Kapitalizm ve gelecek üzerine

Başlangıç tarihi 2008 krizi olarak alınabilir, o tarihten bu yana özellikle o tarihten bu yana kapitalizm ve gelecek üzerine birçok “ilginç” görüş ortaya çıkmaya başladı. Bunların bir bölümü oldukça yaygın söylense de, mesela “kapitalizmin sonu geldi” ya da mesela “dünyada fazla nüfus var”, bir bölümü daha “sofistike” ifadelerle dile getirilmektedir, mesela “batmasına göz yumulamayacak kadar büyük şirketler” ya da “bir çeşit kamulaştırma programı” vb. gibi. Aslında bu görüşlerin tümünde kapitalizm ve gelecek ya da kapitalizmin geleceği gibi konular tartışılmaktadır.

Başlangıç olarak 2008 krizini almak mümkün. Ama aslında bu görüşlerin kökleri eskidedir. Mesela aşırı nüfus, Malthus’tan beri bilinir ve oldukça vahşi sonuçları olan olaylar bu görüş etrafında savunulmuştur. Bu görüş, bir başka açıdan bakılırsa, “dünya nüfusunu besleyecek yeterince mal ve hizmet yok” diye de okunabilir ve bu hâli ile de oldukça eski sayılır.

Peki biz neden 2008 krizini bir başlangıç noktası alıyoruz? İki nedeni var: İlki, hâlen içinde yaşadığımız bu 2008 “finansal” krizi birçok tartışmayı yeniden gündeme getirdi. İkincisi, hâlâ içinde yaşadığımız bu kriz süreci, kapitalizme karşı yeni bir başkaldırı ve işçi sınıfının yeniden sahneye girmesi denilen devrimci yükseliş sürecinin önlenmesi için iktidarları alarme etmiş durumdadır. Demek oluyor ki, okuyucu, burada yer alacak tartışmaların köklerinin eskiye gidiyor olmasını, onların “yeni versiyonlarının” tartışılması sırasında, isterse eski tartışmalara daha fazlası ile dönebilir. Bizim yapmaya çalışacağımız ise, aslında bu görüşlerin, kapitalizmi kurtarmak için allanıp pullanması gerçeğini ortaya koymak, belki bizim cephenin daha dişe dokunur tartışmalara odaklanması için bir ayıklama yapmak olacaktır.

2008 krizi, kapitalist sistemin tüm tıkanıklıklarını, onun fazladan ömür sürmek için bulduğu palyatif çözümlerin krizini daha da ağırlaştırdığını ortaya koydu. Hâlâ bu krizin içindeyiz.

Öncelikle, krizlerin otomatik olarak sistemleri tarihe gömmediğini bilen, Marksist olarak öznel müdahalenin rolünü bilimsel olarak anlayan bir anlayışla baktığımızı vurgulamak isteriz. Dolayısıyla, 2008 krizi nedeni ile, Saray Ağzı (biliyorum, “sokak ağzı” denir ve dilde, bir şeyin derinlikten yoksun, yansıdığı gibi dile getirilmesini ifade eder, argo da içindedir. Sokak ağzı, argo olmasa da hisleri ifade eden anlamında kullanılmaktadır. Bunu biliyorum. Ama “sokak ağzı” yerine, Saray Ağzı terimini kullanmak istiyorum. “Saray Ağzı”, pespayeliğin daha da ilerisidir. Bizim burjuvalarımız da dahil, dünya burjuvaları, daha doğru söyleyeceksek tekeller ve onların kalemşörlerinin yuvası medya, topluma rol modeller olarak kimi sunacaklarsa, onu aptallığı ve belkemiği olmaması oranında seviyorlar. Ya da şekil verebildikleri, sonra tekrar ve tekrar, ihtiyaç duydukça şekil verebilecekleri “rol model”leri çok seviyorlar. Para dışında hiçbir değerleri olmadığı, sermayenin kişilik bulmuş hâlleri olarak sevgiyi aşağıladıkları için, aşağılanabilecek olanları rol model yapmayı seviyorlar. Bunun sonucudur, kültürel olarak yozlaşma, egemen sınıf içinde çok gelişkindir ve kendini siyasal aktörlerinde dolaysız olarak dışa vurmaktadır. Erdoğan ya da Trump, tam da bunun tiplemeleridir. Bunun sonucudur, Erdoğan, başlangıçta tekeller ve onların medyaları tarafından çok sevilmiştir. Ne kadar ‘idiot’ ve ne kadar “no-bones” ise o kadar makbuldür. Belkemiksiz ve aptallaştırma sürecinden geçenler, ellerine iktidar etme alanını bulunca, tüm sıradanlıklarını ortaya koyarlar. Hiçbir sokak, bu kadar pespaye, bu kadar sıradan olamaz. En “baba” argoların içinde dahi bir zekâ kırıntısı vardır. Ama muktedir olunca, bir tarz, iplerinin kimin elinde olduğunu da biliyorlar, halka karşı son derece kibirli ve hoyrat olabiliyorlar. Hiçbir kral bunlar kadar kibirli ve hoyrat, aynı anda ikisi birden olmamıştır. Muktedirdirler ve aynı zamanda köledirler, hırsızdırlar ama aynı zamanda ahlâk timsalidirler, peygamberdirler ve aynı zamanda mürittirler. Ve bunların hepsinin bir karışımıdırlar. Böyle olunca “rol” yapmıyorlar, kendilerini oynuyorlar, en az kendileri olarak. Saray Rejimi, tam da böyle kişilikler yaratmıştır ve bunun yarattığı dil, “sokak ağzı” diye tanımlanırsa, hem çok diplomatik kalır hem de sokak ağzında var olan güzelliklere büyük bir haksızlık anlamına gelir) ile “oh” olsun sevinci ile krizi ele almıyoruz. Hayır, işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluşu, kapitalizmin devrilip yok edilmesi krizlere “oh” diyerek gerçekleşmez. Kapitalizmin ortadan kaldırılması, planlı ve örgütlü bir eylemdir, devrimle olur.

