Rant, yağma ve savaş ekonomisi

İsimleri kendi akıllarının önünde koşturulan kişiler, spot ışıkları altında körleşme süreci yaşarlar.

Her zaman mı? Eğer isimleri “koşturulmuş” ise, her zaman.

At arabasının, basit bir düzeneği vardır. Anlayan için son derece açıktır. At, tekerlek bağlanmış bir kasa ve at ile kasa arasında arabacının atları yöneteceği bir bölüm. At arabası, işlemesi için, atın öne takılmasına dayanır. Bu üç “parça”dan at, eğer arabanın önünde değil ise, at arabası iş görmez. At ile tekerlek bağlanmış kasayı yer değiştirseniz, atların yüzünü kasaya çevirseniz, artık o bir “at arabası” olmaz, arkasına at koşulmuş tekerlekli kasa olur. Eğer at arabasının bir “bilgi” birikimini yansıttığını düşünürsek, bu ters araba-at ilişkisi, cahillik olur.

Eğer bir ekonomist, içinde yaşadığı ülkeyi, hakkında konuştuğu ekonomiyi, o ülkedeki devleti vb. anlamıyor ya da “bilmiyor”sa, birdenbire bir cahile dönüşüveriyor. Bakıyor ama görmüyordur. İsimleri “büyük”tür, ama akılları görmüyordur. Böyle olunca “bilgi birikimleri”, olayları açıklamaya değil, olayları karmakarışık tarif etmeye yol açar. Sahnede spot ışıkları kendine çevrilmiş bir maymun gibi davranmaya başlarlar, aydınlanmış sahneye göre karanlık kalmış sahne dışında gözlerine ilişen karartıları tarif etmeye çalışırlar.

Bugünlerde, ülkemiz ekonomisini analiz etmeye çalışan “koca koca” isimlerde gördüğümüz de budur.

Evet bir bölümü, egemen sınıf adına kalem sallamaktadır ve elbette onlar sadece egemen sınıfın çıkarı açısından ne görüyorlarsa onu yazacaklardır. “Eklenmiş gazeteci” terimini, ilk kez Körfez Savaşı sırasında, ABD Irak’ı işgal girişimine başladığında duymuştum. Askerî bir terimdir. Savaş, cephelerin netleştiği mücadele ânıdır. Bu nedenle artık orada “gazeteci”leri de sınıflamak gerekir. “Eklenmiş gazeteci”, savaşın bir cephesi için iş gören, silahı da “gazetecilik” aletleri olan askerdir.

Bugün ülkemizde bu “eklenmiş gazeteciler”e Saray kalemşörü diyebiliriz. Çalıştıkları gazetelerin çoğu da “havuz medyası”dır ya da Saray medyası. Saray medyasında çalışan, doğal olarak “Saray kalemşörü” olur. Acınılacak bir unvan olduğu kesin, Albülhamid dönemindeki gibi bir “değer”i de yoktur, ama fiyatı çoktur.

Egemen sınıf adına kalem oynatan ve rol ismi olarak “gazeteci” ismini almış olan bu gazeteciler, elbette sadece Saray medyasında yer almazlar. Bir bölümü, sadece Saray medyasında iş görür, ama bir bölümü bunun dışındaki burjuva medyada da iş görebilir.

Bu gazeteciler de kendi içinde iki sınıfa ayrılabilirler. Saray için dolar karşılığı yazanlar ile, egemen sınıfın genel çıkarları için, daha onların dili ile söylersek “devlet” için çalışanlar bazı farklılıklar arz ederler.

Bu “eklenmiş gazeteciler” gibi, “eklenmiş ekonomistler” var.

Onların da içinde bu ayrım vardır, Saray ekonomistleri ile, devlet için kalem sallayan, devletin çıkarları için yazan ekonomistler. Devlet için kalem sallayan ekonomistler, daha bir oturaklıdır, içi boş heykeller gibi, ama Saray’a doğrudan hizmet edenler, elbette boğazlarına gem vurulmuş koşu hayvanı gibi çalışmak zorundadırlar.

Saray için çalışanlar, Saray Rejimi’nin karakterine uygun olarak, en çok puan toplamak üzere kalem sallarlar. Saray’ın en küçük bir eleştiriye “hoşgörüsü” kalmayınca, Saray için çalışanlar, açıkça dalkavuk moduna geçerler. Dalkavukluğun kendine has zekâsı ile, ne yazarsam acaba “en çok hoşa giden” olurum, sorusuna yanıt ararlar.

Saray’ın azalan hoşgörüsü içinde kıta hizmetini olduğu gibi göremeyenler ise, uzaktan “kurmaylık” yapmaya başlarlar. Onlar, ister ekonomist olsun ister gazeteci, kalemlerini sallarken, devletin âli çıkarlarını düşündüklerini dile getirirler. Dıştan bakınca içleri boştur, geçmiştir.

Bunların dışında da, bunlara biraz mesafeli, meslek ilkelerine uyduğunu söyleyen ünlüler vardır.

