Saray Rejimi; çoban, AK-Kurt çeteleri ve “sürü”

Biz, adını Saray Rejimi koyduk. Yerindedir.

Sanki, bu ülkede burjuvalar, tekeller, istediklerini yapamıyor muydu? Elbette yapıyordu. İstedikleri zaman, gözden ırak kalacak bir şekilde, hukuku kendi istedikleri gibi esnetebiliyorlardı.

Sanki, bu ülkenin zenginleri, vergi mi veriyorlardı ki, şimdi vermiyor olsunlar? Vergi de vermiyorlardı.

Sanki bu ülkenin parlamentosu, halk için çalışan bir parlamento muydu? Hayır hiçbir zaman olmamıştır.

Sanki bu ülkede, ordu, polis, kolluk kuvveti, halkı dün düşman görmüyor muydu? Görüyordu, bugün nasıl düşman görüyorsa, dün de düşman görüyordu.

Bu listeyi uzatmak mümkün.

Özeti şudur; bu ülkede devlet, her zaman halkı kendine düşman görmüştür. Her zaman katliamcıdır. Bu katliam politikası, 1900’lerin başından beri sürdürülmektedir. Ermeni, Pontus, Süryani katliamları, Dersim, komünist avı çalışmaları, 6-7 Eylül katliamı, 1 Mayıs, Çorum, Maraş, Sivas, 16 Mart katliamı vb. saymakla bitmez. Emin olun, düzgünce saymak isterseniz, günlerce çalışmanız gerekir.

Yani, TC devleti, her zaman, halkı kendine düşman görmüştür.

Bu en başından beri gelmektedir. TC devleti, kendisine yardım etmiş Sovyetler Birliği’ne karşı, ileri bir karakol olarak şekil almayı kabul etmiş bir sömürge olarak kurulmuştur. Bu süreç, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, daha da netlik kazanmış ve TC devleti, Gladiocu-kontr-gerillacı anti-komünist uygulamaların “test sahası” olmuştur.

TC devleti, daha en başından kurulurken, “bu devlete bir millet lazım” yaklaşımı çerçevesinde, millet yaratma uygulamalarına sahne olmuştur. Bu nedenle, hem tarihi, hem sosyolojiyi zorlayacak, yalan ve şiddet uygulamalarına başvurmuştur.

Yani, her zaman halk ile devlet iki kutup olarak ele alınmıştır. TC devletinin tüm yöneticiler, Erdoğan ve şürekası da dahil, halktan korkmuşlardır, onu düşman olarak görmüşlerdir.

TC devleti en başından beri, şiddet ve yalana sürekli başvurmuş, her zaman dini kullanmayı sürdürmüş, her zaman anti-komünist bir devlet olmayı sürdürmüştür.

TC devletinin tüm yönetenleri, her zaman efendilerine, İngiliz, Amerikalı efendilerine sadık kalmayı, onlara hesap vermeyi seçmişlerdir. Ve iktidara gelmek isteyen her aday, çeşitli yollarla bu merkezlere önerilmiş, onlar tarafından onaylanarak iktidara taşınmıştır.

TC devleti, tekellerin çıkarlarını başa koyan, tekeller ve onların uluslararası ortaklarına hizmet eden, uluslararası tekeller (UAT) için her türlü kolaylığı sağlayan bir devlet olmuştur ve bu konuda hukuk, kanun da tanımamıştır. Sadece Erdoğan’ın kolunun altına tutturulmuş Cargill dosyalarını, ülkenin tarımının ne hâle getirildiğini hesaba katın yeterli olur.

Ama, 2013 Gezi Direnişi, Erdoğan da içinde, egemen sınıfların kimyasını değiştirmiştir. Korkuları boylarını aşmıştır ve alttan gelen bu tepkinin, devrimci örgütlerce zafere ulaştırılma ihtimali (bize göre bu uzak bir ihtimaldi ama ihtimaldi) onların rüyalarına kâbus olarak yerleşmiştir. Bu nedenle, devletin tüm kurumları, her gelişmede, “Gezi sendromu” yaşıyorlar. Bu nedenle, Erdoğan, korkudan titriyor. Ve bu nedenlerle de daha çok ama daha çok saldırıyorlar.