2008 krizi, her ne kadar “finansal kriz” olarak nitelense de, gerçekte sadece finansal kriz değildir. Öyle başlamıştır. Günümüz tekelci kapitalizminde krizler, elbette en hızlı koşan finansal alandan başlamaktadır. Bunda şaşıracak bir şey yoktur. Aşırı üretim krizi, örnek olsun, yine de finansal alandan başlayacaktır. Dünyada üretilen mal ve hizmetlerin yıllık toplamını kat be kat aşan bir borç sistemi işlediğine göre, krizlerin finansal alandan başlaması kadar doğal ne olabilir?

Kapitalist meta üretimi (meta üretimi kapitalizmden çok önce de vardır. Ama kapitalizm meta toplumudur. Hem meta hayatın her alanına girer, yaygınlaşır hem de emeğin metalaşmasına dayanır) gerçek anlamı ile metanın kendini her şeyi ile açığa vurabildiği ve tüm toplumsal ilişkilere hâkim olabildiği için, meta toplumu olarak da isimlendirilir. Metanın dolaşımı, paranın bulunması ile hızlanır, ama para, kapitalist toplumda, daha net, tüm yönleri ile ortaya çıkar. Para, hem dolaşım aracıdır hem de sermayenin büründüğü biçimlerden (para sermaye) biridir. Sermaye, para sermaye biçimine bürünmeden devrini tamamlayamaz. Para sermaye olarak sermaye, işgücü ve üretim araçlarına dönüşür. Bu işlemi yapabilmesi için para sermaye biçiminde olması gerekir. Paranın hem para sermaye hem de metalar için dolaşım aracı olması özelliği, parasal alanın çok farklı görünümler almasına, çok marifetli çözümler oluşturmasına olanak sağlar.

Hem artı-değerin üretilmesi sırasında zaman önemlidir hem de dolaşım alanında. Maksimum kâr amaçlı bir üretimin bu iki alanda da “etkin” önlemler alarak işlemesi demek, paranın hareket kabiliyetinin artması demektir. Kapitalist ekonominin parasallaşması, sadece dolaşım alanında paraya duyulan ihtiyaçtan değil, aynı zamanda sermayenin büründüğü biçimlerden biri olması nedeniyledir. Para, bir anlamda hız da demektir. Tüm kredi sistemi bu temellere dayanır. İşte bunlara dayanarak, kapitalizmin krizlerinin her seferinde daha fazla “finans krizi” olarak başlamasının zorunlu olduğunu söyleyebiliriz.

2008 krizi, salt bir finansal kriz değildi dediğimizde bunları vurgulamak isteriz. 2008 krizi üzerine yapılmış son derece değerli makaleler var. Bunları, kendi görüşlerimizle birlikte, birçok çalışmada ele aldık. “Emperyalizm, Paylaşım Savaşımı ve Devrim” isimli çalışmamızda, konuya ilişkin birçok makalenin adı geçmektedir (D. A., Kaldıraç Yayınevi). Okuyucu, 2008 krizi ile ilgili oralarda daha geniş bilgilere ulaşabilir.

Ama 2008 krizi, aynı zamanda emperyalist paylaşım savaşımı içinde ele alınmalıdır. Çünkü, uzun süren Soğuk Savaş dönemi boyunca emperyalist güçler, en başta ABD, İngiltere, Japonya, Almanya ve Fransa beşlisi, kendi aralarındaki paylaşım savaşımını alttan alta, geride yürüttü. Öne çıkan, SSCB’ye karşı anti-komünist mücadele ya da tüm sistemin ayakta kalabilmesi için sosyalizmin dünya ölçeğinde yenilmesi, geriletilmesi idi.

Paylaşım savaşımı, elbette krizlerin de gelişim seyirlerine, derinliklerine vb. etki eder. Öyle olmuştur.

2008 krizi ile birlikte ABD, dünya imparatorluğu hedefleri için, öncelikle eski ortakları olan emperyalist rakiplerini kontrol altına alma yolunu tutmaya yöneldi. Elbette bunun da öncesi var. Ama 2008 krizi, özellikle Çin ve Rusya’ya karşı saldırıyı sivriltme gereksinimini ve öncesinde de bazı stratejik noktalarda, mesela Ortadoğu gibi, ABD’nin tam kontrol sağlama ihtiyacını gündeme getirdi.

2008 krizinin bir başka önemli yönü, birçok burjuva iktisatçısının da söylediği gibi, daha önceki krizlerde kâğıtların, hisse senetlerinin buharlaşmasının görülmesine ilave olarak, bu kez katı varlıkların da mesela binaların da buharlaşması oldu. Bu, çöküşü daha da derinleştirdi.