İşte bugünlerde, tüm bunlar, ayrı ayrı, kalemlerine sarılmış, Türkiye ekonomisi üzerine yazmakta, olup biteni anlamakta ve anlatmaktadırlar. Son derece takdire şayan bir çabadır bu, boş ve ama hoş bir çaba.

Kasım ayının son haftasına girilirken, Erdoğan’ın 30 Ekim’de Biden ile görüşüp ülkeye “mutlu” ama “hasta-yorgun” dönmesinden bir süre sonra, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Veliaht Prensi’nin gelişinden önce, döviz kurlarında sıçrama olmaya başladı. Kurlar, sıçrıyor mu, zıplıyor mu, tarifi zor.

Ekonomistler, her boydan, bu durumu açıklamak için TV ekranlarında boy gösterdi, gösteriyor, kalemlerine sarıldı, sarılıyor. Büyük bir çaba var, ne oluyor, bunu anlama ve açıklama çabası. Elbette Saray medyası, tüm şürekâsı ile, bu sürece kendince isimler koyuyor. Ve diğerleri, bir yandan bu isimlendirmeleri eleştiriyor, bir yandan da olup biteni “muhalif” gözleri ile açıklamaya çalışıyorlar. Ne çaba, ne çaba!

Hiçbir şeye kafa yormadan, bu denli çaba gösterilmesi az rastlanır bir durum olmalıdır.

Olup bitene bir bakalım, gerçekten inişi çıkışı çok olan bir kumar masasıdır bu.

MB, faizleri indirdi.

Ardından dolar ve euro (diğer döviz kurlarının çok da önemi yok gibi) taksimetre gibi sürekli yukarıya doğru yazmaya başladı. Dolar 18.50 TL’ye yaklaştı.

Ve ortada bir tartışma oluşmaya başladı. “Faiz düşerse enflasyon düşer” diye Saray’dan “yumurtlanan” açıklamalara karşı, “bilim” devreye sokuluyor. Ama ne “bilim”!

Yumurtlama, acaba bir çeşit “sıçma” sayılır mı? Özne tavuk ise, en azından görünüşte evet, ama her hayvan için bu böyle değil, değil mi? Tavuğun arkasından çıkan “yumurta” olunca, üzerine düşünmeye değer belki, ama diğeri çıkınca bu kadar düşünmeye değer mi? “Faiz neden, enflasyon sonuçtur”, acaba bir teori mi, eğer teori ise doğru mu? Buyurun tartışmaya. Nesini tartışacaksın, ortada bir “dışkı” var. Ama Erdoğan dedi diye, hep birlikte, “faiz neden, enflasyon sonuç” açıklamasına önce “teori” diyorlar, sonra tartışıyorlar.

Bir şeye “teori” denildiğinde, onun bir tutarlılığı olduğu anlaşılır. İç tutarlılığı yoksa, bir şeye “teori” denmez.

Ekonomistlerimiz, okur yazar takımı (OYT), hep birlikte, durumun nedenlerini açıklamaya çalışıyorlar. Salt ekonomik süreçleri okuyarak, hatta ekonominin bütününü de görmezden gelerek, bilimsel bir çaba ancak bu denli canhıraş bir sürdürülebilir. Doğrusu bravo!

Oysa ortada bazı net bilgiler var. İzleyelim ve hatırlayalım:

1- Erdoğan-Biden görüşmesinde, Kafkaslar ve Karadeniz’de Rusya’ya karşı bazı görevler, tetikçiye verilmiştir. Tüm detayları bilinmese de, aslında son derece açık olan görevlerdir bunlar. ABD savaş gemilerinin Karadeniz’e sürekli girip çıkmaları bunun işaretleridir.

2- Bu tetikçilik görevi karşılığında Erdoğan’ın istediği mali destek için, Körfez sermayesi ABD tarafından harekete geçirilmiştir. Katar’a BAE eklenmiştir.

3- BAE, bu konuda rol almıştır. Söylentilere göre, BAE’ye, getireceği para (Saray medyası, önce 100 milyar dolar, sonra 20 milyar dolar demiştir ve en son 10 milyar dolara inmiştir bu rakam) karşılığında bazı “ayrıcalıklar” sunulmuştur. Bunlardan biri Turkcell’dir ve değeri 39 miyar TL olarak borsa değerlerine bakılarak hesaplanmış gibidir. BAE Veliaht Prensi, gelmeden önce, 8,50 TL olan doların, 12-13 TL’ye çıkmasını talep etmiştir. Söylenen budur. 10 milyar dolar, 8,5 TL üzerinden 85 miyar TL, 13.00 TL üzerinden ise 130 milyar TL eder ki, bu rakam Turkcell’in bedavaya, bonus olarak satılması anlamına gelir. Kârlı bir iştir.

Ama “adam” geldiğinde, ASELSAN’ı vb. istemiştir. Bu bilgi devletin içinden sızmış gibidir. TV ekranlarında, Emin Çapa tarafından ASELSAN’ın talep edildiği bilgisi “patlatılmış”tır. ASELSAN tarafından yalanlanmış olsa da, bu konuda epeyce yazılıp çizilmiştir. Ve ASELSAN-Qatar logolu bir patent başvurusu medyaya düşmüştür. Biz buna BOTAŞ’ı ekleyelim. BOTAŞ’ın döviz borçlarının silinmesi, temizlik işlemidir. Bu satın almaların ABD isteği olduğu, ABD-İngiltere ittifakının operasyonu olduğu sır olmasa gerek.

