“Olağan hâli” kalmayan ülke!

Aslında TC tarihinde “olağanüstü hâl” uygulamaları, oldukça yaygındır. Adına çok farklı şeyler söylenmiş olsa da (sıkıyönetim, olağanüstü hâl, darbe dönemi vb.), hepsinin ortak özelliği, “olağan olmayan hâl” olarak görülmeleridir. Ama bu bir yıl değil, beş yıl değil, onlarca yıldır böyledir ve artık bu hâl “olağan”dır.

Olağanüstü hâl, olağan hâle gelmiş ise, sistem hâlâ ayakta duramıyorsa, daha ileri uygulamalara başvurmak zorundadır. Bu daha ileri uygulamalar, bu kez “olağan hâl” hâline gelmiş olan “olağanüstü hâl” uygulamalarının sıradanlaşması ile bağlantılıdır.

Şöyle düşünelim: Bir devlet, yönetebilmek için zorlandığı zaman, “olağanüstü” uygulamalara başvurur. Bu olağanüstü uygulamalar, aslında verili sisteme yeniden döneceğiz imasını da içerir. Yani, derler ki, biz şu ya da bu nedenden ötürü, “olağan” işleyişi bir kenara bırakıyoruz ve olağanüstü hâl ilan ediyoruz, en kısa sürede de olağan hâle geri döneceğiz. Böyle demek isterler. Ama bizim ülkemizdeki örnekte bu “olağanüstü hâl” gerekçeleri hiç bitmiyor. Böylece, devlet, kendi yönetememe durumunu, daha fazla devlet terörü ile, daha fazla kendi hukuk sistemini askıya alarak, daha fazla şiddetle, daha fazla çete uygulamaları ile kapatmaya çalışıyor.

Bu durum, bir yandan baskının, hukuk ihlallerinin, devlet terörünün (ki gerçekte terör, tüm insanlık tarihi boyunca devlet terörü olarak gelişmiştir, öyle evrimleşmiştir) “normalleşmesi” olarak kendini ortaya koyarken, bunun geniş kitlelerde korku yaratması beklenir, ama bu, aynı zamanda egemen sınıf içinde de, devlet çarkının her kademesinde de büyük bir korkunun egemen olduğunun itirafıdır. Korktukça saldırıyorlar, saldırdıkça daha da fazla korkuyorlar.

Hangisini saymalı bilemiyoruz, suçlarının haddi hesabı yoktur. Adam kaçırma mı dersiniz, işkence mi? İçerideki gazetecilerden mi bahsedeceksiniz, basının dışarıda abluka altına alınmasından mı? Hapishanelerin doldurulmasından mı söz etmeliyiz, yoksa dışarısının, tüm ülkenin açık bir hapishaneye çevrilmesinden mi? Kadına şiddeti, iş cinayetlerini, doğa katliamlarını ödüllendiren ve bunun için dahi hukuklarını ayaklar altına alan bir çete iktidarından söz ediyoruz. Mafya ile, İslamî görüntülü çeteleri ile, devlet çarkının içine yerleşmiş tarikatları ile “dehşet saçmaya çalışan” bir Saray Rejimi’dir bu. Telefon dinlemeleri, kendi içindekilerin her adımının kontrolünü sağlama girişimleri almış başını yürümüş.

Acaba kayyumlardan mı söz etmek gerekir, yoksa yıkılmış, katliamlar sahnelenmiş Sur gibi ilçelerden mi? Ali İsmail gibi sokakta linç edilenlerden mi söz etmeli, her gün öldürülen kadınlardan mı? İşçilerin işyerlerinde öldürülmesinden mi söz edelim, her işçi eyleminin karşısına dikilen TOMA’lı, zırhlı birliklerden mi? Üniversite ve lise öğrencilerini açıkça düşman ilan etmiş bir sistemdir bu.

Soylu, 23 Haziran seçimlerinde İstanbul’u kazanabilmek için, sahipleri tarafından geri çekilmişti. Daha az görünüyordu. Daha az konuşuyordu. Ama Diyarbakır, Van ve Mardin’e yeniden kayyum atanmasının ardından, yeniden ortalığa çıktı ve demeçler birbirini izliyor. İstanbul Belediye Başkanı’nı tehdit ediyor. İçişleri Bakanı, belediye başkanlarını açıkça tehdit ediyor. Amacı, İmamoğlu’nu cumhurbaşkanı olarak görmek değildir herhâlde. Amacı, muhtemelen tehdit etmektir. Ama, bu o kadar büyük bir korkunun ürünüdür ki, artık, dışarıdan anlaşılıyor.

