestiji ve değeri belirleyen anlamlandırma düzeninin zorlaması altındadır. Sonunda bu yabancılaşma o kadar kapsayıcı olur ki, tüketim toplumunun yapısı hâline gelir.[14]

Söz konusu yabancılaşmayladır ki, kapitalizmin yarattığı yeryüzü cehennemi rasyonalize edilir.

Hem de ‘Oxfam’a göre, dünyanın en zengin yüzde 1’lik kesiminin elinde bulunan servet, tüm dünyanın geri kalanındaki servetten daha fazla olmak üzereyken!

2016’da dünya nüfusunun yüzde 1’lik en zengin kesiminin sahip olduğu varlıkların, dünyadaki tüm servetin yüzde 50’sini aşması beklenip; dünyanın en zengin 80 kişisinin servetinin, yaklaşık üç buçuk milyar kişinin servetine eşitlenmişken…

Ve 2009’dan beri dünyanın en zengin kesiminin sahip olduğu servet yüzde 44’ten yüzde 48’e yükselmişken…[15]

Ayrıca dünyanın en zengin 62 kişisinin serveti dünya nüfusunun yarısının sahip olduğundan daha fazlayken…[16]

Dünya nüfusunun yüzde 1’i dünya zenginliğinin (servetinin) yarıdan fazlasına, yüzde 8.1’i de dünya zenginliğinin yüzde 86.4’üne el koyarken…[17]

‘The Forbes’ dergisinin 2015 yılında dünyanın en zenginleri listesinde, Microsoft’un kurucusu Bill Gates, 79.2 milyar dolarlık servetiyle yine birinci sırada yer alırken…[18]

Bu vahşeti ayakta tutan, kapitalist terör ile yabancılaşmanın insanı hiçleştiren teslimiyetidir!

“Hiçleşme” dedim! Bir örnek bile yeter…

‘Dünya Sağlık Örgütü’ne (WHO) göre, dünyada her 40 saniyede bir kişi intihar ediyor. Bu sayı her yıl savaş ve doğal afetlere kurban gidenlerden daha fazla…

Rapora göre, en yüksek intihar oranları Doğu Avrupa ve Asya’da bulunuyor. İntiharların yüzde 25’i zengin ülkelerde gerçekleşiyor.[19]

İntiharlar ABD’de, 15-24 yaş arası ölümlerin (kazalar ve cinayetlerden sonra) üçüncü en sık nedeni olurken, 5-14 yaş arası ölüm nedenleri arasında altıncı sırada yer almaktadır.[20]

Evet, “(post)modern zamanlar”da dünyayı değiştirerek özneleşmek yerine; ona teslim olanlar nesneleşerek “hiçleşmek”tedirler!

O hâlde insan(lık)ı, “hiçleştiren” sürdürülemez kapitalizm aynı zamanda onu geleceksizleştiren bir barbarlığa mahkûm etmektedir.

Tıpkı coğrafyamızdaki gibi…

 

  1. AYRIM:TOPLUMSAL HÂL(İMİZ)

 

Ahmet Ümit’in, “Sabah böyle bir ülkede uyanıyor olmak moralimi bozuyor,”[21] dediği “Türkiye’de bugün köylülük değil, kasabalılık egemen,”[22] der İlber Ortaylı…

Toplumsal yapı taşralaşıp; kültürel muhafazakârlığı devreye sokarken; “Despotizm esas, demokrasi fürûattır[23]!”[24] Hilmi Yavuz’un altını çizdiği gibi…

Kolay mı? “Türkiye toplumsal ilişkilerin güvenlik temelinde çürüdüğü bir toplum”ken;[25] TV kanallarında dünyanın güneş etrafında dönmediğini söyleyebilen, meleklerin, şeytanların, cinlerin masallarda değil hayatın içinde ve ötesinde olduğunu ilan eden hurafe, her zaman olduğu gibi boydan boya siyasetin hizmetindedir. “Cehennem ateşine dayanıklı kefen” satanlar, hayat yorgunlarına umut dağıtmayı, “ne mutlu size ki oğlunuz şehit oldu” diyebilmeyi, siyasete boyun eğdirmeyi hâlâ başarıyorlar![26]

Ataol Behramoğlu’nun, “Türkiye bir açık hava ‘tımarhanesi’ mi?”[27] sorusunu dillendirdiği koordinatlarda bu tastamam bir “cinnet hâli”dir…

Cinnet, Arapça kökenli bir kelimedir. Türkçe karşılığı ise, “delilik” yani aklî “dengesi bozulmuş olan kişinin durumu”yken; Türkiye’deki toplum psikolojisini değerlendiren Levent Üzümcü, “Türkiye nefretle yönetiliyor. Susmalar başladı. Asıl sıkıntı bu,”[28] diye ekliyor.

Toplumsal paranoyaların sıradanlaştırıldığı iktidar dizaynında; “Tuhaf günlerden geçiyoruz. Kısa süre içerisinde bambaşka duyguları yaşar olduk. 7 Haziran seçimlerinin hemen ardından ülke muhalefetinde oluşan olumlu havanın, mutluluk hâlinin yerini karamsarlığa bırakması çok uzun sürmedi. Hızla girdiğimiz savaş ikliminde cenaze görüntüleri üstümüze yağmaya başladı. Başta büyükşehirler olmak üzere ülkenin dört bir yanında bomba ihbarları, canlı bomba uyarıları havada uçuşur oldu. Fünyeyle şüpheli paket patlatmak vaka-i adiye hâline geldi. Paket getiren kuryelerden, metroda yanımıza oturan abiden şüphelenir olduk. Toplu taşıma araçlarına binmekten kaçınmak, kalabalıklardan uzaklaşmak içimizde bir yerlere oturdu… Her şey o kadar gerçek ki, olan biteni toplumsal paranoya hâli ile tasvir etmek bile abes kaçıyor,”[29] diyor psikoterapist Murat Paker…

“Sır” değil; toplum olarak ruh sağlığımızın pek yerinde olmadığı ortada! En basit insan ilişkilerinde büyük bir şiddet, vurdumduymazlık, acımasızlık egemen…

“Nasıl” mı?

Gayet basit: i) Toplum olarak genelde sonuca odaklı değerler sistemine göre hareket ediyoruz… ii) Her zaman haksız da olsa güçlüden yana olmak gibi faşizan bir düşüncenin izleyicisiyiz… iii) Güce taparak adaletsizliğinden yakındığımız düzenin işleyişine katkıda bulunmuş oluyoruz… [30]

Bunların böyle olması, depresif toplumsal yapının ortaya çıkmasında önemli oluyor.

Malum olduğu üzere “depresyon”, çökme demek. Çöküntü, çökkünlük. Bir tıp terimi olarak ruhsal denge bozukluğu…

Yabancılaşmanın kollarında yaşamı tehdit altındaki toplumun çaresizliğinin depresyona yol açmasında şaşılacak ne olabilir ki?

Hem toplumsal depresyonun belirtileri: i) Kötümserlik, yaşama sevincinin azalması; ii) İlgi kaybı, isteksizlik; iii) Harekete geçememe; iv) Kararsızlık, güvenememe; v) Dikkatsizlik, konsantrasyon bozukluğu değil midir?

Evet, depresyonu yaratan “umutsuzluk, çaresizlik duygusu, kararsızlık, harekete geçememe durumu”yken; depresyondan kurtulmak da: i) Umudunu yaratan kararlılıktan; ii) Çarenin kendi olduğu bilincinden; iii) Harekete geçmekten, mücadele etmekten, risk almaktan geçiyor…

Bunları yapamamanın, yapmamanın bedelidir depresyon!

Aslında “depresif durum”, kapitalist yaşamla uzlaşmanın bir yolu; bedel ödemekten kaçınmanın bedeli; görmezden gelmenin, sorumluluktan kaçmanın sığınağı olmaktır![31]

Veriler de bu hâlin kanıtı…

 

 ‘TÜRKİYE’Yİ ANLAMA KILAVUZU’[32]
Türkiye’de 10 kişiden altısının medya ve internete sansür uygulanabileceğini düşünüyor. Yani yüzde 60’a göre medya ve internet sansürü normal.
Ankete katılanlara “Kadının çalışması için eşinin izni şart mı” diye soruldu. Erkeklerin yüzde 69’u evet cevabı verirken, kadınların da yüzde 57’si evet dedi.
Anketörlerin içinde erkeklerin yüzde 20’si “gerektiğinde kadınlara tokat atılabileceğini” söylerken, kadınların ise yüzde 18’i bu soruya evet cevabı verdi.
“Dinin gereklerini yerine getiriyorum” diyenlerin oranı yüzde 71, evde de başını örttüğünü söyleyen kadınların oranı 37, “Başımı dışarı çıkarken örtüyorum,” diyenlerin oranı ise yüzde 60.
Hiç müzik dinlemeyenlerin oranı yüzde 24, hiç kitap okumayanların yüzde 45, hiç radyo dinlemeyenlerin yüzde 29, hiç gazete okumayanların oranı ise yüzde 29.
İnternet kullanım oranları da hayli düşük. “İnternette hiç sörf yapmıyorum” diyenlerin oranı yüzde 68.
Ankete katılanların yüzde 96’sı hiç opera ve baleye gitmediğini söylerken, konsere gitmeyenlerin oranı ise yüzde 73.
Katılımcıların yüzde 80’i tiyatroya, yüzde 56’sı sinemaya hiç gitmemiş.
Yurtiçinde hiç tatile gitmeyenlerin oranı ankete göre yüzde 45, yurtdışı tatili ise katılımcıların yüzde 94’ünün yapamadığı bir şey.
Yürüyüş dahil hiçbir sportif faaliyette bulunmayanların oranı yüzde 46, ailemle yemeğe çıkmıyorum diyenlerin oranı 38. Öte yandan haftada en az iki kez ev gezmesine gidebilenlerin oranı ise yüzde 39.

 

 “TÜRKİYE’DE VATANDAŞLIK”[33]
Türklerin yüzde 75’i “İnsanların çoğunun kendisinden yararlanmaya çalıştığını” düşünüyor.
Yüzde 14’ü insanlara “güvenilebileceğini”, yüzde 86’sı da insanlara karşı “dikkatli olunması gerektiğini” düşünüyor.
Yüzde 70, “toplumsal ve siyasal kuruluşlarda aktif olarak çalışmanın” önemli olduğunu söylerken; sosyal ve siyasal faaliyet için para bağışı yapan ya da bağış toplayanların oranı yüzde 6; bir siyasal partiye üye olanların oranı yüzde 12; sendika üyeliği bulunanların oranı yüzde 6; spor kulübü, kültür, boş zaman değerlendirme kuruluşlarına üye olanların oranı ise yüzde 6’da kalıyor.
“Benim gibi kimselerin hükümetin yaptıkları konusunda söz hakkı yoktur” diyenlerin oranı ise yüzde 29.
Siyasete ilgi duyduğunu söyleyenlerin oranı ise sadece yüzde 30.
Yüzde 50 Türkiye’de demokrasinin yetersiz işlediğini düşünüyor. 10 yıl sonra demokrasinin daha iyi olacağını düşünenlerin oranı yüzde 48 civarında.

 

“Türkiyeli 4 gençten 3’ünün hayali yurtdışına kaçmak”![34]

“Türkiye’de kötümserlik arttı”![35]

Türkiye’de nüfusun yüzde 85’i “kuralsızlık ortalaması”nı aşan tavırlar ve anlayışlar içinde! Sosyolojide buna “anomik toplum”, kuralsızlığın yaygın olduğu toplum deniliyor![36]

Türkiye’de her 10 kişiden birinde “anksiyete” yani “kaygı bozukluğu” görülüyor![37]

Türkiye’de 12 yıl içinde Türkiye’deki intihar vakaları yüzde 33 arttı. 2002 yılında toplam nüfus 65 milyonken 2014’te 78 milyona ulaştı. Bu rakamlara göre 12 yılda ülke nüfusu yüzde 20 arttı. Ancak ülkedeki intihar vakalarının nüfus artış hızının çok üstünde yaşandı. İntiharların nüfusa oranı 2002’de yüz binde 0.719 iken, bu oran 2014’te yüz binde 3.94’e yükseldi. 2002’de erkeklerde kadınların yaklaşık 3 katına yükseldi. Erkeklerde yüz binde 5.84 iken kadınlarda yüz binde 2.04 oldu![38]

Türkiye’de şizofreni hastası yüzde 1 oranında, yani her 100 kişiden biri hasta. 450 bin ile 600 bin arasında şizofreni hastası var![39]

Toplum olarak psikolojimiz bozuluyor. Sağlık Bakanlığı’nın verilerine göre 5 yılda psikolojik rahatsızlıklar sebebiyle sağlık kuruluşlarına başvuranların artış oranı yüzde 330…

2009 yılında psikolojik rahatsızlıklar sebebiyle sağlık kuruluşlarına 3 milyon 21 bin 361 kişi başvururken, bu oran 2013 yılında 9 milyon 163 bin 101’e çıktı…

Sosyal Güvenlik Kurumu’ndan alınan verilere göre 5 yılda 211 milyon kutu antidepresan tüketildi…[40]

Evet, toplumsal hâl(imiz)in değer(sizlik)leri üç aşağı, beş yukarı böyle!

 

II.1) DEĞER(SİZLİK)LER(İMİZ)

 

Ya değer(sizlik)ler(imiz) mi? Verileri hızla sıralayalım!

