Mücadele keskinleşiyor, saflar netleşiyor

Sınıflı toplumların tarihi, sınıf savaşları tarihidir. Birçok olay ve süreç, aslında bu sınıf savaşlarının damgasını taşırlar, ister bunu dolaysız ortaya koysunlar isterse sınıf savaşımını örterek gelişmiş olsunlar.

Bunu söylerken, aslında toplumsal yaşamın tüm yönleri ile, sınıflar arasındaki savaşım arasındaki, görünür veya görünmez tüm bağlara dikkat çekmiş oluruz. İlk bakışta, dıştan göründüğü hâli ile sınıflar arasındaki savaşımla hiç bağı yokmuş gibi duran pek çok şey, gerçekte, iyi bir inceleme ile bu savaşımın bir görünüş biçimi olarak karşımıza çıkarlar.

Sınıf savaşımının belirleyiciliğini, sınıflı toplumlar için, yadsıyan pek çok görüş, eğer gerçekten sınıf savaşımını kavramak konusunda bir eksikliğin ürünü değil ise, sistemi, kurulu düzeni ayakta tutmak için iş gören ideolojik manevralardır. Bu görüşlere “haklılık” payı veren “okur-yazar takımı” (Şu noktada ihtiyaç var sınırım: Okur yazar takımını, OYT olarak kısaltmak istiyoruz. Bu kavram bundan sonra, mücadelenin her aşamasında bize oldukça fazla yardımcı olacak. Ülkemizde, ucuz bir “aydın” olma hâli vardır ve yaygındır. Okumuş, mürekkep yalamış birçok kişi, kendini “aydın”, entelektüel anlamında aydın saymakta, ama sıra olup bitene ilişkin tutum konusuna gelince, rahatına düşkün bir tarzın verdiği kolaylıkla halkı suçlamaktadır. Halkı suçlarken, birçok söyledikleri de doğru olabilir, ama entelektüel tutum, “tavır almama” veya “tarafsız kalma” gibi tuhaf bir biçimde tanımlanamaz. Gerçekten yana tutum, maliyetlidir ve bizim okur-yazar takımımız, kendine unvan olarak “aydın” kavramını yakıştırmada gösterdiği “irade”yi, mücadele etme konusunda asla göstermemektedir. Dahası, sistemin sürekli “uzman” üretmesi ucuzluğunun OYT içinde yansıması da var. Bunlar, gerçekliği, istek ve ihtiyaçlarına göre eğip bükmekte oldukça isteklidirler, tüm maharetlerini bu alanda göstermektedirler.) “bilmiş” hâlleri ile, sınıf mücadelesi dışında alanlardan söz etmeyi çok sever. Mesela kadın mücadelesini böyle ele alır ve sunarlar. Kadın sorunu, sınıf savaşımından “azade”, onun dışında bir sorun olarak ele alınır. Sanki, karşı cephede, kadın sorunu, komünizme kadar hiçbir şey yapılmaması gereken bir alandır diyenler varmış gibi, onu sınıf savaşımından koparmak için savunular üretirler. Onların savunularına bakınca, biz devrimci sosyalistlerin, devrimin zaferine kadar “kadın sorunu yok hükmündedir” dediğini sanırsınız. Savunu şöyle ilerler: Zengin kadının da sorunu yok mu? İşte budur derinlik. Gençlik hareketini ele alalım, zengin gençlerin de sorunları yok mu? Ne âlâ bir akıl yürütmedir bu! Biz komünistler, devrimci sosyalistler, kadın sorununu, erkek egemen kültürün, tüm sınıflı toplumlar tarihinin bir ürünü olarak görürüz. Kadının aşağılanması, erkek cinsin de aşağılanmasıdır, böyle bakarız. Kadın vücudunu cinsel bir metaya dönüştüren sistem, aslında insanın insan tarafından sömürülmesi demek olan sınıflı toplumlardır. İnsanın insan tarafından sömürülmesi, her türlü aşağılanmanın da kaynağıdır, kadının aşağılanmasının, ırksal aşağılanmanın vb. Biz devrimci sosyalistler, kapitalizmi yıkma (tedavi etme, tamir etme değil) mücadelesini, tam da tüm bunların ortak bileşeni olarak ele alırız. Sorunun, kökten, tümden çözümünü savunuruz. Ama bu durum, bizim bugünden o sorunlara karşı mücadele etmemizi gereksiz kılmaz. Tersine, gerekli kılar. Diyelim ki, devrim için savaşan bir grup, fabrikadaki grevde daha iyi haklar elde edilmesi için mücadele etmez mi, elbette eder. Ama grevden “zafer” ile çıkmak, abartılmamalı ve “kurtuluş” anlamına gelmez. Aynı şekilde aşağılanmanın her türüne, sömürünün her türüne karşı mücadele, “devrimden sonraya” ertelenmiş bir tutum değildir. Evet, devrimci cephede de, hatta bizim saflarımızda da, kadın sorunu, tüm varlığı ile, tüm yönleri ile yansımasını bulur. Devrimci sosyalistler, erkek egemen ideolojinin kendi saflarına yansımasının her biçimine karşı mücadele etmeyi savunur. Kapitalist sistem içinde, kapitalist sistemi yıkmaya yönelmiş bir insanın, devrimcinin, o sistemin tüm etkilerine karşı bağışıklık kazandığını savunmak hafiflik olur. Bu doğru değildir. Bunu savunan devrimci de biz bilmiyoruz. “Meta ufku”, günlük hayatımızın içinde o kadar derinleşmiştir ki, onu söküp atmak, ancak ve ancak devrimci örgütün içinde bilfiil savaşarak mümkündür. Bunu kadın sorunu konusunda, erkekte ve aynı zamanda kadında birikmiş burjuva önyargıları ve kalıntıları söküp atmak konusunda yol almak için de söyleyebiliriz; bir devrimci örgüt içinde bu “arınma” sağlanabilir. Ve bunun otomatik hâle gelmiş bir “mekanizması” yoktur, tek “mekanizma” devrimci mücadelenin kendisidir.

Devrimci örgüt, devrimi örme mücadelesinde, kendi saflarında, embriyon hâlinde “gelecek” insanı, komünizmin kurucusu olan insanı yaratmayı hedefler.

