Kapitalizmden Komünizme Geçiş- Kapitalizmden Komünizme Geçiş: Sosyalizm

Önceki Bölüm: Kapitalizmden Komünizme Geçiş Üzerine

Şimdi bizler, yukarıdaki bakış çerçevesinde, komünizmden sosyalizme bakmalıyız. Sosyalizm bir geçiş toplumudur. Sosyalizm, henüz, kapitalizmden yeni çıkışı ifade eder ve burada kapitalizmin bazı uzantıları devam eder. Sosyalizm komünizme doğru yürüyüşün adıdır.
Sosyalizm kendi başına ayrı bir sosyo-ekonomik biçimlenme değildir. O, komünizmin bir alt aşamasıdır. Bir alt aşaması olması, evrim yolu ile komünizme dönüşümünü anlatır. Yani kapitalizmden komünizme geçiş sürecinde, iktidarın sınıfsal el değiştirmesiyle sonuçlanan sadece bir devrim vardır. Bu devrim sosyalist devrimdir. Sosyalist devrim ve bunun sonucu işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesi, komünizme yürüyüşün başlangıcıdır. Bu süreç işçi sınıfını eski devlet çarkını parçalamakla yüzyüze getirir. Çünkü; 1) işçi sınıfı bu çarkı burjuvaziyi bastırma aracı olarak kullanamaz. 2) O eski çarkı kullanmak, komünizme yürüyüşü unutup, iktidarı korumaya geri dönmektir. Yani hem acil, hem de uzun erimli görevler açısından mevcut devlet çarkı parçalanacaktır. Bu başarıldığı oranda sınıf olarak burjuvazinin direncini kırmak, onu mülksüzleştirmek başarılacaktır. Bu noktada devrim siyasal, ekonomik ve kültürel planda sürekli kılınmalıdır. Ve tüm bunlar, en başından, komünizm hedefine doğru örgütlenmelidir. Bu nedenle, dünya devrimi, insan sorunu ve devletin en başından sönmesine olanak tanıyacak tarzda örgütlenmesi gerekir.
Demek ki, tüm bu sürecin bir hedefi var ise, atılan her adım bu hedefe yönelecek ise (bu hedefin komünizm olduğu bilinmektedir) yürüyüşün niteliği bu ölçüde sosyalist olacaktır. Yine, tüm bu adımlar, en başından hedefe doğru atılacak ise, komünist toplumun kuruluşunda, en özgün, en yaratıcı dönemin hemen siyasal devrimin ardından başlayan kuruculuk yılları olduğu kesindir. Bu dönemde atılacak, atılmak durumunda kalınacak her adım teori düzeyine çıkartılmamalıdır. Bununla kastettiğimiz şey, her adımın teori haline dönüştürülmesi meselesidir. Komünist insanın yaratılması, devletin örgütlenmesi ve sosyalist temeller üzerinde ekonomik işleyişin sağlanabilmesinin teorik yönleri yoktur demek istemiyoruz. Ancak, SSCB deneyimi gösterdi ki, SSCB’nin her adımına uygun teori geliştirilmiştir. Enternasyonalizm, dış politika ile karıştırıldı. Pratik tavizler -ki bunlar her zaman olabilecektir- teorileştirildi. Bu yolla elbette ki teori geliştirilmedi. Tersine teori güdükleştirildi, ezberlenecek formüllere dönüştürüldü.
Tüm bu noktalar, nasıl bir sosyalizm sorusunun altını koyulaştırmakta, bu soruya verilecek yanıtın önemini arttırmaktadır. Bizler, sorunsuz bir toplum nasıl kurarız mantığı ile tartışmıyoruz. Sorunsuz toplum, ölüler toplumudur. Hiçbir ölü sorun çıkartmaz. Yaşayan her organizma çelişkilerle, sorunlarla birlikte yaşar. Ama yeter ki hep aynı çelişki, aynı sorun ile uğraşılmasın, ilerlensin, yol alınmış olunsun. Bunlar sosyalizm için olduğu kadar, komünist toplumun tüm dönemi için de geçerlidir.
Sorun, günlük dilde olumsuzluk anlatır tarzda kullanılmaktadır. Hatta aynı şey günlük örgütlü pratik içinde söylenebilir. Oysa, açıktır ki, doğal olan sorunların çıkması, sorunların varlığıdır. Sorunların varlığına üzülmek, yaşama üzülmek, yaşamdan korkmak, yaşamı zevksizleştirmektir. Eğer üzülecek bir şey var ise, o da sorunların bilincinde olunmaması olabilir. Çünkü sorun, adı üstünde çözümü olan şeyi ifade eder. Çözümü olmayan sorun yoktur. Öyleyse sorunların yığılması, aynı sorunun sürekli tekrarlanması, onu görecek bilinç, onun üzerine yürüyecek kararlılık ve inat eksikliğine işaret eder. Bu durumda öncelik değişir, önce bilinç ve kararlılık sorununun çözülmesi gerekir.
Öyleyse biz komünistler, komünist toplumun hangi evresinden söz edersek edelim, sorunsuz bir toplumu anlatmak için nasıl bir toplum sorusunu sormayız. Bu birinci noktadır.
ikinci noktaya gelince. Sosyalizmin çözülüşünün ardından, herkes kurulacak bir sosyalizmin yaşama şansının ne olacağını soruyor. Eğer sosyalizmi kurarsak, nasıl olur da yanlış işler yapmayız? Aslında bu sorulara verilecek yanıtlar çok önemlidir. Günlük tartışmalarda, her işçinin kafasını kemiren bu sorular reformizm tarafından sürekli diri tutulmak istenmektedir. Bizim tavrımız, bu soruların üzerini örtmek değil, tersine üstlerine gitmektir. Sol hareketin mevcuttaki dağınıklığının nedeni ile bu soruların yanıtını vermeye yönelmemesi, cesaret kırıcı, ümitsizliği arttırıcı etkiler yaratmaktadır.
Önce şunu belirtmek gerekir, bizim kuracağımız sosyalizmin, Sovyet Sosyalizmi deneylerini aşma şansı yüksektir. Çünkü, her şeyden önce önümüzde 70 yıllık Ekim Devrimi deneyimi vardır. Ama buna rağmen, doğru bir yürüyüşe rağmen, sosyalizm yeniden yenilebilir. Bu bir olasılıktır. Bu, her şeyden önce dünya üzerinde süren sınıf savaşımına, uluslararası güçler dengesine de bağlıdır. Dünya devrimi hedefi, bu nedenle asla hedeften çıkartılamaz. Ama bunca deneyden sonra, kuracağımız sosyalizmin yenilgisi, bizim cesetlerimiz çiğnenmeden başarılamayacaktır, bu kesindir. Hiç kimse, sosyalizmin kazanılmış zaferlerini, mevzilerini terk etmeyi bize devrimcilik olarak sunamaz. Hiç kimse, ekonomik zorlukları, uluslararası güç dengelerini neden olarak gösterip, bayrağı teslim edemez. Bayrağı bırakmanın, teslim olmanın, ihanetin mazur görülebilir, haklı nedeni yoktur, tarih boyunca olmamıştır, bundan sonra da olmayacaktır.
Öyleyse, dünya devrimi dalgasını bekleyip, o zamana kadar kendi ülkelerinde güzellik uykusuna yatanların da haklı nedeni yoktur. “Devrim kapıyı çaldığında” sıkacak barutu olmayanın, kurşunun öneminden söz etmesi sadece komikliktir. Kaldı ki, “Devrim kapıyı çalacaksa”, bu, bizim hiçbir şey yapmadan beklememiz sonucu olmayacaktır. Tersine, içinde bizim eylemimizin de olduğu bir nesnelliktir söz konusu olan.
Bir ülkedeki devrim, her şeyden önce, o ülkedeki devrimcilere dayanır. Uluslararası koşulların uygunluğu, ardından gelir. Bununla, devrim savaşımını ulusal bir savaşım olarak ele aldığımız sonucu çıkmamalıdır. Tersine, dünya devrimci hareketinin gelişiminin, her ülkedeki devrimci gelişmelerle ilişkisini kurmuş oluyoruz. Burada, devrimci insan, kendi koşullarında savaş yürütmeden, sadece gözlerini dünyaya dikmekle yetinemez. Elbette yalnız bu, insana, kapitalizmin ulusal sınırlarını aşan bir tanıma işi yürüten insana, bir haz verebilir. Ama, devrim, devrim için dövüşmeyi gerektirir. Bu nedenle de yenilgi dünya konjonktürünün ötesinde, bir ülkedeki devrimcilerin kararlılıklarıyla ilgilidir. Vietnam halkı, her Amerikan ailesine bir ölü geri göndermeseydi zaferi kazanabilir miydi? Oysa uluslararası koşullar bugüne göre çok daha mı iyi görünmekteydi?
fiimdi, bizler, bize sosyalizmin yaşayıp yaşayamayacağını soranlara şu soruyu yöneltiyoruz: Amacınız bizimle birlikte, sosyalizmin yaşaması için mücadele etmek midir? Eğer yanıtınız evet ise bilinmelidir ki, tereddüt edecek hiçbir nokta yoktur. “Burada bütün kuşkular kovulsun.” Devrimi nasıl yaparsak, öyle yaşatırız. Onu dünya devriminin zaferi için, ancak onun için feda ederiz. Ama eğer bizimle sosyalizm için mücadele etmeye niyetli olmayanlar bu soruyu soruyorlarsa, onlara inançsızlıklarınıza başka dayanaklar arayın diyeceğiz. Ne ilginçtir ki, bugün burjuva ideologlarının tümü, bize kurulabilecek olan sosyalizmin de çökmek zorunda kalacağını söylüyorlar. ilgileri gözlerimizi yaşartıyor. Ama herkes önce kendisine baksın.
