Saray “oyunları” ve Muktedir

Türkiye’deki devlet çarkının, daha net söyleyelim çağımız kapitalizminin devleti olan Tekelci Polis Devleti’nin özel olarak “Saray Rejimi”ne dönüşmesi, daha çok üç etkene bağlıdır. Birincisi, emperyalist güçler arasında dünyanın paylaşılması için yürütülen savaştır. Bu savaşın Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarına kadar inen bir derinliği var. Başlıca beş büyük güç öndedir. Diğer aktörler de var elbette. Ama bu beş güç, yeni paylaşım savaşımının ardındaki güçlerdir: ABD, İngiltere, Almanya, Japonya ve Fransa. Tekrar olsun, elbette paylaşım savaşımından pay alma heveslisi herkes bu savaşın içindedir. Kanada, İspanya, hatta Türkiye vb. Ama burada kampları oluşturacak olan, bu beş güçtür. Rusya ve Çin’i, biz bu büyük savaşımın içinde ama paylaşım savaşımının dışında ele alıyoruz. Rusya ve Çin, büyük güçler olsalar da, birer emperyalist güç değildirler. Elbette kendi çıkarlarını korurlar ama bu apayrı bir durumdur. Paylaşım savaşımını, belki daha detaylı ele almak gerekir. Ama biz burada, esas olarak TC devletinin son yıllarda Saray Rejimi organizasyonunu, bu paylaşım savaşımının nasıl etkilediğini açıklamak istiyoruz. Bu emperyalist güçler, dünyayı yeniden paylaşmak için devreye girdiklerinde, Türkiye, AB’ye mi, yoksa ABD’ye mi bağlı kalacak tartışması da gündeme oturdu. TC devleti kuruluşunda, Sovyetler’e karşı bir ileri karakol olarak örgütlendi. Bu durum, tüm Soğuk Savaş dönemi boyunca pekişti. Bu durum, TC devletini, ekonomik olarak bir AB sömürgesi, siyasal olarak ise bir ABD sömürgesi hâline getirmiştir. Bu ikili yapı, “ortaklaşa sömürge” olma hâli, SSCB var iken sorun değildi. Ama 1990’lardan başlayarak, artık bir yol ayrımı, paylaşım savaşımının gelişimine paralel olarak şekillenmeye başladı. Bugün, hâlâ bu süreç devam ediyor. Siyasal alana sahip olan ABD, ekonomik alanı da kendi isteklerine uygun organize etmek istiyor. AK Parti, tam bunun projesidir. Yağma, rant ve savaş ekonomisi, bunun temel dayanaklarından biridir. Ve bugün, ülkede her kurumun içinde, en az beş istihbarat örgütünün örgütlediği çeteler vardır. Bu çeteleşme, gerçekte, paylaşım savaşımının içe yansımaları ile birleşmiştir.

İkincisi, Suriye savaşıdır. Suriye savaşı, ABD adına TC devletinin tetikçiliğe soyunmasının açık hâlidir. ABD-İngiltere-İsrail-Katar-Suudi Arabistan ve Türkiye işbirliği ile IŞİD çetelerinin organizasyonu gerçekleştirildi. Her savaş nihayetinde bir iç savaştır. Ve Suriye savaşına göbekleme dalan Türkiye, bu çeteleri içeride de kullanmaya başladı. İçerideki çeteleşme ile bu “özel” çeteleşme iç içe geçmeye başladı. Saray Rejiminin oluşum sürecinde Suriye savaşı özel bir yer tutar.

Üçüncüsü, Kürt halkının direnişinin ve Gezi Direnişi’nin bastırılması süreci vardır. Elbette burada Kürt halkının direnişinin daha büyük bir ağırlığı olduğu açık. Bizim, bu iki alandaki direnişi birlikte ele almamızın nedeni, ikisini eşitlemek değil, ikisinin karşısında devlet organizasyonunun aldığı tutumu ortaya koymaktır. Kürt halkına karşı savaş, şu ya da bu düzeyde sürekli vardı. Ama Dolmabahçe fotoğrafındaki görüşme masasının devrilmesi, devlet çarkının daha farklı organizasyonunun, Saray Rejiminin oluşumunun önemli etkenlerinden biri olmuştur.

Mesela SADAT, mesela basın organizasyonu, mesela polis organizasyonu vb. bunlar içerideki savaş, Kürt halkına ve Gezi Direnişi’ne karşı savaş olmadan, yerine oturtulamaz.

Saray Rejimi, birçok ardarda hamle ile oturtulmaya çalışıldı. Anayasa referandumu, Kürtlere karşı yoğun saldırı, Gezi’nin bastırılması savaşımı, 7 Haziran seçimlerinin sonuçlarının ortadan kaldırılması süreci, milletvekillerinin dokunulmazlıklarının CHP’nin de desteği ile kaldırılması, 1 Kasım seçim süreci, 15 Temmuz tiyatrosu, Türk tipi başkanlık sistemi referandumu, kayyum uygulamaları vb.

Tüm bu sürecin, bizim cephemizden, bir direniş dönemi olduğu da açıktır. Birçok direniş ortaya kondu, hâlâ konmaktadır.