  1. i) ‘Charities Aid Foundation’ın 135 ülkeyi kapsayan uluslararası hayırseverlik endeksinde Türkiye 128’inci sırada.[41]
  2. ii) Adana’da, ‘Doğayı Hayvanları Koruma Derneği’ koordinatörü Metin Yıldırım, her gün barınağa en az 10 hayvanın işkence ve kötü muamele sonucu yaralı olarak getirildiğini anlattı.[42]

iii) ‘Gallup’un 65 ülkede yaptığı dindarlık anketinde Türkiye nüfusunun yüzde 79’u dindar çıktı. Yüzde 13 dindar olmadığını ve yüzde 2 ateist olduğunu belirtirken, yüzde 6 kendisini nasıl tanımlayacağına karar veremedi.[43] Türkiye dindar ülkeler sıralamasında 24’üncü oldu. 2012’deki ankette ise, Türkiye’nin yüzde 73’ü kendini dindar olarak tanımlamıştı.[44]

  1. iv) Türkiye’de yılda 4 bine yakın kişi silahla vurulma sonucu hayatını kaybederken, 10 bin kişi de yaralanıyor. Cinayetlerin yüzde 70’inin silahla gerçekleştirildiği Türkiye’de 7.5 milyonu ruhsatsız yaklaşık 10 milyon silah bulunduğu tahmin ediliyor.[45]
  2. v) ‘Avrupa trans ağı Transgender Europe’un (TGEU) raporuna göre Türkiye, 2008 ile 2014 yılları arasında bildirilen 37 trans cinayetiyle Avrupa’da birinci, dünyada ise en fazla trans cinayeti işlenen 9’uncu ülke.[46]
  3. vi) Türkiye’de her 7 kişiden 6’sı “Eşcinsel komşu istemem” diyor.[47]

vii) Türkiye’de toplumun yarısı kürtaja karşı.[48]

viii) ‘Görme Özürlüler Derneği’ ve ‘Türkiye Kas Hastalıkları Derneği’nin ortaklığı ile yürütülen araştırmada, halkın yüzde 70’inin engelli komşu istemediği, yüzde 57’sinin de “engellilerin ayrı okullarda okuması gerektiği” fikrini desteklediği ortaya çıktı.[49]

  1. ix) Gallup’un 148 ülkeyi kapsayan küresel mutluluk endeksinde Türkiye, sondan üçüncü oldu.[50]Ayrıca Türkiye, en duygusal ülkeler sıralamasında 148 ülke arasında 102’inci sırada yer alıyor.[51]
  2. x) Gençlerin gelirleri ile harcamaları arasında ciddi bir makas olduğunu söyleyen Garanti Emeklilik Genel Müdürü Cemal Onaran’a göre gençler üç ayda bir cep telefonu değiştiriyor.[52]
  3. xi) ‘Genç Girişim ve Yönetişim Derneği’nin, ‘Gençlik Araştırması’na göre, gençlerin yüzde 75.7’si Türkiye’de geçinmek için rüşvet almanın doğal olduğuna inanıyor![53]

xii) ‘Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı’nın yolsuzluk konusundaki araştırmasına göre, halkın yüzde 82’isi Türkiye’de yolsuzluk yapıldığına inanıyor. Ankete katılanların yüzde 18’i ise yolsuzluk yapılmadığını belirtiyor.[54] Ancak, burada çarpıcı olan, “yolsuzluğun varlığı”na inanan bir toplumun, buna tepki vermemesi…

xiii) ‘Global İçki Raporu’na göre tüm dünyada 2012 yılında alkol tüketiminde yüzde 2’lik artış yaşandı. Bu artış dalgasının içinde Türkiye’nin de yer aldığı belirtildi.[55]

xiv) TÜİK verilerine göre, Türkiye’de boşanan çiftlerin sayısı 2011’e göre yüzde 1.3 artarak 120 bin 117 oldu.[56] 2006-2011 kesitinde 3.6 milyon çift evlenirken, yaklaşık 640 bin çift ise evliliklerini boşanmayla sonlandırdı.[57]

  1. xv) Çocuk mağduriyeti en çok cinsel suçlarda yaşanıyor. Türkiye’de mağdur çocuk sayısında artış göze çarpıyor. 2008’de yaklaşık 145 bin olayda 243 bin 953 çocuk, 2009 yılında meydana gelen yaklaşık 172 bin olayda 288 bin çocuk, 2010’da ise 710 olayda 328 bin 385 çocuk mağduriyet yaşadı.[58]

xvi) Şefkat-Der’in Türkiye genelev raporuna göre sokaklardaki seks kölesi kadınların sayısı 100 bini geçerken bunların 50 binini çocuklar oluşturuyor.[59]

xvii) “Çocuklara cinsel istismar 10 yılda yüzde 697 arttı”.[60]

xviii) Adalet Bakanlığı verilerine göre, 10 yılda “tecavüz suçu” kapsamında açılan davalar 2 buçuk kat artışla 10 bin 726’ya yükselirken, Bakanlık verilerine dayanan bu rakamlar “cinsel taciz” davalarında 2006’dan bu yana 2 kat artışla 12 bin 729’a yükseldi.[61]

xix) Adalet Bakanlığı’nın Adli Tıp Kurumu Başkanlığı’na dayanarak aktardığı verilere göre ayda kurula 650 çocuk istismarı dosyası geliyor. Kurulda bekleyen dosya sayısı ise 916.[62]

  1. xx) Türkiye’de her ay Adli Tıp Kurumu’na 650 çocuk istismarı vakası gönderiliyor… Her yıl 91 bin kız çocuğu anne oluyor… Tüm evliliklerin üçte birini 18 yaş altı kız çocukları oluşturuyor… Çocukların Cinsel İstismarı Suç ve Karar 2014 verilerine göre 24 bin 825 mahkeme kararı var. Bunların 13 bin 968’i (yüzde 56.3) mahkûmiyetle sonuçlandı… Cinsel suçlardan mağduriyet nedeniyle güvenlik birimlerine getirilen çocuk sayısı 11 bin 95 kişi… 2014 yılında bin 463 çocuk ve 13 bin 287 yetişkin, çocuğa karşı cinsel istismar suçu işledi…[63]

xxi) Milletvekili Sezgin Tanrıkulu çocukların cinsel istismarına ilişkin açılan dava sayısının 2006’da 2414 iken 2011’de 16.827’ye yükseldiğine dikkat çekerek, 2006’dan 2011’e artışın yüzde 697 olduğu vurgulandı.[64]

xxii) Türkiye’de 2008 yılında kaybolan çocuk sayısı 4 bin civarında iken bu rakam 2012 yılında 12 binin üzerine çıktı. Dolayısıyla 4 yıl içinde kayıp çocuk sayısındaki korkutucu artış yüzde 200’ün üzerinde.[65]

xxiii) Türkiye’de sokaktaki bir çocuğun,[66] “istisnalar dışında” 35 yaşına ulaşması çok zor.[67]

Tüm bu (ve elbette benzerleri) toplumsal hâl(imiz)in değer(sizlik)lerini net biçimde ortaya koymuyor mu?

 

II.2) TÜRK(İYE) DURUMU

 

Buraya kadar izaha gayret ettiğim çerçevede “Her an her şey olabilir” hissi, bu ülkede yaşayan herkesin ortak ruh hâli değil mi?

İşte, o zaman, özel ve tarihsel bir “kavşak” noktasında olduğumuzdan söz edebiliriz.

“Kavşak” noktası; yukarıda da değindiğim üzere “Eski öldüama yeni henüz doğmadı,” formülasyonunda ifadesini bulan sıkışma ve çürüme hâlidir.

Bu bir çözümsüzlük, yani kördüğüm hâlidir. Yaşıyor ve tanık oluyoruz: İktidar hiçbir sorunu çözemiyor; çözülmeyen sorunlar ise, kahredici ve kısır bir süreklileşmiş şiddet ortamını doğurup büyütüyor.

“Kaotik” bir atmosferde soluyoruz.

“Artık her şey mümkün” ibaresiyle karakterize olan “Garip” bir hâlle, rejimle yüz yüzeyiz: Devletin yönetimine, içindeki iktidar noktalarına hâkim kadronun iç ve dış politikası iflas etmiş, akıllarındaki proje realitenin duvarına çarpmıştır. Şimdi, bu kadro yaptıklarını açıklamakta büyük zorluk çekiyor, toplumun yarısından fazlasının güvenini kaybettiğini, rızasını alamadığını biliyor. Geri kalanından aldığı rızayı da, eleştirel bakışlar devam ettiği sürece kaybetme riskiyle karşı karşıya olduğunun bilincindedir. “Bu ülkede bir aydın sorunu var,” yakınması da bu kırılganlığın itirafıdır.[68]

Tüm eleştirel sesler kısılmalı, muhalefet duyulamaz, iktidardaki kadronun temsil ettiği sınıfın hakikâtı dışında bir hakikât konuşulamaz, hatta anlaşılamaz olmalıdır. Bu kadro, temsil ettiği sınıf, özelde kendi pratiğinin, genelde “hakikâtın” bilgisinin üretiminin, yeniden üretiminin üzerinde mutlak bir kontrol kurmak, realiteye tamamen hâkim olmak istiyor.

Bu aynı zamanda bedenler ve mekânlar üzerinde mutlak bir denetim arzusu demektir. Bugünün ekonomik, kültürel ve teknolojik koşullarında bu arzuyu gerçekleştirmek mümkün olmadığı için de, bu kadro gittikçe öfkeleniyor, korkuyor daha fazla baskıya, şiddete sığınarak korunmaya çalışıyor.[69]

Söz konusu baskı yabancılaşmış insan(cıklar)ı daha da suskunlaştırıp, sahnenin dışına iterek, gerçeklerden koparıp, ortalamanın tutsağı kılınan Türk(iye) insan(cık)ı, Nâzım Hikmet’in, “Koyun gibisin kardeşim,/ gocuklu celep kaldırınca sopasını/ sürüye katılıverirsin hemen/ ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye./ Dünyanın en tuhaf mahlûkusun yani,/ hani şu derya içre olup/ deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf./ Ve bu dünyada, bu zulüm/ senin sayende,” diye tarif ettiğidir.

Bu da nesilden nesile aktarılan karanlık bir kültür(süzlük)dür; hafızadır.

Evet bu memlekette, kâğıda dökülmemiş yasalar, nesilden nesile aktarılan karanlık bir hafıza vardır.

Oruç tutmayanı dövüp, şiddeti, “suratıma üflemeseydi” diye açıklamak meşrudur. Saldırganları değil, linç edilen Romanlar’ı sürmek makul.

Ermeniler’e hakaret yaşamanın doğası gereği, Kürtler’e ayrımcılık bütünlük hassasiyetidir.

Devletin meşru sayılmasını istediği bütün zeminlerde, devlet aklına paralel yürür koca bir halk.

Bu yüzden çok değil 15-20 yıl öncesine kadar seks işçisine tecavüz indirimli ceza nedenidir.

Tecavüze uğrayan bir kadına saldıranların cezası, sesinin o anki oktavına bakılarak hesaplanabilir.

Irkçı bir ayrımla kanunlarda bir kadını öldürmek “töre”yle “namus”la ilişkilendirilir.

Bir söylentiyle elçilik bastığınızda sırtınızı sıvazlar birileri, iki solcu elçilik önüne geldiğinde ise bu “müebbet hapis” nedenidir.

Ermeni avına çıktıklarını söyleyenler, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçundan yargılanmaz misal.

“Manukyan’ın üç yeğeni” diyenlerse kendilerine göre milli iradenin asıl temsilcisidir.

Feministler çirkindir, çevreciler “gereksiz”, Alevîler “din düşmanı”, solcular ve Kürtler “terörist”, Ermeniler “hain”, Rumlar “düşman”.

Ve uzayıp giden bu listedekilerin her birine karşı suç işlemek serbesttir![70]

 

II.2.1) VAHŞET VERİLERİ

 

Şimdi nefesinizi tutup, vahşet verilerine göz atın!

  1. i) Türkiye’de şiddetin önüne geçilemiyor. 28 Haziran 2012’de, kimi “cinlerden talimat aldım” dedi, kimi aldattığından şüphelendi, kimi meçhul bir saldırıya kurban gitti, kimi işkence gördü, kiminin kulağı kesildi, kiminin de boğazı. Toplam 10 kişi öldü, 2 kişi yaralandı![71]
  2. ii) Türkiye, küçücük çocukların bile öldüresiye dövüldüğü, otoparklarda infazların yapıldığı bir ülke hâline geldi. Bingöl’de 10 yaşında çocuklara hunharca işkence yapıldı…

Yozgat’ta bir amca tartıştığı 16 yaşındaki yeğenini odunla döverek hastanelik etti…

Bayram tatili için Sapanca’ya gelen bir aile, tanımadıkları kişilerce darp edildi…

Samsun’da üvey babasını başka bir kadınla yatakta yakalayan 25 yaşındaki İlkay Kırbaş, benzin dökerek evi ateşe verdi![72]

iii) Tekirdağ’ın Marmara Ereğlisi’ne bağlı Yeniçiftlik beldesinde eşi yıllar önce vefat eden, çay bahçesi işletmecisi Nezahat Satılmış Yanık (50) işyerinde ölü bulundu. Yanık’ın başına ve yüzüne demir çubukla aldığı darbeler sonucu can verdiği belirlendi![73]

  1. iv) İstanbul’da bir baba 6 aylık bebeğini “ağlıyor” diye koltuğa fırlatarak öldürdü. Babanın 2014 yılında da 6.5 aylık bebeği Beyza’yı boğarak öldürdüğü ortaya çıktı![74]
  2. v) Anne ve babanın tartışmasının bedelini 8 aylık bebek ödedi. Eşine sinirlenen baba A.B. bebeğini döverek hastanelik etti![75]
  3. vi) Konya’da hastaneye merdivenden düştüğü belirtilerek tedavi altına alındıktan sonra kurtarılamayan 1.5 yaşındaki Medine Halıcıoğlu’nun, babası İsmet Halıcıoğlu (27) tarafından dövülerek öldüğü ortaya çıktı![76]

vii) Giresun’un Gemiler Çekeği mahallesinde oturan Ercan Y. (36), Mart 2012’de iddiaya göre sürekli ağladığı için bebeği Edanur’u (2.5) dövüp yere fırlattı. Anne Nurcan Y. (20), yaralanan ve bilinci kapanan bebeğini hastaneye götürdü![77]

viii) Kayseri’nin merkez Kocasinan ilçesinde yaşayan 24 yaşındaki Makbule Avşar, 24 Haziran 2015’de acil servisi arayarak 2 yaşındaki oğlu Adem’in, düşerek bayıldığını söyleyip yardım istedi. Eve gelen sağlık ekibi, vücudunda dayak izleri bulunan çocuğu hastaneye götürdü. Çocuk, yaşamını yitirdi. Yapılan otopside minik Adem Avşar’ın ince bağırsağının koptuğu ve iç kanama geçirdiği, vücudunda morluklar olduğu, 15’e yakında dayak izi bulunduğu saptandı. Olay üzerine çocuğun annesi Makbule Avşar ile sevgilisi inşaat işçisi Kemal Doğansoy, işkenceyle ölüme neden oldukları iddiasıyla gözaltına aldı![78]

