Ortadoğu ve Suriye savaşı üzerine

ABD, İngiltere ve İsrail üçlüsü, Ortadoğu’da yeni hamleler yapıyor.
Trump’ın “yüzyılın anlaşması” dediği, ama açıklamaktan geri durduğu şey nedir? Şimdilik açıklamıyorum, dese de, neredeyse tüm detayları ortaya çıkmıştır.
İsrail ve Filistin arasında bir anlaşma önerilmektedir. Abbas’ın reddettiği bir anlaşma olmalı. Trump, belki hasta Abbas’ın ölümünü bekliyor.
Plan, ABD’nin İsrail ile Filistin’i “barıştırma” planıdır. Filistin’e küçük, mesela bugünkü topraklarının 10’da biri kadar bir alan verilerek anlaşma yapılmak isteniyor.
Plan, ABD’nin İsrail’in başkenti olarak Kudüs’ü ilan etmesi ile başlıyor. ABD elçiliği Kudüs’te açıldığı ve katliam başladığı sırada, kendine dünya lideri, İslam aleminin lideri demeyi seven Erdoğan, İngiltere’de kraliçenin huzuruna çıkmayı bekliyordu. Kraliçe aracılığı ile ABD ile son rötuşları atılmış bir anlaşma peşinde idi. Seçimleri kazanmak ve Saray Rejimi umurunda olmasa da, kendi ailesinin güvenliğini sağlamak için.
Erdoğan, aslında İsrail’in başkenti olarak Kudüs’ü çoktan tanımış idi. Ama sırada TC devletinin tanıması vardı. Erdoğan, o gün, uçağına atlayıp mesela Kudüs’e inmeyi yeğlemedi. Belki uçağına atlayıp İstanbul’a bile gelmeyi aklından geçirmemiştir. Bu yolla aslında anlaşmayı, Abbas’ın hasta yatağında reddettiği anlaşmayı, kabul ettiğini beyan etmiş oldu. Abbas, bir anlaşmayı reddediyorsa, o anlaşmanın hiç ama hiç iler tutar yanı kalmamış demektir. Yoksa Abbas, çoktan kırıntılara bile razıdır.
Aslında anlaşma, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün ve Mısır tarafından kabul edilmiştir. Bu anlaşılmaktadır.
Bu noktada İsrail ve ABD planı şöyle işliyor gözükmektedir: Bir yandan İran’a karşı bir cephe örgütlemek, ki Suudi Arabistan bu konuda çok isteklidir, diğer yandan ise, bu sürerken ve hazırlanırken, Suriye savaşını mümkün olduğunca uzatmak.
Planın her iki kısmında da Erdoğan Türkiyesi’ne rol düşmektedir. Bu konuda yapılacakların listesini İngiliz Kraliçesi’nden almış olmalıdır.
Türkiye, bir yandan, Kandil operasyonu örtüsü altında, ABD’nin yeni üsler edinmesine, İran’a karşı yeni mevziler oluşturmasına göz yummaktadır. Diğer yandan ise, Suriye’de savaşı uzatmak için elinden geleni yapmaktadır. Çavuşoğlu’nun seçimden hemen önce, “İdlib’e bir saldırı olursa Astana süreci biter” demesinin nedeni budur. Bu yolla Rusya, İran ve Suriye cephesi oyalanmak istenmektedir. İsrail’in Suriye’nin güneyinden çekilmek konusunda Rusya ile vardığı anlaşmanın sadece bir zorunluluk olmasının ötesinde, bir de bu oyalama sürecine hizmet etmek gibi bir anlamı vardır.
Elbette konu Suriye oldu mu, Kürtlerin tutumu da özel bir önem kazanır. YPG, Suriye ile anlaşma yollarını geliştirip, ABD cephesinden koparsa, bu planların tutma şansı da kalmaz.
ABD, hem PKK’ye karşı Türk ordusu ile Kandil operasyonunda işbirliği yollarını geliştirmekte, hem de Suriye’de kendine bağlı Kürt unsurları organize etmektedir.
Suriye ordusu ise, bir yandan doğuda, bir yandan da güney Suriye’de alanlarını genişletmeye çalışmaktadır. Bu açıdan İdlib’de, çok kritik bir savaş olacağa benzemektedir. Çavuşoğlu’nun gündeme getirdiği de bu olsa gerek.