Buna Suriye savaşını da ekleyin. TC devleti ABD adına tetikçi olarak savaşa dalarken, aynı anda, İslamcı ve ırkçı (Müslüman ve Türkçü) söylemlerini da şaha kaldırmaya çalıştı. Yerli ve milli, aslında bunun zayıf versiyonudur, çünkü artık bu Türk-İslam sentezine dayalı ırkçılık, ipliği pazara çıkmış durumdadır. IŞİD gibi organizasyonlar, Türk-İslam sentezinin iş görmesini de olumsuz yönde etkilemiştir. Ama aslında Türk-İslam sentezi, 12 Eylül 1980 darbesinden bu yana çökmektedir. Neredeyse tüm İslamî hareketlerin ABD adına iş gördüğü ortaya çıkmıştı ve gerçekten de bağımsız İslamî hareketler, kendilerini ayırmak için, bu kanaldan uzak durmak zorunda kalmıştır.

7 Haziran seçimlerini kaybettiğinde AK Parti, aslında yolun sonu görüldü. Anlaşıldı ki, Ne Kürt direnişini kırabildiler, ne de Gezi Direnişi’nin geri çekilmesi onların çıkışı olabildi.

İşte bu andan başlayarak, Erdoğan ve ardındaki UAT, yeni bir saldırıya başladılar. Bu çerçevede sistemi değiştirecek, Erdoğan’ın yetkilerini artıracak bir yeni rejim peşine düştüler. Emperyalist efendileri, mesela ABD, tetikçi olarak TC devletinin Ortadoğu’da iş görmesini istemekteydi. Bu, hızlı hareket etmeyi gerektiriyordu. Onlar, “başkanlık” tipine benzer, “Türk tipi başkanlık” ya da “Burhan Kuzuvari sistem” için olurlarını verdiler. Ve Erdoğan, buradan hareketle, kendini sağlama alacağı bir sistem kurmaya başladı.

Saray inşası, SADAT’ın kuruluşu bu sürecin ürünleridir.

Hem, rant-yağma ve savaş ekonomisi üzerine kurulu bir ekonominin gereklerine uygun düzenlemelerdir bunlar, hem de Kürt direnişi, Gezi Direnişi ve dışarıda savaş gibi meselelere dönük bir düzenlemelerdir.

İşte Saray Rejimi, böyle ortaya çıktı.

Saray Rejimi yerine “tek adam diktatörlüğü” demek, açıklayıcı değildir. Tek adam denilen Erdoğan, aslında hemen hemen hiçbir kararı alamamaktadır. Sokağa çıkma yasağı, futbol sezonunun ne zaman başlayacağı, Rifat Hisarcıklıoğlu’nun nasıl mutlu edileceği, üniversite sınavının ne zaman yapılacağı vb. gibi kararlar onun ağzından duyulmaktadır. Bu, perdenin önündekidir. Ama gerçekte, perdenin arkasında, ciddi herhangi bir konuda, Erdoğan’ın bir gücü olduğu tartışmalıdır. İçişleri Bakanı’nın, sokağa çıkma yasağı (ki Erdoğan açıklamıştır) konusunda “suç bende” diyerek, “istifa etme” numarası, Erdoğan’ın gücünün sınırlarını zaten göstermektedir. Bunu uzatmak istemeyiz. Çünkü bizim derdimiz, kimin ne kadar güçlü olduğu meselesi değil. Bu “tek adam diktatörlüğü” eleştirisinin zayıf ve anlamsız olduğudur. Erdoğan zaten çoktan bitmiştir. Bu nedenle, sadece Erdoğan’ın gidişi ile her şeyin düzeleceği izlenimi vermektedir. CHP, bunu, “devleti kurtarmak” adına yapmaktadır. CHP’nin sözümona muhalefeti, “devlete zeval gelmesin” kabulünden hareketle olduğu için, muhalefet olamıyor, olamaz da. Bu nedenle, biz, diyoruz ki CHP, tıpkı MHP gibi, ama farklı rol üstlenerek, bu Saray Rejimi’nin bir parçasıdır.

Saray Rejimi, öncelikle, tüm siyasal partileri ortadan kaldırdı. Parlamento, hiçbir özelliği olmayan bir kurumdur. Sadece Erdoğan’ın, bazı KHK’leri, kendi kararnamesi yerine meclise havale edip, bakın meclis işliyor diye gösteri yaptığı bir yerdir. Yoksa ne meclisi ipleyen var, ne de çalışmasına bakan var. Meclis kürsüsünden yapılacak konuşmalar, belki bir işe yarıyordur. Bunun dışında parlamentonun bir anlamı kalmamıştır. Saray Rejimi, açıkça, halka, kendi meclisini kendin kur demektedir.