4- Katar ile Damat Berat döneminde yapılan swap anlaşmasının, doların 12,50 TL üzerinden hesaplanacağının karara alındığı bilgisi ortalığı sızmıştır. Fakat dolar 12,50 TL’de tutulamamıştır. Ve ardından Erdoğan (pardon tüm Saray) Katar’a gitmiş, swap anlaşması uzatılmış ve doların 22 TL olarak hesaplandığı bilgisi sızmıştır. Dünya gazetesinden bir yazar bu konuda açıklama yapmıştır ve 1 dolar eşittir 22 TL eşitliğinin vadesi olmadığı da deklare edilmiştir.

5- Katar’ın 36 adet savaş uçağının, Türkiye’de üslenmesi yönünde bir kanun TBMM’den geçmiştir. Bu haber, tüm medyada, üzerine hiç durulmamış bir haber olarak kalmıştır. 2 Aralık tarihli Cumhuriyet’e bakabilirsiniz.

6- Hazine Bakanı’nın, yabancı basında, 6 Aralık’ta görevinden alınacağı haberleri çıkmıştır. Bakan, o tarihten birkaç gün önce görevinden alınmış, affı kabul edilmiş ve Hazine Bakanı Nebati olmuştur. Nebati’nin kardeşi, MB’nin “yarın faizi bir puan indireceğini” tahmin etmiştir. Tahmini “tutmuş”tur. Ama 20 Aralık gecesi olacakları söylememiştir. Doları 18,50 TL’den satıp, ertesi günlerde dolar alanlara söyledikleri kesindir.

7- Bu arada 23 Kasım’da protesto gösterileri başlamış ve devlet “gösterileri başlamadan ezin” emrini vermiştir. Yüzlerce fabrikada işçiler işi durdurmuştur. Bunun üzerine, CHP, “provokasyona açık gösterileri önlemek için”, resmî bir Mersin mitingi yapmıştır. Mersin özel olarak seçilmiştir. İstanbul’da olacak mitingin denetim dışına çıkacağı düşünülmüştür.

DİSK, işçilerden gelen baskı nedeni ile, 2 hafta sonra bir miting yapacağını ilan etmiş 11 Aralık’ta Kartal’da miting yapılmıştır. Böylece devrimci işçilerin başlattığı gösterilerin, işçiler üzerindeki etkisi kırılmak, kontrol altına alınmak istenmiştir.

8- Erdoğan, Abdülkadir Selvi’ye göre, içeriden ve eklenmiş gazeteci, 4070 TL olacak diye duyurulduğu hâlde, asgarî ücreti 4253 TL olarak açıklamıştır.

9- 21 Aralık, yılın en kısa günü, 21 Aralık’ı 22 Aralık’a bağlayan gece de en uzun gecesidir. Bu en kısa uzun geceden bir gece önce 20 Aralık gecesi, bir anda, birileri dolar satmaya başladı ve dolar, kısa sürede 13 TL’nin altına düştü. Faiz lobisi, 20 Aralık gecesi uyumadı, ayaktaydı.

İşte doların 18,50 TL’ye yükseldiği ardından da düşüşe geçtiği dönemin bazı olayları bunlardır.

Şimdi bizim ekonomistlerimiz, bu olup biten olaylar arasında hiçbir bağ kurma zahmetine katlanmadan, “dolar kuru ve faiz” arasındaki ilişkileri tartışmaktadır. En iyilerine göre, “Erdoğan’ın teorisi, faiz düşerse enflasyon düşer” teorisi yanlışlanmıştır. En iyileri, buna “teori” diyebiliyor. Oysa, olayın bununla zerre kadar olmadığı da açık olmalıdır. Bu konuda Kaldıraç sayfalarında geniş açıklamalar var. Bir özet ile geçmek isteriz. Yeterli olur.

Erdoğan-Biden görüşmesinde ortaya çıkan yenilenmiş görevler ile TC’nin ihtiyaç duyduğu döviz (para) arasında bağ var. ABD ve İngiltere, ortaklaşa, Körfez sermayesini devreye sokmuştur. Onlar da, şirketleri alırken kâr etmek istediklerinden, getirecekleri dolar karşılığında, kârlı bir alışveriş yapmak istemişlerdir. Zaten Katar ziyaretinde Katar Dışişleri Bakanı, TC Dışişleri Bakanı sıfatını taşıyan Çavuşoğlu önünde, bir soru üzerine, açıkça, Türk ekonomisinin içinde bulunduğu durumdan nasıl yararlanacaklarını düşündüklerini söylemiştir. Katar’ın 36 adet F-16’nın Türkiye’de üstlenmesini, artı birkaç limanı bedava işletmeyi aldığı, artı 22 TL dolar kuru üzerinden birçok bonus kazandığı anlaşılıyor. Dahası var mı bilmiyoruz. Nebati’nin kardeşi olmasak da, dahası vardır diye tahmin yapabilecek durumdayız. Dünya gazetesinin yöneticilerinden biri, doların 22 TL olarak bağlandığı bilgisini paylaşmıştır, açıktır. Bunun Katar için nasıl fırsatlar anlamına geldiği de açıktır. ASELSAN, THY, Atatürk Havalimanı, Turkcell, Türk Telekom, BOTAŞ vb. firmaların adları geçmektedir.