  1. ix) Ankara’nın Akyurt ilçesinde hayvancılıkla uğraşan Şevket Ateş, 17 yaşındaki öz kızını, otlatmaya götürdüğü koyunlardan 8 tanesini kaybettiği gerekçesiyle tek kurşunla vurarak öldürdü![79]
  2. x) Kocaeli’nin Gölcük İlçesi’ndeki bir ilkokulda sınıf öğretmenliği yapan 34 yaşındaki Seçil M.D., iddiaya göre 2 aylık erkek bebeğini evde tek başına bıraktıktan sonra 9 günlük bayram tatilini geçirmek üzere memleketi Adana’ya gitti. Çocuk, açlık ve susuzluktan öldü![80]
  3. xi) İzmir Aliağa’da 2 kız kardeş, kendilerine baskı yaptığını öne sürdükleri anneleri Gülseren Süngü’yü elektro şok cihazıyla başına vurup bayılttıktan sonra bıçaklayarak öldürdü![81]

xii) Hatay’ın İskenderun İlçesi’nde Suriyeli 16 yaşındaki Abdulhamit Taben ile aynı yaştaki akrabası Ahmet Taben’i, çocukların yanında çalıştığı hurdacı 31 yaşındaki Habip Oral, döverek öldürdü![82]

xiii) Üç yıl önce kendi böbreğini satan bir baba (M.B), bu kez İstanbul’da 13 yaşındaki oğlunun böbreğini satmak isterken yakalandı![83]

xiv) Hamile 19 yaşındaki A.K, Mersin Devlet Hastanesine gelerek karın ağrısı şikâyetiyle muayene oldu. Daha sonra hastanenin tuvaletine geçen A.K, burada doğum yaptıktan sonra, bebeği çöp kovasının içinde boğarak, öldürmeye çalıştı![84]

  1. xv) Denizli’de kaldığı öğrenci yurdunun tuvaletinde bebeğini dünyaya getirdikten sonra boğazını kesip 4 gün boyunca elbise dolabında saklayan Ü.T.’nin ifadesi kan dondurdu: “Kendimde değildim, bebek ölü doğdu. Kafasını kopardığımı 2 gün sonra fark ettim. Niye kopardım, bilmiyorum”![85]

xvi) Muğla’da evinin banyosunda doğum yapan üniversite öğrencisi S.C. bebeğini 6’ncı kattan attı![86]

xvii) Bartın’da, otomobil sürücüsü 35 yaşındaki İsmail Kaymakçı, yol vermesi için arkadan korna çalıp selektör yapmasına sinirlendiği otomobilin sürücüsü 52 yaşındaki Süleyman Karadayı ve yanındaki öğretmen arkadaşı 54 yaşındaki Tayfun Erol’a levye ile saldırdı. Erol, aldığı darbelerle yaşamını yitirdi![87]

xviii) Emekli güvenlik görevlisi koca Aliseydi Aşan (50), 26 yıllık eşi 2 çocuğunun annesi Hüsne Aşan (44) nasıl dövdüğünü 3G’li telefondan “Az dövüyorsun, daha çok vur,” diyerek tezahüratta bulunan 18 yaşındaki sevgilisi Z.İ.’ye izletti![88]

xix) Antalya’da evine aldığı hemşerisi Kazım K.’dan üç yıl boyunca şiddet ve işkence gören Kerem G., “Çocukları çengelle tavana astı. Ellerini ayaklarını bağladığı H.G., A.Ö.G. ve E.G.’yi tavandaki çengele asıyordu. Kaç kez ortanca oğlumu battaniyeye sarıp, ellerini ayaklarını bağlayarak yatakta yatırdığını gördüm. Çocuklarımı duvara diziyor, asker gibi saatlerce bekletiyor, oturmalarına izin vermiyordu. Çocuklara yiyecek vermiyordu. Mutfağın kapısını kilitliyordu. Çocuklarıma gizli gizli yemek veriyordum. Küçük oğlum E.’ye çok düşkünüm. Bu nedenle ona daha fazla eziyet ediyordu. Yumruk vura vura çenesini kırdı. Çocukların elleri ve ayaklarında sigara yanık izlerini vardı. Son olayda dillerini kesmiş. Her tarafları mordu. Çocuklarımı o evden çıkaramasaydım, o adamı öldürecektim. Ona ‘Sen nasıl bir insansın. Sende Allah korkusu yok mu? Bu çocuklara işkence ediyorsun’ dediğimde, ‘Ben de Allah korkusu yok’ karşılığını verdi. Küçük E.’ye tecavüz 2011 yılında oldu. Oğlum o zamanlar 2 yaşlarındaydı. Kazım K.’nın arkadaşı olan E.Ö. geldi ve evde kalmaya başladı. Sonra birden eşyalarını toplayıp, kaçtı. Karıma ve Kazım K.’ya ‘Niye kaçtı’ dedim. Bana ‘Zamanı gelince öğrenirsin’ dediler. Meğer o gün çocuğuma tecavüz etmiş,” dedi![89]

  1. xx) 20 Ekim 2015 tarihinde Konya’da 20-25 yaşlarındaki bir kadın, yaklaşık 8 aylık bir erkek bebeği, bir işyerine bıraktıktan sonra kayıplara karıştı![90]

xxi) Bir baba, 10 ve 14 yaşlarındaki 2 oğlunu zorla uyuşturucu bağımlısı yaptı… 10 yaşında babası tarafından uyuşturucu bağımlısı yapılan N.A’nın 4 yıldır uyuşturucu kullandığını, ağabeyinin de 14 yaşında yine babası tarafından zorla uyuşturucu bağımlısı yapıldığı, ortaya çıktı![91]

xxii) Eskişehir’in Beylikova ilçesindeki İmam Hatip Ortaokulu Müdürü Ümit Demir’in, öğrencileri hortumla dövüp pet şişeye oturtmaya çalıştığı iddia edildi![92]

xxiii) Fethiye’de işe gelmeyen çırağı 11 yaşındaki B.A.G.’yi, boynundan iple motosikletine bağlayarak 1 kilometre boyunca çekerek götüren 43 yaşındaki berber gözaltına alındı![93]

xxiv) Tekirdağ’ın Marmara Ereğlisi ilçesindeki trafik kazasında 3 kişi öldü, 2 kişi yaralandı. Kazada otomobil sürücüsü Şenses ile araçta bulunan Zahide Aydın ve Mehmet Emin Oğuz olay yerinde öldü, Ahmet Kaya ve Gamze Meray ise ağır yaralandı. Fransa’dan memleketi Ş. Urfa’ya giden Mehmet Çetinkaya, yol kenarında durarak, yaralılara yardım etmek istedi. Ambulansların olay yerine gelmesinin ardından aracına dönen Çetinkaya, otomobilin camının kırık olduğunu fark etti. Otomobilinden yüklü miktarda paranın çalındığını fark eden Çetinkaya, “Memlekete giderken kazayı gördüm, yardıma koştum. Bu sırada otomobilindeki 6 bin lira nakit para, kimlik ve cep telefonları çalınmış. İnsanlık ölmüş,” dedi![94]

 

TÜRKİYE’DE BESTİALİTE[95]
28 Ağustos 2014 İstanbul Kâğıthane’de bir binanın güvenlik kamerasına yansıyan görüntülerde, bir kişinin yakaladığı sokak köpeğine dakikalarca tecavüz ettiği ortaya çıktı.
19 Mayıs 2013 Bursa’da kayınpederine ait ördeğe, aşırı alkollü iken tecavüz ettiği iddia edilen kişiye 437 TL ceza kesildi.
20 Eylül 2012 Konya’nın Ereğli ilçesinde 80 yaşındaki S.S., komşusu A.U’nun ahırındaki ineğe tecavüz ettiği ve olayın duyulmaması için de tehditte bulunduğu suçlamasıyla gözaltına alındı.
8 Mart 2009 Mersin’in Mut ilçesine bağlı Dere köyünde bir keçiye tecavüz ettiği belirlenen şahsa hayvanlara kötü muamele yaptığı için para cezası kesildi.
14 Temmuz 2009 Kocaeli Gebze ilçesinde 31 yaşındaki M.C. kümeste tavuğa tecavüz ederken sahibi tarafından suçüstü yakalandı. Tavuğun telef olduğu olaydan sonra gözaltına alınan M.C, bir anlık hislerinin kurbanı olduğunu söyledi.
16 Mayıs 2006 Bolu Abant’ta tatil yapan makine mühendisi 34 yaşındaki H.F.Y.T binmek için kiraladığı ata ormanlık alanda tecavüz ederken yakalandı. Aynı kişinin 15 gün önce de aynı atı kiraladığı anlaşıldı.

 

xxv) Bir yatılı bölge okulunda aşçı olan baba Seyitahmet İ., 14 yaşındaki kızına 2 yıl boyunca tecavüzden tutuklandı![96]

xxvi) Antalya’da inşaatlarda boyacılık yapan dört çocuk babası Ekrem E., iddiaya göre zihinsel engelli kızı H.E.’ye 6 yıldır tecavüz ediyordu. Bu tecavüzlerden doğan bebeklerin de evin bahçesine gömüldüğü öne sürüldü. Kocasının her akşam içtikten sonra engelli kızıyla ilişkiye girdiğini itiraf eden Cemile E., “Bizi öldürmekle tehdit ediyordu. Korktuğum için kimseye bir şey söyleyemedim,” dedi![97]

xxvii) Akşehir’de 13 yaşındaki F.A’ya tecavüz ettikleri iddiasıyla aralarında ağabeyinin de bulunduğu 4 kişi tutuklandı![98]

xxviii) Muğla’nın Milas İlçesi’nde, karın ağrısı nedeniyle hastaneye giden 13 yaşındaki G.K.’nin hamile olduğu ortaya çıktı. Küçük kız, dayısı 23 yaşındaki S.A.’nın 4 yıldır kendisine tecavüz ettiğini söylediği![99]

xxix) Erzurum’da kız kardeşi 23 yaşındaki H.B.’ye tecavüz ettikleri iddiasıyla tutuklu yargılanan Kars’ın bir köyünde imam, 29 yaşındaki A.B. ile erkek kardeşi, 27 yaşındaki M.B. hakkında Erzurum 3’üncü Ağır Ceza Mahkemesinde 10.5 yıldan 18 yıla kadar hapis cezası istendi. A.B., ifadesinde kardeşiyle birçok kez ‘birlikte olduğunu’ ancak onun da ses çıkarmadığını söyledi.

Kars’ın bir köyünde imam olan ağabeyi A.B.’nin de daha önce kendisine defalarca tecavüz ettiğini öne süren H.B., şöyle dedi: “İlk tecavüzü ağabeyim A.B., geçtiğimiz Ağustos ayında yaptı. Ağabeyim evde kimse olmadığı sırada tecavüz etti ve bunu kimseye söylememe konusunda uyardı. Olayları ablam R.’ye anlattım. Kimseye söylemememi aksi hâlde ağabeyimin işinden olacağını söyledi. Ağabeyimin tecavüzünden hamile kaldım, Ankara’ya götürdü kürtaj oldum. Daha sonra da küçük ağabeyim M.B., tecavüz etti. Hastanede tanıştığım E.P.’nin de tecavüzüne uğradım. Ağabeyim M.B. babam öldükten sonra bana şiddet uygulayınca Kadın Sığınma Evi’ne yerleştirildim. Burada N.U. adlı kadın ile tanıştım. Benim zor durumda olduğumu görerek erkeklerle birlikte olmam karşılığında çok para kazanacağımı söyledi. İstemediğim hâlde N.Ç. ile birlikle olmamı istedi. Kabul etmeyince N.Ç. de tecavüz etti”![100]

xxx) Konya’da zihinsel engelli öz kızı 17 yaşındaki E.A.’ya tecavüz ettikten sonra doğan bebeği öldürüp dereye atmakla suçlanan 53 yaşındaki Ö.A., bebeği öldürmekten mahkûm oldu![101]

xxxi) Elazığ’ın Karakoçan İlçesi’ne bağlı bir köyde yaşayan S.A. 8 yaşındaydı. Yedi yıl boyunca yüzlerce kez 20 erkeğin tecavüzüne uğradı. Annesi bile onu suçladı. S.A.’ya yaşları 14 ile 70 arasında değişen 20 kişi tarafından 7 yıl boyunca yüzlerce kez tecavüz edildi. Olayı anlattığı öz ağabeyi tarafından da tecavüze uğrayan küçük kız, annesi tarafından suçlanarak dayak yedi![102]

xxxii) Üçü 18 yaşından küçük dört kişi genç bir kıza tecavüz etti. İfadelerinde “arkadaşlarını terk ettiği” gerekçesiyle “intikam almak” istediklerini söyleyen saldırganlar cep telefonu ile kayıt da yaptı. Sinop’un Ayancık ilçesinde lise ikinci sınıf öğrencisi S.D., ayrılmak istediği F.Ü. ile 25 Mayıs’ta bir parkta buluştu. F.Ü. otomobiline bindirdiği S.D.’yi boş bir araziye götürdü. F.Ü.’nün arkadaşları S.E., A.Y. ve M.O. yanlarına geldi. F.Ü.’nün arkadaşları genç kıza burada tecavüz etti ve kimseye anlatmaması için şantaj yapmak üzere de cep telefonu ile olayı kameraya kaydetti![103]

xxxiii) Boşandığı K.B.’nin evini tabancayla basan B.B., eski eşini evde bulamayınca ev arkadaşı Y.İ.’ye silah zoruyla tecavüz etti. B.B., bu sırada eski eşini telefonla arayarak “Ev arkadaşına tecavüz ediyorum, gelmezsen devam ederim,” dedi![104]

xxxiv) Aydın’da zihinsel engelli 10 yaşındaki S.S.’ye, annesinin yanında 70 yaşındaki Ali Y.’nin tecavüz ederken çektiği görüntüler, tecavüzcünün ölümünden sonra ortaya çıktı![105]

xxxv) Afyon’un Çay ilçesinde 3 yaşındaki erkek çocuğunun evinin yakınından kaçırılması, ardından balık lokantalarının arkasında baygın bir şekilde bulunması ve cinsel istismara maruz kaldığı tespit edildi![106]

xxxvi) Diyarbakır’da 28 yaşındaki M.T. hakkında, 11 yaşındaki 6’ncı sınıf öğrencisi E.T.’ye aralıklar ile 4 kez tecavüz ettiği için dava açıldı![107]

xxxvii) Erzurum’da 13 yaşındaki C.P, 11 yaşında olan F.T.’ye Nisan ve Ağustos ayında 2 kez tecavüz etmekten tutuklandı![108]

xxxviii) Güneydoğu’da 14 yaşındaki bir erkek çocuk, 4 ay kadar kaldığı özel yurttaki ilmihal hocasının tecavüzüne maruz kaldı… 2012 Kasım’ında yurt yöneticisi ve ilmihâl öğretmeni H.K., bir gece yarısı gözüne fener tutarak uyandırdı. Odasına götürdü, kapıyı kilitledi. Tecavüz ettikten sonra gırtlağına sarıldı, “Birine söylersen seni öldürürüm. Nereye gitsen bulurum” dedi. İki kez de sırtında sopa kırıncaya kadar dövdü. 2013 Mart’ına kadar tecavüz devam etti![109]

xxxix) Zonguldak Kozlu’da 15 yaşında bir erkek çocuğa 15 kişi tarafından iki yıl boyunca “sistematik” şekilde tecavüz etti. Tecavüz skandalının mağduru 15 yaşındaki E.A., başından geçenlerle ilgili, “Aralarında madenciler, TIR şoförleri, taksiciler, esnaflar, inşaat işçileri, emekliler de vardı. Ayrıca bu kişilerin tanıdığı ve o dönem liseye giden 15 yaşındaki çocuklar da vardı. Bu kişiler arasında 15 ila 60 yaşına kadar olan insanlar vardı. Bu insanlar bana iki yıl boyunca tecavüz etti. Tecavüz edenler arasındaki bazı insanların benim yaşımda torunları bile vardı. Ne zaman kendileriyle görüşmek istemediğimi söylesem beni yine tehdit ettiler,” dedi![110]