Bu durumu görmek, gerçeği görmektir.

Saray Rejimi, rant-yağma-savaş ekonomisi üzerine kurulu, içeride Kürt direnişi ve Gezi Direnişi’nin bastırılması ve dışarıda da ABD adına tetikçilik yapılarak savaş hamleleri yapılması için organize edilmiş bir sistemdir.

Bu nedenle, özellikle Saray Rejimi demeye devam edeceğiz.

Erdoğan, artık yolun sonundadır.

Dahası, Saray Rejimi de yolun sonundadır.

Mesele, bir halk direnişi ile, işçi ve emekçilerin direnişi ile iktidarı indirmektedir. Bunu başarmak, işte, güzel günlere geçişi sağlamanın yolu olabilir.

TC devleti içinde elbette, devleti kurtarmak için, Erdoğan’ı feda etmeye razı epeyce güç vardır. Ama bunlar, muhalif diye ele alınamaz. Bu doğru değildir.

Saray Rejimi, tam bir çeteler rejimidir ve her çete, diğer çete ile hem çatışma hem de işbirliği hâlindedir. Mesele Kürt direnişi olduğunda hepsi birliktedir. Ama mesele rant ve yağma olduğunda hepsi birbirini boğazlayacak mesafededir.

Bu son günlerde, Covid-19 salgınının ikinci dönemini başlatırlarken, “kontrollü normal” diye tumturaklı sözlerle adım atarlarken, birdenbire, darbe tartışmaları, birdenbire, 50 kişi indirir bizim aile sözleri, birdenbire çocuklarınızı, eşinizi bizden nasıl koruyacaksınız tartışmaları, mezardan adam çıkartıp yakma tartışmaları gündemi doldurmaya başladı.

Acaba bu nedir?

Eğer, Saray Rejimi denilen şeyi doğru anlamazsak, eğer bu çeteleri iyi anlamazsak, bu saldırıları da anlamak kolay olmaz.

1-

Saray Rejimi, halkı “kuzu” hâline getirmek amacındadır. Erdoğan, kendisine üflenen şeyleri, içinde tutamıyor ve hemen dışa vuruyor. Çünkü, prestije, itibara muhtaçtır ve bu nedenle, bir kitaptan okunup ona aktarılan bir sözü, hemen dışa aktarıyor ki, kültürlü olduğunu gösterebilsin. Erdoğan, daha “Türk tipi başkanlık” tartışmalarının ortasında, kendini çoban olarak tanımlamıştı. Kaldıraç’ın o dönemdeki sayılarında vardır, kayıtlıdır. Çoban Sülü, Süleyman Demirel’le dalga geçmek için kullanılırdı. Erdoğan bu kültürü bizzat bilir. Bu nedenle, ben çobanım demesi pek akıl kârı değildir. Ama kutsal metinlerden bir kaynak bulunup, Erdoğan’a gösterilince, bu sistemin iyi olacağı anlatılınca (acaba bunu kimler yapmıştır? Danışmanları içinde böylesi bir bağı olan yoktur. Kanımızca, ABD ve İsrail ile bağı olan ve Erdoğan’ın akıl danıştığı biri olmalıdır), o da “çoban” sözünü tutamamış ve açıklamıştır.

Çoban varsa, sürü var demektir. Yoksa çobanlık işe yaramaz. Çobanların bugüne kadar, taşları beklediği, ağaçları sürdüğü hiç görülmemiştir.

Sürü, mutlaka şart.

Sürü bu durumda halktır. Zaten bunu da açıkça ilan ediyorlar. Normalde, bir insana “sürü” demek hakaret sayılabilir. Mesela Erdoğan’a kalkıp birisi böyle bir söz söylese, o da, ne fark eder, çoban ancak sürü ile birlikte var, bu bir övgüdür, demeyecektir. Ve hemen hakaret davası açacaktır ve bu konuda dünya rekoru elindedir. Yani, dünyanın en çok hakaret davası açan başkanı, başbakanı kimdir derseniz, bilmiyorum ama muhtemelen Erdoğan’dır derim.

Sürü tamam.