Akla bir soru gelmektedir. Acaba 128 milyar dolar, Erdoğan tarafından, Biden ABS’sine mi aktarılmıştır? Sorudur, sadece sorudur. Ama Kılıçdaroğlu, bu paranın nereye gittiğini bilmektedir. Elinde dövizi olmayan bir MB, tetikçilik görevine soyunmuş bir Saray Rejimi’nin olması gereken MB’sidir. Efendi için uygundur, çırılçıplak yakalanmıştır. Efendi ne isterse, TC devleti bunu kabul etmek zorundadır.

Şimdi, doların neden arttığı, TL’nin neden düştüğü açık değil midir?

Doları zıplatmak için, sizce, faizi indirmek gayet normal bir hamle değil midir? Erdoğan, Saray Rejimi, doları tırmandırmak isterse ne yapardı, faizi düşürürdü. Hem sonra nasılsa faiz de düşmüyordu. Bankalar gündüzleri %14’ten MB’den faizle para alırken, akşam %22,70 ile satmışlardır. Bugünlerde bu oran, 14’e 25 olarak değişmiştir.

Duyar gibiyim, ekonomistler, anlı şanlı ekonomistler, “olur mu ülke batar” diyorlar?

Hangi ülke? Erdoğan’ın ülkesi mi, Saray’ın devleti mi batar? Parababalarının ekonomisi mi batar?

Eğer, milyonlarca işçinin ekonomisinden söz ediyorsanız, beyler, o zaten çoktan batmıştır? Ve eğer zenginlerin, parababalarının ekonomisinden söz ediyorsanız, ona bir şey olmamıştır. Dolarlarına dolar katmışlardır ve doğrusu sizin gibi ekonomistlerin, hep onları düşünmesine şaşıp kalmaktadırlar. Dolar çıkarken de para kazanırlar, düşerken de.

Aynı şekilde doları bir gecede 13 TL’ye indirmeleri de rant-yağma ve savaş ekonomisi içinde anlaşılabilir.

Saray Rejimi, “yağma, rant ve savaş ekonomisine” dayanmaktadır.

Yağma, rant ve savaş ekonomisi ne gerektiriyorsa, Saray Rejimi, tam da onu yapmaktadır. Neden muhalefet diye ortada dolaşan, spot ışıkları ile parlamaya çalışan Kılıçdaroğlu, TÜSİAD’ı arayıp, Erdoğan ve Bahçeli’nin millete bir iyilik yapmasını, çekilmesini istemektedir? Onun yerine, olup bitenin onda birini neden anlatmamaktadır? Neden Kılıçdaroğlu, CHP parti meclisinde Mersin mitingi kararını alırken, devrimci güçlerin kitleleri hareketlendirmesini önlemekten söz etmektedir, provokasyona açık kitle gösterilerini önlemekten söz etmektedir?

Yağma, rant ve savaş ekonomisini iyi anlamalarını isteri “muhalif ekonomistler”in. Zira, en çok halkı yanıltan onlardır. İşçiler ve emekçiler artık Saray medyasını dinlemiyor. O kendiliğinden etkisiz hâle gelmiştir. “Muhalif ekonomistler”, artık, bu ülkede büyük sermaye transferlerinin yaşandığını açıklamalıdırlar. Tek tek, kalem kalem. İşçiler ve emekçilerin üzerinden elde edilen vergiler, açık ve gizli yollarla sermaye kesimine aktarılmaktadır. Bu hem ucuz kredi olarak aktarılmaktadır hem de aynı anda büyük döviz vurgunları ile gerçekleşmektedir. Rant için döviz kurlarının büyük dalgalarla dalgalanması iyidir. Dalga ne kadar büyük olursa, ne denli sık olursa Saray Rejimi’nin para transferleri o denli büyük olur.

Erdoğan “ortada Nas var” diyor ve hepsi bunun üzerine tartışıyor. Buyursunlar, tüm faizleri silip atsınlar, bir günde MB, faiz sıfıra indirsin. Bakara ile başladılar, Nas varsa ortadaysa, buyursun tüm faizi bir gecede sıfırlasınlar.

Erdoğan’ın enflasyon teorisini tartışıyorlar, oysa TÜİK, bir emirle enflasyonu “sıfır” ilan edebilir.

Yağmayı, rantı ve savaş ekonomisini konuşmadan, bunları anlamak ve anlatmak mümkün değildir. Neden Katar uçaklarına üslenme izni verilmektedir? Bu olaylar arsında bağ kurmadan, salt ekonomik göstergeler üzerinden tartışmak, açıklayıcı değildir.