  1. xl) Zonguldak’ta oturan evli ve 4 çocuk babası maden işçisi 37 yaşındaki Ş.Ç., komşusunun oğlu 8 yaşındaki B.A.’ya tecavüz ettiği iddiasıyla tutuklandı![111]

xli) Balıkesir’in Edremit İlçesi’ne bağlı Altınoluk Beldesi’nde, zihinsel engelli olan 16 yaşındaki G.H.’yi, 44 gün boyunca bir evde alıkoyarak tecavüz ettiği ileri sürülen 3 kişi yakalandı. İşlemlerinin ardından adliyeye sevk edilen şüpheliler serbest bırakıldı![112]

xlii) Bingöl’de 17 yaşındaki Ç.Y. fazla kilo aldığı gerekçesiyle ablası tarafından hastaneye götürüldü. Hastanede abla M., 17 yaşındaki kardeşinin 7.5 aylık hamile olduğu gerçeğiyle karşılaştı. Ç.Y, 12 yaşından beri K.T’nin kendisine tecavüz ettiğini ve bunu bilen 6 kişinin de kendisine cinsel istismarda bulunduğunu anlattı![113]

xliii) İlköğretim öğrencisi M.N. (12) ile yaklaşık bir yıldır cinsel ilişkiye girdiği ileri sürülen 13 şüpheli, ailesinin şikâyeti üzerine 24 Ocak 2013’de polis tarafından gözaltına alındı. Küçük yaşta kıza cinsel istismar suçundan adliyeye sevk edilen şüphelilerden A.Ö. (20), F.H.Ç. (19), H.G. (19), A.Y. (30), H.B. (18), Z.A. (19), H.T.Ö. (22), H.H.K. (26) ve A.S. (27) tutuklandı. Ş.K. (17), H.İ.Ö. (15), Y.K. (17) ve S.A. (17) ise adli kontrollü olarak serbest bırakıldı![114]

xliv) Antalya’da kızları, H.Ö. (15) ile B.Ö. (16) ve onların sınıf arkadaşı 16 yaşındaki E.E. (16) ile zihinsel engelli Ç.K.’ye (14) silah tehdidiyle tecavüz edip grup seks yaptıkları suçlamasıyla tutuklu yargılanan A.Ö. (39), 70 yıl 10 ay, eşi Z.Ö. (34) de 70 yıl hapis cezasına çarptırıldı. “Sapıklık derecesinde şehvet düşkünü” oldukları mahkeme kararlarına giren anne ve babalarının tutuklanmasının ardından cinsel istismara uğrayan B.Ö. ve H.Ö. ile iki küçük erkek kardeşi de devlet korumasına alındı![115]

xlv) Cizre’de 3’ü de 8 yaşında olan M.Y., M.Ş.D. ve B.K., Nur Mahallesi’nde oyun oynadıkları sırada yanlarına gelen Halit G., otomobiliyle gezdirme teklifinde bulundu. 3 çocuğu otomobiline alan Halit G., İdil İlçesi yolu üzerindeki Zere Köyü yakınlarına götürdü. M.Y. ve M.Ş.D.’ye araçta beklemelerini söyleyen Halit G., yanına aldığı babası 2 gün önce vefat eden B.K. ile uzaklaştı. İddiaya göre ıssız yerde B.K.’ye tecavüz eden Halit G., kimseye söylememesi konusunda ölümle tehdit etti![116]

xlvi) Diyarbakır’da üç polisten üç çocuğa cinsel istismar… Diyarbakır’da yaşları 6 ile 10 arasında değişen 3 kardeşin, aylarca O.K. ve F.B. ve soyadı bilinmeyen A. isimli polis memurları tarafından cinsel istismara uğradığı, şiddet gördüğü ve uyuşturucu kullanmaya zorlandığı ileri sürüldü![117]

xlvii) Urfa’da hakkında “kaçırılma” ihbarı olan 13 yaşındaki kız çocuğu Ş.Ç., jandarma operasyonuyla Adana’da tarım işçilerinin kaldığı çadırda bulundu.Ş.Ç.’nin, babası tarafından 30 bin lira borcu karşılığında satıldığı iddia edildi. Kızı satın aldığını itiraf eden 20 yaşındaki M.K., savcılıkça serbest bırakıldı![118]

xlviii) Adana’nın Seyhan İlçesi’nde yaşayan Murat. A. ile P.A., 2 yıl önce nikâhsız evlendi. Düğün masrafları için borçlanan Murat A., bu borçlarını ödemekte güçlük çekince eşine zorla fuhuş yaptırmaya başladı. Ahlâk Bürosu polisleri, P.A.’yı 2 kez fuhuş yaparken yakalayıp işlem yaptı. P.A., sonunda dayanamayıp babasının evine sığındı. Ailesine, eşinin düğün borçlarını ödemek için kendisine fuhuş yaptırdığını söyledi![119]

xlix) Denizli’nin Pamukkale İlçesi’nde, jandarmanın düzenlediği operasyonda, bir restoranın arka bahçesindeki park hâlindeki bir minübüste kredi kartına taksitle fuhuş yaptırdığı ileri sürülen 1 kişi ile fuhuş yaptıkları belirlenen 2 kadın gözaltına alındı![120]

  1. l) Suriye’deki iç savaştan kaçarak Türkiye’ye sığınan çocuklar insan tacirlerinin eline düşmeye başladı. Şırnak’ta küçük yaştaki Suriye uyruklu kız çocuğunun bir kömürlükte tutulduğu ihbarını alan polis eve baskın yaptı. Kömürlükte yarı baygın hâlde bulunan 14 yaşındaki N.H.A’nın ailesinin kandırıldığı ve minik kızın 6 bin lira karşılığında satıldığı ortaya çıktı![121]

 

III. AYRIM: O HÂLDE…

 

Savaşın batı cephesinin buraya kadar değindiğimiz soru(n)ları elbette, mutlak ve çözümsüz değil…

Yaşar Kemal’in, “İnsan umutsuzluktan umut yaratandır”; Bertolt Brecht’in, “İnsanın kaderi insandır”; Jean Paul Sartre’ın, “İnsan sahip olduklarının toplamı değil, fakat henüz gerçekleştiremediklerinin toplamıdır,” saptamalarının altını çizdikleri gibi…

 

III.1) “DOĞU” İLE BATI’NIN DİKOTOMİSİ

 

Coğrafyamızdaki “Doğu” ile Batı dikotomisine ilişkin olarak öncelikle, “İleri Doğu geri Batı” saptamasının ve eşitsiz birleşik gelişim gerçeğinin kavranması gerekiyor.

Yunanca dikha (ayrı) ve tomos (kesme) kelimelerinin birleşmesinden oluşan dikotomi, diyalektik bir ikilik ya da zıtlıkların birlikteliği veya kavramların kapsamlarını ikiye bölerek yapılan incelemedir.

Sosyal bilimlerde bir birlerine ters, zıt olmakla birlikte diğerine anlam kazandıran kavramlar için kullanılan bir terimdir. Gündüz ve gece taban tabana zıttırlar, işte bu zıtlık bir birlerine anlam kazandırır.

İki farklı şey arasında karşıtlık ve bağıntılı hâlin tarifidir.

Görülmesi gerek, “Doğu” ile Batı bugün karşılıklı bağımlılık yanında eşitsiz gelişim gerçeğiyle de yüz yüzedir.

Tarihin doğrusal kavrayışına karşı onun ani sıçramalarla ve karşılıklı etkileşimlerle biçimlendiğini öngören eşitsiz gelişim yasası, devrimci hareket(ler)in de gelişimlerinin kavranmasında kilit önemdir.

Geride olanın ileride olanı geçmesi, salt eşitsiz gelişme ile açıklanamaz. Çünkü ileride olan ile geride olan bir etkileşim içindedir; bu etkileşim nedeniyle de geride olan ileriye sıçrayabilir.

Çünkü toplumsal mücadeleler, eşitsiz şekilde birbirlerinden bağımsız gelişmeler gösterirlerken; aynı zamanda birbirleriyle ilişkili ve bileşik durumdadırlar.

Bugün “Doğu” ile Batı’nın birleşikliğini ve farklılığını da betimleyen bu -dikotomik- hâldir.

Bu elbette, hem öyle hem böyle olma durumuna denk düşen bir düalitedir; yani her şeyin zıddıyla var olup, yok olduğu hâl…

“Yarılma”, “İkiye ayrılma” olarak da yorumlanması mümkün olan “Doğu” ile Batı düalitesi, bir yanıyla “ya, ya da”; öteki yanıyla da “hem… hem” gerçeğini içerir.

Birbirine indirgenemez ve birbirinden soyutlanamaz realitesiyle, bir ikilem, eski kullanımıyla “kıyası mukassem”dir.

Bu denge(sizlik), “Doğu” ile Batı’nın arasındaki mücadele, örgütlülük ve programatik mesafeden kaynaklanır.

Mesafe; iki şey arasındaki hendektir; uzaklıktır.

Ya da Can Yücel’in, “En uzak mesafe ne Afrika’dır, ne Çin, ne Hindistan/ Ne seyyareler, ne de geceleri ışıldayan yıldızlar/ En uzak mesafe, iki kafa arasındaki mesafedir birbirini anlamayan,” dizelerinde anlatılandır.

Kimi zaman rölativitenin sınırlarını zorlayan mesafe(ler) kavramı, bazen uzak olan her şeyi yakınlaştırır; bazen de ulaşılmayacak kadar uzaklaştırır!

Çünkü toplumsal mücadeleler için hayal ettikleriyle, yaşadıkları arasında hep tüketilmesi/ tamamlanması gereken mesafe(ler) olmuştur. Bunun nedeni farklılıklardır.

Evet, “Doğu” ile Batı kardeştir; ancak aynı değil, farklıdır.

Benzerlik kavramıyla yan yana düşünülmesi gereken farklılık, benzer olmama hâlidir; başkalıktır.

Yani fark, bir kimse veya nesnenin bir başkasıyla karıştırılmamasını sağlayan ayrılıkken; herhangi iki ayrı nesne arasında benzerlik ve dolayısıyla farklılık ilişkisi kurulabilir.

Ancak farklılık korkutucu, kaçınılıp, bastırılması gereken değildir; olmamalıdır da…

Farklılıktır bizim en büyük değerimiz. Farklılıklardır bizi birbirimize muhtaç edip, bir arada tutan.

Unutulmamalıdır ki, farklılaşmaya çalıştıkça aynılaşırız. Çünkü farklılık, çeşitliliğin farkında olabilmektir…

“Doğu” ile Batı’nın -eşitsiz birleşik- mücadeleleri arasında bir uzaklaşma, mesafe söz konusuyken; farklılık yani çeşitlilik içinde bir olma hâli; kendisini diğerlerinden ayırarak, birleştiren temel özelliktir.

İç sömürgeye (veya ilhaklara) özgü olan “kendisini diğerlerinden ayırarak, birleştirme” durumu, “Doğu” ile Batı’nın bugünkü ilişki ve çelişkilerini de belirlerken; bu klasik (deniz aşırı) sömürgelerden farklılığın da altını çizer.

Bu coğrafyada “Doğu”, Batı’nın iç sömürgesidir; işgal ve idare ederek, her türlü çıkar sağladığıdır.

Evet “Doğu”, Batı tarafından sömürülen, emilen, üzerinde maddi manevi geçinilen, egemenlik kurulmuş ve uluslaşması engellenmiş bir coğrafyadır.

Bu durumun sorumlusu emperyalistler ve sömürgeciler olurken; devreye giren statüko zora dayalı işgaldir.

İşgal, bir devletin, farklı bir etnisitenin yaşadığı coğrafyayı, arzusu hilafına (her türlü yeraltı yerüstü kaynaklarıyla birlikte) gaspederek, devletin bölünmez bir parçasına “ait” kılıp; inkâr, asimilasyon, kültürel kıyım ve katliamları devreye sokmasıdır; işgalciler açısından bu “olmazsa olmaz”dır.

O hâlde Batı’nın “Doğu”ya dayattığı statükonun ancak, “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi”, “inkârın inkârı” temelinde aşılması mümkündür; “Doğu”nun da, Batı’nın da başka türlü kurtulması mümkün değilken; ezen de, ezilen de bu statüleri devam ettiği sürece özgür olamaz ki, Karl Marx’ın “Başka halkları ezenler özgür olamaz” tezinin özü budur.

Unutulmasın sömürgecilik, yayılmacılık, yağmacılık, gasp, eğer karşı çıkmazlarsa, egemen ulusun emekçilerini de çürütür, “kendi” gericiliğinin kölesi yapar.

 

III.2) “KENDİ” GERİCİLİĞİNİN KÖLESİ OLMAK!