Ama çobanlık sisteminde, sürü, öyle çobanın telkinleri ile idare edilmez. Adı üstünde sürü, akıllı bir varlık değil, sürünün içindekiler de öyle değil. O zaman bu sürüyü idare edecek, Çobanın dediklerini onlara aktaracak, yani çoban ile sürünün arasında bir dil geliştirmiş bir “ordu”ya ihtiyaç vardır.

Normalde, çobanlar bu işi, çoban köpekleri ile yaparlar ve her biri birbirinin aynı değildir. Mesela bazı çoban köpekleri, diğer köpekleri yönetirler ve bu o kadar net bir ilişkidir ki, bu yönetici çoban köpeklerinin organlarını diğer köpekler yalarlar. Bunlara inanmıyorsanız, bunları uydurduğumu sanıyorsanız, lütfen, bu konuda herhangi bir kaynak açıp bakın. Gerçekten de böyledir.

Şimdi, biliniyor çoban, ister kutsal kitaplarda olsun, ister bizim sürü-çoban ilişkisinde olsun, “mal sahibi” değildir. Yani, o sürü çobanın sürüsü değildir. Aslında sürü, bir ya da daha fazla kişinindir. Diyelim ki, Hasan Ağa’nın, diyelim ki Murat Ağa’nın ve diğerlerinin ortaklaşa kiraladığı, parasını ödediği adamdır çoban. Kutsal kitapta bu sahip yaratandır, ama dünyada işler böyle yürümez. Ve burası, çoban için, zurnanın zırt dediği yerdir. Çoban ve zurna ya da kaval ilişkisi de bilinir.

Normalde çobanın evi, arazidir. Ayının postundan kendine bir kürk yapmıştır ve onunla soğuğa dayanır. Ama denilebilir ki, bir anlamda çoban için dağlar, ovalar, arazi, saray sayılır.

Gördünüz mü, yine Saray’a geldik dayandık.

2-

İşte bu sarayda işler eskisi gibi iyi gitmiyor.

Çoban, kendi sonu ile ilgilidir, Saray bu açıdan önemlidir, yoksa bir önemi de yoktur hani. Ama kendi sonu, “itibardan tasarruf” yapılmaz meselesi ile çelişir bir hâle doğru gitmektedir.

İşte bu noktada, çeteler, kendi başına hareket etme olanaklarını aramaktadır.

Mesela, şimdiden yazalım, yakın gelecekte, Soylu’nun istifası, maske maskaralığı ve başkaları Erdoğan’a darbe planlarının içine alınacaktır. Çünkü bunlar, “itibardan tasarruf edilmez” görüşü ile çelişmektedir.

Darbe tartışması, Saray Rejimi’nin çeteler üzerine oturduğunu anlarsanız, normal gelebilir. Yoksa ne darbe yapacak bir ordu var, ne de polis. Zaten, Erdoğan, her gün darbe yapıyor. Bu darbe mekaniği zaten her gün işletiliyor. Parlamentoyu devre dışı bırakmak darbe olmalıdır, anayasayı delik deşik etmek darbe olmalıdır, seçim sistemi ile işin ortasında oynamak darbe olmalıdır vb. Kısacası zaten bir darbe mekaniği işliyor. Erdoğan darbe tartışması ile diyor ki, bu kendine yakın çetelerden birkaçı, bu yönde hazırlık içindedir.

Peki neden Özgür Özel hedef alınıyor? Tek bir nedeni var: Saray Rejimi dediği için. Ona, açıkça Saray Rejimi, radikal solcuların sözüdür diyorlar. Bunu kullanmayacaksın. Bu yolla, CHP “muhalefet tarzı” için bir oyalama aracı da sunulmuş oluyor. Bir taşla birkaç kuş, hem Özgür Özel’i korkut, hem Erdoğan’a karşı olan bazı iktidar çetelerine mesaj ver, hem CHP yönetimine bir emzik ver oyalansın, hem de geniş toplum kesimlerini bir kere daha korkut.

Ama yetmemiş görünüyor olmalı ki, Saray devam ediyor.

Saray derken, Saray’ın hangi çetesi, bunu bilemiyoruz. Ama emin olun, her hamlede bir ya da birkaç çetenin parmağı var. Mesela Menzil tarikatı çetesi, aslında Sağlık Bakanlığı’nın maske ve test kiti satışlarından gelen tüm parayı almak için, maske meselesine el attılar. Kâr ettiler ama işler maskaralığa döndü. Şimdi, Erdoğan, kalkıp, “itibardan tasarruf” meselesine ele alsa hakkıdır.