Nasıl bir sosyalizm sorusu, sosyalizm için kavgaya atılanların gündeminde ciddi ve yol açıcı bir sorudur, yoksa kaçkınların gündeminde değil.
Yukarıda gördük ki, işçi sınıfının devrimde atacağı ilk adım, proletaryayı, egemen sınıf durumuna getirmek, demokrasi savaşımını kazanmaktır.
“Proletarya, siyasal egemenliğini, tüm sermayeyi burjuvaziden derece derece koparıp almak, bütün üretim araçlarını devletin, yeni egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde merkezîleştirmek için ve üretici güçlerin tamamını olabildiğince çabuk arttırmak için kullanacaktır.” (Marx-Engels, Komünist Parti Manifestosu, Seçme Yapıtlar I, s. 153).
Marx ve Engels, bundan yaklaşık 150 yıl önce, proletaryanın ilk işinin egemen sınıf durumuna gelmek, yani iktidarı alarak devleti ele geçirmek olduğunu yazıyordu. Paris Komünü sonrasında, iktidarı ele geçiren proletaryanın eski devlet mekanizmasını kullanmakla komünizme yürüyemeyeceğini, iktidardan alaşağı ettiği burjuvaziyi bastıramayacağını görmüşlerdir. Bu nedenle de, eski devlet mekanizmasını parçalamanın zorunluluğu üzerinde durdular. Proletarya eski devlet mekanizmasını yok etmeden, kendi iktidarını kuramaz, koruyamaz.
Egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın hemen üretim araçlarını devletin elinde merkezîleştirmeye koyulması gerekir. Proletarya siyasal egemenliğini bu amaç için kullanacaktır.
Lenin, Marx ve Engels’in Manifesto’da anlattıklarını şöyle ifade ediyor: “Genel olarak kapitalizmi altetmek için, önce sömürücüleri yenmek ve sömürülenlerin iktidarını kurmak, yani devrimci güçlerin yardımıyla sömürücüleri devirmek gerekir; sonra, yeni ekonomik ilişkileri kurmak, bunun örneğin nasıl becerilmesi gerektiğini göstermek olan yapıcı görev gelir. Sosyalist devrimin bu iki görünümü birbirine çözülmemecesine bağlıdır ve devrimimizi, yıkıcı görevin yeterli olduğu bütün önceki devrimlerden ayırır.”
Birinci görev, yani burjuvazinin devrilip, iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi dar anlamda devrim, siyasal devrimdir. Bu devrim, komünizme yürüyüşün büyük bir ilk adımıdır. ikinci görev ise; eski toplumu aşmak, ekonomiyi, toplumsal yaşamın her alanını buna göre örgütlemek ve insanı yenileştirerek komünist insana yanaştırmaktır. Bu, toplumsal devrim, geniş anlamda devrimdir.
Proleter devrimler hariç, hiçbir devrimde siyasal devrim ve toplumsal devrim ayrımı bu denli önemli değildir. Sosyalist devrimden söz ederken, onun görkemliliğini anlatırken, komünizme doğru büyük yürüyüşün ilk adımının olmasından söz etmiştik. Komünizm insanlık tarihinin başlangıcı olacaksa, sosyalizm de insan öncesi tarihin son bulacağı yer olacaktır. Böylesi bir toplum için yola çıkmanın yüceliği, devrimin görkemliliğine yansımaktadır.
“Üstünlüğü ele geçirmiş bulunan bütün sınışar, toplumu büyük ölçüde kendi mülk edinme koşullarına boyun eğdirerek, zaten edinmiş oldukları konumlarını geliştirmeye bakmışlardır. Proleterler ise, daha önceki kendi mülk edinme biçimlerini ve böylelikle, daha önceki bütün öteki mülk edinme biçimlerini de ortadan kaldırmadıkça, toplumsal üretici güçleri ele geçiremezler. Kendilerine ait korunacak ya da pekiştirilecek hiçbir şeyleri yoktur; görevleri, özel mülkiyetin o güne kadarki bütün güvencelerini ve korunaklarını yok etmekir.” (Marx-Engels, Komünist Parti Manifestosu, Seçme Yapıtlar Cilt I, s. 143-144).
Diğer toplumların birinden diğerine her geçiş öncesinde, gelecek toplumun üretim ilişkileri, önceki toplumun bağrında yer almıştır. Bu nedenle kuruculuk çok büyük bir öneme sahip değildir. Ama sosyalizm, kapitalizmin içinde üretim ilişkileri düzeyinde gelişmez. Kapitalizm ancak, sosyalizmin maddî önkoşullarını (güçlü bir işçi sınıfı, büyük çaplı üretim, sermayenin merkezîleşmesi ve yoğunlaşması sonucu özel mülkiyetin kaldırılmasının teknik koşullarının oluşması vb.) oluşturur. Bu nedenle, komünizme geçişte bir anlamda zorlu iş, kuruculuk işiyle, devrimden sonra başlıyor. Bu zorlu dönem, aynı zamanda en özgün dönemdir de. Ama kuruculuk işinin nasıl gideceği, her şeyden önce devrimin gerçekleştirilişinin görkemi ve dünyaya yayılması ile bağlantılıdır.
Biz, şimdilik, bu aşamanın1 devlet biçimi, proletarya diktatörlüğü üzerinde durmadan sosyalizm üzerine tartışmaya devam etmeliyiz. Proletarya diktatörlüğü üzerinde ayrıca durulacaktır.
Sosyalizm büyük bir kuruculuk dönemidir. Büyüklüğü, süresinin uzunluğu/kısalığıyla ilgili değildir. Tersine, bu yücelik komünist toplum hedefinden geliyor. Sosyalizm kapitalizmden çıkılıp, kapitalizm nezdinde tüm sınışı toplumların aşılmasını ifade ediyor. SSCB’nin çözülüşü, bugün, dünya devrimci hareketinin gündemine, sosyalizmin pek çok sorununu tersyüz ederek, sosyalizm içi bir tartışma olmaktan çıkartarak, yerleştirmiştir. Bu nedenle bu sorunlara da kısaca bakmak şarttır. Örnek olsun, 1920’lerde, 1970’lerde kimse “sosyalizmin piyasa ekonomisi modeline” itibar etmezdi. fiimdilerde, pek çok dönek, sosyalizm adı ile piyasa mekanizmasının “yüceliğini” sosyalizmle kaynaştırma sevdasındadır.
Elbette tüm burada tartışacaklarımız, komünizm bayrağını teslim etmeyenler için anlamlıdır. Castro şöyle yazıyor: “Bunun da ötesinde, devrim ilerleyebilecek ya da gerileyebilecek, hatta tıkanabilecek bir süreçtir. Fakat hepsinin ötesinde komünistler cesur ve devrimci olmalıdır. Komünistler, koşullar ne denli olumsuz olursa olsun, tüm koşullar altında mücadele etme görevi ile yükümlüdürler. Paris Komüncüleri görüşlerinin savunması için mücadele ettiler ve öldüler. Devrimin ve sosyalizmin bayrağı savaşmadan teslim edilemez. Sadece korkaklar ve umutlarını yitirenler teslim olurlar. Komünistler ve öteki devrimciler asla.” (F. Castro, Sosyalizmi Kuracağız, Belge Yayınları, s. 168).
Tekrar olması pahasına, bizler sosyalizmi, komünizmden görmenin doğru olduğunu, bunun bugün çok daha olanaklı olduğunu düşünüyoruz. Ekim Devrimi deneyiminin en kısa özeti budur.
Devlete, proletarya diktatörlüğüne ilişkin tartışmayı daha sonraya bırakarak tartışmamızı sorular sorarak yürütelim.
1- Sosyalizmde üretim araçları üzerindeki mülkiyet özel kalabilir mi? Yani üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti olmadan, işçi sınıfının komünizme doğru yürüyüşü olanaklı mıdır?
Bu soru son derece önemlidir. Yanıtı biliniyor. Ama, üretim araçları üzerindeki toplumsal mülkiyetin anlamının ne olduğu yeterince kavranmış mıdır?