 

“Kendi” gericiliğinin kölesi olmak, Hölderlin’in, “Tu tişt bi qasî însan mezin nabe û xwe naxîne/ Hiçbir şey insan kadar yükselemez ve alçalmaz,” saptamasıyla betimlenen toplulukları duyarsız ve empati yoksunluğuma mahkûm eder.

“Hissiz, ilgisiz, alâkâsız” veya “hassas olmayan, tınmayan” biçiminde tanımlanması mümkün olan duyarsız olma hâli; devletin ideolojik aygıtları (DİA) tarafından oluşturulan toplum psikolojinin bir parçasıdır; resmî ideolojik hegemonyayla doğrudan ilintilidir.

Duyarsız; gözü gören kör, kulağı işiten sağırdır; kendini korumak için “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın,” diyendir; yanlış olduğunu bilse de, tepki vermemektir.

Yani tüketim toplumu bilinç(sizliğ)iyle, gerçekleş(mey)en tepki(sizlik)dir…

Veya olup biten pek çok şeyin farkında olmama, olsa bile anlamını kavrayamama hâlidir.

Ya da başkasının başına gelenlere ilişkin kayıtsız durumudur; kabullenmişlik hastalığının son aşamasıdır; büyük bir çaresizliktir…

Derin bir yoksunluk; “çözüm(süzlük)”tür; hissedememe, yabancılaşma durumudur…

Duyarsızlaşmada bir seçimdir, seçiciliktir; korunmak için örtünülen çelik zırhtır; kaçıştır…

Bireyselleş(tiril)en tüketim dünyasında insan(lık)ın kaybettikleriyle yitirdiklerinin toplamıdır duyarsızlaşma…

“Modern Zamanlar”ın hastalığıdır; insanı insanlaştıran edimlerden uzaklaşmaktır.

Fikir beyan etmemek, talepte bulunmamaktır; yasaklara karşı çıkmamak, teslim olmak ve “normalmiş” gibi boyun eğme hâlidir; toplumsal itirazın, refleksin yitirilmesidir; empatiyi yitirmektir.

Empati yoksunluğundan kaynaklanan edilgenliktir; düşünme yetilerinin yitirilmesidir; duyguların, düşüncelerin nasır tutmasıdır; insan(lık) değerlerinin sıfırlandığı tepkisizlik hâlidir veya umursamamaktır ya da “Bana ne!” hâlinin insan(cık) türüdür.

Yani varlığını/ duruşunu anlamlandırma çabasından vazgeçerek; sürünün parçası olmak; çoğunluktaki onlar gibi olmaktır.

 

III.3) EŞİTLİKSİZ KARDEŞLİK, EMPATİSİZ DAYANIŞMA OLMAZ

 

Coğrafyamızda son zamanlarda en sık duyulan deyişlerden birisi, “Kürtler ile Türler kardeştir”; “Etle tırnak gibiyiz”; “Kız almış kız vermişiz,” vb’leri… Dikkat ederseniz: Türklerin “ağabey”liğini, Kürtlerin “ağabey”e tabi, uysalca boyun eğmesini, kimliğinden vazgeçmesini, kanaatkâr köleler olmasını varsayan bir “kardeşlik”tir(?) bu!

Bunlar böyleyken Batı karşısında Doğu”nun özgürlüğünden yana olanlar yani “Ama”sız, “Fakat”sız “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı”nı savunanlar için eşitliksiz kardeşlik, empatisiz dayanışma mümkün değildir; olmaz, olamaz!

Öncelikle şunun altını çizelim: Eşitsizlik bir kardeşlik vurgusu, kirlenmeye açık kavram olması yanında kapitalist düzende insanlara dayatılan bir yalandır.

Eşitlik, hiçbir koşulda vazgeçilmesi mümkün olmayan bir insan(lık) ütopyasıdır…

Etik, vicdani ve politik bir tasarım olarak eşitlik, bilinçle, dünyayı (XI. Tezdeki üzere) değiştirerek gerçeğe dönüşebilecek ütopyadır.

Pierre Leroux’nun, “İnsanlığın başına ne geldiyse eşitlik olmaması yüzünden geldi,” diye tarif ettiği üzere “Eşitlik adil değildir” önermesi totolojiden ibarettir.

“Adalet” daha en başında “eşit olmamak” demektir. Adalet, bireylerin iyiden kötüye doğru sıralanması ve bu “sıra”daki yerlerine göre “pay” almalarıdır. Yani eşitsizlik, adaletin özünde vardır.

Herkesin eşit olduğu gün, eşitliğe (ve adalete) gerek olmayacağı vurgusuyla ekleyelim: Benzerler arasında eşitlik, farklılar arasında adaleti gerektirir.

  1. J. Rousseau’ya göre, toplum sözleşmesi, eşitlik sağlayan bir sözleşmedir. İnsanlar güç ve zekâ bakımından eşit olmasalar da, sözleşme, hak ve hukuk yoluyla eşit olurlar.

Rousseau’nun eşitlik yaklaşımı, bugünün çağdaş toplumsal yapılarının özünü oluşturur ve bu yaklaşım, bireylerin eşit olmasını değil devlet önünde eşit sayılması ve eşit haklarla donatılması gereğiyle tamamlanır. Toplumun her bireyi vatandaş olarak eşittir ve eşit haklara sahiptir.

El özet boyun eğmeyenlerin siyasi talebi olan eşitlik, kardeşleşmenin dinamiği olması yanında dayanışmacı bir empatinin de asli kaldıracıdır.

“Ezilenlerin inceliği” olarak tariflen dayanışma; duygu, düşünce, ortak çıkarlarda birbirlerine karşılıklı bağımlılığı; birbirlerine destek olmasıdır…

Dayanışma, çaresiz anlarda uzatılan bir eldir, pratiktir; ezilenlerin işbirliğidir ve de empatiyle mümkündür.

Bencillere yabancı olan empati, ötekinin hâlini anlamak, içselleştirmektir.

İnsanları insan yapan yeteneklerden birisi olan empatinin kaçınılmazlığı: İnsanın kendisini karşısındaki kişi yerine koyarak, olaylara onun bakış açısıyla kavrama gayreti yanında, karşıdakinin duygu ve düşüncelerini, doğru biçimde algılamaktır.

Başkalarının bizden farklı olduğunu bilmektir. Çünkü bilmelidir ki, dünyada ne kadar insan varsa, buna bağlı olarak da, o kadar da düşünce farklılığı olabilir.

Kavram olarak ilk kez 1897 yılında Alman psikolog Theodor Lipps tarafından, “dışarıdaki bir objeyi kendine mal etme süreci” olarak betimlediği empati bir yöntemdir; insanın vicdani yönünün yaratıcı kullanımı sonucu geliştirmiş insani bir yöntem. Latin kökenli ‘enpathos’ sözcüğünden gelir.

Carl Rogers’a göre, empati, kişinin kendisini karşısındakinin yerine koyup onun duygu ve düşüncelerini anlaması ve bunu tekrar karşısındakine iletmesidir. Empatik iletişim demek olaylara çok yönlü bakabilmek demektir. Olaylara farklı açılardan bakabilen ve başka insanların gözünden aynı olayın değişik açılarını görebilen insanlar empatik iletişim kurabilme becerisine sahip demektir.

Anlamaktan gelir; iletişimi kolaylaştıran en büyük faktörlerdendir; tek kelimelik bir tanım gerekirse; “duygudaşlık” denebilir.

“Ben”in “sen” olmaya çalışmasıdır; ötekini anlamanın yollarındandır; özeleştiriyi beraberinde getirendir; insan(lar)ın egosuyla savaşma kabiliyetiyle ilintilidir.

Yunanca’da “İçini hissetmek” anlamına gelirken; karşındaki olmaktır; zor zanaattır; “Ben olmadan beni anlayamazsın,” demektir.

“Diğeri”ni, “diğeri” olarak anlamaya ve onun potansiyellerini tahmin etmeye yönelik çaba harcamaktır; insan ilişkilerine sağduyuyu getiren erdemdir; soru(n) çözücüdür; iyi bir insan olmanın, olabilme gayretinin “olmazsa olmaz”ıdır; Türkçesi, “hâlle hâllenmek”, “hemhâl olmak”tır.

Kürt olmadığı hâlde Kürtlerin, Alevî olmadığı hâlde Alevîlerin, kadın olmadığı hâlde kadınların haklarını savunmaktır; kişinin kendine yapılmasını istemediği şeyleri bir başkasına yapmamasıdır; insanı hümanistleştirendir…

Onun yerine “Ben” demektir; Türkçesi diğerkâmlıktır; karşılığı “özdeşleştirme”dir; ancak coğrafyamızda kullanımı yasaktır; cezası da çoktur.

Hep başkalarından kendimiz için istediğimiz, ama bizim başkaları için bir türlü anlam yükleyemediğimiz sözcüktür.

Ve de Albert Camus’nün, “İnsanlar arasında sürüp giden uzun diyalog, artık kesildi. Ve diyalog yoluyla ikna edilemeyenlerin insanda ancak korku uyandırması da son derece doğaldır,” diye betimlediği tabloda yoksunluğu kronik problemimizdir.

İnsanın, kendini karşındakinin yerine koyup, onu anlama, anlayış gösterme hâli olan empatinin zıttı antipatiyken; empati yoksunluğu, insanda asosyal kimlik ve paranoya yaratır.

Zaten bugün “Doğu” karşısında, Batı’nın özgürlük düşmanı paranoyalarının altında yatan da empati yoksunluğudur.

 

  1. AYRIM: EVETÖZGÜRLÜK

 

Evet, “Doğu”nun Batı’dan kaynaklanan soru(n)larının çözümü özgürlükçü toplumsal adalettedir.

Bunun için özgürlükçülükten asla vazgeçmeyen, toplumsal adaleti (sınıf ile kimliğinin birbirlerini dışlamayan gerçekler olduğunu) savunarak yığınlara mal etmek gerekir…

“Özgürlük” deyince anımsanması gereken ilk şeylerden birisi M. Gandi’nin “Gerçek size eylemde görünür,” sözü olmalıdır. Çünkü gerçek ve gerçeklik üzerine olan tüm sözlerimiz gibi, özgürlüğün de eylem içinde olması, eylem içinde kalması, eylemle damıtılması “olmaza olmaz”dır.

Özgürlük eylemde var edilir, eylemle var olur. Bu yüzde söz eylemden doğmalı, eylem doğurmalıdır. Çünkü özgürlük insan(lık) gerçeğinin eyleme geçmiş hâlidir.

İş bu nedenle özgürlüğün hasmı, düşmanı çoktur. Asalaklar, sömürücüler, eylemsiz kalmamızı isterler. Çünkü eylemsizlik köleliktir, kulluktur, nesneleşmektir.

Egemenler ile “kendi” gericiliğinin kölesi olanlar özgürlükten korkarlar. Bunda da “haklı”dır!

Ancak ezilenlerin kurtuluşu, özgürlüğün bedelini ödeyen sorumlulukla mümkündür

Dayanışmayla, paylaşmakla büyüyüp, çoğaltılan özgürlük, herkesin değilse eğer, kimsenin değildir ve kesinlikle de bir ayrıcalık olamaz…

İş bu nedenle eşitlikçilikten bir adım geri adım atmayan özgürlük isyancıdır. Baş eğdirilemez, boyun eğmeyen insanlık onurunun kurucu öğesi ve ayakta tutan omurgasıdır![122]

 

IV.1) ÇÖZÜM (MÜ?)

 

“İyi de çözüm ne” mi?

Öncelikle bunun yanıtı beklentilerdeki kadar “kolay” değildir…

Umulduğu üzere özel bir reçetesi de yoktur…

Batı karşısındaki “Doğu”nun hâli, içinde geçtiğimiz “Uygarlık Krizi” koşullarında, ulusal/ sınıfsal öğeleriyle bir “insanlık sorunu”dur ve de Bob Dylan’ın ifadesiyle, “İnsanlık öyle bir elbisedir ki herkese olmaz”!

Kolay mı? “Hamlet karşısında Polonius olma”[123] durumunda veya Emma Goldman’ın, “Pek çok insan hayata bakar, ama onu yaşamaz. Onların gördükleri hayatın kendisi değil, sadece gölgesidir,”[124] saptamasıyla karakterize olan bir “Uygarlık Krizi”nin orta yerindeyiz.

Bu koordinatlarda yapısal olmayan, kapitalist statükonun (hangi biçimlenişte olursa olsun!) her hâline “Hayır” demeyen hiçbir duruşun, sürdürülemez kapitalizmin yol açtığı “Uygarlık Krizi”ni aşması mümkün değildir.

Bu saptamayı, kimi sol-liberaller “dogmatik”, “topyekûncu” olarak mahkûm etmeye kalkışsa da; G-20 öncesi toplantıda konuşan Ali Koç’un, “Küreselleşmenin insan tarafı yok.”[125] “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya 50 kat zenginleşti ama burada gelir dağılımına baktığınızda büyük uçurum olduğunu görüyorsunuz. Bunun sürdürülebilir olmadığını anlayabilmek için Einstein olmaya gerek yok. İşçi kesimine baktığınızda ise gelirden en düşük pay onların.”[126] “Eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkması gerekir. Ben en azından eşitsizliğin minimum seviyeye indirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Gerçek sorun kapitalizmdir,”[127] itirafını yüksek sesle dillendirmek zorunda kaldığı bir yerkürede yaş(atıl)ıyoruz![128]

Dünyanın sayılı zenginlerinden ‘Microsoft’un kurucusu Bill Gates’e dahi, “Kapitalizm bizi iklim değişikliğinden kurtaramaz. Çare sosyalist politikalar,”[129] dedirten bu hâl öyle bir vahşet ki, iktidarı döneminde zengin ve yandaş iş insanları yaratan Cumhurbaşkanı Erdoğan bile, G-20 Zirvesi’ndeki ‘İş 20 ve Emek 20 Oturumu’nda, “İşverenlere tavsiye ediyorum, biraz az kazanın. Fakiri tahrik etmeyelim ve paylaşımcı anlayışı hayatımıza egemen kılalım,”[130] demek zorunda kaldı!