Yine 2008 krizinin bir özelliği, merkez üssü olan ABD’de, devlet olanakları ile, “batmasına göz yumulmayacak kadar büyük şirket”lerin kurtarılması oldu. Birçok finans devi, mesela CitiBank, içine zerkedilen milyarlarca dolarla ayakta kalabildi. 250 milyar değeri olan CitiBank, krizde 25 milyar dolara Çinlilere satılmakla karşı karşıya kaldı ve devlet 360 milyar dolar verdiği hâlde, yani aslında bankayı kamulaştırdığı hâlde, banka yine “özel” kaldı.

Bu aynı tarz “kamulaştırmayı” biz, pandemi sürecinde de gördük. Koca şirketler, devletlerin desteği ile kurtarıldı ama aslında “kamulaştırılmadı”.

Bu durum, aslında sermayenin kimin tarafından mülk edinilmiş olursa olsun, gerçekte toplumsal bir varlık olduğunu ortaya koydu. Sermaye, yani daha önceki üretimlerden gelen ve üretim araçları şeklinde maddeleşmiş olan emek, gerçekte kamuya ait olduğu hâlde, yani toplumsal karakterde olduğu hâlde, özel kişilerce mülk edinilmektedir. Şimdi bu “özel mülk” olan sermaye, ancak sahte bir kamulaştırma ile kurtulmaktadır.

Bu kamulaştırma sahtedir. Çünkü, bu kamulaştırmayı yapan devlet, tekellerin, burjuvazinin devletidir. Gerçek bir kamulaştırma, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin de ortadan kalktığı bir sistemde olabilir.

Bu hâli ile kamulaştırma, olsa olsa bize, gerçek anlamda kamulaştırmanın, yani kapitalizmin sonunun ve komünizmin gelişinin habercisi olarak ele alınabilir.

Kapitalizmin temel çelişkisi, üretimin toplumsallaşması ile, mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çelişkidir. Bu emek-sermaye çelişkisinin ifadesidir.

Kapitalist üretim, gerçekte sürekli toplumsallaşmaktadır. Büyük çaplı üretime neden ihtiyaç duyulduğu, tekelleşmenin ne olduğunu biliyorsak, bunu da anlayabiliriz (Elbette bu 1870’lerde Marx tarafından Kapital isimli çalışmasında detaylıca açıklanmıştır. Oradan kaynak alarak, biz, bunu günümüz kapitalizmi içinde tekrar ve tekrar ele almış bulunuyoruz. Okuyucuya, birbirini takip eden üç çalışmamızı okumasını önerebiliriz. İlki “21. Yüzyıl ve Kapitalist-Emperyalizm”dir. İkincisi, “Kapitalizm, İnsan, Bilinç ve Eylem”dir. Üçüncüsü yukarıda da adı geçen “Emperyalizm, Paylaşım Savaşımı ve Devrim” başlıklı çalışmadır). Fabrikada, sermaye üretken hâlde iken, yani para sermayeden işgücü ve üretim araçlarına dönüşmüş olarak yatırılmış iken üretilen artı-değer, pazarda, metaların paraya dönüşmesi sürecinde kâr hâline gelir. Kapitalistler, daha çok artı-değer üretmek için fabrikalarında işçilerin kanını emerler ve sonra pazarda bu artı-değeri içeren metaları paraya çevirip kâr hâline getirirken ise birbirlerini, diğer kapitalistleri boğazlarlar. Ve bu süreçte daha çok artı-değeri cebe indirmenin yolu, büyük çaplı üretimden geçer.

Büyük çaplı üretim, aynı zamanda üretimin toplumsallaşması demektir. Artık bir tek ayakkabı üretmek, bir işçinin işi değildir. Hatta bu sadece bir fabrikanın da işi değildir. Farklı sektörlerde, farklı fabrikalarda üretilmiş ara mallar, ayakkabı üretiminde bir araya getirilirler. Buna üretimin toplumsal karakteri diyoruz. Sermayenin uluslararasılaşması da bunun içindedir. Çin’in “dünyanın fabrikası” hâline gelmesine karşılık, mesela ABD merkezli firmanın sadece pazarlama, tasarım vb. alanlarında insan çalıştırıyor olması da bunun bir parçasıdır. Toplumsal karakter dedik mi, bunların tümünü anlarız. Toplumsal karakter, “ulusal sınır”lar ile ele alınabilecek bir durum değildir. Nasıl ki, insan toplumsal bir varlıktır ifadesinde biz “ulusal sınır” vb. tanımıyoruz, burada da durum budur. Yeri gelmişken, sermayenin uluslararasılaşması dediğimiz şey, daha çok finansal alan ile hızlanır. Para sermaye ve onun tüm biçimleri olmadan sermayenin uluslararasılaşması o kadar hızlı gerçekleşemezdi. Para, uluslararası alanda da hem dolaşım aracı hem de sermayenin büründüğü biçimlerden biridir. Ve tüm biçimleri ile birlikte bu parasal sermaye olmadan, hızlı bir gelişim olanaklı olmaz.

Bu yeterli değil.