Soylu, “acaba İstanbul’a da kayyum atanır mı” diye soran gazetecilere, izleyici rekorları kırsın diye bir TV kanalında pazar günü katılacağı bir programı referans veriyor: “Pazar günü açıklayacağım” diyor. Toplumun bir kesimi, “İstanbul’a da kayyum geliyor” diye okuyor mesajı. Oysa tehdit ediyor. TV programında ise, “İstanbul ve Ankara’ya kayyum atanmayacak, çünkü terörle bir bağlantıları yok” diyor. Gördünüz mü ne kadar adil, ne kadar hukuka bağlı ve ne kadar komik bir Bakanımız var! Kayyum atanmayacakmış. İşte size müjde! Gazeteci Hakan Çelik ise, hemen bunu manşet yapalım diyor, sevindirik oluyor, demek bir oh çekebiliriz, İstanbul ve Ankara’ya kayyum yok. İşte size “olağanüstü hâl”in, olağanlaşmış biçimi.

Bu, korku değilse nedir?

Bu, halkı cahil yerine koymak değilse nedir?

Bu, dalga geçmek değilse nedir?

Saray’ın Sultanı, kendine bir başvezir bulmuş, başvezir, milletle kafa buluyor, müjde, İstanbul ve Ankara’ya kayyum yok. İşte size demokrasi!

Diyarbakır, Mardin ve Van illerine kayyum atanması için başvuru, 1 Nisan 2019’da yapılmış. Seçimler 31 Mart 2019’da idi. Yani seçim sonuçları belli olur olmaz, daha belediyeler, yeni seçilmiş başkanlarınca devralınmadan önce, eski kayyum daha gitmeden önce, seçilmiş başkanlar mazbatalarını almadan önce, yeni kayyum için harekete geçilmiş bile.

Erdoğan, 31 Mart 2019 yerel seçimleri kampanyasında, kendisi bizzat kampanyayı yürütmüş kişi olarak, “merak etmeyin, kaybedersek kayyum atarız” demişti.

Demek oluyor ki, Diyarbakır, Van ve Mardin için kayyum atanmasının hiçbir hukukî temeli yoktur. Zaten, Saray Rejimi, böyle bir hukukî dayanak peşinde de değildir.

Bu TV show programında Hakan Çelik’in konuğu olmadan önce, iki olay daha yaşanıyor.

Biri, Soylu’nun aktivitesidir. İstanbul Belediye Başkanı İmamoğlu’nu “pejmürde” etmekten söz ediyor. Değişik bir Türkçe olduğunu da kabul etmek gerekir. İçişleri Bakanı “pejmürde” etmek sözünü kullanıyor. Muhtemelen, “perişan etmek” hafif geliyor, daha kötüsünü kastettiğini anlatmak istiyor. Tehdit eden mafya üyeleri, etkili sözler söylemek isterler. “Seni öldürürüz” demek yetersiz gelir, “senin leşini köpeklere atarız” derler ve böylece daha korkunç görünmek isterler. Bu “pejmürde” sözü böyle bir söze benziyor. Perişandan da daha kötü demek istiyor. Ali Püsküllüoğlu’nun “Türkçe Sözlük”ü, pejmürde maddesinde şöyle yazıyor. “1- (kılık için) eski püskü, yırtık pırtık. 2- (kişi için) eski püskü kılıklı, üstü başı dağınık, perişan. 3- rengi atmış, solmuş.” Bu üç maddeden ilki kılık için olduğundan onu geçelim. Demek ki, Soylu, İmamoğlu’nun “iyi giyindiğini” düşünüyor ve ona senin kılık kıyafetini bozar sana eski püsküleri giydirir, seni perişan ederim demek istiyor. Bu durumda, senin mal varlığına el koyarım mı demek istiyor? Yoksa ona senin rengini soldururum mu demek istiyor. Yukarıda söyledik, mafya ağzı ile, daha tehditkâr konuşmak için, konuşmasına ilginçlik katıyor olmalı.

İkinci olay, TV showundan önce olmalı, Kaftancıoğlu, bir tweet nedeni ile 9 yılı aşkın bir ceza alıyor. Ve cezaya dayanak olarak, pişman olmayıp, mahkemede şiir okuması da ekleniyor.

Demek ki, Soylu ve Erdoğan, Kaftancıoğlu ve İmamoğlu’nu, daha büyük makamlar için, yeni liderler olarak hazırlıyor diyebilir miyiz? Hani, Erdoğan’ın şiir hikâyesini hatırlayalım. Şiir nedeni ile hapis yatmış bir Cumhurbaşkanı, Saray sahibi, Sultan, Reis, şimdi benzer bir saldırı organize ediyor.

Yargı, hukuk sistemi, kolluk kuvvetinin, devlet terörünün, baskı aygıtlarının bir uzantısı olarak, doğrudan iş görüyor.

Olağanüstü hâller olağanlaştıkça, ülkede her şey, biraz komik, biraz trajik ve biraz da korku filmi karşımına dönüşüyor. Türkiye’de, yeni bir edebiyat akımı doğuyor, komedi değil, trajedi değil, traji-komik türünden de değil, korku soslu traji-komik bir tür ortaya çıkıyor. Bu yeni türün, edebiyat bilimi açısından büyük bir fakirlik, büyük bir bayağılaşma olduğunu, büyük bir yavanlaşma olduğunu söylemeye gerek yok.

Çok korkan egemenler, elitler, devlet çarkının içindekiler, Saray Rejimi, korkusunu gizlemek için her gün, bir olağanüstü şey yapıyor. Bu olağanüstü şeylerin toplamı, olağan hâle geliyor. Artık hiçbir şey “şaşırtıcı” gelmiyor. İktidar, kendi korkusunu halka, işçi ve emekçilere, kadınlara, gençlere bulaştırmak istiyor. Bu yolla, “hey bu ülkenin sahibi biziz” demeye çalışıyorlar. Bu ruh hâli, onları daha da fazla korkutuyor. Ve böylece hem olağanüstü hâl olağanlaşıyor, hem korkuları kartopu misali yuvarlandıkça büyüyor.

İşçi ve emekçiler, bir yandan bu tatsız tuzsuz yeni tür şovu seyrediyor, diğer yandan ise hayatın içinde kendi direnişlerini ve örgütlenmelerini geliştirmeye çalışıyorlar.

İşte bu işi, direniş ve örgütlenme işini, olabildiğince sakin, kararlı ve var gücümüzle çalışarak geliştirmeliyiz. Biz bunu yapabildiğimiz oranda, onların korkularının ne kadar da büyük olduğunu da görme olanağını elde edeceğiz.

Madem şiirlerden söz açılıyor, biz de sözü Enver Gökçe’ye bırakalım:

“Ben berceste mısraı buldum
Hey ömrümce söylerim
Gözden, gezden, arpacıktan olsun
Hey ömrümce söylerim!

Bizsiz Ilgaz’ın çam ormanları güzel değildir.
Hayda günlerim hayda
Sırtını düşmana verdikçe
Murat dağları güzel değildir,
Dost dost ille kavga!

Biz olmasak gökyüzü, biz olmasak üzüm,
Biz olmasak üzüm göz, kömür göz, ela göz;
Biz olmasak göz ile kaş, öpücük, nar içi dudak;
Biz olmasak ray, dönen tekerlek, yıkanan buğday,
Ayın onbeşi;
Biz olmasak Taşova’nın tütünü, Kütahya’nın çinisi,
Yani bizsiz
Anne dizi, kardeş dizi, yar dizi
Güzel değildir.

Gel günlerim gel de dol
Gel Aydınlım İzmirlim,
Gel aslanım Mamak’tan
Erzincan’dan Kemah’tan
Düşmanlar selâm ister
Gözden, gezden, arpacıktan!

Adana’nın pamuğu dokumada;
Diyarbakır, Afyon, Kütahya fabrikada
Ümit işkencede mahzun
Tenim, ayaklarım uryan
Ekmek işkencede mahzun
Ve Divrik’in demiri arabada
İşçi-köylü ve işçi birarada
Söyle türküler yadigârı kardeş
Söyle ağrılar yadigârı kardeş
Neden alınterleri
Nimetler, haklar haram oldu sana!

Gel günlerim gel de dol
Gel Aydınlım İzmirlim
Gel aslanım Mamak’tan
Erzincan’dan, Kemah’tan
Düşmanlar selâm ister
Gözden, gezden, arpacıktan!

Sana selâm olsun
Hürriyetlerin meçhul olduğu dünya
Canım Türkiye,
Memleketimiz!
Çalışan halklarıyla ümmi
Çalışan halklarıyla garip,
Irgadı, esnafı, madencisi, iptidai aletleri
Kadınları, erkekleri, hapishaneleri;
Başı boş suları, dumanlı vadileri, yoz topraklarıyla,
İşsizleri, realist şairleri, mücahitleri,
Sokak şarkısı, keten helvası,
Akşam haberleri satanlarıyla memleketim!

Sana selâm olsun
Sürgünler, mahkûmlar, hastalar
Alacağın olsun
Seni İstanbul seni
Seni Bursa, Çankırı, Malatya,
Sizlere selâm olsun üniversiteler!
Öğretmenleri alınmış kürsüler,
Öğretmenler
Sizlere selâm olsun
Hürriyeti yazan eller, dizen eller
Sizlere selâm olsun makineler
Entertipler, rotatifler, bobinler
Bu gülünç, aşağılık,
Namussuz şeyler dışında,
Sana selâm olsun
Zincirin zulmün kâr etmediği,
Kırbacın kâr etmediği
Büyük tahammül!

Gel günlerim gel de dol!
Gel Aydınlım, İzmirlim,
Gel aslanım Mamak’tan
Erzincan’dan, Kemah’tan
Düşmanlar selâm ister
Gözden, gezden, arpacıktan!”