Gerçekten de ekonomist Uğur Civelek’in, “Kurallardaki evrimin giderek dengesizlikleri artırdığını da görüyorlar. Bu şekilde, güvensizlik olarak onlara dönüyor. Belirsizlikler kırılganlıkları artırıyor. Bu şekilde şikâyetçi olması (Ali Koç’un) normal ve tespitleri gerçekçi… 20 yıl öncesine göre çok farklı bir yerdeyiz. Küreselleşme görmekten kaçınamayacağımız bir tabloyu hep göz önünde tutuyor. Gelir ve servet adaletsizliği sürüyor. Bu konunun küresel servetin kabaca yüzde 80’inin, küresel yetişkin nüfusun sadece yüzde 9’unun elinde bulunduğu, 900 milyon kişinin yoksul olduğu bir dünyada hâlâ yeterince tartışılmıyor,”[131] diye tarif ettiği durumda sürdürülemez kapitalizme karşı çıkılmadan hiçbir soru(n) çözümlenemez…

O hâlde “Uygarlık Krizi” koşullarında, ulusal ve sınıfsal öğeleri birbirinden kopartmadan; birini diğeri yerine ikame etmeden; her ikisinin de çeşitlilik içinde birliğin unsurları olduğunu “es” geçmeden; güncel planda “Doğu” ile Batı arasında “Ayrı Diller” gibi bir soru(n) bulunduğunu görmemiz gerek.

1960’larda, Türkiye’de sol ve demokratik muhalefetin dili ortaktı. Ne kadar farklı programları savunsalar da aynı dil ve kavramlar içinde yapıyorlardı bunu. Dolayısıyla herkes her söyleneni anlıyordu.

Ne var ki 1975’lerden sonra sol harekette diller farklılaştı. Program ve stratejiler artık aynı dille değil, farklı dillerle ifade edilmeye başlandı. Kimse birbirinin dilini anlamaz oldu.

Unutulmamalı: Somut talepler, dilleri farklı olan özneleri bir araya getirir.

Bugün “Doğu” ile Batı’yı aynı cephede birleştirecek olan ne “Barış”, ne “Demokratikleşme”, ne de “Demokratik Özerklik” vb. talepler değildir.

“Doğu” ile Batı’yı aynı savaş cephesinde birleştirecek olan (“Barış”, “Demokratikleşme”, “Demokratik Özerklik” vb. talepleri de içeren) “yeni bir dünyayı mümkün kılan”, kılacak olan Toplumsal Adalettir.

Kapitalist vahşetin kahredici sonuçlarına karşı çıkan Toplumsal Adalet talebi, yıkıcı yaratıcılığın “Evet”i etrafında, farklı itiraz öznelerinin tüm “Hayır”larını bir araya getirir.

İş bu nedenle de Toplumsal Adalet talebi, “anti-kapitalist”, “emekten yana” bir duruşla bütünleştirilmeli; “anti-emperyalizm” ile “sınıf” meselesine yabancılaşmışlığı aşabilmeli; “Sürüleştirilmeye[132] direnebilmeli”dir.[133] Bu talep, “bir barikat da Batı’da kurmak”[134] ve “birleşik direniş cephesi”nin[135] örülmesinde ancak bu koşullarda başat rol oynayabilecektir.

Bu uğurda sonu iltihaklara yol açan “ittifaklar” yerine, “Doğu” ile Batı’nın farklılıklarını gözeten, vesayetsiz bir yan yana -yani hiçbir şeyi özelleştirerek öne çıkarmayan- duruşa olan ihtiyaç giderek büyümektedir…

 

IV.2) BİR KAÇ ŞEY DAHA

 

“Doğu”da Kürt halkının özgürlük için direnişi, mücadelesi müthiş bir önem taşımaktadır; bundan hiç kuşku yok. Bu isyan, “Batı”daki, emekçilerin eşitlik mücadelesinin önünü açabilecek değerleri içermekte, barındırmakta ve bunları -gerçek bir kardeşleşmenin emekçilerin elinde kurulabileceği- geleceğe taşımaktadır.

Bu değerleri reel-politiker ya da pragmatik kaygılarla gözardı etmek, yok saymak; hiç kuşku yok ki hem “Doğu”daki, hem de Batı’daki “eşitlikçi, toplumsal adalete dayalı” kardeşlik olasılığını bugünden yok etmek olur.

Çünkü ne Batı (yukarıda dile getirilen eleştirilerin de ifade ettiği üzere) arındırılmış, “saf” bir “sınıf sorunu”, ne de Doğu (direnişin eşitsizliği, Kürt toplumunun bütününü harekete geçirebilmedeki yetisizlik – örneğin Diyarbakır’da Dicle mahallesinin Sur’a kayıtsızlığı) sınıfsallıktan soyutlanmış bir “kimlik” sorunudur. Batı çürüme ve “kimlik(sizleşme)”den, Doğu ise “sınıfsal bölünme ve çelişkiler”den malûldür. Dayanışma, bu zaaflarını aşmada önemli bir etken olacaktır.

Biliyorum, bunlardan söz ettiğimde, “Siz ne yapıyorsunuz, neredesiz?” sorusuyla karşılaşacağım…

Biz, bu kadarını yapan, yapma gayretinde olanlar olarak, bu kadarız ve buradayız! “Yetersiz” bulunsa da bu hâl(imiz), nihilist bir tutumla küçümsenmemelidir.

Unutmayın: Hannah Arendt, sayıları az, etkileri sınırlı olsa da faşizme karşı direnen “istisnaları” görmezlikten gelemeyeceğimize işaret eder: “Siyasi bir bakış açısıyla ifade edecek olursak söz konusu (direniş) hikâyeler(i), bu dehşet ortamında insanların çoğunun boyun eğeceğini, ama bazılarının eğmeyeceğini anlatır.”

Arendt, insanlığa olan umudunu herşeye rağmen korur. “İstisna” olsa da herşeye rağmen direnenlerin, iyi tanıkların varlığı umudunu korumak için yeterli bir nedendir. Üçüncü Reich koşullarını aratmayan “Yeni Türkiye”nin, “Yahudilerinin” Kürtler olacağının açıkça ortaya çıktığı bu günlerde, “herşey” deki acı, kan ve hoyratlığa, “rağmen”deki umudu koruyarak direnebiliriz, “Batı”da veya “Doğu”da![136]

Evet Sokrates, “Sorgulanmayan hayat, hayat değildir,” demiştir; doğrudur; sonuna kadar haklıdır.

Bu böyleyse ve Karl Marx’ın deyişiyle, “Toplumsal reformlar; asla güçlünün zayıflığından ötürü değil, her zaman zayıfın gücünden ötürü gerçekleşir”se; artık biraz da “Barış”, “Demokratikleşme”, “Diyalog” vb. önermelerini (ve bunların tarihine) kafa yorup, sorgulamak gerekmiyor mu?[137]

O hâlde “Şimdi, gelip bir yol ayrımına dayanmış durumdayız; önümüzdeki yol ayrımı, faşizm ya da demokratik cumhuriyet olarak apaçık duruyor,”[138] biçimindeki Dimitrofçu yanılgılara düşmeden; devlet ve devrim[139] sorununda yoğunlaşmalıyız.

“In maxima potentia minima licentia/ Ne kadar büyük iktidar, o kadar az hürriyet”de ifadesini bulan “Absolutum dominium/ Mutlak iktidar”a denk düşen kapitalist devlet, biattır.

Öyle veya böyle, devlete sorgusuz-sualsiz-itaat ister; bu bağlamda onunla yapılan her “Barış” ve “Diyalog” ya da ondan umulan her “Demokratikleşme” nesnel olarak sözkonusu biatın -şöyle ya böyle- parçasıdır!

“Kutsallık” ve “raison d’etat/ hikmet-i hükümet” zırhını kuşanan devlet, kolayca keyfiliğe ve ceberutluğa yönelebilir. Konfüçyüs’ün ifadesiyle, devlet, yırtıcı kaplandan daha tehlikelidir. Yani Lord Acton’un, “Güç yozlaştırmaya eğilimlidir, mutlak güç ise mutlaka yozlaştırır,” sözünü doğrulayan tarihsel tecrübe[140] hepimize; liberal vaazların aksine; “Liberalizmin anahtar kavramı özgürlük değil güvenlik,”[141] olduğunun altını çizer.

Çünkü “Liberalizm, özgürlük namına güvenliğin dayatılmasına direnmez. Güvenlik toplumu için gerekli mekanizmaları bizzat geliştirir. Devletin ‘en anti-liberal’ eylemlerinin liberalizmin temel kavramları aracılığıyla hayata geçirilmesinde hiçbir tezat olmayışının altında bu durum yatar.”[142]

Çünkü liberalizmin ima ettiği “özgürlük” nihayetinde sermayenin özgürlüğüdür. Bu “özgürlüğü” ihlâl edecek her türlü “tehdit” (terörist) “güvenlik önlemleriyle bertaraf edilecektir.

Kapitalizm gerçeği, “demokrasi aslında birileri için diktatörlüktür,” saptamasının ötesinde; parlamenter demokrasinin, seçimlerin, seçilmiş yöneticilerin aslında, devletin özünü, gerçek yöneticilerini, güç merkezlerini gizleyen bir örtü olduğunu; yani V. İ. Lenin’in, “Sermaye var olunca, toplumun tümü üzerinde egemenlik kurar ve hiçbir demokratik cumhuriyet, hiçbir oy hakkı onun niteliğini değiştiremez,” saptamasın altını çizer.

O hâlde emperyalizme ve kapitalist devlet karşı açık tavır almadan; ulusal ve/ veya sınıfsal davanın başarıya ulaşması mümkün olabilir mi?

Kapitalist- emperyalizmin XX. yüzyılında her 3.6 saniyede en az bir kişi açlıktan ölmekteyken;[143] her dokuz kişiden biri sağlıklı bir hayat geçirebilmek için gerekli olan miktarda gıdaya erişemeyip, kronik açlık çekerken;[144] Türkiye’de her gün en az 4 kişi işçi cinayetlerinde ölüyorken;[145] Dünya varlıklarının yarısı toplam nüfusun yüzde birinden az bir grubun elindeyken[146] elbette hayır!

Çünkü Karl Marx’ın ifadesiyle, “İnsan kalmanın tek yolu, insanlık dışı bu sisteme karşı savaşmaktır”!

İş bu nedenle Nâzım Hikmet’in, “Onlar ki suda balık, havada kuş kadar çoktular/ korkak, cesur, cahil, hâkim ve çocuktular/ ve kahreden/ ve yaratan onlardır/ destanımızda yalnız onların maceraları vardır// asırlarda onlar yendi, onlar yenildi/ çok sözler edildi onlara dair/ ve onlar için/ zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur denildi,” dizelerinin altını çizerek bitiriyorum: “İnsanın gerçek gücü sıçrayışta değil, sarsılmaz duruştadır,” der L. Tolstoy… Her daim sarsılmaz bir duruşa olan ihtiyaç(ımız)ın gerekliliğini anımsatarak!

Kolay mı?

  1. Foucault, “Kişi kendisini bir bilgi öznesi olarak oluşturmadıkça, hazların kullanımı açısından ahlâksal bir özne olarak oluşturamaz,” diye uyarırken, “Önemli olan, … insanın sonuna kadar gitme iradesini göstermesidir”![147]

Şimdi coğrafyamızda tarihi “kötü yanı üretir”ken; “Doğu” cephesinde Batı’ya uzanan mücadele güzergâhında muhtacı olduğumuz bu “sonuna kadar gitme iradesi”dir…

 

28 Ocak 2016 12:04:55, Ankara.

N O T L A R

[*] 20 Şubat 2016 tarihinde İstanbul Eğitim-Sen 4 Nolu Şube’nin düzenlediği toplantıda yapılan konuşma…

[1] Slavoj Zizek.

[2] Alain de Botton, Felsefenin Tesellisi, Çev: Banu Tellioğlu Altuğ, Sel Yay., 11. Baskı, 2011, s.34.

[3] José Saramago, Bilinmeyen Adanın Öyküsü, Çev: Emrah İmre, Kitap Kırmızı Kedi Yayınevi, 2015.

[4] Jean Baudrillard, Sessiz Yığınların Gölgesinde Toplumsalın Sonu, Çev: Oğuz Adanır, Doğu Batı Yay., 2006.

[5] Jean Baudrillard, Siyah Anlar, Çev: Ayşegül Sönmezay, Ayrıntı Yay., 2. baskı, 2014.

[6] Gilles Deleuze, Spinoza-Pratik Felsefe Çev: Alber Nahum-Ulus Baker, Norgunk Yay., 2011.

[7] İlham Bakır, “Beden ve Mekâna Yabancılaşma”, Gündem, 25 Kasım 2015, s.15.

[8] Hikmet Çetinkaya, “İnsan Neden Bunalır?..”, Cumhuriyet, 29 Mart 2015, s.29.

[9] Ergin Yıldızoğlu, “Normalin Arkasındaki Kriz”, Cumhuriyet, 21 Temmuz 2015, s.8.

[10] “ABD’de seks işçisi kadınlar, seks tacirlerinin onların ‘kendilerine ait olduğunu’ belirtmek için, isimlerini vücutlarına dövme yapmaya zorlandıklarını anlattılar.” (“Bu Kölelik Değilse, Nedir?”, Radikal, 8 Eylül 2015… http://www.radikal.com.tr/hayat/bu_kolelik_degilse_nedir-1429760)

[11] Erdal Atabek, “Günümüzün Köleleri…”, Cumhuriyet, 15 Eylül 2014, s.4.

[12] Ümit Kardaş, “İnsan Olmanın Anlamı ve Empati”, Taraf, 21 Kasım 2015… http://www.taraf.com.tr/insan-olmanin-anlami-ve-empati/

[13] Murat Yaykın, “Yılma… Korkma”, Birgün, 17 Nisan 2014, s.13.

[14] Jean Baudrillard, Tüketim Toplumu Söylenceleri – Yapıları, Çev: Ferda Keskin-Hazal Deliceçaylı, Ayrıntı Yay., 2012.

[15] “Küresel Servetin Yarısından Fazlası En Zengin Yüzde 1’in Eline Geçiyor”, 19 Ocak 2015… http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/01/150119_en_zenginler_cok_zengin

[16] “62 Kişinin Serveti Dünyanın Yarısına Denk”, Radikal, 18 Ocak 2016… http://www.radikal.com.tr/dunya/62-kisinin-serveti-dunyanin-yarisina-denk-1498921

[17] Fikret Başkaya, “Ya Komünizm ya da Bu İş Karakolda Biter…”, 20 Kasım 2015… http://soldiyalog.com/?p=3365

[18] “Dünyanın En Zenginleri Listesinde 32 Türk”, Hürriyet, 3 Mart 2015, s.15.