Kapitalist üretim, emek üretkenliğini artırır. Emek üretkenliği, nihayetinde, bir birim değişen sermayenin (işgücüne yatırılan para sermayenin) ne kadar büyük miktarda değişmeyen sermayeyi (yani üretim araçlarına yatırılan sermaye) harekete geçirebildiği demektir. Bu da daha komplike makinalar demektir. Bu da daha büyük çaplı üretim demektir. Emeğin üretkenliğinde böylesi devasa bir artış olmadan, paradan para kazanmanın veya finansal alanda oluşan ve kaynağı artı-değer olan faizin bu kadar büyümesi söz konusu olamazdı.

Burada yeridir ve popüler yanılsamaya dayalı görüşlerden biri bu noktada karşımıza çıkmaktadır. “İşçi sınıfı artık bitmiştir, zaten gereksiz hâle gelmiştir. Robotlar, özellikle de pandemi sonrasında daha fazla devreye girecektir. Elveda proletarya.” Değişmeyen sermaye, yani makinalar, bunlarda bağlı duran sermaye artmaktadır. Emeğin verimliliği arttıkça, üretim araçları gelişmekte ve birçok alanda, daha az insan gücü kullanılarak, daha az canlı emek kullanılarak (nihayetinde üretim araçları da emek ürünüdür ve cansız emektirler) üretim yapabilmenin olanakları oluşmaktadır. Bu doğrudur, ama diğerleri doğru değildir.

Aslında kapitalist gelişme, daha 1860’larda, 1870’lerde, tekelleşme ile birlikte bu sürecin içinde, anonim şirketler diye bir yapılanma ortaya çıkardı. Hisse senetleri vb. o dönemden bu yana var. Elbette daha başka sanal (hayalî) sermaye biçimleri de oluştu. Ama daha o günlerde, kapitalist büyük çaplı üretim, kapitalist denilen varlığı gereksiz hâle getirmişti.

Bugün de öyledir.

İşçiye gerek var mı tartışması, kapitaliste gerek olmadığı gerçeğini örtmek için kullanılmaktadır. Her üretim sürecinde, az ya da çok canlı emeğe ihtiyaç vardır. Bunun kapitalizmdeki adı işçidir, yani işgücünün sahibi, onu meta olarak satmaya hazır, kendi emeğini değerlendirebilecek iş araçlarından yoksun kişi. Oysa üretim araçlarının toplumsal mülkiyette olduğu, yani karakteri gereği zaten toplumsal olan, toplumun daha önceki üretimlerinin sonucunda maddeleşmiş emek araçları olan bu üretim araçlarının ortak mülkiyette olduğu, bunların üzerinden özel mülkiyetin kalktığı, bunların kimsenin olmadığı (aynı anlama gelmek üzere herkesin olduğu) ve kâr amacı gütmeyen bir toplumda, yine canlı emeğe ihtiyaç vardır. Devasa sistemleri çalıştırmak üzere bir tek düğmeye basmak için bile olsa, günde sadece 1 saat aktif çalışmak anlamında da olsa canlı emeğe ihtiyaç vardır. Peki, kapitaliste neden ihtiyaç olsun?

Öyle ise bu kadar açık, bu kadar çıplak gerçeği neden sorgulamıyoruz da, “bilimsel tartışma” adı altında, önümüze “işçiye gerek var mı” sorusunu getiriyoruz. İşçiye gerek yoksa, hemen tüm işçileri bir kenara bırakın lütfen. Elinizi ne tutuyor?

Burjuva kalemşörler, neden işçiye gerek var sorusunu efendilerine, kapitalistlere sorsunlar, onların CEO’larına sorsunlar. Eğer işçiye gerek olmamış olaydı, tekeller bu teknoloji ile hayatın her alanında robotları devreye sokarlardı ve işçileri işlerinden etmekte bir saniye düşünmezlerdi. Onların işçilere ihtiyaç duymalarının nedeni, üretilen ve sahiplerinin kendileri olduğu kabul edilen malların satılması değildir. İşçi bir tüketici olarak vazgeçilmez değildir. Bundan önce işçi, artı-değerin üretimi için gereklidir.

Kapitaliste hiçbir biçimde ihtiyaç yoktur ve bu durum 1870’lerden beri böyledir. Şimdi, şu gerçeği bir kere daha anlamaya çalışın: Aslında kendileri tüm toplumsal üretim sürecinde gereksiz olan kapitalistler, tüm toplumu yönetmekte, devasa devlet çarkları oluşturmakta, insan ihtiyaçlarını temel alan bir üretim yöntemi yerine hiçbir zaman tüketemeyecekleri birikimleri için maksimum kâr amaçlı üretim yapmakta, bu yolda sahte ihtiyaçlar yaratmakta, doğayı tahrip etmekte, milyarlarca insanı köleleştirmektedir. İşte bir varlık, toplumsal açıdan ne kadar gereksiz ise, o kadar yoz, o kadar aşağılık, o kadar zalim olabilmektedir. Sermayedar, sermayenin kişiliğe bürünmüş hâlidir. Toplumun daha önceki üretimlerinin birikmiş ve maddeleşmiş hâli olan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet, tüm bu tahribin kaynağıdır. Kapitalizm, tüm insanlığı yok ederek yaşamını, ömrünü uzatmaktadır. İnsanlığın, komünizm dışında bir çıkışı yoktur.