Demek ki, Türkiye ve Erdoğan eli ile, ABD, bölgede başka hamleler de yapmaktadır. Bu nedenle Erdoğan’ın iktidarı gasp etmesinin yolunu açmışlardır. Türkiye derin devleti denildi mi, akla mutlaka NATO ve ABD gelmelidir. Erdoğan seçimleri ABD ve NATO desteği ile kazanmıştır. Önünde de hızlı bir program ya da takvimlendirilmiş bir program olduğu anlaşılmaktadır.
Bu program, ABD-İngiltere-İsrail’in ortak planlarına uygun olacaktır.
Bu açıdan, İran’a karşı hamleler yapacağı anlaşılmalıdır. Suriye’de ABD politikaları ile uyumlu adımlar atacağı anlaşılmalıdır. S-400’ler konusunda ABD’nin tutumunu sertleştireceği kesindir.
Şimdi meselenin bir yönü, Türkiye’nin İran’a karşı hamlelerinin boyutudur. Paralı asker mi vereceklerdir, yoksa sadece Türkiye-İran ve Irak sınırında üsler vermekle mi yetinecektir? Kanımızca bunun sınırını, savaşın doğası belirleyecektir.
Elbette tüm bunları yaparken Saray Rejimi, içeride baskı ve şiddeti daha da artıracaktır. OHAL’in kalkması ya da kalması durumu değiştirmez. TC devleti artık daha çok çetelerle iş görecektir. Yeni cinayetler ortaya konacaktır. İçeride baskı ile kontrol sağlama olanakları aranacaktır. Bunun ne kadar olanaklı olduğu ise ayrı bir konudur. Ama Saray Rejimi’nin bugüne kadar yaptıkları, bundan sonrakileri konusunda da ipucu vermektedir. Gasp edilmiş iktidarın üzerinde Erdoğan’ın kendini başka türlü güvende hissetmesi mümkün değildir.
Tüm bunlar savaşın daha da boyutlanması demektir.
İsrail’in açıklamaları, ABD’nin İran’a karşı ambargo çağrıları savaşın zaten boyutlandığını, genişlediğini göstermektedir.
Tüm bu savaşın ortasında, Erdoğan’a biçilmiş bu kadar görev var iken, seçimleri Erdoğan’ın “kazanması” sürpriz değildir.
Elbette İran, sanıldığı kadar kolay bir lokma değildir. Suriye’de planlarını tutturamayan ABD, İran’da işinin kolay olmayacağının farkındadır. Hele ki, AB ile giriştiği ticaret savaşlarının etkileri düşünülürse.
AB, Türkiye’deki seçimlerin de gösterdiği gibi, yeterli güce sahip değildir. Ama yine de İran karşısında ABD’nin yanında olmaması, ABD’yi çok ama çok zorlayacaktır.
ABD cephesi, Rusya’yı sıkıştırmak için her yolu denemektedir. İngiltere’nin Gazprom varlıklarını İngiltere’de dondurma kararı, savaşın boyutları hakkında bilgi verir niteliktedir. Rusya ve Çin, bir dünya savaşından ne kadar kaçınmakta ise de, işler savaşın daha da boyutlanması yönünde ilerlemektedir.
Türkiye böylesi bir savaşta, muzaffer Erdoğan’ın eli ile, yeni roller üstlendikçe, kendini daha fazla bataklığın içinde bulacaktır. Ama “muzaffer” Erdoğan’ın ve kurulan Saray Rejimi’nin, bundan kaçınması mümkün müdür? Hiç sanmıyoruz.
Tüm bu savaşa son vermek, Ortadoğu’da halkların dökülen kanını durdurmak, ancak, anti-emperyalist mücadele ile, ancak işçi sınıfının ayağa kalkması ile mümkündür. Bu gerçektir ve tüm zorluklarına rağmen tek yoldur.
Bu nedenle, işçi sınıfın ülkemizdeki örgütlülüğünün geliştirilmesi, büyük öneme, stratejik öneme sahiptir.
Tüm bu savaşın ortasında, tüm bu kan gölünün içinde, alttan alta işçi sınıfının dirilişi gelişmektedir. Evet çok ağır ilerliyoruz. Ne kadar ağır ilerlenirse, o kadar çok acı çekileceği de kesindir. Ama hızlı ilerlemenin, örgütlenmek dışında, direniş dışında bir sihirli yolu yoktur. o