En ileri işçiler, en ileri kadınlar, en ileri gençler, bu sistemin içinden gelmektedirler ve derinde o hesaplaşmak istedikleri sistemin izlerini taşırlar. Bu nedenle, biz dünya devrimcileri, dünyanın her ülkesindeki devrimciler, biliriz ve söylemekten çekinmeyiz ki, devrim mücadelesinin büyük kısmı, devrimci örgütün içinde süren bu “görünmez” mücadeledir.

Bu uzun girişin nedeni, “sınıf savaşımı” dışında mücadele alanları vardır diye kaleme sarılacak olanları durdurmak değil, tersine, “sınıflı toplumların tarihi sınıf savaşları tarihidir” derken, bu bilinen sözün derinliğine dikkat çekmek içindir. Ne ekolojik mücadeleyi ne her türden ayrımcılığa karşı mücadeleyi yok saymaz, tersine sınıf savaşımının içinde görür.

Sınıflı toplumun temel belirleyeni, sınıf savaşımıdır. Oldukça açıktır, devlet bu sınıf savaşımının hem itirafı hem de bu savaşta egemen sınıfın örgütüdür.

Devlet varsa, demek ki sınıf savaşımı da sürmektedir.

İlk sınıflı toplum olan kölecilikle kıyaslandığında, kapitalist toplum, burjuva egemenlik, çok daha gelişmiş (aynı anlama gelmek üzere, OYT için söylersek, çok daha “kötü”) olanıdır. Daha gelişmiş bir sınıf egemenlik aracıdır. Kendinden önceki sınıfların egemenlik aracı olan o çağın devletlerinin mirasları üzerine yükselmiştir.

Nasıl ki, kapitalist ilişkiler ağı, tüm toplumu sarıyor, meta ilişkileri her ilişkinin içine sızıyor ve ona “karakterini” veren hâle geliyorsa, aynı biçimde günümüz burjuva devleti olan Tekelci Polis Devleti de, müdahale alanlarını genişletiyor. Yatak odasına belki önce meta ilişkileri girmiştir, ama ardından devlet de oradadır. OYT’nin sık sık kullandığı ve sevdiği Sivil Toplum Kuruluşları (STK), aslında devletin “dışında” olarak tanımlanırlar. Buyurun, bize “devlet dışı”lığı gösterin. Devlet, tüm bu kurumları, aslında demokratik kitle örgütlerinin varlığını tehdit gördüğü için denetim altına almaktadır. Devlet ve ona karşı mücadele edenlerin dışında bir “sivil toplum” ortada yoktur. Feodal dönemde, bundan söz etmek mümkündü, en azından bir fotoğraf olarak, film olmayacak olsa da. Fotoğraf, donmuş şekilde bir anlık gerçeği yansıtabilir, ama film olduğunda, ortaya bir hareket, bir yön, bir eğilim de koymak gerekir. “Sivil toplum”, eğer devletin henüz müdahil olmadığı, denetlemediği alan ise, bu feodal toplumda belki bir fotoğraf karesi/kareleri şeklinde bulunabilirdi. Bugünün kapitalist toplumunda bundan söz edilemez. Meta ilişkilerinin girmediği alan kalmamıştır ve modern kapitalizm tekelci kapitalizmdir, bu meta ilişkilerinin üstüne “hâkimiyet ilişkileri ve onun gerektirdiği şiddeti” örgütler.

Diyelim ki, bir işçi sendikası söz konusu olsun, bir istisna değil ise, tüm kapitalist dünyada, devlet bu işçi sendikasının ya doğrudan karşısında barikattadır ya da onun içine sızmış ve orayı işçi örgütü olmaktan çıkarmıştır. Bu aynı şeyi kadın hareketi için de söyleyebiliriz. Ya da mesela Pir Sultan Abdal derneği için de. Gerçekten “Alevi” derneği gibi davranmak istiyorsanız, gerçekten Pir Sultan Abdal derneği olacaksanız, devlete karşı, açık tutum almak zorundasınız. Devletten “ihsan” bekleyerek mücadele edilemez.

Tüm bunlar, sınıf savaşımının her zaman tüm çıplaklığı ile açık ve ortada olduğu anlamına gelmez. Bazı dönemlerde sınıf savaşımı, sanki yokmuş gibi yer kabuğunun altına iner. Mesela 12 Eylül sonrası dönemde, özellikle de 1986 sonrasında bundan söz edebiliriz. Sanki bu ülkede (yeni harekete geçmiş olan Kürt devrimi bir yana bırakılarak konuşuyoruz) sınıf savaşımı yokmuş, sanki sınıflar ortadan kalkmış ama onlardan birinin egemenliğinin aracı olan devlet havada asılı duruyormuş gibi varlığını sürdürmektedir şeklinde bir görüntü ortaya çıkmıştı. Bu veya daha ilerisi sınıf savaşımının örtüldüğü, gündeme farklı biçimlerde çıktığı dönemler yaşanmaktadır.

Diyelim ki, sendikaları devlet ele geçirmiş, diyelim ki, demokratik kitle örgütleri (OYT kusura bakmasın, STK kavramı bir aldatmacadır ve biz devrimciler gerçeğe bağlıyız. Onun için Demokratik Kitle Örgütleri-DKÖ diyeceğiz) devletin denetimine girmiş ya da mesela bir “savaş” toplumun tüm duygularını kabartmış vb. işte böylesi dönemlerde sınıf savaşımı, yer kabuğunun altına çekilir.

Sınıf savaşımından kaynaklanan ya da onun içinde ele alınması gereken birçok çelişki, sınıf savaşımını örten bir örtü olarak öne çıkmaya başlar.

Böylesi dönemlerde, cepheler net değildir ve dost ile düşman çok fazla birbirinin içine karışmış gibidir. Gibidir, çünkü, gerçekte, bunu bilmek, ayırmak, anlamak mümkündür hem de her zaman. Bilim, Marksizm bunun için vardır.

Birçok ekonomide, yüksek büyümenin gerçekleştiği bazı dönemlerde, her yüksek büyüme döneminde değil, buna benzer bir durum ortaya çıkabilir. Ama bu mutlaka büyüme ile bağlı bir süreç değildir, ki örneklerini yukarıda verdik. Eğer iki sınıf arasındaki mücadele açık biçimler alıyor ve sokaklara yansıyorsa, bunu örtmek kolay değildir.