Konumuza dönelim.

Birdenbire, TV kanallarından, “ünlü” kişiler, tuhaf açıklamalar yapmaya başladılar.

Önce Grup Yorum’un direnişte ölen üyelerinin cenazelerine polis saldırdı, ardından da, Kayseri Ülkü Ocakları organizasyonu ile, AK Kurtlar, mezarı açıp, cenazeleri yakma tehditlerini yükseltti.

Zavallıca bir saldırıdır bu. Bu saldırılar, Grup Yorum’u, onun direnişini, onun direniş boyunca canını veren üyelerini sandığınız gibi küçültmez, tersine büyütür. Mezardan adam çıkartıp yakmak, sanki bir marifetmiş gibi, holiganlığın bile seviyesini düşüren bir tarzda gösteri yapmak, aslında, delilik emaresi değil ise, kudurmuşluk emaresi değil ise, provokatif bir histeridir.

Ama Saray Rejimi öyle bir durumdadır ki, bu konuda açıkça adım atanlar, bu saldırılarını gizlemeyenler, yargılanamamaktadır. Daha doğrusu, yalandan bile olsa gözaltına alınmamaktadır. Kısacası, her çetenin kendine göre dokunulmazlığı, çeteler arası hukuku var. Durum bu noktadadır. Bu ise gerçek anlamda bir yönetememe hâlidir.

TV kanallarına çıkan “ünlü” kişiler, oldukça sıradışı konuşuyorlar. Konuşma ağzı da bir tuhaftır. Sevda Noyan, Esra Elönü karşısında konuşmaktadır ve programının adı “Arafta Sorular”dır. Arafta sorular, aslında, geçişte sorular, bekleme yerinde, karar verilmeden önceki dönemde sorular anlamındadır. Gören de der ki, çok ciddi bir program yapacaklar.

Noyan:

“15 Temmuz kursağımızda kaldı, vallahi yapamadık istediklerimizi. Birazcık şeye denk geldik… boş bulunduk. Yanlış anlaşılmasın doğru anlaşılsın, bizim aile şöyle bir 50 kişiyi götürür yani, onu söyleyeyim yani. Biz çok donanımlıyız bu konuda, maddi ve manevi olarak. Biz liderimizin yanındayız. Ve asla yedirtmeyiz bu ülkede, onu söyleyeyim bir kere. Onun için ayaklarını denk alsınlar. Bizim hâlâ sitede var hâlâ 3-5, benim listem hazır açıkçası…”

Elönü:

“O zaman şöyle diyelim, ben de söyleyeyim mesela, ayak az kalır bence, dört ayaklarını denk alsınlar.”

Buna, adı Fatih olan adamın, karılarını ve kızlarını bizden nasıl koruyacaklar açıklamasını da ekleyin. Adam, tecavüzcü rolündedir ve Yeşilçam’da iş bulamamış gibidir.

Sizce bunlar nasıl konuşmalardır?

Acaba, Noyan, Fatih, Elönü, kendileri mi korkuyorlar, yoksa çoban korkuyor da onlar sürüyü hizaya çekmek için tehditler mi savuruyorlar?

Noyan, Engin Noyan’ın yeni eşidir. Engin Noyan için, Gülen Hareketi ile ilişkileri nedeniyle birçok şey söyleniyor. İsrail ile bağı olduğu ileri sürülüyor. Bunları bilmiyoruz ama, Erdoğan’ın, Saray’ın tüm bunları bildiğini biliyoruz. Bu kesindir.

Yeni eş Noyan’ın 15 Temmuz kursağında kalmış imiş. İşte size 15 Temmuz’un nasıl bir tiyatro olduğuna dair bir itiraf. Az adam öldürmüşler, yeterince öldürememişler. Demek ki, Noyan ailesi, Erdoğan’a mesaj yoluyor, şimdi hazırız, biz senden yanayız.

Bizim aile, diyor, 50 kişiyi götürür. İyi ama, Noyan, bence az söylüyor. Çünkü 50 kişi yetmez. Mesela 500 kişi hedeflemeniz gerekir. Demek Engin Noyan’ın yeni ailesi, silahlı bir hazırlık yapıyor. Peki ama bu durumda ordu ve polis, Sadat vb. Erdoğan’ı, Saray’ı korumayacak mı? Erdoğan’ın koskoca ordusu var, IŞİD devrede, polis gücü var, size niye ihtiyaç duysun?

Elönü ise, açıkça dört ayaktan söz ediyor. Demek ki, yine çoban-sürü meselesine geldik.

Burada efendi ortada yoktur. Çoban hariç, sürü yaşamındaki her canlı dört ayaklıdır; sürü öyledir, dört ayaklıdır. Zaten, şu korona günlerinde “sürü bağışıklığı” yaklaşımı ile tüm toplum “sürü” yerine konmuştur. Demek ki, artık, bu sürü meselesi çokça karşımıza çıkacak. Ama sürü yaşamında köpekler, ister çobana bağlı olsunlar, ister baş çoban köpeklerinin kıçlarını temizlesinler, ister başka çetelerce ayartılmış köpekler olsunlar, hepsi dört ayaklıdır.

Demek, bu dört ayak meselesi de buradan geliyor. Ne demişler, kişi kendinden bilir işi. Bu söz, tam da “Arafta Sorular” isimli bir programda konu edilebilir bir sözdür: Kişi kendinden bilir işi.

Dört ayak işin içine girince, aslında Elönü, açıklamış oluyor ki, “sürü” darbe yapmayacak. Öyle ya o sürü. Darbeyi, dört ayaklı diğerleri yapacak. Eğer varsa bir gerçekliği, mesaj bu olmalı. Tabii ki, bizimkisi de bir yorum, öyle ya ne demek istediklerini anlamaya çalışıyoruz. Belki tüm bu anladıklarımız yanlış ve saçmadır, belki de “Arafta Sorular” programında o gün, bir ucuz komedi oynanmıştır.

3-

Sizin bir dostunuz, sizi seven biri, sizi kalkıp Noyan, Elönü, Fatih ve benzeri gibi savunmaya kalksa, acaba siz ne yaparsınız? Bunu tüm samimiyetimle soruyorum ve lütfen siz de öyle cevap verin. Birisinin, sizi ne kadar sevdiğini söylerse söylesin, böyle, bu tarzda sizi savunmasını ister misiniz?

Eğer istemezseniz, mesela ben istemem, bu durumda, acaba Erdoğan buna neden razı olmaktadır?

Şaka bir yana, bu bir yönetim krizidir.

Egemenler, Saray Rejimi, TC devleti, Ergenekon’u, Erdoğan’ı, ABD’si, tüm egemenler eskisi gibi yönetemiyorlar.

Bu sadece pandemi dönemi ele alınınca da ortaya çıkmaktadır.

Korkuyorlar. Bu korkularını, başkalarına bulaştırmak istiyorlar.

İşçileri, emekçileri açıktan tehdit edemiyorlar. Bunu yaparlarsa, kendi korkuları da ortaya çıkacak demektir. Bunun yerine, sıradışı sözlerle tehditler savuruyorlar. Çünkü, korkuları boylarını aşmıştır.

Saray’ın her tuğlası, bu korku ile inşa edilmiştir.

Her merdiven basamağında bu korkunun kodları kazılıdır.

Her penceresi bu korkuya göre yapılmıştır.

Korku ve şatafat-kibir kardeştirler. İkisi aynı anda yükselir. Önemli olan hangisini görebildiğinizdir. Şatafat ve kibir, korkuyu gizlemeye yarar.

Şimdi, mesele, halkın, kendini sürü olmaktan çıkartması meselesidir.

Halkı sürü yerine koyuyorlar. Buna kızmak işe yaramaz. Sürü olmaktan çıkmak, bunun gereklerini yerine getirmek lazımdır.

İşte örgütlü direniş, genel direniş tam da bu anlamda, işçi ve emekçilerin tek gerçek gündemidir.

Örgütlü değilsen, bir güç değilsindir.

Örgütlü değilsen, aç kalırsın, aşağılanırsın, itilirsin, kakılırsın.

Örgütlü değilsen, sesini duyuramazsın. Yalvararak, dilenerek karnın doymaz, onurunu kazanamazsın, aşağılanman bitmez.

Ama örgütlü isen, kendi gücünün de farkına varırsın. Üreten ellerin, yönetmeyi de öğrenir. Ne çoban kalır ne cins cins köpekleri, ne efendileri kalır ne sarayları, ne yalanları kalır ne karanlıkları.