[19] “40 Saniyede Bir Bulaşıyor”, Cumhuriyet, 5 Eylül 2014, s.18.

[20] Yankı Yazgan, “Sonuna Kadar Mücadele: Depresyon, İntihar, Gençler, Medya, Tedaviler”, Birgün Pazar, Yıl:11, No:388, 17 Ağustos 2014, s.3.

[21] Ceren Çıplak, “Ahmet Ümit: Sabah Böyle Bir Ülkede Uyanıyor Olmak Moralimi Bozuyor”, Cumhuriyet Sokak, 20 Eylül 2015, s.3.

[22] Ahmet Hakan, “İlber Ortaylı: Türkiye’de Bugün Köylülük Değil, Kasabalılık Egemen”, Hürriyet, 22 Ekim 2014, s.4.

[23] Fürûat’ın sözlük anlamı: Dallar, budaklar, şubeler, ikinci derecede önemli olan şeyler demektir.

[24] Ezgi Atabilen, “Hilmi Yavuz: Toplum Despotizm İstiyor”, Cumhuriyet Sokak, 27 Aralık 2015, s.4.

[25] Eray Özer, “Bilgi Üniversitesi Öğretim Görevlisi Psikoterapist Murat Paker: Hissedilen Korku Paranoya Değil”, Cumhuriyet Sokak, No:21, 2 Ağustos 2015, s.8.

[26] Güray Öz, “De Rerum Natura”, Cumhuriyet, 20 Eylül 2015, s.8.

[27] Ataol Behramoğlu, “Cinnet”,Cumhuriyet, 21 Şubat 2015, s.6.

[28] Ceren Çıplak, “Levent Üzümcü: Türkiye Nefretle Yönetiliyor”, Cumhuriyet, 12 Nisan 2015, s.23.

[29] Eray Özer, “Bilgi Üniversitesi Öğretim Görevlisi Psikoterapist Murat Paker: Hissedilen Korku Paranoya Değil”, Cumhuriyet Sokak, No:21, 2 Ağustos 2015, s.8.

[30] Ayşe Atalay, “Bir Toplumun İntiharı”, Cumhuriyet, 5 Eylül 2015, s.18.

[31] Erdal Atabek, “Toplumsal Depresyon…”, Cumhuriyet, 14 Eylül 2015, s.4.

[32] “IPSOS KGM Araştırması: Yüzde 60’a Göre Medya ve İnternet Sansürü Normal”, Birgün, 4 Ocak 2015, s.2.

[33] Burcu Ünal, “Türkiye’de ve Dünyada Vatandaşlık Raporu: Türkiye Kimseye Güvenmiyor”, Milliyet, 9 Aralık 2015, s.8.

[34] Şebnem Turhan, “4 Gençten 3’ünün Hayali Yurtdışı”, Hürriyet, 8 Aralık 2014, s.12.

[35] Güven Özalp, “Türkiye’de Kötümserlik Arttı”, Hürriyet, 19 Aralık 2014, s.16.

[36] Ali Çarkoğlu-Ersin Kalaycıoğlu, The Rising Tide of Conservatism in Turkey, s.43-46.

[37] Sibel Bahçetepe, “10 Kişiden Birinde Anksiyete”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2015, s.15.

[38] “Türkiye’de Her Gün 9 Kişi İntihar Ediyor”, http://haber.sol.org.tr/turkiye/turkiyede-her-gun-9-kisi-intihar-ediyor-127100

[39] Ayşe Arman, “Şizofreni Hastalarını Görmezden Gelmeyelim”, Hürriyet, 23 Ekim 2014, s.7.

[40] Emrullah Bayrak, “Psikolojik Rahatsızlıklar Son 5 Yılda Yüzde 330 Arttı”, Zaman, 25 Şubat 2015, s.22.

[41] Hülya Güler, “Biz Gerçekten Hayırsever miyiz?”, Hürriyet, 27 Şubat 2015, s.10.

[42] Murat Kibritoğlu, “Barınağa Her Gün İşkence Gören Hayvan Getiriliyor”, Milliyet, 2 Mart 2014, s.18.

[43] “Halkın Yüzde 79’u ‘Dindarım’ Dedi”, Cumhuriyet, 14 Nisan 2015, s.11.

[44] “En Dindar 24. Ülkeyiz”, Milliyet, 14 Nisan 2015, s.18.

[45] Burcu Ünal-Damla Yur-Arif Balkan, “Türkiye’de En Kolay Şey Silaha Ulaşmak!”, Milliyet, 9 Haziran 2014, s.12.

[46] “Türkiye Trans Cinayetlerinde Avrupa Birincisi”, Birgün, 12 Mayıs 2015, s.3.

[47] “7 Kişiden 6’sı ‘Eşcinsel Komşu İstemem’ Diyor”, Cumhuriyet, 13 Mayıs 2015, s.2.

[48] “Toplumun Yarısı Kürtaja Karşı, Cumhuriyet, 13 Mayıs 2015, s.2.

[49] “Asıl Engel Kafalarda”, Cumhuriyet, 4 Temmuz 2012, s.3.

[50] “Küresel Mutluluk Endeksinde Türkiye Sondan Üçüncü”, 27 Ağustos 2015… http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/08/150827_gallup_mutluluk_anketi?

[51] “Dünyada En Az Türkler Gülüyor!”, Milliyet, 28 Ağustos 2015, s.13.

[52] Olcay Büyüktaş Akça, “Gençler Kazandıklarından Çok Fazlasını Tüketiyor”, Cumhuriyet, 1 Ekim 2013, s.10.

[53] “İşsiz Gencin Gözünde Rüşvet Bile Meşru Çıkıyor”, Cumhuriyet, 21 Mayıs 2014, s.10.

[54] Ali Açar, “… ‘Yolsuzluk var’ Diyen Artıyor”, Cumhuriyet, 4 Mart 2015, s. 9.

[55] Can Çırnaz, “Dünya 2012’de Daha Çok Alkol Tüketti”, Milliyet, 20 Haziran 2013, s.7.

[56] “Evlenme Oranı da Boşanma da Arttı”, Milliyet, 16 Haziran 2012, s.6.

[57] Mahmut Lıcalı, “Benden Boşanır mısın?”, Cumhuriyet, 21 Mayıs 2012, s.20.

[58] Güler Yılmaz, “Mağdur Çocuk Sayısı 5 Yılda Dört Kat Arttı”, Taraf, 2 Aralık 2013, s.5.

[59] Evin Demirtaş, “50 Bin Çocuk Seks Kölesi”, Milliyet, 5 Ekim 2013… http://gundem.milliyet.com.tr/50-bin-cocuk-seks-kolesi/gundem/detay/1772975/default.htm

[60] “Çocuk İstismarı Katlandı”, Cumhuriyet, Cumhuriyet, 21 Temmuz 2015, s.2.

[61] “Çocuklara Taciz Katlandı”, Cumhuriyet, 21 Temmuz 2015, s.4.

[62] Erdinç Çelikkan, “Ayda 650 Çocuk”, Hürriyet, 3 Eylül 2014, s.3.

[63] Figen Atalay, “10 Yaşında ‘Seks İşçisi’…”, Cumhuriyet, 5 Ekim 2015, s.13.

[64] “Çocuklara Cinsel İstismar Altı Yılda Yüzde 697 Arttı”, BİA Haber Merkezi, 21 Temmuz 2015… http://bianet.org/bianet/cocuk/166162-cocuklara-cinsel-istismar-alti-yilda-yuzde-697-artti?

[65] Ahmet Açıkay, “Kayıp Çocuk Sayısında Korkunç”, Milli Gazete, 2 Mayıs 2014, s.13.

[66] Cezaevindeki 169 hükümlü ve tutuklu çocukla görüşen, G. Antep Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Doç. Dr. Özkan Yıldız, çocukları suça iten nedenlerin çok çeşitli olduğunu ancak ekonomik sebeplerin birinci sırada yer aldığını söyledi. (“Suçun Nedeni Ekonomi”, Cumhuriyet, 24 Ekim 2011, s.3.)

[67] Erk Acarer-Meltem Yılmaz, “Şiddetin Mağdurları Bu Çocuklar”, Cumhuriyet, 13 Mayıs 2014, s.10.

[68] Geçerken Albert Einstein’ın 12 Haziran 1953 tarihli ‘The New York Times’ gazetesinde yayımlanan “açık mektup”undan bir bölümü aktarmalıyım: “Bu ülke aydınlarının karşı karşıya bulunduğu sorun son derece ciddidir. Gerici politikacılar bütün aydınlara kuşkuyla bakılmasını sağlamakta başarılı olmuşlardır. Bu başarıdan sonra şimdi öğretme özgürlüğünü baskı altına alma, kendilerine boyun eğmeyenleri aç bırakma çabalarına girişeceklerdir. Aydınlar azınlığı buna karşı ne yapmalıdır? Gerekirse cezaevine girmeyi, parasız kalmayı, ülkenin çıkarları uğruna kendi çıkarlarından olmayı göze almalıdırlar. Bunu yaparken anayasaya sığınmamalı, onurlu bir yurttaşın böyle soruşturmalara katılamayacağını haykırmalıdırlar. Yeterli sayıda kimse bunu yapabilirse, başarı kazanılır. Başarı kazanılamazsa, bu ulus köle olarak yaşamayı zaten kabullenmiş demektir.”

[69] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Ben Devletim!’- ‘Devlet Benim’…”, Cumhuriyet, 30 Kasım 2015, s.8.

[70] Gökçer Tahincioğlu, “Temsili Adalet”, Milliyet, 12 Temmuz 2015, s.15.

[71] “Türkiye Cinnet Getirdi”, Milliyet, 29 Haziran 2012, s.4.

[72] “Cinnet Manzaraları”, Milliyet, 23 Ağustos 2012, s.3.

[73] Ruhan Yalçın, “Yüzüne Demir Çubukla Vurarak Öldürdüler”, Milliyet, 1 Nisan 2012, s.3.

[74] “Bir Yıl İçinde İki Kız Bebeğini Öldürdü”, Cumhuriyet, 18 Mart 2015, s.15.

[75] “Bebeği Hastanelik Etti”, Cumhuriyet, 15 Şubat 2012, s.3.

[76] “Baba Dayağından Ölmüş”, Taraf, 2 Ocak 2014, s.5.

[77] Yaprak Koçer, “Baba Dayağından Engelli”, Hürriyet, 2 Ekim 2013… http://www.hurriyet.com.tr/gundem/24830686.asp

[78] Zafer Barış, “Bebeğini Öldüren Anne ve Sevgilisine Müebbet”, Milliyet, 16 Aralık 2015, s.9.

[79] Alican Uludağ, “… ‘Ünzile’ Gerçek Oldu”, Cumhuriyet, 6 Temmuz 2013, s.3.

[80] Ergün Ayaz- Soner Gülezer, “Gölcük’te Dehşet!”, Milliyet, 24 Ekim 2013… http://gundem.milliyet.com.tr/golcuk-te-dehset-/gundem/detay/1779689/default.htm

[81] “Annelerini Öldürdüler”, Cumhuriyet, 14 Eylül 2013, s.3.

[82] “İşveren 2 Suriyeli Çocuğu Döverek Öldürdü”, Cumhuriyet, 21 Kasım 2015, s.10.

[83] “Oğlunun Böbreğini Satmak İsterken Yakalandı”, Hürriyet, 24 Ekim 2015… http://www.hurriyet.com.tr/oglunun-bobregini-satmak-isterken-yakalandi-40005350

[84] “Tuvalette Doğurduğu Bebeğini Öldürmek İstedi”, Milliyet, 22 Şubat 2014… http://gundem.milliyet.com.tr/tuvalette-dogurdugu-bebegini/gundem/detay/1840738/default.htm

[85] Banu Şen-Fevzi Kızılkoyun, “Kafasını Kopardığımı 2 Gün Sonra Fark Ettim”, Hürriyet, 17 Kasım 2013, s.8.

[86] Oktay Çayırlı, “Bebeğini 6’ncı Kattan Attı”, Milliyet, 24 Mart 2013, s.6.

[87] “Vahşet… Öğretmeni Döve Döve Öldürdüler!”, Cumhuriyet, 24 Mayıs 2015, s.3.

[88] Teslime Tosun, “Eşini Döverken Sevgiliye İzletti”, Hürriyet, 15 Nisan 2012, s.3.

[89] “Çengelle Tavana Asıp Dillerini Bile Kesti”, Milliyet, 17 Kasım 2013, s.4.

[90] “8 Aylık Bebeğini Alt Geçitte Bıraktı”, Milliyet, 21 Ekim 2015, s.3.

[91] “Babası Gizli Gizli Uyuşturucuya Alıştırdı!”, Cumhuriyet, 22 Kasım 2013.

[92] Musa Kesler, “İşkenceci Müdüre 26 Yıl Hapis İstendi”, Milliyet, 29 Mayıs 2015, s.4.

[93] Ergün Tos, “11 Yaşındaki Çırağını, Boynundan Motosiklete Bağlayıp Götürdü”, Radikal, 28 Ocak 2014, s.10.

[94] “İnsanlık Ölmüş”, Cumhuriyet, 6 Ağustos 2012, s.3.

[95] Mustafa Kökten, “Tarihçe”, Cumhuriyet, 18 Şubat 2015, s.15.

[96] Fevzi Kızılkoyun, “Babaya Hapis”, Hürriyet, 20 Eylül 2015, s.7.

[97] Bülent Tatoğulları, “Tecavüzleri Ölüm Tehdidiyle Gizlemiş”, Milliyet, 19 Eylül 2014, s.4.

[98] “Yaşı Küçük Dramı Çok Büyük”, Cumhuriyet, 10 Mayıs 2013, s.3.

[99] “Hastaneye Karın Ağrısı ile Gitti, Dayısından Hamile Olduğu Ortaya Çıktı”, Hürriyet, 18 Aralık 2015… http://www.hurriyet.com.tr/hastaneye-karin-agrisi-ile-gitti-dayisindan-hamile-oldugu-ortaya-cikti-40029011

[100] “Kız Kardeşine Tecavüz Eden İmamdan Şoke Eden İfadeler!”, Cumhuriyet, 20 Şubat 2014, s.3.