Cephelerin net olmadığı böylesi dönemlerde, insanların mücadeleye katılımı da geri düşer.

* * *

Biliniyor, bizim dışımızda bir toplumsal bilinç var. Bu toplumsal bilinç, gerçekte, o andaki ortalama bilinci yansıtır ve elbette sınıf savaşımı da dahil toplumsal gerçekliğin bir ifadesidir. Diyelim ki, toplumun ahlâk, estetik vb. anlayışı, bu toplumsal bilinç olarak karşımıza çıkar. Ve elbette, egemen sınıfın bilincini yansıtır.

Kişi için toplumsal bilinç, kendisi dışında bir maddedir, bir maddi varlıktır. Ahlâksızlıkla suçlanan ve taşlanarak linç edilen bir kadın görüntüsü, bu toplumsal bilincin nasıl bir maddi varlık, ne kadar sert olduğunu da göstermektedir. Oysa, o toplum için bile kabul edecek olsak “ahlâksızlık” sadece kadının işi olmamış olmalıdır. Kendi ahlâk anlayışlarına göre bile, ilk taşı “günahsız atsın” dense, taş atacak kişi çıkmaz.

Toplumsal bilinç, bir genelleme yapılacaksa, bireyin bilincini belirler. Bireyin bilincinin dışında, katı bir varlıktır ve genel kural olarak bireyin bilincini belirler.

Diyelim ki, siz bu ilişkiyi bozdunuz ve devrimci bir tutum alıp, sisteme savaş açtınız ve bunun için de örgütleriniz var. Buna rağmen, bu toplumsal bilinç, sizin için dışsal bir durumdur. Onu aşma hâliniz, sürekli bir örgütlü mücadeleyi gerektirir. Sizin alışkanlıklarınıza kadar sinmiş olan bu toplumsal bilinç, ancak süreklilik arz eden bir mücadele ile aşılabilir.

Hatta biz devrimciler, eylemlerimizi belirlerken, hem bu toplumsal bilincin durumunu hem de o ana özgü ruh hâlini, toplumsal havayı analiz etmeyi hedefleriz.

Sınıf savaşımının geri düştüğü, sanki sınıf savaşımı diye bir şey yokmuş gibi, bambaşka gündemlerin oluştuğu dönemler, aslında egemen sınıfın, şu ya da bu olanakla, sınıf savaşımında düşmanı olan işçi sınıfını örgütsüz bıraktığı, onu karanlığın içine itmeyi başardığı, onu “esir” aldığı dönemlerdir. Ağır yenilgi dönemleridir. 12 Mart öyle değildir, 12 Eylül öyledir, ağır yenilgi dönemidir.

Böylesi dönemlerde, bize burjuva cephe “sınıf savaşımı bitti” diye mavallar okur ve bunun en büyük destekçileri kendini ayrıcalıklı sayan OYT’dir. En çok onlar bu koroya katılırlar. Bize, Marx’tan alıntılar yaparak, sınıf savaşımının bittiğini anlatmaya çalışırlar. Sınıf savaşımı bitmiş, ama sınıflar var. Sınıf savaşımı bitti ise, buyurun burjuva devlet kendini feshetsin. Sınıf savaşımı bitmiş ama burjuvalar var.

Bu dönemler ağır dönemlerdir. Sadece bu dönemlerde yaşayan devrimcilerin, yaşadıkları ve kaybettiklerinin yükü nedeni ile ağır değil, aynı zamanda bu dönemlerde zaman biraz ağır akar, tarih biraz yavaşlamış gibidir, sanki bir yay gibi zaman gerilmektedir.

Öyle ya, sanki, bu gerilen yay, daha hızlı bir tarihî akış için okun menzilini hesaplamaktadır.

* * *

İşte böylesi bir dönemi geride bırakıyoruz.

Sınıf savaşımının sanki yokmuş gibi önde olmadığı bir dönemi geride bırakıyoruz. Sadece ülkemizde değil, ama özellikle ülkemizde. Bir yandan 12 Eylül yenilgisinin yarattığı soldan kaçış ve örgütsel-ideolojik erozyon, diğer yandan SSCB’nin çöküşünün yarattığı sosyalizmden kaçış, tarihin hızla “geriye doğru” gerilmesine yol açmıştır. İşte bu dönem geride kalmaya başlamıştır.

Önümüze bakmak, ufka bakmak, gelecekten bugüne bakmak denenmelidir, zamanıdır.

Ülkemizde sınıf savaşımı üzerine tartıştığımız zaman, üç kol, üç kuvvet özellikle önemlidir ve başkaları bir anlamda hesaba alınmasa bile bu üç kuvvet hesaba katılmalıdır. Bunlar, genelden özele doğru sıralarsak, (1) emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımı, (2) Kürt devrimi ve (3) Gezi ile başlayan direniş ya da işçi hareketidir.

Mücadele keskinleşiyor.

Demek ki, saflar netleşmektedir.

Daha zamanımız olduğunu söyleyebilirsiniz. Muhtemelen doğrudur.

 

1

Dünyayı yeniden paylaşmak için harekete geçen emperyalist güçler, en başta ABD, Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa, tüm savaş tutkularını ortaya koymaya başlamışlardır. SSCB var iken, “Batı değerleri” masalı ile “demokrasi” şampiyonluğu yapanlar, şimdi dünyayı yeniden kana boyamaktan çekinmediklerini açıkça ortaya koymaktadırlar.

En eli kanlı emperyalist güçler, en çok “demokrasi” kahramanı olarak ortaya çıktılar.

Aslında, emperyalist ülkelerin sicili son derece açıktır. Her biri, dünyanın hemen her alanında katliamlar gerçekleştirmiştir ama buna rağmen “insanlık değerleri”nin en gözde temsilcileri olarak kendilerini sunabilmeyi başarabilmişlerdir. Kurtlar, dünyaya, koyunların en büyük koruyucuları olduklarını, hatta bunun tanrının iradesi olduğunu kabul ettirmişlerdir.

Eli kanlı ülkeler ve yönetimler, medya ve OYT eli ile, sosyalist kamptan liderlerin “demokrat” olmadıklarını ifade eden örnekler anlatmışlardır.