Diyelim ki, bir x üretim alanında, kapitalistler, neden tüm işçileri işten kovup, o alanı, giderek tüm ekonomik üretimi robotlarla yapmaya yönelmiyorlar? Bunun tek bir yanıtı vardır; çünkü bunu kârlı görmüyorlar. Kapitalist üretim insanı temel alan, insan ihtiyaçlarını temel alan bir üretim tarzı değildir. Böyle olduğu için, kâr amaçlı bir üretim olduğu için, bilimsel gelişmelerin sonuçlarını üretime, kendi amaçları için, maksimum kâr için uygularlar. Bunun ötesine geçmezler.

Yani, kapitalist üretim ilişkileri, üretim araçlarının gelişimini engellemektedir. Üretimde robotların kullanılması, her durumda işsizliğe yol açmaz, ancak kapitalizm koşullarında işsizliğe yol açacağı kesin. İşsizlik, kapitalist için, yedek sanayi ordusudur ve daha düşük ücretle çalışacak adamlar demektir. Kapitalistler, bir noktaya kadar işsizliği isterler. Ama onların üretimde robot kullanmama nedeni, bunun birçok alanda henüz kârlı olmamasıdır. Diyelim ki, ev işlerini yapan bir emekçi olsun. Bu işçi için kapitalist yılda, 30 bin TL ödüyor olsun. Onun yerine bir robot bulduğunda, bu robotun ömrü 10 yıl ise, bu robot için 300 bin TL ödemez. İlk iş olarak kapitalist, yatakları temizleyen kişiyi işten çıkaracaksa, önce onun işini ahçıya yaptırmayı dener. O robot, mesela 60 bin TL olunca, onu alıp, temizlikçiyi işten çıkartabilir. Bunu mesela tekstil alanına uygulayalım. Bir tekstil atölyesinin robotlu üretime geçmesi, sanıldığı kadar kolay bir iş değildir. Robotlu üretim ile mesela 5 katı üretim yapabiliyorsa, pazardan da bu payı alıyor olması gerekir. Bu uzatılabilir.

Bugünkü dünyada, diyelim bir sosyalist ülke, madenlerde robot çalıştırmaya yönelebilir (Elbette, hangi madenin ne için lazım olduğu meselesi de bir sorudur. Mesela altın, para olarak lazım olan bir meta olmayacaktır. Belki bunun yerine süper iletken olarak iş görecektir). Ama mesela bir kapitalist bunun kârlı olup olmadığına bakacaktır. Kısacası, işçi sınıfının ortadan kalkmasının önündeki engel, kapitalizmin bizzat varlığıdır. Kapitalizm kalkınca, kapitalist sınıf yok olunca, üretim araçları toplumsal mülkiyete geçince, zaten işçi sınıfı da ortadan kalkacaktır.

Krizler, her seferinde daha büyük bir krizi tetiklemek üzere aşılıyor. Bu anlamda da aşılıyor eksik olur. Bu durum, her seferinde ölçüsü artmış şekilde piyasalara para sürülmesi ile sağlanıyor. 2008 krizinde piyasaya sürülen para toplamının 20 trilyon dolar, yani o dönem için dünya gayrisafi yurtiçi hasılasının (GSYH) üçte biri kadar olduğu biliniyor. Pandemi dönemi ile, bir o kadar daha piyasaya sürüleceği anlaşılıyor. 2019 yılı dünya GSYH 82 trilyon dolar olarak hesaplanıyor. Bunun 2020’de 75 trilyon dolar olması bekleniyor. Demek oluyor ki eğer 20 trilyon dolar sürerek süreci tamamlarlarsa dünya milli gelirinin 4’te biri kadar bir para piyasaya sürülecek. Bu piyasalarda hiç para olmadığını düşünmüyorsunuz herhâlde.

Fransa Fransız havayollarını, Almanya Lufthansa’yı ve daha birçok şirketi, “batmasına izin verilemeyecek kadar büyük” kategorisinde ele alıyor.

Böylece açık ama adı telaffuz edilmeyen bir kamulaştırma devreye sokuluyor.

Bu durum, kapitalizmin geleceği üzerinde bazı tartışmaları da gündeme taşıyor. ABD’de FED de dahil birçok yerden “kamulaştırma”, “devlet kapitalizmi”, “piyasa sosyalizmi”, “devlet sosyalizmi” gibi kavramlar kullanılarak açıklamalar yapılıyor. Bunların bir bölümü çıktığı ağızlarda “yeni bir dolap” olarak durmaktadır. Ama yine de bu tartışma, kapitalizmin geleceği üzerine bir tartışmadır.

Hemen, bizim sol çevrelerden, eskiden bu yana savundukları görüşlerini dillendirmek için bir enerjik tartışma yükseliyor. Özeti şudur: Acaba kapitalizm, bir devrim olmadan, bu biçimde, “mantıklı davranışlar sergileyen kapitalistlerin dirayeti ile”, daha makul bir düzene, sosyalizme değil ama daha makul bir düzene evrilebilir mi?

Temenni olarak bunlar ele alınabilir. Ama papazın veya imamın vaazından öte anlam taşımayacak temenniler.