Tam bu tartışmaların içinden geçilirken, 13 Aralık tarihli bir rapor, Japon bankası Nomura tarafından açıklanmıştır. Bu raporda Nomura bankası, Erdoğan’ın beş aşamadan oluşan bir planından söz etmektedir.

Bu plana göre, Erdoğan, seçimi kazanmak için bir fırsat kollamaktadır.

Önce, asgari ücret artacak. Bu yolla insanlar yeniden iktidara bağlanacak. Faizler indirilecek ve piyasaya para sürülecek. Krediler yolu ile ortalık rahatlayacak. Ardından, döviz kontrol altına alınacak. Olmazsa, bir dış olay ortaya çıkarılacak ve olağanüstü hâl ilan edilecek.

Plan kabaca böyle.

Bunun üzerine, bir erken seçim, bir “baskın seçim” hazırlığından söz edilmektedir.

Şaşmamak elde değil.

İlkin Japonya’nın da Türkiye ilgisi ortaya çıkmaktadır. Bir emperyalist aktör olarak Japonya’nın Türkiye ilgisi gayet anlaşılırdır. Ama bu kadar yakın ilgilerini izlemek zordu. Nomura Raporu bir “ben de varım” açıklamasıdır.

Ama buna şaşmaktan söz etmiyoruz. İşin erken seçime gelmesinden söz ediyoruz.

İkincisi budur: ABD açık ve net bir biçimde Erdoğan’a seçime gideceksin demediği sürece Erdoğan seçime gitmez. Gitmez, çünkü kazanamaz. Asgari ücretin artırılması, Erdoğan’a oy olarak dönmez. Doların 8 TL’den 18,50 TL ye çıkması oradan da 13 TL’ye inmesi oy olarak geri dönmez. Birkaç davulcuya verilen 100 dolar ile halay çekecek bir ekip, her zaman bulunabilir.

ABD ile AB arsında bir anlaşma olmadan, bir erken seçim olanaklı değildir. Mehmet Barlas’ın 150’likler ve CHP’nin kapatılması açıklaması, onun dalkavuk zekasının ürünü değildir. ABD hamlesidir ve Nagehan Alçı buna açıkça sahip çıkmıştır. Ne de olsa Afganistan ziyaretinden sonra Nagehan Alçı, level atlamıştır. Boğazındaki tasmanın sahibi değişmiş, Saray yerine tasma Saray’ın efendisine geçmiştir. Selvi ile Ahmet Hakan avuçlarını yalasınlar. ABD-AB anlaşmazlığına çözüm olarak, İngiltere’nin devrede olduğu, Akar üzerinde çalıştığı gözlenebilmektedir. Bu konuda bir anlaşma olmadan Erdoğan’ın seçime gitmesi hem gerekli değildir hem de mümkün değildir.

Üçüncüsü dövizi kontrol altına almak, artık, Erdoğan’ın elinde değildir. Oyun sahnelenmiş ve iş dünyasında panik başlamıştır. Erdoğan kendi dolarlarını mı bozduracak? Yeni Bakan Nebati, işadamlarına toplantı sırasında iki şey söylemiştir: İlki Erdoğan’ı yalanlayan “dış güç yok” açıklamasıdır. Bakan Nebati, işadamı olduğu için, işadamlarının ekonomiye saldıran dış güçler olmadığını söylemekte zarar görmemiştir. İkincisi ise işadamlarına, buyurun, 100 milyon dolarınızı bozdurun demiştir. Paralarını yurtdışına çıkartan işadamlarına bunu söylemiştir. Bu durum, birçok insanın paralarını bankalardan çekme eğilimini artırmıştır. Paralarını bankalardan çekme eğilimi, bankalardaki döviz hesaplarına karşı devletten hamle gelmesi korkusundandır. Yani bankaların batmalarından korkulmuyor, devletin bu paraların bir kısmına el koyacağından ya da döviz hesaplarına sınırlama getirileceğinden korkulmaktadır.

20 Aralık gecesi, birdenbire döviz satışı başlamıştır. 16-17 ve 20 Aralık günleri, halk, bankalardaki dövizlerini çekip banka kasalarına aktarmaya başlamıştır. Bu üç gün içinde çekilen döviz toplamının 5 milyar dolar olduğu söylenmektedir. Akbank, “tarihinde ilk kez”, MB’den döviz talep etmiştir. Diğerleri onu izlemiştir. Dövize olan talep karşılanamaz durumdaydı. Daha öncesinden 5 kere dövize müdahale eden MB, gerçekte kendisinin olmayan parayı devreye sürmüştür. Bu durum, 20 Aralık günü, bankacılık sistemini çökmenin eşiğine getirmiştir ve Erdoğan o gece, “dövize endeksli mevduat hesapları” kartını açmıştır. Böylece, tüm mevduatların dolarize olması da sağlanmıştır, bu yol açılmıştır.

Bu yol açılırken, “arka kapıdan” döviz satışı başlamıştır. Kamu bankaları o gece 1 milyar dolar, ertesi gün daha fazlasını, toplamda 7 milyar dolar satmışlardır. Bu yolla dolar 13 TL’nin altına indirilmiştir.