Bu yolla, kitlelere, işçilere, “siz bize mecbursunuz” demek istemiş olmalılar. Kurtlar, kendilerine karşı mücadele edenlerin de “cana” kıydıklarının örneklerini sunmuşlardır. Yani; bizi suçlamayın, komünistler de cana kıyıyorlar. Bunu sürekli propaganda ettiler. Bu yolla “Batı medeniyeti”, sürekli alkış almıştır. Irak’ta, Afganistan’da, Libya’da, Suriye’de, Ukrayna’da vb. gerçekleştirdikleri her katliamı, “medeniyet taşımak”, “demokrasi götürmek” olarak sunmuşlardır. OYT, her zaman bunları, onlardan çok savunmuştur. Zaten “geri bir halk olan Yemen Araplarına” “demokrasi” ancak onların eli ile götürülebilirdi, ancak gökyüzünden füzelerle inebilirdi, demokrasi bu “cahil” ve “geri” halklar için ancak bomba olarak patlayarak gelebilirdi. Efendi, yani Beyaz Adam, medeniyet götürmekteydi. ODTÜ’nün ormanından yol geçmesi, bu medeniyet taşımanın efendiden komisyoncu kâhyaya taşınmış şekli olmalıdır. Komisyoncu kâhya, bugünlerde, ABD tarafından onaylanmış olan Saray Rejimi’ni, en azından bir “moda” olarak Kıbrıs’a taşımak için, müjde, müjde, müjde diye bağırmaktadır. Burjuva sınıf adına da rezilliktir. Kıbrıs’a saray yapımı, bir yandan inşaat şirketlerine bir yeni iş ve kendi ailesi için büyük bir rant demektir, bir yandan da Abdülhamid taklitçisi olarak “padişah eseri” bırakıp, Kıbrıs işgalini taçlandırma girişimidir. Ne yapsın, komisyonculuk bu kadar sonuç verebiliyor. Yağma ve katliamlara dayanarak yükselmiş Türk burjuvazisi, en estetik birikimi Erdoğan’ın kişiliğinde bulmuş gibidir. Tencere kapak hikâyesi gibi.

Efendinin, Batı medeniyetinin, demokrasi ve medeniyet taşıması uzun bir hikâyedir.

Bugün, bu süreç, tüm yönleri ile açığa çıkmaktadır.

Emperyalist merkezler, kendi savaşlarının hedeflerini, kurallarını açıkça ortaya koymaktadırlar.

Dün, eski SSCB topraklarında kapitalist ilişkilerin egemen kılınması hedefleri idi. Bugün, açık olarak Rusya ve Çin’e, sizleri eşit ortaklar olarak “kurtlar sofrası”na, efendiler katına almayız, birer yağma alanı, birer sömürge olarak kapitalist dünyaya dönebilirsiniz, demektedirler (Sosyalizmi korumak, yaşatmak belki zordu, ama eğer sömürge olmayı kabul etmeyecekseniz kapitalist dünyaya entegre olmak da daha az zor değildir).

Sadece emperyalist güçler arasında, dün geri planda tutulan paylaşım savaşımı öne çıkmıyor, aynı zamanda, her güç, kendi hedeflerini de ortaya koymaya başlıyor. Paylaşım savaşımı, kendi içinde daha bir netlik kazanıyor.

Trump ile, diğer emperyalist güçlere, özellikle AB’ye, haddinizi bilin diyen ABD, bugün, “siz bizim partnerimizsiniz” diyerek, Soğuk Savaş dönemi taktikleri ile, Rusya ve Çin’e karşı savaşı kızıştırıyor.

Bu savaş, dünya kapitalist sisteminin zirvesindeki ülkelerin, savaşı içeriye taşımalarına da neden olmaktadır. Değil mi ki, her savaş bir iç savaştır.

Çin’e kaydırılmış yatırımları içeri çekmek, ABD’nin mali teşvikleri kadar, sonuçta işgücünün ucuzlatılmasını da gerekli kılmaktadır. Bu durum, uzun süredir var olan işçilerin sosyal haklarını tırpanlama eğilimini daha da artıracaktır. ABD başta olmak üzere, tüm emperyalist metropollerde, işçi ücretleri aşağıya çekilecek, emek gücü ucuzlatılacaktır. Bunun işaretleri gelmiştir. Pandeminin yarattığı işsizlik, bu açıdan tekellere büyük olanaklar sunmaktadır. Bunun krizin çözümü olamayacağı açık, ama konumuz bu değil. Vurgulamak istediğimiz; efendiler kendi içlerinde işçi sınıfının daha yoğun sömürüsü için önlemler alacaklarıdır.

Bu nedenle, artık “demokrasinin vatanı” diye anılan ülkelerde, “demokrasi” tanımlarında keskin değişimler görmeye başladık, başlayacağız.

Biz diyoruz ki, tekelci polis devleti, modern burjuva demokrasisidir. Bu, aslında faşizmin dişlilerinin kadife bir örtü ile örtülmesidir. Şimdi, bu kadife örtünün de ortadan kalkmakta olduğunu görüyoruz. İhtiyaç vardır ve dişliler ortaya çıkacaktır. 11 Eylül saldırıları bahane edilerek, hemen her emperyalist ülke, “terör”e karşı savaş başlığı ile, olağanüstü yasaları devreye sokmuştur, sokmaktadır.

Yani, hem emperyalist paylaşım savaşımında emperyalistler arasındaki savaş keskinleşmektedir hem de bu ülkelerin içinde mücadele keskinleşmektedir.

Emperyalist paylaşım savaşımı, çeşitli biçimlerde halkların birbirine karşı savaşımının kullanılması aşamalarını aşmaktadır. Bölgesel savaş, evet sürmekte ama yeterli olmamaktadır. Özellikle çözülen ABD hegemonyası olduğundan, ABD emperyalizmi çok daha atak bir savaş politikası devreye koyma peşindedir. Çin denizinde, Karadeniz’de, doğrudan hedefe atılmasa da silah patlamaktadır.

Her gün yapılan anlaşmalar, bir diğer anlaşma ile bozulmakta, savaş hazırlığı, her cephede, her düzeyde geliştirilmektedir.

ABD, şimdilik ilk hamle olarak AB’yi kendi arkasına almış gibi durmaktadır. Ama buna rağmen, bu “ittifak” birçok zayıflık ve çelişkisini doğrudan, ilk günlerinde açığa vurmaktadır.