Şimdi, 31 Mart seçimleri sonrasında Saray Rejimi şunları gördü:

1- Direniş hiçbir biçimde durdurulamıyor.

2- Rant, yağma ve savaş ekonomisi iflas etmiştir.

3- Kürt halkının iradesi hiçbir biçimde kırılamamıştır.

4- Başkanlık sistemi ya da cumhurbaşkanlığı sistemi, Saray Rejimi, oturtulamıyor. Bahçeli’nin desteğine rağmen, ABD ve AB’nin desteğine rağmen başkanlık sistemi bir yere oturmuyor.

Saray, aynı zamanda “oyunlar”ın yeridir. Osmanlı tarihi, başka ülkelerin saray tarihleri olduğu gibi, bunun kanıtıdır.

Devlet yapılanması, Saray, Muktedir iç içe geçmiştir. Ve bu yapılar iç içe geçerken, aynı zamanda çeteler de bunların her alanında yerleşmiştir. Acaba, Erdoğan, muktedir olarak kararlar verirken, Pelikan Çetesine mi daha fazla kulak veriyor, yoksa mesela Damat Çetesine mi? Bu konuda bir bilgimiz olmadığını hemen söyleyelim. Öyle bir dönemdeyiz ki, kim bir şey söyleyecekse, hemen “yer yerinden oynar” demektedir. Bizde böyle bir bilgi yok, olsa hemen açıklardık. Çünkü bizim için yer yerinden oynaması denilen şey, “işçi sınıfının ve emekçilerin ayağa kalkması”dır. Bizim için Erdoğan ve Davutoğlu arasındaki ilişkiler, Babacan’ın eşinin konuşurum ha tehditleri, “yer yerinden oynar” sözlerinin kanıtı değil. Sadece devlet içindeki, iktidardaki çetelerin çatışmalarının dışavurmasıdır.

Şimdilerde biliyoruz ki, Erdoğan, çözülmekte olan “muktedir”lik çarkını sağlam tutmak istiyor. Erdoğan, Saray Rejimi organizasyonu sırasında, a- parlamentoyu, b- siyasal partileri, c- sandık sistemini yok etti. Başkanlık sisteminde arkasında olan AB ve ABD, yani tüm NATO güçleri, bugün, bazı konularda Erdoğan’ın arkasında değildir. Başkanlık sistemi, hem Almanya için, hem ABD için uygundur, sadece başında kendi adamları olması koşulu ile. Ama sıra yerel seçimlere gelince, sıra kriz sürecine gelince, sıra Suriye meselesine gelince vb. tutumlar değişiklik gösteriyor. Paylaşım savaşı böyledir. Her gün bir anlaşma yaparlar, her gün yenisi ile eskisini bozarlar.

Acaba Davutoğlu partiyi ne zaman kurar? Acaba Babacan partiyi neden geciktiriyor vb. gibi sorular, günlük sorulardır ve aslında resmin tümünü görmemizi engellemektedir.

1- Suriye savaşı TC için bir yenilgidir ve ABD, bu yenilginin tüm faturasını Türkiye’ye yıkmak isteyecektir. Bu yenilginin etkileri, tam anlamı ile henüz ortaya çıkmamıştır ve daha fazla kendini hissetirecektir.

2- Kürt hareketini baskı ve şiddetle yok etmek, mümkün görünmemektedir ve bunun da bir sonu vardır.

3- Batı’da direniş gelişmektedir ve sürekli baskı ve yalan politikası artık bir para etmez hâle gelecektir. Direniş, kendi yolunu bulmaktadır.

İşte bu şartlarda, Saray Rejimi, Erdoğan, Bahçeli-Erdoğan ittifakı vb. gibi konuların yeniden şekillendirilmesi tartışması, egemen çevrelerde yapılmaktadır. Erdoğan’ın “başkanlık” sisteminin bazı tadilatlara ihtiyacı olduğu açıklamaları, Metiner’in kalkıp da AK Parti’yi kapatalım, Reis’in önderliğinde yeni bir parti kuralım, demesi, Baro Başkanı’nın “devletin bekası söz konusu olunca gerisi teferruattır” açıklaması, Erdoğan’ın belediye başkanları toplantısı, Akşener’in Erdoğan’ın oğlu ile muhabbeti vb. tam da bu sorunun boyutlarını göstermektedir.

Bu arada Kılıçdaroğlu, dün parlamenter sisteme dönelim derken, şimdi, bağımsız yargı+başkanlık sistemine yatkın gibi görünmektedir.