Engels, Komünizmin ilkeleri’nde şunları yazıyor: “Soru 14: Bu nasıl bir yeni toplum düzeni olmalıdır? Yanıt: Her şeyden önce, sanayinin işletmesini ve genel olarak üretimin bütün dallarını, birbirleriyle rekabet eden ayrı ayrı bireylerin ellerinden almak ve bunun yerine, bütün bu üretim dallarının bir tüm olarak toplum tarafından, yani toplumsal bir plan uyarınca ve toplumun bütün üyelerinin katılımlarıyla, toplum yararına işletilmesini sağlamak zorunda olacaktır. Demek ki, rekabeti kaldıracak ve onun yerine birlikteliği koyacaktır. Sanayinin bireyler tarafından işletilmesi zorunlu olarak özel mülkiyet sonucunu verdiğine göre ve rekabet sanayinin tek tek özel sahipleri tarafından işletilme biçiminden başka bir şey olmadığına göre, özel mülkiyet, sanayinin bireysel olarak işletilmesinden ve rekabetten ayrılamaz, şu halde özel mülkiyet de kaldırılmak zorunda olacaktır ve onun yerine bütün üretim araçlarının ortaklaşa kullanımı ve bütün ürünlerin ortak rıza ile dağıtımı ya da mülkiyetin ortaklaşalığı denilen şey olacaktır.” (Marx-Engels, Seçme Yapıtlar I, s. 106-107).
Proletaryanın devrimde atacağı ilk adımın iktidarı almak olduğunu görmüştük. işçi sınıfının egemen sınıf durumuna gelmesi, sınışarın ortadan kalkması mücadelesinin ilk adımıdır. “Proletarya, politik iktidarı ele geçirir ve üretim araçlarını devlet mülkiyeti haline getirir.” (Engels Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Seçme Yapıtlar Cilt III, s. 175). Üretim araçlarının özel mülkiyetine son vermenin bir anda mümkün olamayacağı doğrudur. Doğrudur, çünkü bu bir yönü ile üretim araçlarının gelişkinliğine bağlıdır. Kapitalizm koşullarında büyük çaplı üretimin egemen olduğu sanayi dallarında kolektif mülkiyet daha çabuk örgütlenecektir. Ancak, küçük çaplı üretimin varolduğu alanlarda, bu zaman alacaktır. Yine de modern kapitalizmin gelişmişlik düzeyi, en geri ekonomide bile, iktidarı alır almaz toplam üretimin dörtte üçünü gerçekleştiren alanların toplumsal mülkiyete geçirilmesini olanaklı kılar.
Günümüz dünyasında, mevcut teknolojik düzeyde, herkesin ihtiyacını karşılayabilecek üretimin, daha fazla da çalışmaksızın gerçekleşmesi olanaklıdır. Bu da, dünyanın teknik altyapı açısından komünizme hiç bu kadar yaklaşmadığı anlamına gelir. Oysa, ülkemizde bazı sosyalistler nelerle uğraşıyor. işte bir örnek. TKP-işçinin Sesi grubunun, yeni adı ile TKP’nin Genel Sekreteri olma ününü kimseye kaptırmak istemeyen Yörükoğlu EP’de üç hafta devam eden ilginç söyleşisinde şunları söylüyor: “Türkiye sosyalizme hazır bir ülke değil.” Peki öyleyse Yörükoğlu’nun sosyalizm mücadelesinin anlamı nedir? Buna yanıt veriyor: “Sosyalizme hazır olmadığın bir zamanda iktidarı alma şansına sahipsen alacaksın. Ama devrimci hayallere kapılmadan, gerçekçi bir ekonomik çizgiyi götürmek zorundasın.” Okuyucuya hatırlatmak durumundayız, Yörükoğlu, Türkiye’nin emperyalistleştiğini 1980’den beri savunmaktadır. Ama ona göre gene de Türkiye sosyalizme hazır değil. Ülkemizdeki toplam üretimin yansından fazlasını 500 büyük firma üretiyor. iki holding devlet bütçesini aşan gelirler elde ediyor. Yörükoğlu’na göre sosyalizme hazır değiliz. Yörükoğlu, Kautsky’nin henüz bir Marksist iken 1900’lerin hemen başlarında ilan ettiği “mevsimsiz devrim” korkusu anlamsızdır görüşü hakkında düşünmelidir. O bize, devrimci hayallere kapılmanın tehlikesinden söz ediyor. “Gerçekçi ekonomik çizgi” öneriyor. Biz haksızlık etmemek için, önce biraz daha dinleyelim. “… Türkiye’nin ihtiyacından konuşursak, işçi sınıfının, emekçilerin iktidara gelmesinden sonra, ne yapıp yapıp Koç’ların, Eczacıbaşı’ların, Sabancı’ların paraları, bilgileri ve deneyimli kadrolarıyla isviçre’ye kaçmamalarının sağlanması gerekiyor. Bunlar Türkiye’de çalışmalı, Türkiye’de yaşamalı ve kendileriyle bir uyum kurulabilmeli. Kimisinin fabrikasını satın alırsın, başında genel müdür olarak kalır. Kimisi, ben satmam diyorsa, kendi fabrikasını yönetir, ama artan bir miras gelir vergisi ile birkaç kuşak içinde iyice o servetin ufalması yolunda ilerlenir. Ama birkaç kuşak garanti edebilirsin.” insan bunları duyunca, Yörükoğlu’nun EP sayfalarından devletle pazarlık yaptığı hissine kapılıveriyor. Söyleşinin ilginçliği sadece buradan gelmiyor.2
Yeni TKP olan, işçinin Sesi’nin programında sosyalizmle ilgili şunları okuyoruz: “Buna bağlı olarak, tekeller dışında özel işletmeler, uzun bir sürede ve adım adım devletleştirilecek, kolektişeştirme hareketi özellikle yavaş ve gönüllü yürütülecektir.” (Kaynak, Sayı: 2, s. 40). Bu programdaki gönüllülüğün ne demek olduğunu EP sayfalarında Yörükoğlu iyice açıklıyor. Demek ki, önce devrimi yapacaksınız, sonra devrimci hayallere kapılmayıp gerçekçi bir ekonomik yol izleyeceksiniz. Sabancılar, Koçlar, Eczacıbaşılar’a (diğerleri de alınmasın, elbette onlar da dahil) gidip fabrikanı bize satar mısın diye soracaksın. Müthiş kamulaştırma eylemi! Bizce, bu soruyu şimdi de onlara sorabilirsiniz. Bu soruyu sormanız ayıp değil. Yörükoğlu bize diyor ki, devlet, yani proletarya diktatörlüğü olan devlet, Sabancılara para ödesin. Niye? Kimin mülkü için? Bununla da yetinmiyor Yörükoğlu, eğer burjuvalar bu fabrikalarını satarsa bile, onları müdür yapacağız. Ortalama bir işçi ücreti ödeyerek değil elbette. Yok eğer derlerse ki, hayır fabrikamı satmıyorum (demokrasi var ya, böyle diyebilirler), o zaman peki diyeceğiz, sen o zaman kendi fabrikanı yönet (genel müdür olmaktan farkı nedir, belli değil), biz de senin birkaç kuşak geçimini garanti edeceğiz.
Gerçekten Yörükoğlu devrimci hayallere kapılmıyor. işçilere, kendi yoldaşlarına burjuva hayaller vaadediyor. Buna da devrimcilik diyor.
Sınışarın ortadan kaldırılması için, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması şarttır. Ama bu özel mülkiyetin kalkışı ile sınışarın yok oluşu arasında bir süre geçecektir. Özel mülkiyete son verilmesi, varlığını başka bir sınıfın veya sınışarın sömürüsü üzerine kuran tüm sömürücü sınışarın, sınıf olarak ortadan kalkmasını sağlayacaktır. Bu sömürücü sınışar, iktidardan alaşağı edildikten sonra da direneceklerdir. Bu nedenle sınıf olarak burjuvazinin yok edilmesi proletarya diktatörlüğünün en başta gelen görevidir. Bu bir yanda bastırma (zor) ile, diğer yandan ekonominin sosyalist temeller üzerinde kurulması ile gerçekleşir. Öyleyse, devrim yolu ile iktidarı almış olan, kendini egemen sınıf olarak örgütlemiş olan proletaryanın ilk işi üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son vermektir. Bunun bir günlük iş olmaması ayrıdır, reddedilmesi ayrıdır. Öyleyse daha ilk günden, ilk saniyeden itibaren buna yönelinmelidir.
Bununla birlikte, miras hakkı da kaldırılmak durumundadır. Elbette insanlar, başka insanları ekonomik egemenlikleri altına almaya yaramayan mülkiyetlere sahip olabilirler. Komünizmin ayırıcı özelliği, diye yazar Manifesto’da, genel olarak mülkiyetin kaldırılması değil, burjuva mülkiyetin kaldırılmasıdır. Ama burjuva özel mülkiyet, ürünlerin üretilmesinin ve mülk edinilmesinin sınıf karşıtlığına, çoğunluğun azınlık tarafından sömürülmesine dayanan sistemin nihai ve en tam ifadesidir.
“Bu anlamda komünistlerin teorisi tek bir tümcede özetlenebilir: Özel mülkiyetin kaldırılması.” (Marx-Engels, Seçme Yapıtlar I, s. 146).
Demek oluyor ki, özel mülkiyete en başından saldırmayan bir devrim, bir proleter devrim, olanaklı değildir. Komünizm, tüm sınıf ayrımlarının ortadan kalktığı bir toplumdur. Buna ulaşmak için sosyalizm özel mülkiyetle birlikte, “serbest rekabetin” de canına okur.
Kapitalizmin mutlak yasası, artı-değer üretimidir. Artı-değer üretimi, zorunlu olarak, rekabeti de beraberinde getirir. Rekabet ve anarşi, kapitalizmin ayrılmaz özellikleridir. “Özgürlük ile, mevcut burjuva üretim koşulları altında, serbest ticaret, serbest alım ve satım kastediliyor.” (Marx-Engels, Komünist Parti Manifestosu, Seçme Yapıtlar I, s. 148). Komünist toplum, her türlü alım ve satımın, paranın kalktığı bir toplumdur. Böylesi bir topluma ulaşmak için, meta ekonomisi zincirinin üretim araçları mülkiyetinden başlayarak parçalanması gerekir. Üretim araçlarının devlet mülkiyetinde kolektişeşmesi, üretim araçları alım ve satımını ortadan kaldırır.
Dolayısıyla sosyalizm hiçbir biçimde piyasa ekonomisi ile uyuşmaz. işte bugünlerde SSCB’nin çözülüşü ile, piyasa mekanizmasının göklere çıkartılıp, sosyalizmin piyasa sosyalizmine dönüştürülmesi girişimleri boşuna artmıyor. Gerçekten de serbest rekabetin varlığını kabul edin, sizin sosyalizminizden geriye hiçbir şey kalmayacaktır. Bir örnek sanırız yeterli olacaktır.
Teslim Töre, Marksizm ve Sorunlarımız isimli çalışmasında şunları söylüyor: “Marksistler henüz, ‘nasıl bir sosyalizm’ sorusuna bütünlüklü ve inandırıcı bir cevap oluşturabilmiş değiller.” (T. Töre, age, Pele Sor Yayınları, s. 38). insan bu sözleri bir sosyalist hareketin, silahlı mücadele ve zor yoluyla devrimi savunan TKEP’in genel sekreterinden duyunca, kulaklarına inanamıyor. Ama, burası Türkiye ve artık alıştık böylelerine. Çark etmenin en iyi yolu “bütünlüklü ve inandırıcı” yanıtların henüz verilmemiş olduğunu ileri sürmektir. Ancak Töre, bunun için bir kitap yazacağına, DEV-YOL veya TBKP haklıdır diyebilirdi. Peki, sosyalizme ilişkin düşüncelerimizin neresi inandırıcı gelmiyor, kime inandırıcı gelmiyor, sizin “bütünlüklü ve inandırıcı cevab”ınız nedir? insan sosyalizm üzerine söylenenleri inandırıcı bulmayabilir, bunlara inanmayabilir ama Marksistlerin bu soruya inandırıcı bir yanıt vermediklerini söylerken dikkatli olması gerekir.
“Tıpkı, Sovyetler Birliği’nde, 1917 Ekim Devrimi’nden yaklaşık 70 yıl sonra ‘perestroika’ adı altında ‘Bütün iktidar Sovyetlere’ şiarıyla Ekim Devrimi’ni tekerrür etmeye kalktıklarında…” (T. Töre, age, s. 39). Burada Gorbaçov’un Ekim Devrimi’ni tekerrür etmeye kalktığı için tüm bunların gerçekleştiğini okuyoruz. Oysa Gorbaçov bu sloganı kitleleri aldatmak için kullanıyor. 1920’de sovyetlerin fiili dağıtılışı ve sovyetlerin bunun yerine partinin geçirilmesini geçici bir karar olarak alması gerçeğinden hareketle, doğru sloganlarla kitleleri aldatıyor ve kapitalist restorasyona hız veriyor. Yoksa Ekim Devrimi’ni tekerrür ettirmek niyeti hiç yok. Töre, Gorbaçov’u desteklemiş olmanın ve böylece aldatılmış olmanın özrünü söylüyorsa, yanlış söylüyor. Töre’de daha neler var dinleyelim.
“Önce şu ‘sıfır temel’ kavramını açıklamamız gerekiyor. Sosyalist ülkelerdeki uygulamalardan gördük ki, eşitliğin sağlanması iki temelde oluyormuş; birisi üretim araçları sahipliği konusunda toplumun sıfır temelde yani sahipsizlik temelinde eşitlenmesi, diğeri ise işçi sınıfı ve emekçilerin üretim araçlarının ortak sahipliği temelinde eşitlenmesi.” (T. Töre, age, s. 45). Bu satırlardan ne anlamak gerekiyor? Töre bu ayrımı yaparken inandırıcı mıdır? Anlaşılan onun sahipsizlik ya da sıfır temel dediği şey, devlet mülkiyetidir. Peki o zaman ‘işçilerin ve emekçilerin’ ortak sahipliği nedir? Yani devlet mülkiyeti, bu ortak sahiplik değil midir? Anlaşılan Töre, günah keçisini bulmuştur ve bahse gireriz bize, üretim araçlarının devlet mülkiyetinde olmasının kötülüklerini anlatacaktır. “Ama, eşitlik, mülkiyetsizlik3 yani sıfır temelde sağlanmışsa, bu eşitlik, üretimde beklenen motivasyonu sağlayamaz ve nitekim sağlayamadığı görülmektedir.” (T. Töre, age, s. 48). işte sosyalizmin niye yenildiği ortaya çıkmıştır. Bir garip eşitlik kavramı ile sıfır temelde insanlar mülksüzleştirildiği için çalışmıyorlar. Öyle ya başkası için niçin çalışılsın?
Teslim Töre’nin bu mantığı, günlük insan bilincinin bile sınırlarını zorlayacak kadar geridir. Ama bu mantık bizi doğal olarak rekabetin gerektiğine götürecektir. Birincisi, Töre’nin sözünü ettiği biçimi ile sosyalizmde böylesi bir eşitlik yoktur. Hiçbir bireyin, bir başkasını sömürmek ve boyunduruk altına almak için üretim araçlarını mülk edinememesi, sosyalizmin özü budur. Ama buna eşitlik denmez. Yani üretim araçlarına sahip olmama eşitliği ile uğraşmak yanlıştır. Tersine sosyalizmde eşitlik meselesi, bireylerin çalışmalarının karşılığında elde ettikleri ücretler bazında tartışılmıştır. Bu konuda Lassalle’cı düşünce etkisiyle kabul edilen Gotha Programı’nı eleştirirken, Marx, şunları yazıyor: “Ama bu ilerlemeye karşın, eşit hak, hâlâ burjuva sınırları içinde kalmaktadır. Üreticinin hakkı sunmuş olduğu emekle orantılıdır; buradaki eşitlik emeğin ortak ölçü biçimi olarak kullanılmasından ibarettir.”
“Ama bir birey, fizik ya da moral bakımından bir başkasından üstün olabilir, o zaman aynı zaman içinde daha fazla emek sarfetmiş olabilir ya da daha uzun süre çalışabilir; ve emeğin bir ölçü hizmetini yerine getirebilmesi için süresi ve yoğunluğu saptanmalıdır; yoksa bir birim olmaktan çıkar. Bu eşit hak, eşit olmayan bir emek için eşit olmayan bir haktır. Hiçbir sınıf farkı tanımaz, çünkü her insan bir diğeri gibi emekçidir; ama bireylerin yeteneklerinin eşitsizliğini açıkça tanır ve verim kapasitesini doğal bir ayrıcalık olarak kabul eder. Demek ki bu, özünde, her hak gibi eşitsizliğe dayanan bir haktır.” (Marx-Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yayınları, s. 30).
Demek ki, a) T. Töre eşitlik meselesini üretim araçlarına sahip olmamak biçiminde koyarken, sınıf farklılıklarının olmamasını bize anlatabilir. b) Bunun ötesinde eşitlik sorunu insanın harcadığı emek ve yetenekleri ile, elde ettiği ücret ilişkisini bize anlatır (bu ikinci noktaya ikinci soruda geleceğiz). Onun için sıfır temelde eşitlik, ünlü “sosyalizm fakirlikte eşitliktir” biçimindeki burjuva saldırının biçim değiştirmiş halidir.
ikinci noktaya, motivasyon meselesine gelince. Yanıtı, Komünist Parti Manifestosu’nda Marx ve Engels versin: “Özel mülkiyetin kaldırılmasıyla her türlü çalışmanın duracağı ve genel bir tembelliğin kök salacağı itirazı öne sürülmüştür.
Ona bakılırsa, burjuva toplumun aylaklık yüzünden çoktan yerle bir olması gerekirdi; çünkü çalışanlar hiçbir şey edinemiyorlar, bir şeyler edinenler ise çalışmıyorlar. Bu itirazın bütünü, sermaye olmayınca artık ücretli emeğin de olamayacağı safsatasının bir başka ifadesinden ibarettir.” (Marx-Engels, Seçme Yapıtlar 1, s. 149).
Peki Teslim Töre’nin motivasyonsuzluk dediği şey nedir? Bu çok açıktır ki bilinç eksikliğidir, siyasal ve ideolojik eksikliktir. insan niye çalıştığını bilmezse, yaşamını devam ettirebiliyorsa ve en önemlisi kapitalist değer yargılarını henüz aşamamışsa verimi düşer. Başkası için, toplum için gönüllü çalışma gerçekleşmedikçe, komünist olunabilir mi?
“Marksizm ve Sorunlarımız” içinde Teslim Töre, rekabetin sorunumuz olduğuna karar veriyor. Ama önce uzun bir soru dizisi ile bakışını ifade ediyor. “Sosyalist ekonomi nedir, hangi ekonomik yasaları vardır, onun da devrevi bunalımları olur mu, olmaz mı, sosyalist ekonomilerin rekabete, tüketime yönelik reklama ihtiyaçları var mı, yok mu veya rekabet etme yeteneğine4 sahip midir, sahipse nasıl bir rekabet karakteri vardır, sosyalist ekonomi artı-değere ihtiyaç duyar mı ya da sosyalist ekonomide artı-değer nasıl değerlendirilir (ya sabır, belki bu soruların sonucunda sorunlarımızın çözümü çıkar, devam edelim), kendini nasıl finanse eder, hareket kabiliyeti ve dinamikleri nelerdir, kendini nasıl yeniler, üretimi yoğunlaştırmak, üretkenliği arttırmak için motivasyonu nedir, hangi teşvik yöntemleri daha etkilidir?… vb. biçiminde uzayıp giden soruları çoğaltmak mümkün. Ancak bu sorulara bütünlüklü yanıtlar verecek, yaşanmış somut deneyime dayalı, köklü inceleme eserlerine sahip değiliz.” (T. Töre, age, s. 52-53).
Bir, niye bu sorulara şu gibi sorular eklemiyoruz; insanı dünyaya kim getirmiştir, leylekler ne işe yararlar, kime devrimci denir, devrimci sosyalizme nereden bakar, bir “devrimci öncü” partinin genel sekreteri niye ciddi olmak durumundadır? Anlaşılan bu sorulara da bütünlüklü, deneyime dayalı köklü yanıtlar verilmiş değildir. iki, Teslim Töre’nin kafası çok karışmış. Sosyalizm yenilince, o da tüm bildiklerini unutmuş. Ama daha da ilerisi bize de unutturmaya çalışıyor. Töre, kitabının adını şöyle koymalıydı: Marksizm ve Sorunlarınız. Üç, rekabet üzerinde durmalıyız. Rekabet, neden artı-değerden ayrılmaz? Kapitalistin amacı artı-değeri arttırmaktır. Ancak o, bu artı-değeri ancak ve ancak sömürüyü yoğunlaştırmak yolu ile (mutlak ve nispi artı-değer yöntemleri ile) arttırabilir. Onun amacı çok üretmek değildir, tersine çok artı-değer elde etmek için ve artı-değer, bir değer olarak ancak metada somutlaştığı için çok üretir. Ancak sıra bu üretilenin satılmasına gelir. Üretim, toplumun ihtiyaçlarına göre yapılmadığına göre, üretilen her şeyin satın alınacağı (emekçilerin üretilenleri satın alabilecek gelirleri var olsa bile) kesin değildir. Bundan da öte, kapitalist artı-değeri hızla gerçekleştirmek, bu yolla sermaye devrini hızlandırmak, kâr oranını arttırmak isteyecektir. Artı-değerin gerçekleştirilmesi, onun tekrar para sermayeye çevrilmesi olmadan kapitalist, yeniden üretimi gerçekleştiremez. Bu noktada devreye toptan ve perakende ticaret girer, aracı sermaye girer. Ticarî sermaye, sanayi sermayesinin bir ajanı olarak, ondan bağımsızlaşır. Ticarî sermaye, değer üretimi dolayısıyla artı-değer de üretmez. Ama üretilmiş artı-değer, tüm kapitalistler arasında paylaşılır ve ticarî sermaye de payını alır. Tüm bu süre içinde kapitalistin elde ettiği artı-değer (henüz meta halinde) ile bundan kendisine dönen arasında bir fark oluşmaya başlar. Kâr oranı, ortalama kâr oranına dönüşür. işte tüm bunlar rekabetle gerçekleşir. Yani rekabet, artı-değerin kapitalistler arasında yeniden dağıtılmasıdır. Kapitalistler, daha çok artı-değer elde etmek için işçileri boğarlar, bu konuda birliktedirler. Ama üretilmiş artı-değerin paylaşımına sıra gelince, kâra sıra gelince, o zaman rekabete girişirler ve bu konuda birbirlerini boğazlarlar. fiimdi, bir insan sosyalizmde rekabetten söz ederken, kendisine hâlâ Marksist diyebilir mi? Bu yolla, sosyalizme sahip çıkılabilir mi? Ekim Devrimi bu yolla miras olarak ele alınabilir mi? Bir dönek olmak için başka ne gerekir?
Castro şöyle yazıyor: “Kapitalizm, onun piyasa ekonomisi, değerleri, kategorileri ve yöntemleri sosyalizmin bugünkü zorluklarını çözemez ya da yapılmış hatalar varsa onları düzeltemez. Bu zorlukların birçoğu sadece yapılmış hataların sonucu değildir, aynı zamanda sömürgeleri talan ederek, işçi sınıfını sömürerek ve gelişmekte olan ülkelerden büyük çaplı beyin göçlerini kışkırtarak dünya nimetlerinin ve ileri teknolojilerin çoğunu tekeline almış olan ve belli başlı kapitalist güçlerin uyguladıkları katı abluka ve tecritin de sonucudur.
“ilk sosyalist devlete karşı, milyonlarca yaşama mal olan ve üretim araçlarının çoğunu tahrip eden, yıkıcı savaşlar düzenlenmiştir. Mitolojideki kuş misali, ilk sosyalist ülke birden daha çok kez kendi külleri içinden yeniden doğmuştur. Faşizmi yenerek ve sömürge yönetimi altındaki ülkelerin özgürlük hareketlerini kararlı bir biçimde destekleyerek insanlığa büyük hizmetlerde bulunmuştur. fiimdi tüm bunlar unutuluyor.
“SSCB’de bile ne kadar çok insanın o destansı halkın tarih yapan başarılarını ve olağanüstü özelliklerini inkâr ve tahrip etmekte oluşları iğrençtir. Çarlık baskısından ve büyük fakat fakir bir ülkeden çıkmış bir devrimin inkâr edilemez hatalarını düzeltmek ve yazmak böyle olmaz. Bugün Lenin’i tarihin en büyük devrimi için Rusya’yı seçmiş olmasından dolayı suçlamamalıyız.” (F. Castro, Sosyalizmi Kuracağız, Belge Yayınları, s. 165-166).
Ama, eminiz, Teslim Töre, Castro’nun söylediklerini inandırıcı bulmamaktadır. Biz, Teslim’in inandırıcı sosyalizmini dinleyelim.
“Her şey gibi, ekonomi de hareketsiz olmaz. Ekonomide de hareketi sağlayacak unsur çelişkidir. Diğer bir deyimle zıtların birliği yasasıdır.5 Ekonominin hareketini sağlayacak çelişkinin öğelerinden birisi de rekabettir. Rekabet gücü ve yeteneği olmayan ekonomi dinamikten yoksundur.” (T. Töre, age, s. 54). Madem ki Marksistiz, öyleyse karşıtların birliğini anlarız, ona inanırız. Madem karşıtların birliği yasasını kavrıyoruz, o halde ekonominin de rekabetsiz olmayacağını anlamalıyız. işte size inandırıcılık örneği bir us yürütme.
“Bu durumda, Marksistlerin yapması gereken şey, ekonominin genel işleyiş yasalarını iyi kavramak, bu yasaları altüst etmeden, yıkıma uğratmadan sosyalist ekonominin ülkemiz bazında işleyiş kurallarına uyarlamaktır.” (Teslim Töre, age, s. 54). fiimdi ne öğreniyoruz, hayretler içinde Marksizm’in sorunlarını öğreniyoruz! Demek ki, ekonominin genel işleyiş yasaları varmış. Yani ister sosyalist, ister kapitalist olsun ekonomi ekonomidir ve onun altüst edilmemesi gereken yasaları vardır. Her halde bu evrensel ekonomik yasa, burjuva ideologlarının savunduğu gibi, rekabettir. Teslim Töre böyle düşünüyor. “Konumuzla ilgili olarak, rekabet örneğinde sorunun üzerine eğilecek olursak, Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerde iç pazarda rekabet olmadı diye, bizde de olmaması gerektiği sonucuna varmak yanlıştır. Türkiye’de, sosyalizmin devralacağı verili ekonomik koşullar, sosyalist iç pazarda rekabetin doğal olarak varolacağını bugünden göstermektedir.” (T. Töre, age, s. 54). Peki rekabet, özel kapitalist mülkiyeti varsaymaz mı? Yani özel mülkiyet olmadan neden rekabet olsun? Teslim aslında, özel mülkiyeti de savunacak ama dili varmıyor. Zira bu söylediklerinin ödülünü almadan, daha “ileri” şeyler söylerse, pek politik davranmış olmaz.
“… Devletçiliğin ve merkezî planlamanın ağırlıklı olarak uygulanması, rekabetsiz, dolayısıyla da kendi kendini yenileme, sürekli daha iyiyi, daha mükemmeli yaratma yolunda yarışma yeteneğinden yoksun bir ekonomi yaratıldı.” (T. Töre, age, s. 54). Hayır Teslim Töre, siz Sovyet mallarının kabalığı masalının etkisi ile konuşuyorsunuz, ama artık ülkemizde bu kadar tarih bilinmediğini mi düşünüyorsunuz? Sizin yeriniz TBKP yöneticilerinin yanı değil mi? Farkınızın ne olduğu konusunda bizi nasıl inandıracaksınız?
“Türkiye’de böyle olmaması gerekiyor. Türkiye’de kapitalizm yıkılmalı, üretim ilişkisi değiştirilmeli, ancak ekonominin, doğal işleyiş yasaları alabora edilmemelidir.” (T. Töre, Age, s. 56). Üretim ilişkisinden ne anlaşılıyor? Eğer üretim ilişkisi denilen şey, bize mülk edinmenin karakterini değiştirmeden değişecek şey olarak algılanmıyor ise, nasıl oluyor da rekabet korunuyor? Sonra hiçbir ekonominin doğal işleyiş yasaları yoktur. Eğer “doğal işleyiş yasaları” varsa, ekonomi denilen şeyin üretim güçleri ve üretim ilişkilerinden apayrı bir şey olması gerekirdi. Yani köleci toplumun, köleci üretim ilişkilerinin “doğal yasaları” var mıdır? Feodal üretim ilişkilerinin doğal ekonomik yasaları nelerdir? Bir Marksist bir üretim ilişkisine, birden fazla üretim ilişkisine özgü yasalardan söz edebilir, ama asla ve asla “ekonominin doğal işleyiş yasaları” gibi bir safsatayı ileri süremez.
Hatırlanacaktır, Gorbaçov işbaşına geldikten sonra bazı sorular sordu. “emperyalizm üçüncü dünyanın sömürüsü olmadan varolabilir mi, emperyalizm militarizmsiz olabilir mi” gibi. Bu soruların nereye vardığını biliyoruz. Aynı örnek Teslim Töre’de de var.
Einstein, haklı olarak “zekâ, iyi yanıt vermekte değil, soruyu iyi sormaktadır” diyordu. Teslim Töre’nin soruları, dönekliği gizlemek için yeterince ustalık içeriyor. Ama zamanlama yanlış, TBKP liderleri kendisinden önce bu yola girmişti zaten.
Bir de şunu dinleyin. “Eğer sosyalizm, ‘bir marka otomobil yeter’ deyip diğerlerini kapatırsa sosyalizmin geleceği olmaz. Çünkü sosyalizm tek tipleşme değildir.” (T. Töre, age, s. 57). Allah bilir Teslim Töre, çok marka otomobilin insan doğasının sonucu doğan ihtiyaçları karşıladığını da iddia eder. Peki şöyle soralım, kaç marka otomobil yeterlidir?
Ama Teslim Töre’nin bazı gerçekleri bildiği kesin. Aşağıdaki satırları bir kalite uzmanı, bir işyeri sahibi söylemiyor. Teslim Töre söylüyor: “… Sosyalizm altında, aynı daldaki ayrı küçük işletmeleri kooperatişeştirerek birleştirmek, örneğin on model ayakkabı üretimini on büyük işletmeye, fabrikaya dönüştürmek mümkündür. Bu durumda da doğal bir yarış içinde olacaklardır. Yani rekabet kaçınılmaz olarak varolacaktır.” Biz anlayamadık, niye on ayrı model ayakkabı var ise rekabet olsun? Acaba model ile marka mı karıştırıldı? Eğer kitap çeviri olsaydı, kesinlikle çevirmeni suçlar, yanlış çeviri derdik. Kanımızca Teslim Töre, rekabete teslim olmuş. Ne yapıp yapıp konuyu rekabete getiriyor. Aynı yerde şöyle devam ediyor: “Rekabetin olduğu yerde reklamdan kaçınılmaz.” işte bu doğru. “… Burada dikkat edilecek şey, reklamın, yüksek fiyat artışı ve kalitesizliği örtme aracı olarak kullanılmasını önlemektir. Bu da büyük oranda toplumun reklamı değil, kaliteyi seçme bilincini almasıyla sağlanır.” (T. Töre, age, s. 58). Bu satırları bir tüketici koruma derneği genel sekreteri değil, Komünist Emek Partisi’nin Genel Sekreteri yazıyor. Teslim, öylesine teslim olmuş ki, ona göre bilinç sadece “reklamı değil, kaliteyi seçme” için gerekli. Peki toplum reklamı dikkate almayacaksa reklam niye yapılacak?
işte rekabeti sosyalizme sokmaya kalkmanın sonucu budur. işte sosyalizmi kapitalizmden algılamanın sonucu budur (“Rekabet açlar dünyasına aittir” diyor Castro).
Okuyucunun sabrına sığınarak son bir alıntı yapacağız. “Sosyalizm artı-değer sömürüsüne son veren bir sistemdir. Ancak bu, artı-değerin kendisinin de son bulduğu anlamına gelmez. Hangi sistem altında olursa olsun, işçi çalıştığı sürece artı-değer üretecektir.” (T. Töre, age, s. 65).
Birincisi, “sosyalizm artı-değer sömürüsüne son veren bir sistemdir” sözü bir anlamda yanlıştır. Sosyalizm, artı-değer sömürüsü de içinde olmak üzere, sömürünün tüm biçimlerine son veren bir sistemdir. Bunu da üretim araçlarını ortak mülkiyete geçirerek yapar ve bunun sonucu olarak merkezî planlama ile işleri yürütür. Özel mülkiyetle birlikte, rekabet de yok olur.
ikincisi, artı-değer sadece kapitalizme özgü bir kategoridir. Ne feodal toplumda, ne de sosyalizmde artı-değer üretimi yoktur, olamaz. Ancak, işgücünün karşılığı ile emeğin ürünleri arasında asla birebirlik olmaz. Yani emekçi kendisini yeniden üretmek için gerekli tüketim nesnelerinden fazlasını üretir. Yoksa insan toplumu asla gelişemezdi. Üretim araçlarının cansız emek olduğu hatırlanınca konu daha da netleşecektir. Dolayısıyla, sosyalizmde de bir fazla varolacaktır. Buna toplumsal fazla denir. Artı-değer denmez. Toplumsal fazla değişime girmez, toplumun ihtiyaçları için kullanılır, değişime girmeyen değer, değer olarak görünmez. Ama artı-değer, değer olan metaın içinde somutlaşmıştır. Artı-değer, üretim araçları sahipliği ile bağlantılıdır. Metaın özel bir sahibi olabilmesi, üretim araçlarının özel karakterinden gelir. Bunun sonucu kapitalist, emekçilerin ürünlerini sahiplenir. Emekçiler, kendi ürünlerine kendileri (devletleri aracılığıyla) sahip oluyorlarsa, artı-değer kategorisinin canına okunmuş olacaktır.
2- Sosyalizm-komünizm ayrımının özetlediği herkesten yeteneği kadar ve herkese emeği ve ihtiyacı ölçüsünde ilişkisi nasıl anlaşılmalıdır? Yani komünizmde, herkese ihtiyacı kadar ilkesinin uygulanabildiği ortamda sorun yoktur. Ama “herkese emeği kadar”ın geçerli olduğu sosyalizmde, bu ilke nasıl algılanmalıdır?
Komünist toplum, insanların ihtiyaçlarının karşılandığı, üstelik bunun daha fazla çalışma ile değil, daha fazla boş zaman ile gerçekleştiği bir toplumdur. Herkese ihtiyacı kadar ilkesi, son noktada ekonomik, teknik bir olguya indirgenebilse de, aslında bu ilke sınışarın kalkmasını, devletin sönmesini, insanın yenileştirilerek komünist insanın yaratılmasını gerektirir. Bu nedenle konunun üzerinde durmak gerekir.
Toplumun bayraklarına herkesten yeteneği ölçüsünde, herkese ihtiyacı kadar yazıldığı zaman
a) işbölümü son bulmuş olacaktır.
b) kafa ile kol emeği, kent ile kır çelişkisi ortadan kalkacaktır.
insanların yarın korkusu olmayacak, insanoğlunun tüm yetenekleri toplum yararına kullanılabilecek, geliştirilebilecektir. Böylesi bir toplumda çalışmak sadece geçimini sağlamanın zorunlu koşulu olmayacaktır. Tersine gelecek korkusunun olmadığı bir toplumda çalışmanın “kendisi birinci hayatî gereksinme” olacaktır. insanlar çalışmalarının karşılığında ücret almayacaktır. Çalışması karşılığında alacağı ücrete ihtiyacı yoktur. Çünkü onun bütün gereksinmeleri karşılanabilmektedir. Böylesi bir toplumda çalışmak, zorunluluk olmaktan çıktığı için, bilincin de göstergesi olarak ele alınabilecektir. insanın bütün gereksinmelerinin karşılandığı bir toplumda para da ortadan kalkacaktır. Para ile birlikte meta üretiminin etkileri yok edilmiş olacaktır. insan yeniden, kendi emeği ile, kendi ellerinde doğacaktır. “Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasında, bireylerin işbölümüne ve onunla birlikte kafa ile kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğişleri sona erdiği zaman; emek, sadece bir geçim aracı değil, ama kendisi birinci hayatî gereksinme haline geldiği zaman; bireylerin çeşitli biçimde gelişmeleriyle, üretici güçler de arttığı ve bütün kolektif zenginlik kaynakları gürül gürül fışkırdığı zaman, ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları kesin olarak aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının üstüne şunu yazabilecektir: ‘Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre.'”
Bugün, insanın gereksinmelerinin ne kadarı doğaldır, ne kadarı kapitalizm tarafından (en başta da rekabetin ayrılmaz parçası reklamlar sayesinde) yaratılan gereksinmelerdir? Yabancılaşmanın bu boyutlara geldiği, insanın nesne haline geldiği tekelci kapitalizmde bu soru çok ama çok anlamlıdır. fiimdi burada, tekelci kapitalizmin gerçeklerinden bakan birisi, komünist toplumda insan niye ihtiyacından fazlasını almasın sorusunu gündeme getirecektir. Bunun için, bu toplumun insan tipinin öneminin kavranması gerekir.
Yine bu toplumda, insanlar hiç ücret almadan, tüm gereksinmelerinin karşılandığı koşullarda çalıştıklarında bile, bir toplumsal fazla varolacaktır. Bu toplumsal fazla, toplumun gelişimi için, en ücra köşesine kadar örgütlenmiş toplum tarafından yönetilecektir.
Sosyalizmde herkesten yeteneğine göre, herkese emeği kadar ilkesi geçerlidir. Bu ilke, ancak komünist toplumun ilkesi ile ilişkilendirilirse anlam kazanır. Yani komünist topluma varmak üzere anlam kazanır. fiimdi, bu ilkenin bazı sosyalist ülkelerde yanlış uygulandığını söylemek durumundayız.
Sanıldı ki işçilerin eline her geçen gün daha fazla ücret geçmelidir. Bu kökten yanlıştır. Diyelim ki bir insan belirli bir ücret alıyor ise, bu ücreti ile yaşamını devam ettirmek durumundadır. Yani yaşamını devam ettirdiği sürece, ücretinin düşüklüğünden söz edilemez.
Peki, neden ücret ödenmek durumundadır? Bu soru son derece önemlidir. Sosyalizmde henüz, tüm alanlarda kamulaştırma gerçekleştirilememiş olabilir. Bazı alanlar, örneğin berberlik, toplumsallaştırılması son derece zor olan alanlardandır. Bu alanlarda, tekniğin gelişimi ile insan gücü kullanmadan üretim olanaklı olabilecektir. Ama düne kadar toplumsallaşma gerçekleştirilemediği için bu alanda para geçerlidir.
Sosyalizmde eğitim, sağlık vb. gibi hizmetler ücretsiz olmalıdır. Giderek sosyalizmin gelişmesi, üretici güçlerin gelişmesi ve insanın bilincinin gelişmesiyle birlikte, her gün yeni alanlarda ücret ödemeden hizmet ve ihtiyaçların karşılanması olanaklı olacaktır. Devrimin hemen ardından x kadar maaş alan bir işçi, diyelim ki ulaşımın bedava olması durumunda, yani paranın geçerlilik alanının her daralışında, maaşının artan kısmını ne yapacaktır? Konut sorununun çözülmesi halinde aynı şey geçerlidir. Süt, ekmek vb. gibi gıdaların paranın alanından çıkarılması halinde, maaşların düşürülmesi gerekmez mi?
Sosyalizm her geçen gün, paranın geçerlilik alanını daraltarak ilerler. Bu durumda insanlar daha çok ücret almak için çalışmayacaktır. Evet kesinlikle böyle. Komünist bilinç, başkaları için, toplum için karşılıksız çalışmayı gerektirir ve böyle kazanılır. Che, “gönüllü çalışma komünist binicin okuludur” derken çok haklıdır.
Oysa SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerinde, çözülüş gerçekleştiğinde, her vatandaşın cebinde ne yapacağını bilmediği ortalama 5000 dolar olduğu ortaya çıkmıştır. Bir insanın elinde ne yapacağını bilmediği, kısacası işine yaramayan, bu nedenle biriken (gelecek korkusu ile değil) milyonlarca lira oluşur ise, o insan, bir naylon çorap almak için yüzbinlerce lira öder elbette.
Bunun tersinin olabileceği konusunda Castro’ya kulak verelim: “Toplum içindeki üretim ilişkilerinde tam bir değişme geçerlidir. Bundan dolayı tüm ulusun mülkiyetinde bulunan girişimler arasındaki ticarî ilişkileri kaldırmamız gerektiği sonucuna vardık. Bir sanayinin etkinlik indeksini hesaplarken, esas olarak ‘kâr’ kavramını almıyoruz. Etkinliği ölçmek için başka kıstaslar arıyoruz. Peynir üreticisinin gelişmesi, süt sanayiinde sağlanan kârlarla değil de, ihtiyaçlarımızın ne olduğuna, 1970’te, 1975’te, 1980’de ulaşmak istediğimiz tüketim hedeşerine bağımlı olacaktır. Yani sosyalist teşebbüsler arasındaki bütün ilişkilere son verdik.
“Bunun yanısıra, üretkenliği arttırmak aracı olarak maddî müşevvikler kullanılmasına da son vermeye çalışıyoruz.” (F. Castro, Sosyalizmi Kuracağız, Belge Yayınları, s. 27). Castro bunları, 1968 Eylülü’nde söylüyor. Ve şöyle devam ediyor: “Üretkenliğin yükseltilmesinde, üretimin arttırılmasında temel unsurun teknoloji olduğu varsayımıyla işe başladık. Eğer yeni bir teknoloji uygulamaya başlarsanız, üretimde devrim yaparsınız, üretimi 10, 20, 30 kat arttırabilirsiniz. Teknoloji ve uygun örgütlenme temel unsurdur. Bu öncülerle işe başladıktan sonra, toplum içinde özel çıkarları bulunan herhangi bir ekonomik birim olabileceğini düşünmedik: Üretken bir birim içinde hiçbir işçinin özel bir çıkarı yoktur. Eğer toprak verilmişse, bu, toprağı işleyen bir grup işçinin değil tüm toplumun yararına olmalıdır. Eğer bir fabrika daha modernse ve üretkenliği daha yüksekse, fabrikanın ürünleri ve nimetleri, eşit olarak tüm toplumun yararına olmalıdır.” (F. Castro, age, s. 27-28).
insanların toplumsal yaşamında paranın geçerlilik ve egemenlik alanı daraltıldıkça, ücretsiz karşılanan ihtiyaçları, işçinin çalışmasından elde edilecek ürünün toplumsal fona aktarılan miktarını arttırır. Bu, toplumsal fonun arttırılması, komünizme ilerleyişin garantisi ve hızı açısından son derece önemlidir. Kitabın, sinemanın, tiyatronun paranın alanından çıkması, işçinin eski ücret düzeyinde ücret aldığı durumda elindeki para miktarını arttıracaktır. Öyleyse ücretlerin de düşmesi gerekir. Bu durumda işçinin aldığı ücret, onun refahının ölçüsü olmaktan çıkacaktır. Ücret ve kâr geçmişin kategorileridir ve komünizme ilerleyen bir toplumda ölçü olarak kabul edilemezler.
3- Sosyalizm, kadının kurtuluşu için hangi adımları atacaktır? Sosyalizm, insanın insan tarafından sömürüsüne son vermekle en büyük adımı atmış olacaktır. Bu, kadın sorunu için de birinci noktadır. Ama bundan daha ilerisini yapma gücüne sahibiz. Fuhuş konusunda Manifesto’da yazılanlara ilave edilecek pek bir şey göremiyoruz. Ama kadının kurtuluşu, ev ekonomisinin toplumsallaştırılması ile daha da ilerleyecektir. Örneğin; büyük çamaşırhaneler, örneğin, her mahallede bir aşevinde üç öğün yemek verilmesi, örneğin çocuğun eğitiminin ilk 6 aydan sonra toplum tarafından üstlenilmesi bu tür adımlardandır. Çamaşırhanelerin kurulması, teknik sayesinde ütü sorununun çözülebilmesi, ulusal ekonomi açısından da tasarruf sağlayacaktır. Böylelikle, sosyalizmin insan refahını arttırıcı yanının ölçütü olarak her eve kaç çamaşır makinesi, kaç ütü vb. düştüğü göstergesi işas edecektir.
4- Aslında bu nokta, aynı zamanda tekniğin nasıl örgütleneceği sorunu ile de yakından ilgilidir. Sosyalizm, kapitalizmin teknik temelini alabilir, ama onu olduğu gibi kullanamaz. Kapitalist üretimin amacı kârdır, örneğin; bir otomobil fabrikasının iç dizaynı, teknolojik örgütlenişi tamıtamına maksimum artı-değer üretebilmesi amacına göre gerçekleştirilmiştir. Bizler buna son vereceğiz. Ağır fiziksel güç gerektiren mekanik işlemlerin makineleşmesi gerçekleştirilmelidir. Bu zaten kafa ile kol emeği arasındaki çelişkinin çözümünün yoludur. Teknolojiyi, sosyalist toplumun amacına uygun olarak örgütleyeceğiz.
5- Sosyalizmin çözmek durumunda olduğu çelişkiler nelerdir? Sosyalizm, en başta, işçi sınıfının iktidarı alması ile birlikte, sınıf olarak burjuvaziyi yok etmek görevi ile karşı karşıyadır. Bu görevle birlikte, ekonominin sosyalist temelde örgütlenmesine geçilecektir. Sosyalizm, içeride ilerledikçe, kafa ile kol emeği çelişkisini, kent ile kır arasındaki çelişkiyi çözmek durumundadır. Bu çelişkilerin çözümü, sınıf olarak proletaryanın da yok olması, işbölümünün tarihe karışması demek olacaktır. Bu ise tekniğin rolünü, sadece teknik gelişimin değil, tekniğin örgütlenişinin de rolünü arttırır.
Sosyalizm, insanların elleriyle kurdukları bir toplumdur. Bu nedenle, sosyalizmde ekonomik yasalar, körcesine işlemezler. Bu belirlemeden sonra, sosyalist üretimin amacının, komünizme geçişi kolaylaştıracak ve hızlandıracak olan, toplumsal fazlanın ve insanların refahlarının birlikte arttırılması olduğu söylenebilir. Bu amaç, her geçen gün paranın geçerlilik alanının daraltılması, başkası için karşılıksızlığın ilke edinileceği komünist bilincin arttırılması ile yakından ilişkilidir. Öyleyse, sosyalizm bu amacına ancak merkezî planlama ile varabilir. Kapitalizm ve kâr için üretimin nasıl ayrılmaz parçası rekabet ise, sosyalizm ve toplum için üretimin ayrılmaz parçası da merkezî planlamadır.
Merkezî planlama, söylendiği gibi kaçınılmaz biçimde bürokratlıkla sonuçlanmaz. Bunu anlamak için, devletin olmadığı komünizmin, en ücra köşesine kadar örgütlü bir toplum olduğunun ve bu örgütlülüğün sosyalizmde en başından geliştirilmek zorunda bulunduğunun bilinmesi yeterlidir.
Sosyalizm bilinçle kurulan bir toplumdur. Burada her adım, en başından komünizm hedefine, komünizme varacak tarzda atılmalıdır. Devrimci partinin görevi de esas olarak budur. Komünizm hedefinin bir an bile unutulmaması gerekir. Bu dönem, yoğun bir örgütlenme, yoğun tartışma, sürekli müdahale dönemidir. Ve bu, bilincin sürekli gelişimi ile olanaklıdır.
6- Bu amaca yürüyen, toplum için üretimi ilke edinmiş, her geçen gün paranın geçerlilik alanını daraltan bir toplumda, fiyatlar niye vardır? Elbette paranın rolünü de bu soru belirleyecektir.
Marx, Gotha Programının Eleştirisi’nde şunları yazıyor: “Besbelli ki burada uygulanan ilke, eşit değerler olduğu ölçüde, meta değişimine hükmeden ilkenin aynıdır. Esas ve biçim değişiktir, çünkü koşullar değişik olduğundan, kimse emeğinden başka bir şey sunamadığı gibi, bireyin mülkiyetine bireysel tüketim maddelerinden başka bir şey geçemez. Ama birey olarak ele alınan üreticiler arasında bu maddelerin paylaşılması konusunda egemen ilke, eşdeğer metaların değişimine hükmeden ilkeden farksızdır: Bir biçimdeki aynı miktar emek, bir başka biçimdeki aynı miktar emekle değişilmektedir.” (Marx-Engels, age, s. 29).
Demek ki sosyalizmde; satın alma demek, meta değişimine hükmeden ilkenin geçerli olması demektir. Meta değişiminde varolan meta üretiminde söz konusu olamaz. Kişiler, berberde tıraş olabilir ve bunun için ücret ödeyebilirler, bir kilo armut için de. Ama gidip üretim aracı satın alamazlar. Dolayısıyla üretim araçlarının toplum adına devlet mülkiyetine geçmesi, meta üretimine son vermenin başlangıcıdır. Bununla birlikte, emeğin alınıp satılması engellenmiş olur. Sadece bir kısım henüz kamulaştırmaya uygun olmayan sektörlerde meta üretimi devam eder.
Para bu toplumda, basit bir dağıtım aracı (tıpkı bir bono gibi) işlevini görür. Toplumun bütün mali kaynakları devletin mülkiyetindedir. Bu nedenle para, sermayenin bir biçimi olmaktan çıkmıştır, zira sermaye ortadan kalkmıştır. insanlar makinelerin, fabrikaların, kendilerinin cansız emekleri olduğunu bilirler, bu açıktır.
Tekniğin gelişimine bağlı olarak, sosyalizmde paranın geçerlilik alanının daraltılacağını, bunun her geçen gün başarılacağını söylemiştik. Böylece para, kolektişeşmesi en zor dallarda bir dağıtım aracı işlevini görür. Yani genel bir dağıtım aracı işlevini de göremez hale gelir.
Yine de meta üretimi ufkunun aşılması, esas olarak, insanın ücret için değil, başkaları için çalışmayı bir erdem haline getirmesi ile mümkündür. Bu nedenle, sosyalizmde kapitalist bilince karşı, komünizm için mücadele sürer.
Sosyalizmde içeride küçük burjuvaziye (toplumsallaştırılmamış sektörlerdeki) ve geçmişin kalıntılarına karşı, dışarıda ise, bir bütün olarak dünya burjuvazisine karşı mücadele sürer. Buna rağmen, Sovyet Rusya’nın en başından sosyalizm adını alışını Lenin şöyle anlatır: “Sovyetler iktidarının sosyalizme geçiş arzusunu ifade eder (sosyalizm adının kullanılması- D.A.), fakat hiçbir şekilde yeni ekonomik düzenin sosyalist olduğu anlamına gelmez.” Bugün bizler çok daha ileriden işe başlayacağız. Bu kesindir.
Sosyalizmde mücadele devam eder. Ta ki dünya devriminin zaferi ve komünizm kurulana kadar. “Kurulmakta olan yeni toplum, var gücüyle geçmişe karşı mücadele etmelidir.” (Che, Sosyalizm ve insan, Yar Yayınları, s. 86). Bu mücadele aynı zamanda yeni insanın, komünist insanın yaratılması mücadelesidir. “Komünizme yönelen bir devrim, ancak üretici güçlerin tam gelişmesiyle ve aynı zamanda bilinçli insanın tam gelişmesiyle sağlanabilir.” (F. Castro, age, s. 31).
Peki bu bilinçli insandan ne anlamalıyız? “Yani o, kolektifin önemini hisseden bir insandır. Biz yeni insandan konuşurken, kapitalist toplumda vahşi bir varolma mücadelesi vererek yaşamak zorunda olan insandan köklü bir biçimde farklı bir ruh ve vicdan yapısı içinde oluşturulacak insandan söz ediyoruz.” (F. Castro, age, s. 32). “Bu yeni insan, ne 19. yüzyılın düşüncelerini ne de bizim çürümüş ve hastalıklı yüzyılımızın fikirlerini temsil edecektir.” (Che, age, s. 97).
Bizler, devrimci bir partide üyenin niteliğinin, gönüllülüğünün, tartışmanın, eleştirinin, canlı bir parti yaşamının temel taşı olduğunu söylüyoruz. Burada bilince vurgu yapıyoruz. Alçakgönüllülüğe vurgu yapıyoruz. Doğrusu budur. Sosyalizmin insanı, yaptıkları için takdir ve tebrik beklemeyen, ödül beklemeyen, tüm gücü ile sıradan insan, sıra neferi, örnek insan olmalıdır.
Sosyalizm, komünizme doğru ilerleyiş, insanın boş zamanlarını arttıracaktır. Bu boş zamanlar, ancak bilinçli ve örgütlü bir çalışma içinde doğru ve yeni insan için değerlendirilebilir. Yoksa, kimsenin boş yatmak için boş zamana ihtiyacı olmaz. Boş zamanın artışı, giderek çalışmanın insan yaşamının birincil gereksinimi olarak örgütlenmesini de sağlayacaktır. “Ve siyasal bilinç yaratmak için parayı ya da serveti kullanmamalıyız. Bir insanın görevinden daha fazla şey yapması için, daha fazla şey önermek, onun bilincini parayla satın almaktır. Bir insanın görevini yaptığı ve toplum için daha çok şey üretip daha çok yarattığı için daha kolektif zenginliğe katılımını sağlamak, siyasal bilinci zenginliğe dönüştürmektir.” (F. Castro, age, s. 154).
Artan boş zaman, siyasal bilincin arttırılması, toplumun ortak işleri için gönüllü çalışma, insan yeteneklerinin geliştirilmesi yönünde kullanılmalıdır. Tek başına boş zamanın arttırılması bir amaç olamaz. işte komünist partisinin boş zamanın örgütlenmesi, komünizm için kullanılması, siyasal bilincin arttırılması konusunda son derece önemli, ertelenemez ve devredilemez görevleri vardır.
Devrimci teori ışığında, komünizm hedefi için yaşanan 70 yıllık sosyalizm deneyiminden öğrendiklerimiz sadece bunlar değildir. Biz, ısrarla, sosyalizmin, Ekim Devrimi’nin tarihsel mirasına sahip çıkmanın, bu noktada sosyalizme komünizmden bakmanın gerektiğini ileri sürüyoruz.
Sovyetlerin yenilgisi ardından kapitalist değerleri sosyalizme taşımaya çalışmak dönekliktir, sosyalizme saldırıdır. Ho fii Minh şöyle diyor: “Talihsizlik insanın sadakatinin sınavıdır.” Sosyalizme sövenlerin çokluğu bundandır.

Sonraki Bölüm: Meta Üretim Ufku Aşılmadıkça Yeni İnsan Yaratılamaz