Tüm bunlar sürerken, emperyalist metropollerde yer yer işçi eylemleri ortaya çıkmaktadır. Emperyalist ülkelerde üretimi Çin başta olmak üzere Asya’ya taşımaktan kaynaklı olarak ağırlığı artan hizmetler sektöründeki işçiler, artık kendilerini işçi sınıfının bir parçası olarak görme sürecine girmişlerdir. Bu henüz bir bilinç durumundan çok, tepki şeklinde gelişmektedir. Hizmetler sektöründe, hem ücretler düşmekte, çalışma koşulları ağırlaşmaktadır hem de gelişen eylemlilikler işçilerin kendilerini tanıma sürecini hızlandırmaktadır. Amazon, Walmart, Google gibi işletmelerin çalışanları, çalışma şartlarının ağırlaşması sürecinin bilincine varmaktadırlar. Pandemi, süreci belli açılardan perdelemiş olsa da, durumu daha da ağırlaştırmaktadır. Yakın dönemde, ABD, AB ve Japonya’da işsizliğin baskısı ile işçi ücretleri aşağıya çekilecektir. Son 30 yılın bir eğilimidir bu ve bugün daha da şiddetle uygulanacaktır.

Gelişmiş ülkelerde ruhuna fatiha okunan işçi sınıfı, yeniden mezarından çıkmaktadır.

Evet bunun zaman alacağı da kesindir.

Mücadele keskinleşmektedir, cepheler netleşmektedir. Bunu söylemek mümkündür. İngiltere’de, nehirden kurtarılan “sömürgeci”nin heykeli, sokaklara dönememiş, müzenin deposuna kaldırılmıştır. Bu küçümsenir bir durum değildir. ABD’de ırkçı saldırılara karşı gelişen direniş, devlet için tehdit olarak okunmaktadır.

ABD, müttefiklerini, eski Soğuk Savaş bayrağı altında, Rusya ve Çin’e karşı biraraya getirmek isterken, aynı zamanda savaşın da cepheleri netleşmektedir. Artık, savaş, daha doğrudan müdahaleleri beraberinde getirecek gibidir. Artan kriz, sistemi tehdit etmektedir. ABD ve ortakları, Rusya ve Çin’i birer sömürge hâline getirmek yönünde iradelerini koymuşlardır. Bu yolla, krizin içinden çıkmayı ummaktadırlar. Rusya ve Çin’in, ister birlikte ister tek tek bunu kabul etmeyecekleri açıktır. Bu koşullarda savaş daha da keskinleşecektir.

Kapitalizmin, doğa ve insan üzerinde yarattığı tahribat, doğanın savunulmasının da sınıf savaşımının alanı hâline gelmesini açığa çıkarmıştır. Bu durum, belli bir yaygınlık kazanan direnişin, daha da derinlik kazanacağı yönündeki inançlarımızı pekiştirmektedir.

Elbette, daha yolun başında sayılırız. SSCB’nin çözülmesi ve sosyalizmin prestij kaybı ve gündemden düşmesi ile oluşan tahribat, henüz giderilmiş değildir. Zaten beklenmesi gereken, önce bu tahribatın tamiri de değildir. Tersine, daha ileri bir sıçrayış beklenmelidir. Ama bu açıdan yolun başındayız. Dünya proletaryası yeterince örgütlü değildir. Direnişler, kolektif bir devrimci iradenin nüveleri olarak ele alınabilir. Önümüzde, işçi hareketi açısından, son derece yaratıcı gelişmelere gebe bir on yılın durmakta olduğunu söylemek abartılı bir değerlendirme olmaz kanısındayız.

 

2

Emperyalistler arası paylaşım savaşımının odak noktalarından biri, yoğunluk kazandığı alanlarından biri bölgemizdir. Bölgemiz, Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasları kapsayacak şekilde geniş bir alan olarak şekillenmektedir. ABD emperyalizmin BOP olarak tarif ettiği projenin alanı ile, bir eksik bir fazla örtüşmektedir.

ABD emperyalizmi, hem enerji kaynakları hem de Rusya ve Çin’in kuşatılması projesi açısından bu bölgeye yüklenmektedir. Bölgede oldukça derin bir geçmişe sahip olan emperyalist egemenlik, bugün bölge ülkelerinin yeniden dizayn edilmesi gibi projelerle varlığını sürdürmek istemektedir. Birinci Dünya Savaşı sonunda cetvelle çizilen pek çok sınır, Üçüncü Dünya Savaşı ile yeniden çizilecek diye hesap yapıyorlar. Bu onların hesabıdır.

Bu nedenle, bölgemizde savaş eksik olmamaktadır. Afganistan, Irak, Libya, Suriye, Yugoslavya savaşları hâlâ sürmekte olan savaşlardır. Bölgenin her yanında kan dökülmekte, her yerde savaş yıkımları ve katliamlar yaşanmaktadır.

Bölgemizin en canlı mücadelesi Kürt mücadelesidir. Kürt devrimi, Türkiye Kürdistanında başlamış, bölgenin diğer dört ülkesinde etkisini göstermiş bir devrimdir. Bölgemizin en gelişmiş örgütlenmesi de Kürt hareketindedir.

Kürt sorunu, uluslararası ya da bölgesel bir sorun olarak ele alınmaktadır. Doğrudur da. Hem dört parçada var olması nedeni ile böyledir hem de bölgede süren uluslararası paylaşım savaşımı nedeni ile bu böyledir.

Dar anlamda, bir halkın kimliğinin bilincine varılması anlamında bir zafere ulaşmıştır da. Bunun bir “ulus devlet” şeklini almamış olması, sorunun bölgesel bağları nedeniyledir. Ama sorunun özgünlüğü nedeni ile Kürt devrimi, sosyalist anlamda bölge devrimi ile birleşmektedir. Emperyalist politikalar, başta ABD politikaları, Kürt meselesini, paylaşım savaşımının bir parçası hâline getirmek istemektedir. Kaba bir söylemle Barzani çizgisi budur. Öte yandan Kürt devrimi de bölgeyi kapsayacak olan sosyalist devrimin bir parçasıdır.

Bu iki çizgi, pek çok farklı versiyonları ile, Kürt hareketinin bütününün içinde de vardır. Barzani hareketi, emperyalizme bağlılığın, gericiliğin ifadesi ise de, onu da tek bir parça olarak düşünmek yerinde değildir.