[101] Hasan Dönmez, “Tecavüzcü Babaya Ceza Yağdı”, Milliyet, 23 Ağustos 2013… http://gundem.milliyet.com.tr/tecavuzcu-babaya-ceza-yagdi/gundem/detay/1753743/default.htm?ref=yahoo

[102] “Bir Köy 7 Yıl Boyunca Tecavüzü Seyretti”, Hürriyet, 26 Mayıs 2015… http://www.hurriyet.com.tr/gundem/29106335.asp

[103] İsmail Saymaz, “Arkadaşımıza Acı Çektirdi, Tecavüz Ettik”, Milliyet, 2 Haziran 2015… http://www.milliyet.com.tr/-arkadasimiza-aci-cektirdi–gundem-2068007/

[104] “Cinsel Saldırıda Bulunurken Telefonla Eski Karısına Dinletti”, Hürriyet, 13 Ağustos 2015… http://www.hurriyet.com.tr/gundem/29799445.asp

[105] “Annesinin Yanında Tecavüz Ediyordu”, Taraf, 19 Ağustos 2013, s.5.

[106] “Afyon’da Tutuklama”, Cumhuriyet, 3 Mayıs 2012, s.3.

[107] Felat Bozarslan, “11 Yaşındaki Kızına Tecavüz İddiasıyla Yargılanıyor”, Milliyet, 25 Ekim 2013… http://gundem.milliyet.com.tr/11-yasindaki-kizina-tecavuz/gundem/detay/1782212/

[108] “Porno Görüntülerden Etkilendim”, Milliyet, 11 Eylül 2013.

[109] Gülden Aydın, “Tecavüz Sanığı Hocası”, Hürriyet, 27 Haziran 2013, s.8.

[110] Sertaç Koç – Evin Demirtaş, “Tecavüzcülerin Arasında Torunu Olanlar da Var!”, Milliyet, 19 Nisan 2013, s.7.

[111] Durmuş Sevindik, “8 Yaşındaki Çocuğa Tecavüz İddiasıyla Tutuklanan Eşini Teselli Etti”, Milliyet, 27 Temmuz 2013… http://gundem.milliyet.com.tr/8-yasindaki-cocuga-tecavuz/gundem/detay/1742451/default.htm

[112] “Utanç!”, Haber Türk, 17 Temmuz 2013.

[113] Damla Yur, “Çocuk Yaşta Ama Çocuk Bekliyor!”, Milliyet, 21 Mart 2014, s.16.

[114] “Küçük Kıza Tecavüze 9 Tutuklama”, Cumhuriyet, 25 Ocak 2013, s.3.

[115] “+18 İçin Haber”, Cumhuriyet, 15 Eylül 2013, s.3.

[116] “8 Yaşındaki Çocuğa Tecavüz Dehşeti”, Cumhuriyet, 13 Mayıs 2014, s.3.

[117] “Utanç Gizleniyor”, Cumhuriyet, 26 Nisan 2014, s.3.

[118] “13 Yaşında, 30 Bin Liraya Satıldı”, Zaman, 4 Mayıs 2012, s.4.

[119] “Düğün Masrafları İçin Eşine Fuhuş Yaptırdı!”, Haber Türk, 15 Mayıs 2014, s.6.

[120] Ramazan Çetin, “Kredi Kartına Taksitle, Minibüste Fuhuş”, Milliyet, 29 Aralık 2015, s.3.

[121] “14 Yaşındaki Kıza Korkunç Tuzak”, Cumhuriyet, 1 Temmuz 2014, s.3.

[122] Hayrettin Ökçesiz, “Özgürlük Deyince” Cumhuriyet Bilim Teknoloji, No:1454, 30 Ocak 2015, s.18.

[123] “… ‘Hamlet: Şu bulutu görüyor musun, şurada? Bir deveye benziyor değil mi? Polonius: Doğru, vallahi tıpkı deve…

Hamlet: Bense bir fareye benzetiyorum. Polonius: Evet, sırtı tam bir fare sırtı…

Hamlet: Balina sırtı mı yoksa? Polonius: Tamam ta kendisi, balina sırtı…’

Bir insanın aynı anda deve dediğine fare, fare dediğine balina demesi ne denli büyük bir bilinçsizliğin sonucudur! Shakespeare, fare-balina zıtlığını ortaya koyarak insanlığın düşünce dönekliğini vurgulamaktadır. Bunun yanında, işbirlikçilerin düşünce şaşkınlığıyla ne yapacaklarını bilmedikleri de gözden kaçmıyor. Korkusunu, bir bakıma utancını gizlemek için Hamlet’in her dediğine evet demek zorundadır Polonius. Çünkü o Hamlet’in ezici gerçekliği altında erimekten kurtulamayacaktır. (…)

Özellikle gelişmelerin, değişmelerin başlangıcını yaşayan bir toplumda, kendi gözlerinden çok başkalarının yargılarını kullanan insanların bulunması doğaldır. Daha uzun süre deve fare, fare balina gibi görünecektir. Başka biri çıkıp da sineğe benziyor dese, ona da inanacaklar çıkacaktır. Kendine güvenmediği gibi başkalarını da avlamaya çalışan bütün şaşkın insanların ortak niteliğidir bu.

Oysa çağdaş düşünce, Hamlet karşısında Polonius olmaya kesinlikle karşıdır. Bir işbirliğinin sözcülüğünü yapan Polonius’lar, her çağda Hamlet’lerin oyuncağı olmaktan kurtulamayacaklardır. Polonius’luk, kişilik satıcılığıdır. Satılığa çıkarılan kişiliklerin alıcısı ise çoktur!” (Adnan Binyazar, Ağıt Toplumu, “Gelincik ve Balina” başlıklı denemeden, Can Yay., 2015.)

[124] Emma Goldman, Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir, Çev: Necmi Bayram, Agora Yay., 2006.

[125] Duygu Güvenç-Pelin Ünker, “Ali Koç: Kapitalizmin Ortadan Kalkması Gerek”, Cumhuriyet, 15 Kasım 2015, s.10.

[126] “Koç: Zenginlik Eşit Paylaşılmıyor”, Hürriyet, 14 Kasım 2015… http://www.hurriyet.com.tr/koc-zenginlik-esit-paylasilmiyor-40013958

[127] “Ali Koç: Gerçek Sorun Kapitalizmdir!”, Radikal, 15 Kasım 2015… http://www.radikal.com.tr/ekonomi/ali-koc-gercek-sorun-kapitalizmdir-1472923

[128] “Neden patronlar kapitalizme karşı? Çok mu hümanist oldukları için? Hayır, hiç öyle değil. Kendi çıkarları için.”  (Korhan Gümüş, “Patronlar Kapitalizmden Neden Rahatsız”, 19 Kasım 2015… http://www.taraf.com.tr/patronlar-kapitalizmden-neden-rahatsiz-2/)

[129] “Bill Gates” “Çare Sosyalizm”, Cumhuriyet, 20 Kasım 2015… http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/dunya/401151/Bill_Gates__Care_sosyalizm.html

[130] Duygu Güvenç-Pelin Ünker, “Erdoğan’dan G20 Önerisi: İşveren Az Kazansın”, Cumhuriyet, 16 Kasım 2015, s.8.

[131] “Günün Tartışmasını Ali Koç Başlattı: Kapitalizm Ortadan Kalkmalı mı?”, Hürriyet, 15 Kasım 2015… http://www.hurriyet.com.tr/gunun-tartismasini-ali-koc-baslatti-kapitalizm-ortadan-kalkmali-mi-40014323

[132] HDP İzmir Milletvekili ve HDK Eşsözcüsü Ertuğrul Kürkçü, Türkiye’nin ‘kuzuların sessizliği’ içinde olmasından dolayı, önümüzdeki on yılda büyük utanç duyacağını düşündüğünü söylüyorken; (“Türkiye ‘Kuzuların Sessizliği’ İçinde”, Gündem, 16 Aralık 2015, s.10.) İstanbul Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümü Klinik Psikoloji Yüksek Lisans Programı Direktörü, Dr. Murat Paker de, “Türkiye’de artık cin şişeden çıkmıştır ve o tren kaçmıştır. Türkiye toplumu bu tür terör eylemleri nedeniyle sinebilecek, yılabilecek, bütünüyle korkutulabilecek bir toplum değildir artık,” (Selin Ongun, “Murat Paker: AK Troll’lerin Durumu Biz Narsisizmi”, Cumhuriyet, 12 Ekim 2015, s.11.) diyerek farklı bir tutum sergiliyor!

[133] Cem Kaptanoğlu, “Sürüleştirilmeye Direnmek”, 2 Haziran 2015… http://yarinhaber.net/author/cemkaptanoglu/816

[134] “Bir Barikat da Batıda Kuralım”, Halkın Sesi, Yıl:10, No:248, 30 Aralık 2015-12 Ocak 2016 s.2.

[135] Cemal Şerik, “Birleşik Direniş Cephesi”, Demokratik Ulus, 14-21 Aralık 2015, s.16-17.

[136] Cem Kaptanoğlu, “Herşeye Rağmen”, 8 Ocak 2016… http://yarinhaber.net/author/cemkaptanoglu/969

[137] Bütün yakın tarihimizin en kötü, en kirli, en karanlık döneminde yaşıyoruz. Ahlâksızlığın, vicdansızlığın böylesine pervasızlaştığı, toplumun bu kadar vurdumduymazlaştığı bir başka dönem anımsamıyorum…

Örnek gazetelerdeki kan dondurucu bir haber, İstanbul Gaziosmanpaşa’daki bir “polis operasyonu”nda öldürülen iki genç kadınla ilgili olarak açıklanan otopsi raporuydu. Rapora göre öldürülenlerden birinin kafasına yakın mesafeden 5, ötekinin ise vücuduna 10 el ateş açılmıştı.

Bu tertemiz yüzlü, aydınlık bakışlı iki genç insanın fotoğraflarının da bulunduğu haberlerden birindeki otopsi raporunu gazeteden okuyalım: “Yeliz Erbay’da kafa bölgesinde sağ şakaktan yakın mesafeden beş mermi giriş çıkışı, buna bağlı olarak kafatasında kırıklar ve elmacık kemiklerinde parçalı kırık.

Şirin Öter’de kafa bölgesinde sol şakaktan ve yakın mesafeden bir adet mermi giriş-çıkışı, göğüs bölgesinde 6 adet mermi giriş çıkışı, karın bölgesinde 1 adet mermi giriş çıkışı, vajinada 2 adet mermi giriş-çıkışı.”

Yanlış okumadınız, evet. İkinci kurbanın cinsel organına da iki kez ateş edilmiş… Ezilenlerin Hukuk Bürosu avukatlarının açıklamalarından öğrendiklerimize göre ise, MLKP üyesi olduğu söylenen bu iki genç kadın, bulundukları eve “kamu güvenliğini tehlikeye sokacak biçimde ateş açılarak başlayan polis saldırısına” karşılık veriyorlar… Gerisini yukarıda özetlenen otopsi raporundan öğreniyoruz. Yine avukat açıklamalarında “vücutlarında çok sayıda darp izi ve morluklar bulunduğu gözlemlenen” polis kurbanlarının “çatışma sonrasında yaralı olduklarının, darp edildiklerinin ve yakın mesafeden ateşle infaz edildiklerinin” görüldüğü belirtiliyor…

Avukat açıklamaları olmaksızın da olayın aynen böyle gerçekleştiği yeterince açık: Vajinaya ateş etmek… (Ataol Behramoğlu, “Suça Ortak Olmak”, Cumhuriyet, 26 Aralık 2015, s.6.)

[138] Oğuzhan Kayserilioğlu, “Kavşak Noktası”, 24 Ocak 2016… http://sendika8.org/2016/01/kavsak-noktasi-oguzhan-kayserilioglu/

[139] “Türkiye devrimi, devrimin demokratik ve sosyalist aşamalarının iç içe geçtiği sosyalist yönün ön planda olacağı kesintisiz bir devrim süreci olarak ele alınmalıdır” (“Sosyalist Halk Devrimi”, Halkın Sesi, Yıl:10, No:239, 19 Ağustos-1 Eylül 2015, s.20.) “Emek ve sermaye sınıfları arasındaki çelişkinin gerçek çözümünün tek yolu vardır: Devrim” (Tufan Sertlek, “Ekim Devrimi’nin Mirası”, Halkın Sesi, Yıl:10, No:245, 18 Kasım-1 Aralık 2015, s.21.)

[140] Zühtü Arslan, Anayasa Teorisi, Seçkin Yay., 2005, s.75.

[141] Mark Neocleous, Güvenliğin Eleştirisi, çev:Tonguç Ok, Nota Bene Yay., 2014, s.19.

[142] Onur Kartal, “İmtiyaz, Güvenlik, Diktatörlük”, Birgün Kitap, Yıl:11, No:155, 5 Aralık 2014-1 Ocak 2015, s.16-17.

[143] UNICEF, 2015… http://www.unicef.org/mdg/poverty.html

[144] Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü, Dünyadaki Gıda Güvensizliği Durum Raporu, 2015… http://www.fao.org/3/a4ef2d16-70a7-460a-a9ac-2a65a533269a/i4646e.pdf

[145] İşçi Sağlığı ve Güvenliği Meclisi, İş Cinayetleri Rapor, 2015… http://guvenlicalisma.org/index.php?option=com_content&view=article&id=16851:2015-yilinda-en-az-1730-isci-yasamini-yitirdi&catid=149:is-cinayetleri-raporlari&Itemid=236… Ayrıca Türkiye’de çalışma koşullarına bağlı ölümlerle ilgili tutarlı bir çalışma yapılmıyor. ABD’de 2013 yılında en az 4585 işçi çalışma esnasında, 50 bin civarında işçi ise çalışma koşullarına bağlı hastalıklar nedeniyle öldüğü açıklanmıştır. Yani her gün en az 150 işçi iş ve işe bağlı koşullar nedeniyle yaşamını yitiriyor (AFL-CIO, 2015… http://www.aflcio.org/content/download/154671/3868441/DOTJ2015Finalnobug.pdf)

[146] Credit Suisse, Küresel Varlıklar Raporu, 2015… https://publications.credit-suisse.com/tasks/render/file/?fileID=F2425415-DCA7-80B8-EAD989AF9341D47E

[147] Milan Kundera, Kimlik, Çev: Aykut Derman, Can Yay., 17. Basım, 2013, s.111.