Paylaşım savaşı, İslam dünyası ve Türk usulü başkanlık

Nasıl mı? Şöyle: Erdoğan’ın aracına birisi tükürmüş ve bir diğeri top işareti olduğuna karar verilen bir karikatür çizmiş ve bir diş doktoru hanım, geçmekte olan cumhurbaşkanı-halife-sultan-başkan konvoyuna bakmak için muayenehanesinin camını açmış ve bunların hepsi tutuklanmış, haklarında dava açılmış vb. Bunun bizim ülkemize özgü olduğunu söyleyebiliriz. Buna isterseniz Türk usulü başkanlık, ister Türk usulü demokrasi diyebilirsiniz.

Gerçek ise şudur: Gezi Direnişi’nden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Kürt devriminin yıllardır sürdürdüğü özgürlük mücadelesi, Batı’da süren suskunluk ve boyun eğmişlik ortamında, zehirli bir milliyetçilik duvarı ile, karanlık bir duvarla çevreleniyordu. Gezi Direnişi, 12 Eylül karanlığını delmiştir, korku duvarına deliği açmıştır, suskunluk ve boyun eğmişliğe son verme yolunu açmıştır.

Kuşkusuz bir başlangıçtır. Ama, artık bu ülkede sadece Tayyip’in bir hikâyesi yoktur. 12 Eylül zindanlarında, onun öncesinde grev alanlarında sokaklarda, 1 Mayıs 1977’de, 15-16 Haziran’da yaşanan hikâye, Gezi Direnişi ile, günümüze taşınmıştır.

Sistemin kimyasını bozan bir direniştir bu.

Bunun en açık kanıtı, Erdoğan’ın bizzat kendisinin hâlidir. Korumalar ordusu ile dolaşıyor, ülkeyi bir hapishaneye çevirmeye çalışıyor, Kabataş gibi akıl almaz yalanlarla ayakta durmaya çalışıyor. Tüm bunları, halkların tekmesinden kendi iktidarını korumak için yapıyor.

İş cinayetlerinde ölen işçilerin fıtratlarından dem vuruyor. Camilerde hutbeler okutup, aşırı önlem, yaratana karşı gelmektir diyor. Ama sıra kendisine gelince, takdir-i ilahiyi unutuyor, koruma orduları oluşturuyor, başkanlığın fıtratından söz etmiyor.

Bu tarif edilemez korku, halkların direnişinin bir kâbusa dönüşmesinden gelmektedir.

Bu korku acaba “Türk usulü” müdür? Sanmıyoruz, dünyada tüm egemenler, cennetlerini kaybetmemek için her şeyi yaparlar, hepsinin kâbusu budur, hepsinin korkusu bacaklarının arkadan birleştiği yeri halkın tekmesinden koruyamamaktır.

Bilimsel ölçülerle bakıldığında, her devlet, bir diğer devletten bazı açılardan ayrılır ama hepsinin ortak özellikleri vardır. Yoksa bunlara devlet demek mümkün olmazdı. Devlet, dünyanın her yerinde, egemen sınıfların, işçi ve emekçileri, halkları baskı altına almak için kurdukları örgüttür. Bu örgüt, egemen sınıfın çıkarlarını, tüm ülkenin çıkarları olarak sunar. Çok duyduğumuz “ulusal çıkarlar”, “vatan için” sözleri, gerçekte, egemen sınıfın çıkarlarının dolaylı anlatımıdır. Bunun için, vatan için hep işçiler emekçiler ölür, bunun için onlar “ülkeyi soyarlar” ve saraylarında cennetlerini kurarlar. Onların cennetleri, işçi ve emekçilerin alınterleri, kanları üzerine yükselir. Bunun için fıtrat hep biz işçilere, ezilenlere aittir, bunun için bize sadakalar düşer, onlar ise hep sevaplar işlerler.

Bu hâli ile devlet, dünyanın her yerinde aynıdır.

Devlet, sınıfların varlığının itirafıdır ve en gelişmiş devlet, en kötüsüdür.

Ama her coğrafyada, her tarih kesitinde devletin oluşumu, şekillenişi özgünlükler gösterir. Her şey gibi, devlet denilen örgüt de, tarih ve coğrafyanın, sosyolojinin etkisi altında şekil alır. Her devlet, bulunduğu çağda, bulunduğu mekânda, sınıf savaşımına göre şekillenir.

Sınıflar arasındaki savaş, devleti de sürekli değiştirir. Mesela Yunanistan’da 1970’lerde faşist cuntaya karşı ayaklanma girişimleri, o halkın mücadelesinde bir süreklilik yaratabilmektedir. Bunun gibi, bizde 12 Eylül yenilgisi, direniş geleneğini olumsuz etkilemektedir ve bugünkü örgütsüzlüğün temelleri o günlerden gelmektedir. Aynı şekilde Kürt devrimci mücadelesi, bir direniş örneği olarak halklarımızı etkilemektedir.

TC devleti de bu koşullar altında şekillenmektedir.

Adına demokrasi denilebilir mi? Onbinlerce faili meçhul cinayetin üzerinde oturan bir demokrasi olabilir mi? İşkencecileri ile yüzleşemeyen bir toplum, normalleşebilir mi? Ermeni soykırımı gibi katliamlarla yüzleşemeyen bir toplum “normal”leşebilir mi? 16 Mart katliamını, Sivas katliamını, 1 Mayıs katliamını, Gezi Direnişi’nde öldürülen gençleri, Maraş katliamını, Soma’yı, Roboski’yi unutmak mümkün müdür? Bunlarla yüzleşmeden bir toplum normal olabilir mi?

Bu zeminin üzerinde oturan, orada egemenlik sürdürenler, rahat olabilir mi, normal olabilir mi, kâbussuz günlere sahip olabilir mi?

Bu durumda demokrasi “Türk usulü” olur? Ama aslında bu dünyanın her yerinde, tarihin her zamanında var olan devletlere de benzerdir.

TC devletinin tarihi, biraz abartmayı göze alırsak, iç savaşlar ve olağanüstü rejimler tarihidir. Burada bir “Türk” usulü bulunabilir. Bu tarih, Türkiye Cumhuriyeti’nin, SSCB’ye ve Ekim Devrimi’ne karşı bir üs, bir ileri karakol, bir emperyalistlerin ortaklaşa sömürgesi olarak organize edilmesine dayanmaktadır. TC devleti, halkların imhası ve inkârı, işçi sınıfının inkârı üzerine kurulmuş bir devlettir. Bu topraklarda yaşayan halkları, asla ve asla, kendi insanları olarak görmeyen elit yöneticilerinin bugün İslam adına hareket ediyor olmaları durumu değiştirmiyor. Aynı işi yapıyorlar.

Yüzyıl önce Hamidiye Alayları ile katliamlar yapanlar, 60 yıl önce sokak serserileri ile katliamlar yapanlar, onlarca yıldır kontrgerilla yöntemleri ile faili meçhul cinayetler organize edenler, bugün de aynı işi, IŞİD tarzı çeteleri ile yapmaktadırlar, benim esnafın polistir, savcıdır nidaları ile yapmaktadırlar. Ne zaman sıkışsalar, katliam politikalarını raflardan indiriyorlar.

Ama bugünlerde Meksika’daki hükümet de buna benzer şeyler yapıyor. 40 öğrenciyi polis çetelere öldürmek üzere veriyor. Şili’yi, Arjantin’i hatırladığımızda da aynı şeyleri görüyoruz.

Peki başkanlık sistemi, Türk usulü olur mu?

Aslında, önce bunu söyleyenlerin, ne demek istediklerini açıkça söylemeleri gerekiyor. Diyelim ki, Erdoğan başkan olacak ve ömrü boyunca başkan kalacak, sonrasında varisi başkan olacak ve o da ömür boyu orada kalacak diye bir yasa çıkarabilirsiniz, buna “Türk usulü başkanlık” sistemi demek istiyorsanız bir sakıncası yoktur. Ama bu, bildiğimiz bir metottur ve dünya tarihinde çokça örnekleri var.

Ama eğer diyorsanız ki, halifelik tarzı bir başkanlık olsun, ama buna Türk usulü diyelim. Zaten, “allahın tüm sıfatlarını üzerinde taşıyan adam” gibi, “günah işleme özgürlüğü” gibi kavramları keşfeden bir ülkede yaşadığımıza göre, bunu da deneyebilirsiniz. Ama yine de halifelik, Türk usulü değil de sanki İslam usulü, belki biraz Osmanlı usulü olabilir.

Türk usulü başkanlık diyenler belli. Ama ne dedikleri belli değil.

Bu arada yaptıkları var ve buradan anlıyoruz ki, ne istedikleri açık: Mesela cumhurbaşkanlığına bağlı 15 “bakanlık” gibi bir organizasyon, mesela cumhurbaşkanına “örtülü ödenek”, mesela cumhurbaşkanına “özel istihbarat” gibi uygulamalar, durumu göstermektedir.

Nedir bu durum?

Erdoğan, başkan olmak istiyor ve hiçbir denetime tabi olmak istemiyor. Bugün yaptığı şeyi yapmak istiyor ve buna uygun yasalar olsun istiyor. Kendini güvende hissetmek istiyor, ama artık bu mümkün değil. Kahvaltısını bile koruma ordusu ile yapıyor. Ülkeyi hapishaneye çevirenler, kendilerini de hapishaneye koyduklarının farkında değiller.

Bu süreci anlamak için, resmi biraz daha büyütmemiz gerekir.

Erdoğan ve AK Parti çizgisi, hiçbir ilkesi olmayan, tümü ile pragmatik davranabilen ve ABD emrinde hareket etmekte yetenekli bir çizgidir.

Bu çizgi, ABD’nin bölgedeki isteklerine uygun davranmakta, bu arada ise, kendisine alan açmaktadır.

ABD’nin bölgedeki ana politikaları ise artık bellidir.

1- ABD, bölge petrolleri üzerindeki kontrollerini artırmak ve petrol dağıtım hatlarını kendi cephesinden “kontrol” altına almak istiyor.

2- Bölgeye yerleşmek istiyor.

3- Suudi Arabistan ve İsrail ile birlikte, bölgede, İran başta olmak üzere, diğer güçleri sindirmek istiyor.

4- Bölgeyi, tarihi ile, insanî özellikleri ile yerle bir etmek, dümdüz etmek ve sonra yeniden tarihsiz kentler kurarak tam kontrole almak istiyor.

IŞİD organizasyonu budur. IŞİD, bizzat ABD-İngiltere tarafından yaratılmıştır. Elbette işin içinde Türkiye, Erdoğa’nın çok eleştirdiği ama her fırsatta birlikte hareket ettiği İsrail, Katar ve Suudi Arabistan da vardır.

Suriye savaşının ardından, tüm bölgeyi yerle bir etmek, Kerkük ve Musul petrollerini kontrol altına almak, Irak ve Suriye petrollerini kendi denetimine almak istekleri açıktır. Ama bu konuda bir direnişle karşılaştılar. Suriye, sadece Erdoğan’ın ertesi sabah düşecek dediği bir ülke değil idi, aynı düşünce ABD’nin de düşüncesi idi, ama hayat bulmadı. Ve bugün ABD-İngiltere ve diğer 4 ülke, bölgeyi yerle bir etmeye karar verdiler, IŞİD budur. Kentleri yok etmek, tarih silmek ve halkları soykırımdan geçirmek demektir.

Şimdi de aynı süreç Yemen’de işliyor.

ABD cephesi savaşı kundakladıkça, gelişen tepkilerin tümünü, İran kazanıyor diye görüyor. Pek çok analizleri var, Irak’ı biz işgal ettik ama İran güçlendi şeklinde. Türkiye, aslında bundan bir ders çıkartıp, ABD’ye destek vermektense, bölge halklarından yana olmak gibi bir politikanın, kendisi için, burjuva anlamda da daha kazandırıcı olduğunu görecek durumda değildir.

TC devleti, bölgede, ABD’nin tetikçisi işlevini görmektedir. Suriye politikası bunun açık kanıtıdır ve şimdi de Yemen’de aynı süreç sahnelenmektedir. Yemen savaşının daha da uzaması demek olan bu müdahale, aslında dünya çapında süren emperyalist savaşımın ne kadar keskin biçimler aldığının da göstergesidir.

ABD, savaşın sonu ne olursa olsun, Yemen’in yerle bir olmasından mutluluk duyacaktır. İzledikleri politikaya uygundur.

Ama tüm bunlara rağmen, ABD, sahada savaşacak asker aramaktadır. Bu konuda Türkiye’nin rol almasını istendiği de açıktır. Türkiye, IŞİD sürecinde tüm yönleri ile açığa çıktığı gibi, tamamen tetikçi bir politika izlemektedir, bu arada ise para elde etmek ve bunu çete olarak sahiplenmek gibi el altından işler yapmakla meşguldür.

Suudi Arabistan, elbette daha akıllıca, ABD politikalarına adapte olmaktadır. Ama öyle anlaşılıyor ki, Katar ve Suudi Arabistan’ın, Erdoğan’ı kontrol etme olanağı çoktur, zira yeterince paraları vardır. Sünni İslam’ın Ortadoğu egemenliği, bugün ABD’nin istediği bir şey iken, ortalığın savaş yerine çevrilmesi için daha iyi bir üçlü bulmak zordur. İsrail sadece bunlar için bahaneler hazırlamakla görevli olsa yeterlidir, ABD ve İngiltere ise, yöneticiler ve kontrolcülerdir. Zaman zaman Erdoğan’ın kulağını çekmeleri yeterli olmaktadır.

Erdoğan, bu ABD desteğinin sonuna yaklaştığını görüyor. Bunun için “sultanlık” sistemine geçmek istiyor ve onu da öyle değişik yapmak istiyor ki, kendini hiçbir şeye bağlı hissetmek istemiyor. Bu konuda Katar ve Suudilerden para istiyor, ama farkına varmaktadır ki, bu aynı zamanda Suudi kontrolü demektir.

Derler ki, ava giden avlanır.

Derler ki, bir kere düşün, ABD neden bu işleri bizzat kendisi yapmıyor.

Derler ki, bir kere düşün, sıcak kestaneler neden maşa ile toplanır.

Ama yine de derler ki, bir kere bir yola çıktın mı, bir kere açgözlülük her yanını sardı mı, bir kere kibir seni kapladı mı, köşeye sıkıştırılman, dönülmez yollara girmen o kadar kolaylaşır.

İşte Tayyip, bu nedenle başkanlık sistemi istiyor.

Sadece 17-25 Aralık yolsuzlukları, sadece içerdeki çetin durumla ilgili değil, tüm bu nedenleri de içine alacak nedenlerle çözümü başkanlık sisteminde görüyor.

Bu noktada, işlerine geldiğine göre Suudilerin Tayyip’e halifelik önermelerinde bir sakınca mı olur? Sanmam. Hazır IŞİD halifelik iddalarını ortaya atmış iken, hazır Gülen halife imiş gibi davranırken, Erdoğan’ın neyi eksik ki? Suudilerin bu kadarcık zekâları olduğu da açık olsa gerek. Para verenlerin böyle bir rahatlıkları oluyordur.

Erdoğan’ın istediği böyle bir başkanlıktır.

Ama burada biraz durmalıyız.

Gülen hareketini sadece Gülen mi yönetmektedir? Yoksa Gülen içinde farklı gruplar da var mıdır? Bizce İngiltere’nin, ABD’nin, Almanya’nın ve İsrail’in Gülen hareketi içindeki güçleri, Gülen’in gücünden fazladır. Bu doğru ise, acaba AK Parti’nin içinde hangi uluslararası güçler nasıl odaklanmıştır? AK Parti’nin içinde de buna benzer bir durum vardır. Ve iktidarda yükselirken bu güçlerin sorunu olmayabilir, ama başkanlık sistemi ile kartlar yeniden dağılıp, mevziler yeniden organize edilirken, bu güçlerin aynı uyumla davranmaları mümkün olmaz. Almanya da iktidarda olmak isteyecek, ABD de, İsrail de, İngiltere de. İşte burada işler zorlaşmaktadır.

Bu durum, Ergenekon gazetecisi, eklenmiş gazeteci Selvi’nin sözleri ile “büyü bozuldu” şeklinde özetlenebilir. Büyü, arkadaki güçlerin ittifakındadır. İşte Erdoğan’ın sarayda çeşnicibaşı tutmasına neden olan süreç de buradadır.

Arınç’ın çıkışı, Davutoğlu’nun suskunluğu, Cumhurbaşkanı’nın Ala ve ekibi ile seçim listeleri hazırlaması, Erdoğan’ın “çözüm sürecini başlatan sahibi benim” demesi, MİT müsteşarının korkudan kaçıp kendini sağlama alma hamlesi, Mekke’de buluşmaları ve sonrasında Fidan’ın geri dönmesi, bu denklemin içindedir. Gökçek’in durumdan istifade Arınç’a savaş açıp, Davutoğlu’nun yerine göz dikmesi de bu işin içindedir.

Elbette, ülkenin en yakıcı sorunu olan Kürt meselesinin üzerinden bu tartışmanın yaşanması da son derece doğaldır. Yoksa, bu konuda da aralarında, üst düzeydeki ekibin arasında bir görüş farklılığı olmadığı da açıktır.

Derler ki, denizde fırtına başladığında gemiyi terk etmek isteyenler olurmuş.

Şimdi, tüm bu tablonun içine Erdoğan, Yemen meselesine neden hemen İran’ı eleştirerek dalıyor? İran’la yakınlaşmak isteyen Erdoğan, Yemen savaşını fırsat bilip,  ABD’den destek tazeleme hevesi ile, sonuna kadar giden açıklamalarla İran’i açıktan suçlamaktan geri durmuyor. Yemen savaşı, acaba Erdoğan’a yardımcı olabilir mi? Acaba, uluslararası sermayenin desteğini yeniden kazanabilir mi?

Yoksa, bu savaşı büyütüp, tüm bölgeyi kana bulayacak günler için sürdürdükleri hazırlıklar için bir fırsat mı yakalamış olurlar?

Bu süreçler kullanılarak, seçimler iptal edilebilir mi?

İç güvenlik yasaları ve yeni Ergenekon ile planladıkları katliamlar, tam da tüm bu süreçlerle örtüşmektedir. IŞİD bu açıdan Türkiye için hâlâ bir partnerdir.

Kuşku yok ki, bunların dışında bizim bilmediğimiz, okuyamadığımız daha pek çok plan işlemektedir, pek çok süreç yaşanmaktadır. Bölgedeki her güç kendi planlarını da yürütmektedir. Ama tüm bu kargaşadan, tüm bu denklemlerden, tüm bu emperyalist yağma savaşından bir an kendimizi geri çekip, yaşanan gerçeğe döndüğümüzde şunları açıkça görebiliriz:

1- Bölge, yerle bir edilmektedir. Kentler yıkılmakta, tarihleri yok edilmekte, camileri de dahil havaya uçurulmakta, kütüphaneleri yakılmaktadır. Sanki, bölgeyi dümdüz edip, sonra Hong-Kong vari tarihsiz, köksüz, insanî değersiz, camdan gökdelenler yapmak için hazırlık yapılmaktadır.

2- Bölgede halklar katliamlardan geçirilmekte, tam bir modern barbarlık örneği ortaya konmakta, kadınlar satılmakta, köleleştirilmekte, çocuklar canlı canlı mezarlara konulmaktadır. Bir soykırım yürütülmektedir.

Ve bunların tam dışında, bu barbarlığın içinden, halkların direnişi, onurlu mücadelesi yükselmektedir. Kobanê bu açıdan çok ama çok önemlidir.

Ve çözüm de buradadır.

Emperyalist güçler ve onların bölgedeki işbirlikçilerinin yürüttüğü yağma savaşına karşı, tek çıkış yolu, halkların ortak anti-emperyalist mücadelesidir.

Bizim cephemiz budur.

Halkların anti-emperyalist mücadelesi, insanlığın da tek gerçek kurtuluş yoludur.