Bu hava, “dövize hücum”u durdurmuş, bir anlık duraklama sağlamıştır. Bunun olsa olsa, birkaç aylık etkisi olacaktır.

Bankalar batmaktan ve TC devleti “iflas ilanından” kurtulmuştur.

Şu bilgiler işe yarayacaktır.

2021 yılının Ocak ayında, piyasadaki toplam TL miktarı, para hacmi, 3 trilyon 300 milyar civarında idi. 2021 Aralık ayında bu miktar, 5 trilyon 242 milyar TL olmuştur. Bu yaklaşık %60 para hacminin genişlemesi, piyasaya 1,9 trilyon TL sürülmesi demektir. Bu da, %60’ları geçmiş olan enflasyonu açıklar.

Yeridir, TÜİK’in enflasyon rakamlarını 3 ile çarpmak gerekir. Enflasyon hesabı için, bu minimum düzeydir. TÜİK 21 diyorsa enflasyon 63’ten aşağı değil demektir. Dolar kuru, 12,50 olarak ele alınırsa, yılbaşına göre %68 artmış demektir.

İkinci bilgi, 17 Aralık’ın son günü olduğu, yani dolarda inişin, döviz garantili TL mevduat uygulamasının başlamasından önceki haftanın son günü, MB’nin net rezervi eksi (-) 38,8 milyar dolardan eksi (-) 46,7 milyar dolara gerilemiştir. HSBC Bank raporunda, 20 Aralık Pazartesi günü 3,6 milyar doların, 21 Aralık Salı günü de 3,4 milyar doların kamu bankaları üzerinden (arka kapı) satıldığını açıklamıştır. Bu bilgi 6,9 milyar dolar şeklinde Uğur Gürses’te de vardır.

Üçüncü bilgi mevduata ilişkindir.

17 Aralık’la biten hafta içinde toplam mevduat 5 trilyon 998 milyar 683 milyon 687 bin liraya çıkmıştır. Bunun 1 trilyon 874 milyar TL’si TL cinsi mevduat, 3 trilyon 904 milyar 476 milyon 687 TL’si, döviz cinsinden mevduattır.

17-17 ve 20 Aralık günleri 5 milyar dolardan fazla döviz cinsinden para bankalardan çekilerek, banka kasalarına, yastık altına vb. gitmiştir.

Bankalarda, 20 Aralık 2021 itibariyle var olan mevduatın %72’si, tutar olarak, 1 milyon TL ve üzerindeki mevduattır ve bu, 367 bin hesaba aittir. Dikkat edilsin, 367 bin kişi demek değildir. Bir kişinin birden fazla hesabı olduğu düşünülmelidir. Bunlar paraya sahip olan hesaplardır ve bunların TL’ye dönüp, döviz garantili hesap açmaları anlamsızdır. Zira, parayı korumanın, bu denli dolara bağlanmış bir ekonomide, dövize yönelmekten başka yolu yoktur. Hesapların %15,2’si, 250 bin TL ile 1 milyon TL arasındadır. 50 bin-250 bin TL arasında olanlar ise toplam hesaplar tutarı içinde %9,8 paya sahiptir. %3’ü 50 bin TL altındaki tutara sahip hesaplardır.

Toplam tüm mevduatın %67’si döviz cinsindendir. Varsayalım ki, bir bölümü TL vadeli-dövize endeksli hesaba geçsin, bu oran %60’lara inebilir, hepsi budur.

Şimdi, dövize endeksli mevduat hesabı yolu ile Saray Rejimi, dövize hücum hamlesini önleyebilmiştir. Ama tüm hesapları bir anlamda dövize çevirmiştir. Bu bir.

İkincisi, bu yolla faiz artırımına gitmiştir. Adı konmuş olduğu üzere bu, “gizli” ya da “örtülü faiz”dir. Gizli ya da örtülü olması, halktan gizlenmesi için değil, Nas’a inananlar içindir. Açıklanan faiz %14 iken, örtülü faiz ile bu %45’lere çıkmıştır. Nas ortadadır ama örtülü faiz için işlemiyor. Yaratan, bunun için bir ayrıcalık tanımış ve bunu da Saray Rejimi’ne vermiştir. Şimdi Hayrettin Karaman’ın bunun için bir “fetva” vermesi gerekir. Ne de olsa “Allah’ın cebinden peygamberi çalmak” marifeti kendisinin hizmet ettiklerine bir ayrıcalık olarak bahşedilmiştir. Allah, kendi cebinden peygamber çalma yeteneğini Saray Rejimi’ne bahşetmiştir.

İster döviz çıkarken ister inerken, paradan para vuranlar, sermaye transferi ile Saray Rejimi’nden nasiplenenler vardır.

Ve elbette unutmamak gerekir ki, Körfez sermayesi, BAE ve Katar sermayesi ile ABD ve İngiltere arasında sıkı bağlar vardır.

Bu durum, dövizdeki yükselmeyi durdurur mu? Geçici olarak evet.

Sabah bankalara %14 ile para veren, akşam ise onlardan %22,70 ile para alan MB, bankalara daha fazla borçlanacaktırç Mevduatların faizi aşan döviz “getirisi” MB veya Hazine üzerinden karşılanacak, bu durum, açmazı daha da büyütecektir. Ama bu arada, büyük bir hortumlama ortaya çıkacaktır.

Dövizin yükselişi durmayacaktır.

Dördüncüsü daha gerçekçidir. Erdoğan, bir savaş nedeni ile, Japon bankası bunu raporuna “dış olay” diye yazmıştır, seçimleri iptal edebilir. Bu durumda bir “yasaklı listesi” ortaya çıkabilir. Ah ah, duyar gibiyim, bazı OYT, “bu durumda demokrasi rafa kalkar” demektedir. Hangi demokrasi? Saray Rejimi’nin hizmet ettikleri için var olan demokrasi mi? Hangisi? Zaten rafta duran demokrasi mi? Hangisi?

Varsayalım ki ABD 150’likler yasaklı listesini ilan etti.

Peki ya, AB, bu durumda, AK Parti içinden gerekli sayıda milletvekilini istifa ettirir ve diğer partilere geçmesini sağlarsa? AK Parti içinde AB’nin gücü yok mudur? Bu nedenle, seçim, ancak efendiler, ABD-AB ve İngiltere arasında bir anlaşma var ise gerçekleşebilir.

Saray Rejimi, seçimleri gözeterek bir ekonomik yol ortaya koymuyor. Eğer asgarî ücret yükseltilmemiş olsa idi, bir patlama durumu ortaya çıkabilirdi. Ortaya çıkacak sosyal patlama ihtimalini önlemek için asgarî ücret yükseltilmiştir. Asgarî ücretin yükselmesini sağlayan şey, Türk-İş’in pazarlıkları değildir, işçilerin sessiz sedasız sürmekte olan direnişleridir. Bunun, bu direnişin, taşmasından, sokaklara akmasından, nasırlı ellerin şalterlere uzanmasından korkuyorlar. Gezi eski değildir, tazedir ve yaşamaktadır.

Egemenler, Saray Rejimi’ni güçlendirmek ya da güçlendirilmiş parlamenter sistem kurmaktan söz ediyorlar. Her ikisi de, egemenlerin çözümüdür.

Saray Rejimi sadece Erdoğan demek de değildir. Bugün, ABD açısından istenilen tetikçi rolü için en uygun aday Erdoğan’dır. Onu değiştirmek ile Suriye savaşının sona ermesi arasında bağ vardır. İdlib ile Erdoğan’ın gidişi arasındaki bağ, kuvvetli bir bağdır.

Savaş ekonomisi, yeterince kavranmamaktadır. Bu sadece silah satışı demek değildir. Erdoğan olmadan, Katar’a veya BAE’ye ASELSAN gibi şirketleri satmak kolay değildir. Tüm bunları yapmak için, Erdoğan’ın elinde dövizi olmayan MB ile Saray Rejimi’nin sürmesi istenmektedir.

Bu noktada, Japon bankasının raporunun en ciddi yönü demek olan “dış politika vakası” üzerinde durmak gerekir. Bu acaba, Irak’a dönük bir saldırı mıdır? Bu acaba, İran’a dönük bir saldırı mıdır? Bu acaba Suriye sahasından yeni bir işgal girişimi midir? Bu acaba Kıbrıs veya Yunanistan’a dönük bir hamle midir? Bu acaba Karadeniz’e ve Ukrayna meselesine bağlı bir hamle midir? Rusya’ya dönük bir saldırı mıdır?

Öyle anlaşılıyor ki, bu durum ABD isteklerine bağlıdır. Biden ile Erdoğan görüşmesinin Karadeniz ile ilgili olma ihtimali yüksektir. Bu yönde emareler vardır. Ama İran ihtimali de zayıf değildir. İran sınırındaki mayınların temizlenmesinden söz edilmektedir. Suriye savaşı öncesinde mayın temizleme sürecini hatırlamak mümkündür.

Savaş ekonomisi, ülke ekonomisinin önemli bir parçası olmuştur. Bu hem Kürtlere karşı savaş açısından böyledir hem de Suriye savaşı açısından böyledir hem de Suriye savaşı açısından böyledir. Bunlara Libya’yı eklemek gerekir. ABD, AB’ye karşı Türkiye’nin bu tetikçi yönünü kullanmakta tereddüt etmeyecektir. Savaş, Türk parababalarının kârlı bulduğu bir alan hâline gelmiştir. Bu konuda deneyimleri de vardır. Suriye’de işgal ettikleri bölgelerdeki yağma, bunun en açık kanıtıdır.

Eğer Erdoğan, Saray Rejimi, yeni bir seçime gidecekse, bu seçim, kan ve katliamlar içinde gerçekleşecek bir “seçim” olacaktır. Burjuva muhalefet, bugüne kadar şaibesi eksik olmayan, açıkça hileli seçimlere sesini çıkarmamıştır. Bu açık hileli seçimler, artık kanıksanmış durumdadır. Halktan çok, muhalefet gibi gözüken partilerin yarattığı yeni bir normaldir bu. Kılıçdaroğlu, Akşener şaibeli seçimleri meşru kılmışlardır. Parlamentodaki varlıkları da bunun ispatıdır. Bu partilerin sağlıklı ve demokratik bir seçimin güvencesi olamayacakları da açıktır.

Saray Rejimi, artık sadece devlet gücünü kullanmak üzerinden iş yapmaktadır. Baskı ve şiddet, yalan ve karanlık üretme mekanizmaları dışında dayanağı yoktur. Saray Rejimi’ni meşrulaştıran CHP ve İYİ Parti’dir, burjuva muhalefettir.

Kılıçdaroğlu’nun döviz kurundaki son süreçlerden sonra, TÜSİAD’ı araması, onların kendisine ses vermesini istemesi, tam da Saray Rejimi’nin bir parçası olması nedeniyledir.

Bugün, parlamenter demokrasi diye ortalığa çıkan “muhalefet”, gerçekte devletin bir parçasıdır. Bu muhalefetin ana odak noktası, halkın öfkesini kontrol etmek, işçi ve emekçilerin sokaklara, barikatlara çıkmasını önlemektir. Devletin baskı ve şiddetine karşı direnen işçi ve emekçileri, kadın ve gençleri, bu “muhalefet”, “provokasyon olur”, bunlar kan döker diye korkutmaktadır. Öte yandan ise, her gün insanlar can vermektedir. İster işyeri cinayetlerinde, ister kadın cinayetlerinde, ister çocuk cinayetlerinde yaşanan kan dökme değil midir? Devlet, tüm güçleri ile zaten saldırmıyor mu?

Sanki, ülkede olağanüstü hâl yok mu?

Seçimlerin ertelenmesi, paralara el konulması vb. gibi durumlar mıdır olağanüstü hâl? Belediyelere kayyum atanması, Kürt illerinde sürdürülen savaş, işçilere karşı saldırılar, öğrenci eylemlerine karşı saldırılar, en küçük bir demokratik hakkın kullanımının önlenmesi, tutuklamalar vb. olağan hâl midir?

CHP’ye, İYİ Parti’ye dokunulmadığı sürece, her hâl “olağan” mıdır?

Açlık, yoksulluk, işsizlik olağan hâl olmuştur.

Kılıçdaroğlu, Akşener, bize esnafın hâlinden söz etmektedir. Akıllarına işçilerin hâli, milyonların hâli gelmemektedir. Siftahsız kepenk kapatan esnaftan, küçük üreticiden söz ediyorlar. Ama fabrikalarda hasta hasta çalıştırılan işçilerden söz etmiyorlar. İşçi sınıfı sanki yokmuş gibi davranıyorlar. Açlıktan söz ediyorlar ama aç kalanların hangi sınıftan olduğundan söz etmiyorlar. Faturaların ödenememesinden söz ediyorlar, ama o faturaları ödeyemeyenlerin işçi ve emekçiler olduğundan söz etmiyorlar. Emekliden söz ediyorlar ama emeklilerin hangi sınıfın üyesi olduğundan söz etmiyorlar. Fakirden söz ederken bile, fakirlerin işçi ve emekçi olduğundan söz etmiyorlar. İşçi sınıfı, onların literatüründe yok. O nedenle sıkıştıklarında patronları arıyorlar. Oy istemek için sendikalara gidiyorlar ama bir şey yapmak için işverenleri arıyorlar. İşçi ve emekçiler, tüm burjuva partiler için, oy deposu, sürülecek sürüdür.

İşyerlerinde, kadın cinayetlerinde, sokakta, çocuk cinayetlerinde ölmek ucuz, ama bir file doldurmak, yaşayacak yiyecek bulmak, ısınmak, bir evde oturmak, su kullanmak, kısacası yaşamak pahalıdır.

Saray Rejimi, rantçıların, yağmacıların, savaş ekonomisinden vurgun vuranların, uyuşturucu mafyalarının, inşaat çetelerinin, ihale çetelerinin, parababalarının, tekellerin, finans çetelerinin vb. iktidarıdır.

Saray Rejimi, uluslararası sermayenin devletidir.

Saray Rejimi, ABD’nin tetikçisidir.

Burjuva muhalefetin anlattığı gibi, Saray Rejimi’nden ayrı bir devlet de yoktur. CHP, İYİ Parti, bu rejimin meşrulaştırıcı yüzüdür. Seçimle Saray Rejimi yıkılmayacaktır. Seçimle Saray Rejimi’nin gideceği hayali, işçi ve emekçilerin direnişini kırmak, enerjilerini emmek, krizin tüm faturasını işçilerin kabul etmesini sağlamak içindir.

Bu devlet, işçilerin, emekçilerin, milyonların devleti değildir. Bir avuç zenginin, parababasının, tekellerin devletidir.

Gerçekten Saray Rejimi’nin yıkılmasını isteyen varsa, işçi sınıfının mücadelesine, şartsız koşulsuz girmeli, saf tutmalıdır. Gerçekten “ülke”den söz eden varsa, gerçekten “kurtuluştan” söz eden varsa, onların safları işçilerin safları, işçi sınıfının devrimci yolu olmalıdır. Tek çıkış yolu, sosyalist devrimdir. İşçi ve emekçilerin iktidarıdır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz