Özrü kabahatinden büyük Ensar Vakfı ve Aile Bakanı

Maliye bakanlığı, tüm holdinglerin finansman bürosu olarak çalışır. Tek tek holdingler, bu büyüklükte kadroyu çalıştırmakla başa çıkamazlar. Halktan vergi toplanması, holdinglere kaynak aktarılması vb. bir “resmî” yolla hâlledilir. Bu işleri de maliye bakanlığı yapar.

TOKİ, bakanlar kurulundan önemlidir ve ihale dağıtır. Ağaoğlu, bu nedenle bu kadar görgüsüzdür ve görgüsüzlükte Cengiz İnşaat ile boşuna yarışmaktadır.

Enerji Bakanlığı, Damat Paşa’nın kontrölündedir ve Saray’a bağlıdır. İçişleri de doğrudan Saray’a bağlıdır ve muktedir iktidarın parçası, Saray gladiosunun uzantısıdır.

Yani, kısacası bakanlıkların artık farklı konumları, farklı işleri, farklı görevleri vardır. Öyle ya, memleketimizde fiili olarak sistem değişmiştir.

Aile bakanlığımız da var. Kendisi kadındır ve kadın cinayetlerinin ayyuka çıktığı bir ülkede “aile bakanlığı” yapmaktadır. Aile bakanlığı ne mi yapar? Henüz bilen yok. Ama son Ensar Vakfı olayı bize gösterdi ki, işleri oldukça başından aşkındır ve diyanet işleri nasıl fetva veriyorsa, aile bakanlığı da öyle yorumlar yapmaktadır.

Ensar Vakfı isimli vakfa bağlı kurumlarda bir skandal patladı. Öğretmen, erkek çocuklara cinsel tacizde bulunuyormuş ve bu onlarca çocuk, aylarca, belki de daha da fazla bir süredir bu tacizi yaşıyormuş. Olay ortaya çıktı ve öğretmen, suçunu itiraf etti.

Ama nedense Ensar Vakfı, adının bu olayda geçmesi nedeni ile şiddetle ve ciddiyetle olayın üzerine gideceğine, önce kendi kurumlarının “lekelenmek” istendiği fikrine sarıldı. Bu olayın üzerine gitmek lekeyi kaldırır diye düşünmek, epey zamanlarını aldı.

Birçok bakan bu konuda, Ensar Vakfı’ndan yana açıklamalar yaptı. Adeta savunma şöyle gibidir: Biz Ensar Vakfı’nı biliriz, bu planlı bir suç değildir. Sanki böyle bir suçlama varmış da onlar da vakfa kefil olduklarını açıklıyormuş gibidirler.

Birçok açıklama peş peşe geldi. Devlet cephesindeki hemen hemen her yetkili, konu ile ilgili Vakfa sahip çıkan açıklamalar yaptılar.

Ama ne çare ki, öğretmen itiraf etmiştir. Yani, artık geri dönüş yoktur. Ve biliniyor ki, ülkemizde çocuklara dönük cinsel suçlarda bir patlama yaşanmaktadır ve sadece bir örnek de değildir. Sadece açılan dava sayısı 13 bini geçmiştir (2015 yılı rakamlarına göre).

Ve Aile Bakanı, özrü kabahatından büyük dedirtecek cinste bir açıklama yaptı; bir kere olmasından bir şey çıkmaza benzerdir açıklama. Yani, bu olay bu Vakıf’ta sadece bir kere olduğu için, Vakıf suçlu sayılmaz demek istedi. Ama ne yazık kı, olay bir kere değil, ondan fazla çocuk var ve öğretmenin ifadesine göre bu cinsel suç aylardır sürmektedir.

İşte size sorunun yanıtı: Aile bakanlığı ne işe yarar? Aile bakanlığı, nezih kurumlarımızı korumakla yükümlüdür. Çocuklara dönük cinsel suçlara ise, emniyetin çocuk suçları bölümü bakar. Bakanlık bununla ilgilenmez. Bakanlık, öğretmenlerin ya da yurtlardaki görevlilerin eğitimini, birikimini, karakterini incelemez. Ne yapar, öğretmenler böylesi suçlar işlerse ve eğer bu kurum güzide bir kurumumuz ise, önce onu savurur. Yüce Türk adaleti, gereğini yapar. Her ihtimale karşı Vakıf bu sürece dahil edilmemesi için Bakanlık, Vakfa kefil olduğunu bildirir.

Buna yaparken, Aile Bakanı, düzgün cümleler de kurmaya ihtiyaç hissetmez. Bir kereden bir şey olmaz gibi sözleri, Anayasa’yı delerken Özal söylerdi. Bugünlerde ise rafa kalkmış bir anayasamız olduğundan, onun zaten her tarafı delik deşik olduğundan, “bir kereden bir şey olmaz” sözü artık çocuk suçları için de kullanılır hâle gelmiştir. Bunu da Aile Bakanı duyurmaktadır.

Çocuk istismarı denilen şey, giderek yaygınlık kazanmaktadır. Kız erkek fark etmeden bu suç karşısında ise net bir tutum sergilenmemektedir. Kız çocukların, 3 yaşı geçince örtünmeleri, 9 yaşında evlenebilmeleri vb. tartışılmaktadır. Diyanet işleri, baba-kız-şehvet konulu fetvalar yayınlamaktadır. Kadın cinayetleri sürekli artmaktadır. Tecavüz vakaları sürekli artmaktadır. Ve tüm bunlar, cinsel suçlar konusunda ortaya konulan resmî duyarsızlıkla beslenmektedir.

Kadını cinsel bir obje olarak gören anlayış, giderek çocuk istismarcılığı konusunda da akla hayale sığmayacak açıklamalarla birleşmektedir.

Saray, saray egemenliği, sultanlık, harem, sarayda cinsel yaşam, kadının toplumdaki yeri, baba-kız fetvaları, çocukların evlenme yaşları konusundaki açıklamalar, yaygınlaşan imam nikâhı vb. bugün Ensar Vakfı’nda ortaya çıkan skandallara kadar uzanmıştır.

Ve Aile Bakanı ya da diğer bakanların, yetkililerin açıklamaları, derin bir duyarsızlığın açık kanıtıdırlar. Özrü kabahatinden büyük denilen durum bu olsa gerek.

Acaba, bu ‘bir kere’ durumu, kendi başlarına gelse, yine bir kere olarak mı kalacaktır? Acaba, Aile Bakanı’nı, mesela bir kere yargılasak, bir şey olur mu?

Konunun boyutlarını herkes bir başka biçimde hissediyor. Ama iktidarın utanılası bir aymazlığı var ve bu durum, gerçeğin kavranmasını da önlüyor, gerçeği gölgeliyor. Siyasal iktidardan yana gazetecilik yapanlar, olayın ciddiyetini önleyecek bir karanlık pompalıyorlar. Eşini ve kızını Cumhurbaşkanı’na helâl sayan anlayış, kadınların kahkahalarını edepsizlik sayan bir kültür, hamile kadınların sokağa çıkması caiz değildir diyen bir ruh, baba-kız fetvalarını diyanet işleri sitelerine koyan bir tutum vb. tüm bu olayları “normal”leştiriyor.

Oysa ülkemizde, akıl almaz boyutlarda gelişmiş olan bir “çocuk gelinler” olayı var. Rakamların 200 bine yaklaştığı söylenmektedir. Önemli bir bölümü imam nikâhı ile yaşadığından, bu çocuk gelinlerin gerçek sayısını bilmek mümkün değil. Pek çok konuda dünya şampiyonu olmaya hevesli devlet, dünyanın bilmem kaçıncı ekonomisi olmakla övünen iktidar, büyük havalimanları yapma yarışındaki Sultan, bu konuda, Aile Bakanı eli ile destan yazıyor olsa gerek.

Kadın cinayetleri iyi ki son yıllarda gündemde. Ama akıl almaz bir duyarsızlık sergileyen resmî otorite, kadın cinayetlerini adeta teşvik ediyor.

Ensest ilişki herkesin gizlediği, herkesçe bilinen bir sır gibidir. Ensest, gerçek anlamda hastalıklı bir toplumun işaretidir. Bu hastalıklı toplum, erkek egemen bir anlayışla, hastalıklı hâli normal hâle getiriyor. Saldırıya ve tacize uğrayan, büyük bir utancı saklar gibi, kendine dönük saldırının altında neredeyse eziliyor, yok ediliyor. Daha çok erkeğin işlediği suç, karşı cinsten olanın saklaması gereken bir “ayıp” hâline geliyor. Erkek egemen ideoloji, kadını, bu sırrı açıklaması hâlinde suçlu ilan ediyor. Bu durum, ailede, sokakta, okulda, işyerinde, mahkemede, kısacası hayatın her anında sürüyor. İnsanın bu denli aşağılanması, bu denli yozlaştırılması, bu denli küçük düşürülmesi, normal hâle getiriliyor. Saldırgan ve hastalıklı tutum, normal ve olumlu olarak ele alınıyor. Buna karşı sesini çıkartan ise, suçlu hâle getiriliyor. Ensest, bu işin temeline oturuyor. Katliamlarla, faili meçhul cinayetlerle, devlet adına işlenen cinayetlerle hesaplaşamayan toplum, elbette tüm bunları da gizlemeyi başarıyor. Bu suçlar da, tıpkı katliamlar gibi, kutsal amaçlar uğruna işlenmiş suçlar oluyor.

Ensestin ne denli yaygın olduğunu anlamak aslında o kadar da zor değil. Elbette bu tip cinsel saldırı ve şiddetin mahkemelere yansıması da olanaklı değil. Ama yine de bunu anlamak çok da zor değil. Çürümüşlük bunun en açık kanıtıdır. Ve cinsel saldırı vakaları karşısındaki toplumsal sessizlik, aslında bu suçun ne kadar derinlerde yer ettiğini ve ne kadar “normal” hâle getirildiğini göstermektedir.

Ensar Vakfı olayında ortaya çıkan, kız ya da erkek çocuklara dönük cinsel şiddet ve saldırı, bu işin bir başka yönüdür. Toplum, “ayıp” olarak olayın kendisini değil, “ayıplı” olarak bunu yapanı değil, bu saldırıya uğrayanı görmektedir. Bu hukuk sistemine de fiili olarak yansımaktadır.

Sadece 2015 yılında, 11.095 çocuk, cinsel saldırıya uğramıştır ve bu, açığa çıkan rakamdır. Olayın vehameti, aslında bu konudaki toplumsal otoritenin benimsediği tutum nedeni ile, tam ortaya da çıkmamaktadır. Bu rakamın daha da büyük boyutlarda olduğu açıktır.

2015 yılında çocuklara dönük cinsel saldırı vakalarının 1372 tanesi erkek çocuklara dönüktür. Yani, Ensar Vakfı olayı, istisnai bir vaka değildir.
Devlet, nasıl ki, bir halkın kimlik arayışını, bir halkın anadilde eğitim hakkını, halkların eşit yurttaşlar olarak görülmesi talebini bir başkaldırı olarak görüyor ve buna uygun olarak tüm silahları ile yok etme politikası uyguluyorsa, bu konuda da tam bir sessizlik, tam bir rant anlayışı ile konuyu ele alan bir tutum içindedir.

Ensar Vakfı olayında, yurtların izinsiz olması bir detay hâline gelmiştir.

Gerçekte, tüm bu cinsel ayrımcılığın, tüm bu cinsel saldırganlığın, aşağılama ve hor görmenin farklı dışa vurumlarından biri yaşanmıştır. Bu vahim olay karşısında Aile Bakanlığı ya da resmî otoritenin tutumu, ranta dayalı bakışın bir başka yansımasıdır.

Ensar Vakfı veya başka olaylarda, genellikle saldırgan, ortaya konan şikâyetler karşısında geliştirilmiş olan suskunluk tarafından korunmakta ve teşvik edilmektedir. Bu hastalıklı hâl, bir toplumsal gerçekliktir.

İnsanın insana kulluğuna dayalı tüm sınıflı toplumlar, bu ayrımcı saldırganlığı beslemektedir, ancak kapitalist toplum, hele bizimkisi gibi, her türlü hak arama ve ses çıkarma girişimini şiddetle bastıran bir kapitalizm, bu türden saldırganlığın büyük boyutlara varmasına olanak vermektedir.

İnsanın insan tarafından sömürülmesi, tek boyutlu, sadece ekonomik bir olay değildir, aynı zamanda kültüreldir, aynı zamanda cinseldir, aynı zamanda tüm inançlar bazındadır. Tüm bu ayrımcılığın, her türlü aşağılanmanın, her türlü baskı ve şiddetin temeli, insanın insan tarafından sömürülmesini koşullayan üretim ilişkileridir. Bu ilişkilerin adına üretim ilişkileri denmesi, mülkiyet ilişkileri denmesi, gerçekte, bunları sadece üretim alanına hapsetmez, tersine hayatın her alanına ve her türlü ilişkiye egemen olacak şekilde yayar.

Bu nedenle de, mevcut üretim ve mülkiyet ilişkileri korumakla görevli sistem, devlet, hukuk vb. bu konularda, ağır suçlar karşısında susmak, özrü kabahatinden büyük olacak şekilde tutum sergilemek zorundadır.

Tüm bunlara karşı mücadele, toplumsal kurtuluş mücadelesinin konusudur. Tüm bunlara karşı mücadele, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik mücadelesinin içindedir. Tüm bunlara karşı mücadele, sınıfsız ve sınırsız bir dünya mücadelesidir. Tüm bunlara karşı mücadele, bu nedenle, bir örgütlü mücadeledir. Örgüt, her anlamda özgürlüktür.