Ortaya çıkan tabloya göre, bir grubun planı şudur: Erdoğan cumhurbaşkanı olarak kalsın, ama AK Parti başkanlığını bıraksın. Bu öneri, öyle anlaşılıyor ki, Babacan önerisidir. Babacan ekibi, Gül ekibi, İngiltere diye okunmaktadır. Bu ekip, muhtemelen İyi Parti ile de CHP ile de temastadır. Ama hâlâ AK Parti içindedirler. Bir türlü parti kurmak için harekete geçmiyorlar. İşte Metiner’in, Reis’e bağlı bir kişiyim diyerek, başka bir parti kuralım demesi bu durumun itirafı gibidir. Başında Erdoğan’ın olmadığı bir AK Parti işe yaramaz. Öte yandan ise, tümü ile cumhurbaşkanlığı alanına çekilmiş bir Erdoğan da o kadar etkili olmaz. İşte Metiner, “bu parti zaten bizim değil, biz bunu verelim, yenisini kuralım” demek istiyor. Davutoğlu’nun ihraç süreci, Babacan ekibinin şansını artırıyor gibidir. Görünen o ki, Babacan AK Parti’nin başına gelme ihtimalini de dışlamamıştır. Babacan’ın ailesinden “konuşursam yer yerinden oynar” açıklamasının gelmesi, Davutoğlu’nun konuşursam kimse kimsenin yüzüne bakamaz açıklaması, tam da bu tartışma ve pazarlıkların şiddetini göstermektedir.

İkinci senaryo, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığından ve partiden istifa etmesi, yeni bir seçim sürecinin başlamasıdır. Bu durumda Erdoğan, muktedir olamayacağı için, saray oyunlarının ilk kurbanı olmak istemeyecektir. Ama bu istifanın dile getirildiği de artık çok sık konuşuluyor. “Mesele devlet olunca gerisi teferruattır” diye konuşan bir Baro Başkanı, başka türlü sahne alır mıydı? Eğer Erdoğan istifa ederse, bu durumda, anayasa değişikliği ve başkanlık sisteminin masaya yatırılması durumu gündeme gelecektir. Erdoğan’ın, sistemde rötuşlar yapılacağını açıklaması bunun sonucu olsagerek. Bahçeli çetesinin buna karşı çıktığı anlaşılmaktadır.

Büyükşehir beleyi başkanları toplantısında yaşanan “sandalye parodisi”, bu saray oyunlarının düzeyi hakkında da bilgi vermektedir. Soylu’nun İstanbul’a kayyum atanacak mı sorusuna “pazar günü açıklayacağım” demesi de bu parodinin bir başka türüdür. Soylu, kendi kararlarını kendisi verir pozisyonundadır. Bu çetelerin her biri, söze sıra gelince Erdoğan’a bağlıdır ama Erdoğan’ın böyle hissetmediği de açıktır. Muktedir, Erdoğan, öyle anlaşılıyor ki, Bahçeli’ye çok ihtiyaç duymaktadır.

Peki bu saray oyunları, gerçek sorunlara bir çözüm müdür? Mesela Suriye savaşına, mesela Kürt sorununa, mesela savaş politikalarına, mesela iflas eden “rant, yağma ve savaş ekonomisine”, mesela Batı’da gelişen direnişe vb. bir çözüm müdür?

Öyle anlaşılıyor ki, devletin içindekiler, daha çok günlük, daha çok saatlik adımlar atarak varlıklarını korumak, sürdürmek yolları aramaktadır. Yani, mesela, Baro Başkanı’nın, “devlet söz konusu olunca gerisi teferruattır” sözünü yiyeceği ve “konuşursam” diye başlayacak cümleler kuracağı günler yakındır. Baro Başkanı’nın “teferruat” dediği şeylere, büyük önem atfedeceği günler gelmektedir. Yani, Davutoğlu’nun daha fazla açıklama yapmak zorunda kalacağı günler yakındır. Yani Babacan’ın eteğindeki taşları dökmeye başlacağı günler yakındır. Peki, ya Bahçeli ve Perinçek, onlar ne zaman “konuşursam yer yerinden oynar” diyecekler. Belki de onlardan önce Erdoğan “konuşursam yer yerinden oynar” diyecektir.

İşçi ve emekçilerin, yeri yerinden oynatacak güçleri olduğu açıktır. Onların neler diyeceğini aşağı yukarı biliyoruz. Zira hepsini yaşadık ve yaşıyoruz. Mesele onların neler söyleyeceği değildir. Mesele, işçi sınıfının ayağa dikilmesi, direnişini geliştirmesi ve örgütlenmesidir. İşte o zaman biri değil, hepsi bir anda ifadelerini açıkça verecektir, halkın önünde.

İşçi sınıfı ve emekçiler için mesele, sadece Erdoğan’ın gidişi değildir. Saray Rejimi’nin alaşağı edilmesi, bu yolla devlet çarkının parçalanarak, işçi ve emekçilerin devletinin kurulması meselesidir. Ancak o zaman bu topraklarda özgürlük havası esecektir. Ancak o zaman insanın insana kulluğu son bulacaktır, kadına dönük şiddet, aşağılanma, gençlerin uyuşturulması son bulacaktır. Ancak o zaman badeci şeyhler ülkesi, yerini, özgürlüğe bırakacaktır. Yok edilmeye çalışılan insanlık, o zaman yeniden ayağa kalkacaktır. Yağma ve rant, savaş ekonomisi o zaman bitecektir. Güzel şeyler, o zaman olmaya başlayacaktır.

Şimdi direniş ve örgütlenme zamanıdır.