Ama bu temelde bir savunu, istediği kadar kendine solcu diyen insanlar tarafından dile getiriliyor olsun, devrim ve işçi sınıfından, burjuvaziden daha fazla korkuyor olmanın bir ürünü olabilir.

Kamulaştırma, kapitalist bir devlet tarafından yapılıyorsa, o gerçek anlamda bir kamulaştırma değildir. Özelleştirme üzerine yükselen neoliberal saldırının sonlandığı bugünlerde, aslında bu kamulaştırmaların amaç olarak özelleştirmelerden başka bir anlamı olmadığı bilinmelidir. Tek bir farkı vardır, kamulaştırma ve toplumsal devrime olan ihtiyacı, nesnel olarak ortaya koymaktadır. Kapitalizm, nesnel olarak yıkılmanın, sosyalist devrimler nesnel olarak yeni bir yükselişin eşiğindedir.

Bu nesnellik, mücadele için işçi sınıfına bir olanak sunar, ama devrimler sadece nesnel temelleri var diye zafere ulaşmazlar. Devrimler, bir devrimci öncünün işçi sınıfının öncüsü olarak iktidara yürüyüşü ile zafere ulaşabilir.

Kapitalist sistemin şurasını, burasını tamamlayarak, eksiklerini gidererek bir düzeltme olanaklı değildir. Tüm mesele, kapitalist üretim ilişkilerinin tasfiyesidir ve bu kapitalist devletin alaşağı edilmesi, yıkılıp parçalanması ve sosyalist bir iktidarın kurulması ile başlar. Bugünün dünyası, Ekim Devrimi dönemine göre, işçi sınıfına sosyalist devrimden sınıfsız topluma, komünizme yürümek için daha büyük olanaklar sunmaktadır. Yani, kapitalizmden komünizme geçiş süreci nesnel olarak azalmıştır, sosyalizme ihtiyaç duyulan geçiş süreci kısalmaktadır.

Kapitalizme karşı mücadele, kapitalistlerin ruhsal bozukluklarının tedavi edilmesi ve onların mantıklı davranmalarının sağlanması ile gerçekleşmez.

Evet bir soru var: Bu kadar serveti, bu kadar varlığı nasıl yiyip bitirecekler? Soruya yanıt: Artık onlar da, insanlık için bir yol, bir çıkış yolu arayışında olacaktır, şekline bürünmektedir. Önerimiz, bir örgüt değil, bir psikologlar birliği ya da psikologlardan oluşan bir WhatsApp grubu kursunlar ve dertlerini kapitalistlere anlatsınlar. Soru bu ise, solculukları “bir gerçeklikten kaçma hâli” demektir.

İlkin o servet, onların değil, toplumundur, onlar buna kapitalist mülkiyet ilişkileri içinde el koymaktadırlar, dün de böyle idi, bugün de. İkincisi servetlerini kapitalistler, nasıl harcarım diye ele almazlar. Kapitalistin derdi, ömrünün sonuna kadar bu üç günlük dünyada rahat yaşamak değildir. Kapitalist serveti olduğu için kapitalist değildir, işçilerin karşılığı ödenmemiş emeğine el koyduğu için, üretim araçlarının sahibi olduğu için kapitalisttir. Öyle ise soruyu en azından şöyle ifade etmeniz gerekir: Bu kapitalistler, artık üretim araçlarını topluma devretseler ve kendi yaşamlarını rahatça sürdürseler. Bu daha doğru bir ifade olur. Ama bu durumda, özel mülkiyet ortadan kalkınca, toplumsal mülkiyet kurulunca, kâr için üretim son bulunca, meta ve para da eninde sonunda ortadan kalkacaktır. Bu durumda onların bankalarındaki paraları, dahası servetleri ne işe yarayacaktır? Bir kapitalist bu durumun ne demek olduğunu, maalesef bizim bu tarz solcularımızdan daha iyi bilir.

Kapitalist, kişilik hâline bürünmüş sermayedir. Yani o sermayenin isteklerine göre davranır. Sermaye, özü gereği toplumsaldır. Daha önceki üretimlerde canlı insan emeğinin maddeleşmiş hâlidir. Bunun birileri tarafından mülk edinilmesi ve onların sermayesi hâline gelmesi, kapitalist üretimin başlangıç noktasıdır. Bundan, bir kapitalist vazgeçecekse, zaten o artık kapitalist olmaz. Muhtemelen, artık sosyalizm için savaşan bir savaşçı hâline bile gelebilir.

Tekeller çağında, devletin sahibi tekellerdir. Bunların yaptığı kamulaştırma, bir kapitalisti kurtarmaktan daha çok, zincirleme batışı önlemek içindir. Yani bu bir “kurtarma” operasyonudur, yani halkın vergilerinin bu şirketlere aktarılmasıdır, yani bu batışın maliyetinin halka yüklenmesidir. Yani, özelleştirmenin bir başka şeklidir.

Elbette, krizlerden çıkış için FED ya da Fransız MB gibi kuruluşların çözüm arayışları olacaktır. Ama bu çözüm arayışlarından hareketle, kapitalist sistem kendi kendini feshedecek ve siyasal erk işçi sınıfına devredilecek diye bir hayale kapılmak, bilim ve akıldan uzak olmak, mücadeleden korkmak demektir.

Krizler karşısında bulunan çözümler, kapitalist sistemi ayakta tutmak içindir. Sorun şudur; kapitalist sistem çoktan miadını doldurduğu hâlde hâlâ ayakta durmaktadır. Mesele budur.

1929 bunalımı sonrasında Keynes’in devlet harcamaları eli ile talep yaratılması girişimi gibi noktalar çoktan geri kalmıştır. Aşırı üretim sadece tüketim nesneleri ile ilgili bir sorun değildir. Daha kapsamlı bir sorundur ve üretim araçları için de geçerlidir. Kapitalizm, bir bütün olarak tıkanmış durumdadır. Ve insanlık için bu, devrimler çağı dışında bir kurtuluş olanağı sunmaz.

Pandemi sürecinde birçok devlet ya da hükümet, halka açıktan para dağıttı, paralar bastı. Ama sonuçta pandemi sürecinde birkaç zengin birkaç ayda inanılmaz bir servet birikimine ulaştı. Yani yine, sermaye daha az elde toplanmakta, yine yoksulluk ve açlık daha yaygın bir sorun hâline gelmektedir.

Dünya için, tüm kaynakların planlı kullanıldığı bir ekonomi şart ise, bunun yolu, tüm üretim araçlarının ortak mülkiyetinden ya da üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son vermekten geçmektedir.

Devlet kapitalizmi, yani daha planlı bir ekonomi ama kapitalizm, bir seçenek bile değildir. Zira, bu daha çok altyapı yatırımları alanı için geçerlidir. Bugün sermayenin giremeyeceği pazar kalmamıştır. Devasa şirketler, dünya çapında pazar analizleri yapmakla kalmıyor, anlık olarak o pazara ulaşabiliyorlar.

Ve dahası, emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımını, dünyanın yeniden paylaşılması savaşımını görmezden gelerek bir tartışma yapılamaz. Kapitalist sistem, bugün Birinci Dünya Savaşı öncesi döneme kadar gerilmiş bir paylaşım savaşımı yayının gerilimi içindedir. Bu paylaşım savaşımını bir çözüm olarak dayatan, askerî açıdan daha güçlü olan ABD’dir, ama diğerleri bundan uzak değildir. İngiltere, Almanya, Japonya ve Fransa bu savaşın taraflarıdır. ABD, bugün, bu savaşı örtmek için diğerlerini eski müttefik kimliği altında Rusya ve Çin’e karşı savaşa kışkırtmaktadır. Krizden çıkış için bu yolun daha “akılcı” olduğunu savunanların yakında sesleri daha fazla çıkacaktır.

Belki son değildir ama bizim ele alacağımız son tartışma konusu şu başlıklarla ifade edilebilir: “Yeterince mal ve hizmet yok” bu nedenle dünyada açlık var, “nüfus fazla” ve bu fazla nüfus dünyayı zorlamaktadır ve ek olarak nihayet “çalışma süreleri” meselesi.

Bu üç nokta da kapitalizmin geleceği olmadığını göstermektedir.

Bir avuç zenginin serveti, dünya nüfusunun çoğunluğununkinden fazladır. Bu, eşitsiz dağılım ya da gelir dağılımındaki artan bozukluk olarak ortaya konmaktadır. Ve açlığın nedeni, aslında yeterince üretim olmamasından kaynaklanıyor diye bir görüş, çok eskidir ve bugünlerde yeniden elbiselerine bürünmüş ortalıkta dolaşmaktadır.

Türkiye’de bugün, üretilen maske miktarı, günlük ihtiyacın 1,5 katıdır. Oldukça kısa zamanda, maske üretimi, yeterinden fazlaya ulaşmıştır. Peki bu durumda neden maskelerin fiyatları düşmüyor? Bu kadar maske var, neden sağlık çalışanlarına bile ücretsiz maske dağıtılmıyor?

Açlığın nedeni, yeterince mal ve hizmet üretilememesi değildir.

Bu görüşü savunanlar, başka bir yerde, artık üretimin robotlarla yapılabileceğini ve işçiye gerek olmadığını da savunmaktadır. Dünyada hemen hemen her mal üretimi, ihtiyacın en az 2,5 katıdır. Bu hesaplamaların ne kadar doğru olduğu bir yana, ama bir gerçeği yansıttığı kesindir. Üretilen mal ve hizmette değil sorun, sorun, kapitalist üretim ilişkilerine, mülkiyet ilişkilerine bağlı olarak şekillenen bölüşüm ilişkileridir.

Kapitalist üretim, zaten insanların ihtiyaçlarını karşılamak için yapılan bir üretim değildir. Kâr için üretimdir. Eğer kâr için üretim olmamış olsa idi, mesela temiz suyu herkese ulaştırmak için bir çaba olurdu ya da herkesin barınma sorununun çözülmesi için bir çaba. Böyle bir şey yoktur.

Açlığın nedeni, bizzat kapitalizmin kendisidir.

Bu görüş ile, nüfus fazlalığı görüşü birbirine çok yakındır. Eğer dünya üzerinde yaşayan nüfus mesela 7,8 milyar olmasa da, 5 milyar olsa, o zaman açlık olmayacak gibi bir görüşü ifade eder. Ya da bunun bir uzantısı olarak, yeryüzündeki kaynak israfı ve kirliliğin, doğa tahribatının kaynağını da bu aşırı nüfus olarak görmek.

Diyelim ki dünya nüfusu 5 milyar olsun, kapitalist mülkiyet ilişkileri ortadan kalkacak mı? İşçilerin ürettiği artı-değere kapitalist el koymayacak mı? Oysa çok uzun olmayan bir süre önce zaten nüfus 5 milyar idi ve dünyada açlık yine vardı. Ve dünya nüfusunun 5 milyar olduğu dönemden bu yana birçok insan, doğanın insafsızca tahribatından söz etmekteydi.

Dünyadaki tüm nüfus problemleri kapitalist üretim ilişkilerinin sonucudur. Buna göçler, buna katliamlar da dahildir. Hangi malın, ne kadar miktarda üretileceği ve nasıl dağıtılacağı, bugünün dünyasında hesaplanması oldukça kolay bir iştir. Ama insanlığın önünde böyle bir sorun güncel olarak durmuyor. Çünkü kapitalist, kâr getirecek tarzda, en kârlı olacak şekilde, bunlara uygun teknoloji ile üretimi gerçekleştirmektedir. Ve sorun kapitalizmin kendisidir. Çarpık kentleşme ya da kapitalist ilişkiler altında kentleşme, trafik sorunu vb. hepsi kapitalizmin sonucudur, insanların kargaşa sevmelerinin, insanların “eğitimsiz” olmalarının sonucu değildir. Kapitalist ilişkiler, kendine uygun eğitim sistemi yaratır. Bu nedenle eğitimsiz insan değil, kapitalist sistemde eğitilmiş insan mesele olabilir.

Bugün, acaba, dünyada mevcut teknoloji veri alınarak, ortak mülkiyet altında, insanların üretim için çalışma süreleri ne kadar olmalıdır? Yani, herkes çalışıyor, kâr için üretim yok, amaç insanların ihtiyaçlarının karşılanması, kimse kimsenin kölesi değil, dünya çapında bir merkezî planlama var ve bu planlama en uzak hücresine kadar insanlığın örgütlülüğüne dayanıyor, bu şartlar altında bir insanın en çok ne kadar çalışması gerekir?

Bunu nasıl hesaplayabiliriz? Nüfus belli, 7,8 milyar, diyelim ki 8 milyar. Bunların kaç barınmak için ev, kaç ekmek, kaç kilo pirinç vb. ihtiyacı olduğu bellidir. Bellidir, yani hesaplanabilir durumdadır. Çin’deki ekmek yemez, Türkiye’deki ekmek yer. Bunlar önemsiz ayrıntılardır, hesaplama açısından. Ne kadar çorap, ne kadar çocuk bezi, ne kadar t-shirt gerektiği bellidir. Daha çok satmak için modaya ihtiyaç yok, kürke ihtiyaç yok vb. Tüm bunları plastik bazlı kartlarla dağıtmak mümkündür. Yani paraya da gerek yoktur. Günde 4 milyar dolarlık bir döviz alışverişine, borsalara vb. de ihtiyaç yoktur. Yaşam bin kat daha sadeleşmektedir. Acaba ne kadar zaman çalışmak zorunlu olmalıdır? Diyelim ki günde 3 saat mi? Şimdi atıfta bulunamadığım ama okuduğum bir makalede, İngiltere’de böyle bir hesaplamanın 20 yıl kadar bir süre önce yapıldığını hatırlıyorum. Yanlış hatırlamıyorsam 3 saat civarında idi. Dakikasını hatırlamıyorum. Bugün daha kısa olduğunu düşünüyorum.

Bugün, gelişmiş teknolojiye rağmen dünyanın birçok ülkesinde ortalama çalışma zamanı 8 saatin üzerindedir. Ülkemizde bunun 11 saat olduğu hesaplanmaktadır. 11 saatten günlük 10 milyon kişi çalıştırmak yerine, günlük 5,5 saatten 20 milyon insan çalıştırmak, işsizliğin bu boyutlarda olduğu bir ülkede neden mümkün değildir? Çünkü kapitalist üretim ilişkileri, kâr amaçlı üretim bunu gerektirmektedir de ondan.

Kapitalizm insanlığa bir gelecek vadedemez. Onun vadedeceği şey, en iyi ihtimalle bugünkü yaşamdır. En iyi ihtimalle. Çünkü, bir avuç insanın -giderek sayıları da azalmaktadır- cenneti, milyarlarca insanın cehennem hayatı üzerine kuruludur. Yıkılmazsa, yerle bir edilmezse, daha iyisi olamaz. Bu nedenle en iyi ihtimalle bugünkü yaşamdır.

İnsanoğlu bir gelecek arıyorsa, bunun yolu, ömrünü tüketmiş ve ömrünü tükettiği için insanı ve doğayı tüketmekte, tahrip etmekte olan kapitalizmi tarihin çöplüğüne gömmektir. Kapitalizmi yıkmak ve sosyalist bir dünyayı, insan emeği ile bir geleceği kurmaktır.

Bunun tüm teknik ve nesnel altyapısı vardır. Ekim Devrimi’nin günlerinden çok çok daha olumlu koşullardayız, nesnel olarak. Mesele, bu yıkıp kurmayı gerçekleştirecek olan insan eylemindedir. İnsanın en gelişmiş eylemi, örgüttür. Mesele yaratılacak olan devrimci örgüttedir.