Bugünlerde, Barzani’yi PKK üzerine sürmek için oldukça aktif ve birçok emperyalist güç tarafından beslenen bir politika mevcuttur. Buna rağmen, Barzani hareketinin gericiliğine karşı direnen Kürt hareketinin, Barzani denetimindeki alanda da temelleri vardır. Başkası düşünülemez. Barzani hareketi işbirlikçi bir harekettir ve gericiliği temsil etmektedir. Bu tutumunu, Kobanê’de, Şengal’de ve defalarca Irak Kürdistanında ortaya koymuştur. Bu yola devam edecekleri de açıktır. Kürtler içinde buna razı olanlar, Barzani hareketi ile bir gelecek arayanlar vardır. Ama bu eğilim, geleceği değil, dünü temsil etmektedir.

ABD ve TC işbirliği ile Kobanê devrimini boğma girişimi, TC tarafından PKK’ye ve Kürt halkına karşı yeni bir saldırı ile birleştirilmiştir. 2015 yılından bu yana, şiddetli bir saldırı, bir katliam politikası, bir çeşit soykırım saldırısı devreye sokulmuştur. Sonuç alamamaları, Kürt hareketinin örgütlülüğü nedeniyledir. Yoksa amaçları budur.

ABD, TC devletinin bu saldırısı açıktan desteklemektedir. Bu nettir. Cephelerin netleşmesi açısından kaydedilmelidir. ABD bu saldırıyı desteklerken, öte yandan Kürt hareketi ile “bana sığın” şeklinde özetlenecek bir ilişki geliştirmek istemiştir. TC devletine “sen saldır” diyor, ama öte yandan Kürt hareketine “bana sığın, seni korurum” diyor. Bir süre sonra, burada yol alabilmek için, PKK önderlerinin “kellesine” ödül koymuş olan kovboy, kendisi için bir farklı Kürt hareketi örgütlemek ve nihayetinde bu hareketi Barzani hareketinin “ruh ikizi” hâline getirmek istemektedir. Bu bir yandan Barzani’yi de tehdit ederken, diğer yandan, Barzani cephesinde yer almayan ama kararsız olan, savaş yorgunu olan kesimleri, özellikle Suriye sahasında kendine bağlama girişimidir de.

Bir yandan katliamlar, IŞİD’in devreye sokulması sürdürülürken, öte yandan, halkın HDP içindeki örgütlenmesini kırmak için, HDP’nin yönetim kadrosunun hapsedilmesi süreci yaratılmıştır. Böylece, hem askerî hem de siyasal alanda bir soykırım devreye sokulmuştur. Sadece Demirtaş ve arkadaşları tutuklanmamıştır. Dahası, on binlerce HDP yöneticisi, aktivisti nedensiz hapse atılmıştır. Bu konuda bir nedene bile ihtiyaç duymamaları, ABD ile olan yakın işbirliklerinin de sonucudur.

Seçimler yolu ile, büyük oy çoğunlukları ile kazanılan belediyeler, kayyum politikaları ile gasbedilmiştir. Böylece, Kürt hareketinin siyasal olarak önü, tümden kesilmek istenmektedir.

Hem gerillayı kırmak hem de siyasal olarak Kürt hareketini ezmek istemektedirler. Katliam politikaları bunu beslemektedir.

Bu arada ise, Barzani uzantısı, uzlaşmacı unsurlardan bir yeni siyasal parti yaratma planları sürmektedir.

Savaş, giderek daha da sertleşmektedir.

Ekonomik kriz de buna eklenmiş durumdadır.

Tüm güçleri ile, “uzlaşmacı” bir Kürt hareketini yaratmak istemektedirler. Erdoğan’ın Diyarbakır ziyareti, aslında OYT’nin tarif ettiği gibi, “bir yeni çözüm süreci” başlatılması amacını gütmüyordu. Sanıldığı gibi, yeni seçim hazırlığı da değildir. Bu iki düşünce de, meseleyi eksik okumaktır. Seçim meselesi sürekli bir gündem olarak ortadadır. Ama bu seçimin yapılıp yapılmayacağı bir tartışma konusudur. Ama öyle görünmektedir ki, Saray Rejimi, bu konuda karar almış değildir. ABD ve AB ortaklaşa olarak seçim baskısı ile Erdoğan’ı kaybedeceği bir seçime sokma kararı vermezse, böylesi bir seçimin Saray’dan çıkması mümkün görünmüyor. Hatta “zamanında seçim” bile görünmüyor.

Erdoğan’ın ziyareti, aslında bu tartışmaları güncelleyerek, Barzani taraftarı uzlaşmacılara bir cesaret verme girişimidir. “Çözüm masasını ben kurdum”, bana bağlanırsanız yine kurarım anlamına gelir, ama “çözüm masasını ben devirmedim” vurgusu, bana Barzani tarzı ile gelin, PKK tarzı ile gelmeyin, demektir. Onurlu bir çözüm girişimine sistemin tahammülü yoktur. Sistem, “bir 5 yıl daha kayyum ile yönetirsek, Kürtler bizi seçer” mantığını en üstten ilan etmektedir. Mesele budur.

Murat Karayılan, Erdoğan’ın, Garê operasyonunu yapanların, kendilerine görüşme teklif ettiklerini açıkça söylemiştir.

Saray Rejimi, Osmanlı sarayının bir komik versiyonu olsa da, “Osmanlı’da oyun bitmez” hâlini iyi temsil etmektedir.

Üstelik bu politikada, Saray Rejimi, sadece AK Parti ve MHP olarak var değil, aynı zamanda CHP, İYİ Parti olarak da vardır. Saray Rejimi, sadece AK Parti ve MHP’den oluşmuyor. Aynı zamanda burjuva muhalefet de bunun içindedir. Baykal, “devletimizi kaybettik, onu yeniden kurmamız lazım” derken, sadece devletten pezevenklik hizmeti almış olmanın gereği olarak konuşmuyor, aynı zamanda Saray Rejimi’ne desteğini ifade ediyor.

Bugün bu saldırılar, HDP il binalarına Batı kesiminde saldırılarla sürmektedir. Bu yeni bir boyuttur. Bu saldırlar, hem HDP’nin Batı’da örgütlenmesine dönük bir saldırıdır ve hem de devrimci harekete dönük bir gözdağıdır. Saray Rejimi, kendisi için tehdit gördüğü Gezi ruhu ile Kürt hareketine, bu yolla aynı anda vurmak istemektedir.

Bu durum, CHP’nin her fırsatta halka, sokağa çıkmayın, bunlar katliam yapar şeklindeki korkutma hikâyelerinin kuvvetlenmesi için de destektir. Habire kayıp silahlardan söz ediyorlar. Bu kayıp silahların, halka karşı kullanılmasından söz ediyorlar. HDP binasına, devlet koruması ve teşviği ile dalıp bir kadını öldürmek, katil olmak demektir, ama bunda “cesaret” yoktur. Kaybolmuş silahlar, ister devletin elinde olsun ister devlet destekli paramiliter güçlerin elinde olsun, aynı işi görürler. Bunca kanın döküldüğü, bunca işkencenin yaşandığı, katliamların yaşandığı bir ülkede, dinci ve milliyetçi çetelerin eline silah vererek halkı korkutmak artık mümkün değildir. Devrim anında o silahların namluları, sahiplerine dönerler.

Kürt direnişi, uzun deneyimlere, birçok açıdan test edilmiş bir dirence, gelişmiş bir örgütlülüğe sahiptir. Egemenlerin, katillerin bir aklı var elbette, ama Kürt devrimcilerinin de aklının olduğu, yıllarca ortaya konmuştur.

Yaşananlar, sadece mücadelenin çetinleşmekte olduğunu ve daha da çetinleşeceğini, aynı zamanda buna bağlı olarak da safların netleşeceğini, netleşmekte olduğunu gösterir.

 

3

Gezi Direnişi, korku perdesini araladı. Henüz korku duvarını alaşağı edemedi. Ama onu yırttı. Bu yırtık, öyle terzi marifeti ile kapatılmıyor. Saray’ın basını, tüm kara propaganda araçları ve yöntemlerini devreye sokmuştur. Ama yine de işler istedikleri gibi gitmiyor.

TC devleti, Saray Rejimi, gelişmekte olan direnişi kırmak için, yayılmakta olan işçi, emekçi, kadın ve gençlik direnişlerini bastırmak için, daha fazla ve daha fazla zora başvuruyor.

Ama bir tarihî gerçektir, tüm sınıflı toplumlar tarihi tarafından ispatlanmış bir gerçek: Zorun doğurduğu zor, daha güçlüdür, gelecektir.

Her işçi eyleminin, en küçük bir hak arama eyleminin karşısına, TOMA’larla, baskılarla, tutuklamalarla, işkencelerle çıkmaktadırlar. Rabia Naz olayını hatırlayalım. 11 yaşında bir kız çocuğudur ve öldürülmüştür. Davayı takip eden babası hapsedilmiş, zulüm görmüştür. Canikli, her kimi koruyorsa, tehditler savurmuştur. İlçenin kaymakamı, daha sonra atandığı yeni ilçede arabasının içinde ıssız bir yerde ölü bulunmuştur.

Silvan’da sürekli intiharlar gündeme gelmektedir.

Muş’ta, 12 yaşında bir kuran kursu öğrencisi, tuvaletin kapısında asılı olarak bulunmuştur.

Kız ya da erkek çocukların ırzına geçilmektedir.

Öğrenciler, haklarını aradıkları için hapsedilmekte, işkence görmektedirler.

Açlık yaygındır ve Emine Sultan, “lokmalarınızı küçültün” demektedir.

Çocuğunu tren kazasında kaybeden bir kadın, mahkeme önlerinde dayak yemiş, gazlanmıştır.

Somalı işçiler, bilmem kaç kere kendilerine verilen tazminat sözleri yerine gelmediği için Ankara’ya yürüyüş başlatmışlardır ve Saray, kendilerine, “gelin, buyurun” dememiştir. İşçiler de zaten muhataplarına, Saray’a yürümeyi akıl etmemiştir, eksikliktir.

İkizdere’de kadınlar, 30 milyon ton taş taşımak isteyen şirketin tahribatını önlemek için eylem yapmış, polise “sen şirketin polisi misin, devletin polisi misin” diye sormuşlardır. İkizdereliler, henüz hiçbir iş makinasına dinamit koymadıkları hâlde, sadece ağaçlara çıktıkları, sadece iş makinalarının önüne oturdukları için, “terörist” olarak gözaltına alınmışlardır.

Bugüne kadar hep AK Parti’ye oy vermiş, Erdoğan’ı desteklemiş Adıyamanlı tütün üreticileri, tütün ekimi yasaklanmakta olduğundan, sigara şirketleri böyle istediğinden, eyleme kalkışmış, karayolunu kesmişlerdir. Daha lastik yakıp yola atmamış, yollara iş araçları ile barikatlar kurmamışlardır. Ama yine de Saray’ın şiddetine maruz kalmışlardır. Onlar da “terörist” olmuştur.

Terörist olmak, direnmek anlamına geliyor, Saray’ın sevmediği adam anlamına geliyor ve itibardır.

Migros işçileri bir adım ileri atmış ve Özilhan’ın villasının yerini bulmuşlar ve orada eylem yapmışlardır.

Boğaziçi öğrencileri, sonunda kayyum rektör Bulu’nun görevden alınması ile sonuçlanan eylemlerine yüzlerce gün devam etmişlerdir. Ve olayın ardından, Bulu, “benim haberim yok, ben görevden alındım” diye dalga geçerken, gerçekten haberi olmadan görevden alınmıştır, ama Boğaziçi öğrencileri, öğretim üyeleri, “on dakikalık sevinç”in ardından, işe koyulmuşlar, gevşememe kararı almışlardır.

Gezi ruhu budur.

Direniş yayılmaktadır ve gelişmektedir.

Ama daha yolun başındayız.

Saray Rejimi, ha deyince yıkılmayacaktır ve Gezi’den daha ilerisi gereklidir. İşçi sınıfı sahneye çıkmalıdır, tüm ağırlığı ile, sınıf kimliği ile. Şalterler indirilmelidir.

Henüz işçi sınıfı, kendi gücünün farkında değildir. Henüz, kendi örgütlü gücü ile devasa eylemlere kalkışmıyor ve hâlâ eylemler, yerel, fabrika fabrika, işyeri işyeri biçiminde sürmektedir. Daha, sınıf kardeşliği denilen şeyi, daha bir sınıf olmanın bilincini geliştirebilmiş değildirler.

Ama buna rağmen, ülkede direniş yayılmaktadır.

Kadın hareketi, 1 Temmuz’da resmen süresi dolarak geçersiz hâle gelen İstanbul Sözleşmesi’ni savunmak için, sürekli eylemler geliştirdi. Taksim eyleminde, ilk barikatı aşmayı da başardılar. Ama ikinci barikatı aşma iradesi zayıf kaldı. Kadınlar, meselenin muhatabı olarak Saray’a yürüme iradesini gösteremediler. Ama buna rağmen, ciddi bir eylemlilik yürüttüler, yürütecekler.

Olaylar gösteriyor ki, hemen her işin muhatabı Saray’dır.

Erdoğan, sürekli saraylar yapmaktadır, ihtiyaç hâlinde en yakın saraya başvurulsun diye olmalıdır. Ne kadar ince bir düşünce! Doğrudan Saray ile konuşmak, demek ki, oraya yürümek gerekir. Avukatların, Ankara’ya geldiklerinde, polis “nereye” dediğinde Anıtkabir’e demeleri, aslında kaçamak dövüşmektir. Bu kaçamak dövüş, sonunda İstanbul’da, bir AK Parti-MHP-BBP-Perinçek barosunun oluşumuna neden oldu. Pelikan, Soylu vb. çeteleri de AK Parti içinde sayıyoruz. Sayıları 2700 civarında oldu. Eğer avukatlar, kararlı olsalardı, bu sonuç olmazdı. İş işten geçmiş midir? Elbette hayır. Şimdi, avukatlar, ülkenin genel gündemine müdahale edecek, taraf olacak hâlde tutum almalıdır. Mesela Somalı işçilerden yana, onlarla beraber yürümek gibi. Örnek bulmak çok kolay, yeter ki niyet olsun. Ülkenin her yanı “suç mahalli” hâline gelmiş iken, avukatların kimi savunacaklarını bilmeleri yeterli olacaktır.

Sendikalar, gerçekten işçi sendikası olmayı isteseler, yapacak çok işleri var, ama eğer Saray sendikası olarak kalmak ya da Saray sendikalarına özenmek istiyorlarsa, gerçekten yapacakları hiçbir şey yoktur. Ellerinden sendikaları işçiler alacaktır.

Bu bir ayrışma sürecidir.

Bu bir netleşme sürecidir.

İşçiler, direnişlerini geliştirmek zorundadırlar. Daha iyisini yapacak, daha örgütlü hâle gelecek deneyimleri hem tarihte vardır hem de bugün bizzat yaşayan işçi önderlerinde, devrimci harekette vardır. Bu konuda tereddüde yer olmamalıdır. Sendikalarını geri almaları mümkündür. Her fabrikada işçi komiteleri kurmaları mümkündür.

Birleşik Emek Cephesi’ni örmenin zamanıdır.

Devrimci hareketten uzak durarak, ancak ve ancak, burjuva politikacıların kuyruğu olmak mümkündür. Onurlu yaşamak için, hakkını almak için, iktidarı almak için, Birleşik Emek Cephesi’ni örmek, devrimci harekete ilgi duymak, devrimci saflarda örgütlenmek gerekir.

Kendini aydın sayan, sol cephede yer aldığını ilan eden, gerçekten sisteme karşı mücadele etmekten yana olan herkes, saf tutmalıdır. Öyle bir ayağı ile o tarafta, söylemleri ile bizim tarafta olma dönemi bitmektedir.

İşçi hareketi, devrimci hareket, en çok bir ayağı ile bizde olanlardan zarar görmektedir. Bir ayağını sisteme yerleştirip, sadece söylemi ile bizden yana olduğunu söyleyenler, açıkça saf tutmalıdır. Ya o tarafa ya da direnişe, direniş cephesine. Biz Kaldıraç Hareketi olarak, bir ayağını bizim saflara koyup, diğer ayağını öbür cephede tutanların bizdeki ayaklarını çekmelerini istiyoruz, önce bizdeki ayaklarına vuracağız. Sizi, iki ayağınızla, aklınız, eyleminiz ve düşlerinizle saflarımızda görmek istiyoruz, kimin gücü ne kadarsa o kadar, ama net bir şekilde. Büyük kavgada, açık ve endişesiz saf tutmanın zamanıdır.

Bu, sendikal hareket için de geçerlidir.

İşçiler, emekçiler, kadınlar, öğrenciler, artık direnişin her alanında net bir tutum almak, saf tutmak bir gerekliliktir. Başka türlüsü mücadeleyi geliştirmeyecektir.

Mücadelenin sertleşmekte olduğu açıktır. Saflar da buna uygun olarak netleşecektir.

Birleşik Emek Cephesi, sadece işçilerin ihtiyacı değildir. Mücadelenin tümünün ihtiyacıdır. Birleşik Emek Cephesi, sadece bugün ihtiyaç duyulan bir taktik değildir. Aynı zamanda devrimin de ihtiyacıdır, yani stratejik önemdedir. Uzun süreli mücadelenin gereğidir.

Kapitalizm, doğayı, doğanın bir parçası olarak insanı kirletmekte, yok etmektedir. Bu sistemin, şu ya da burasını onarmak, böylece yaşamaya devam etmek mümkün değildir.

Saray Rejimi, tüm çıplaklığı ile devletin ne olduğunu göstermektedir.

Devlet, bizim, halkın, işçi ve emekçilerin, kadınların ve öğrencilerin devleti değildir. Devlet, burjuvazinin, parababalarının, tekellerin, şirketlerin, uluslararası sermayenin devletidir. Bu devlet, sömürünün, aşağılanmanın, her türlü ayrımcılığın temeli olan burjuva egemenliğin devamı için vardır. Onların cenneti, halkın cehennemidir, onların cenneti işçi ve emekçilerin cehennemidir. Bu cehennemden kurtulmanın yolu, onların cennetini yıkmaktan geçmektedir. Savaşsız, sömürüsüz bir dünya mümkündür, kardeşlik dünyası mümkündür. Bunun tek yolu, burjuva egemenliği yıkmaktır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz