“İstanbul’u veren, Türkiye’yi verir” mi?

Erdoğan, onun görevden almakta zorlandığı Soylu, “altın neslin” temsilcisi Damat, bir o kadar Bahçeli, bir o kadar da Perinçek, hepsi birlikte etrafında tavaf yaptıkları Saray Rejimi’nin 31 Mart’ta tutmayan planlarının bir kere daha 23 Haziran’da tutmadığını gördüler.

Saray Rejimi ve onun çeteleşmiş devlet yapılanması, cennetleri gibi sarıldıkları “rant, yağma ve savaş ekonomisi”nin sonunun göründüğünü fark ettiler. 31 Mart’ta, yeni sistemin, Saray Rejimi ve başkanlık sisteminin yerleşemediğinin işaretlerini aldılar. 31 Mart öncesi, Boğazlar’da verilen hizmetlerin özelleştirmesi kanununu çıkartanlar, “yerli ve milli” diye sundukları kendi egemenliklerini sürdürmek için, seçim sonuçlarını kabul etmediler. Kürt ilçeleri ve illerinde, kendi yarattıkları hukuksuzlukları bir yana bırakıp, İstanbul’da bir hukuk tanımazlık ortaya koydular.

Ve İstanbul’da seçimleri kaybettiler.

İstanbul’u veren Türkiye’yi verir, demişlerdi. İstanbul’u verdiler.

“Sisi mi, yoksa Binali mi” dediler, ama gördük ki, herkes biliyor ki, Binali Yıldırım, seçim sonuçlarına en çok sevinenlerden biridir. Arkadan itilerek girdiği seçimi kaybetmenin “neşe”si yüzüne yansımıştı. Binali Yıldırım, tüccar olmasından kaynaklı olsa gerek, Sisi karşısında Mursi olmayı da tehlikeli bulmuş olmalıdır.

Saray Rejimi’nin İstanbul seçimlerinden tek kazancı vardır: Bu seçimler sayesinde, Kürt il ve ilçelerinde yaptıkları hukuksuzlukları “unutturma”, gözlerden saklama avantajı yakaladılar. Şimdi, İstanbul’da halkın, Saray Rejimi aktörlerini geriletmek için oy verdiği kişiler, İmamoğlu ve CHP kadroları, ilk iş olarak %70 oy aldığı hâlde mazbatası gasp edilenlerin haklarını en azından dile getirmelidirler, biraz yüksek tonda, biraz başları dik olarak. Halkın oyuna sahip çıkmak, en azından, burjuva kurallar açısından bile, bunu gerekli kılar.

Kimin kazandığı üzerinden bir tartışma yanlıştır. Doğrusu, Saray Rejimi’nin planlarının geriletilmesi üzerinden tartışmaktır. “İstanbul’u veren Türkiye’yi verir” diyen mantığın geriletilmesi kayda değerdir.

İstanbul’u veren diye başlayanlar, seçimlere bir hafta kala, “bu sadece bir vitrin” diye şarkılarını değiştirdiler. Peki, bunca kavga, bunca gürültü, bunca yalan, bunca hile, bunca baskı “vitrin” için mi idi?

Pontus, Sisi, söylemleri sadece bu vitrin için mi idi?

İstanbul seçimleri süreci göstermiştir ki;

1- İstanbul, “rant, yağma ve savaş ekonomisi”nin odak noktalarından biridir. Erdoğan’ı seçimleri iptal etmeye ikna edenler; çeteler, bu rant, savaş ve yağma ekonomisinden beslenenlerdir. Saray Rejimi, işte bu rant, yağma ve savaş ekonomisine dayanmaktadır. İstanbul, bu sistemin önemli bir ayağıdır.

Çeteler, Saray Rejimi, İstanbul’u temizlemek istemişlerdir. Dosyaların kaçırılması, yok edilmesi vb.den tutun da, bazı “hukukî” düzenlemelerin yapılmasına kadar birçok önlem, bu 45 günlük süre içinde alınmıştır.

Bu nedenle, İmamoğlu, hiç tereddüt etmeden, İstanbul Belediyesi’nde dönen dolapları, tüm çıplaklığı ile açığa vurmalıdır. Diyarbakır Belediyesi’nde kayyum uygulamalarının ne demek olduğunu gördük. İstanbul Belediyesi’nde dönen dolapları, yağmanın boyutlarını öğrenmek, bu seçimin en doğal sonucu olmalıdır.

İmamoğlu ve ekibi, şeffaf bir yönetim anlayışı ile, olup bitenleri açığa vurarak kendilerine oy verenlere sadık kalabilirler. Bunu yapmadan, gerçekte belediyede neler olduğunu açıklamadan, bundan kaçınarak İstanbul’da belediyecilik yapmaları mümkün değildir. Değil ki bir farklılık yaratmak, değil ki bir değişim yaratmak, belediyecilik bile yapamazlar. Ayrıca bu, şeffaflık, halkın en doğal hakkıdır. Kendi vergilerinin nerelere, nasıl harcandığını bilmek İstanbul halkının en doğal hakkıdır. Bu konuda tereddüt etmek, kendi ellerini, ayaklarını bağlamak anlamına gelecektir.

2- İstanbul seçimleri göstermiştir ki, Saray basını, artık etkili değildir. Saray basını, “rant, yağma ve savaş ekonomisi”nin bir uzantısıdır. Saray Rejimi’nin bir parçasıdır ve kendi içinde de çeteleşmiştir.

23 Haziran gecesi, Nagehan Alçı’nın stüdyoyu terk etmesi, kendini temizleyebilecek bir hamle değildir. Artık, tümü ile tükenmiş olan, her yalanları dakikalar kadar yaşayabilen Saray basını, hızla kendini kurtarmaya yönelmiş gazetecilerin “kaçış”larına sahne olacaktır. “Erdoğan, kaybedeceği bir seçimi yeniletmez” anlayışı çökmüştür. Güce ve paraya tapınan Saray basınında, şimdi, “uluslararası aktörlerin” etkisini daha açık görmeye başlayacağız, her biri kendi yolunu tutmaya, kendini kurtarmak için adımlar atmaya başlayacaktır.

3- İstanbul’u kaybetmek, Saray Rejimi etrafında şekillenmiş düzeneklerin çözülmesinin de hızlanması demek olacaktır. Bunu ilk olarak AK Parti ve MHP çevrelerinde, ardından ise, tüm diğer çetelerde göreceğiz.

4- Öcalan mektubu “operasyonu”, Saray Rejimi’ni kurtarmada bir işlev görmemiştir. Kürt halkını “geri zekâlı” olarak algılayan Saray bakışının iflas ettiğinin en açık kanıtıdır. Kürtlere karşı yürütülen savaş ve karşısında gelişen direnişi kırma çabaları, hangi değirmenden su taşınırsa taşınsın, artık işlevli olmayacaktır. Kürt halkının bilinci, halkların bilinci, düşündüklerinden çok daha gelişmiştir. Yıllardır direnenlerin, her türlü baskı, şiddet karşısında direniş yolunu bulanların, her türlü yalan ve manipülasyona direnenlerin “elma şekeri” ile kandırılamayacağı ortaya çıkmıştır. Kürtleri ülkeden kovma nutukları atanların, Kürtlerden söz etmeleri, aslında “kaybetme” denilen şeyin açık ifadesidir.

5- İmamoğlu’nun kazanmasının nedeni, bazı anket- araştırma firmalarının söylediği gibi, “mağduriyet” meselesi değildir. Bu bir başka çeşit manipülasyondur. Saray Rejimi’nin geriletilmesinin ne demek olduğunu gizlemek için bir algı oluşturma operasyonudur. Mağduriyet üzerine vurgu, gerçekte halkın tutumunu “sadece oy verme” ile açıklama girişimidir. Doğru değildir.

Saray Rejimi’ni gerileten şey, direniştir. Bu direniş, birçok farklı biçimde, birçok farklı düzeyde gelişmiştir. Eşitsiz bir gelişim gösteren bir direniş, aynı zamanda bileşik bir gelişim göstermektedir. Bu direnişin içinde Kürt halkının ve onun örgütlerinin her türlü direnişi vardır. Bu direnişin sadece bir biçimi açlık grevlerinde tecride karşı direniş olarak ortaya çıkmıştır. Ama savaş, Kürtlerin katledilmesi ve buna karşı direniş, birçok biçimde gelişmiştir.

Bu direnişin Batı’daki ayağı da, daha farklı biçimlerde de olsa sürmektedir. Gezi Direnişi’nin etkileri diye toparlarsak bu direnişi, doğru bir şey yapmış oluruz. Ama, bu direnişin içinde, işçi sınıfının farklı biçim ve düzeylerdeki direnişi de vardır. Bu direniş, kadınların her düzeydeki direnişini de kapsamaktadır. AK Parti’ye oy vermiş olup da “artık yeter” diyenlerin içinde kadınların ağırlığı oldukça anlamlıdır.

Bu direnişin içinde, gençlerin direnişi de vardır.

Bu direnişin içinde, işsizlerin, emeklilerin direnişi de vardır.

Tek tek bunları saymak yerine, gerçekte, bu direniş vesilesi ile, direnişin farklı biçimlerini, farklı yoğunluklardaki direnişleri anlamaya çalışmak doğru olacaktır. Direniş, solun önemli bir kesiminin sandığı gibi, sadece meydanlarda, sadece alanlarda ortaya çıkan eylemlerle sınırlı değildir. Direniş, çok farklı biçimlerde gelişmektedir. Bu farklı biçimlerin bir nedeni, yeterince güçlü ve net örgütlülüklerin gelişmemiş olması da olabilir. Ama, direniş, yaşamın her alanında yol almaya başlamıştır. Bunun ne kadar sessiz, ne kadar çekingen olduğu ayrı bir konudur. Ama bu direniş anlaşılmadan, Saray Rejimi’nin İstanbul sonuçları eli ile geri adım atması doğru anlaşılamaz. Bu bir “mağduriyet” meselesi değildir.

Mağduriyet edebiyatı, kitlelere “oyunuzu verdiniz şimdi kenara çekilin” demektir. Ama bu, aslında direnişi durdurma girişimidir. Doğru değildir. Tersine, kitleler, şimdi, Saray Rejimi’nin geriletilmesinin, bir adım olsun geriletilmesinin ardından, kendi örgütlenmelerinin ve direnişlerinin ne kadar önemli olduğunu anlamalıdır. Onlara anlatılması gereken de budur. Doğru rota, kitlelerin en kötü olanın kuyruğundan kopup, biraz daha iyi gözükenin kuyruğuna takılması değildir. Tersine, Saray Rejimi’nin kontrolünden çıkışın daha da genişletilmesi ve işçi sınıfının yolunun örgütlenmesidir. İşçi sınıfı, kendisi bir güç olarak sahneye çıkmalı, ellerinin üzerine basarak, dizlerini kanatarak ayağa kalkmalıdır. Bu, siyasal olarak tek kurtuluş yoludur, özgürlük ve sosyalizm yoludur. Mağduriyet edebiyatı, AK Parti ve Saray Rejimi’nin “aşırılıklarını” törpülemeyi hedefleyen yeni burjuva politikanın devreye sokulması demektir. Buna, “mağduriyet edebiyatına” bağlı kalmak, işçi sınıfının bağımsız siyasal çizgisinden vazgeçmek demektir.

Direniş çizgisinden bir adım dahi geri düşmemek gerekir. Rahatlayacak, direnişe ara verecek bir tablo yoktur, olamaz. Saray Rejimi hâlâ oradadır. İşçi sınıfı ve emekçiler için, kendi iktidarları dışında bir kurtuluş yolu yoktur.

6- Ekonomik kriz daha da derinleşmektedir. Ve bu önümüzdeki dönem daha da artacaktır. Buna bağlı olarak, krizin faturasını, yükünü işçi sınıfının, emekçilerin üzerine yıkma politikaları daha da ince şekilde tasarlanarak devreye sokulacaktır. İşçi sınıfı, buna karşı koyacaksa, bunun direnmek ve örgütlenmek dışında bir yolu yoktur.

İşsizlik daha da artacaktır. Ertelenen zamlar devreye girecektir. Tüm bunları hayata geçirmek için devlet baskısı ve şiddeti daha da artacaktır. İşçilerin her hak arama eyleminin karşısına dikilecek olan şey TOMA’dır, coptur, baskıdır, yargıdır. Ve buna karşı durmanın örgütlenmek dışında bir yolu yoktur. İşçi sınıfı ne ölçüde kararlı, ne ölçüde direngen, ne ölçüde örgütlü ise, ancak o ölçüde bir güç, bir varlık hâline gelebilir.

İstanbul seçimleri de dahil, yerel seçimlerin ortaya koyduğu tablo, bunun için bir olanak olabilir. Saray Rejimi’nin bu yerel seçimlerde aldığı yenilgi, bu açıdan önemlidir ve zaten bizim cephenin istediği de bu idi. Bu, direniş çizgisinin ve örgütlenmenin önemini gösterir ve bu yolda yürümek gerekir. Seçimlerin boykot edilmesinin yanlışlığı da burada yatmaktaydı. Saray Rejimi’nin geriletilmesi, direniş çizgisini besleyecektir ve amaç da zaten bu idi. Şimdi, bunun için, işçi sınıfı ve emekçilerin örgütlenmesinin, direnişinin tüm güçle devam etmesi esastır. Yoksa seçim sonuçlarının tek başına bir zafer olarak ele alınması yanlış olur. Seçim sürecinin Saray medyasını dumura uğratmış olmasının bir kazanım olduğu açıktır. Seçim sonuçlarının zaten çözülmekte olan Saray Rejimi’nin çözülüşünü hızlandıracak olması bir kazanımdır. Ama bunlar devam ettirilmelidir ve bunun yolu, örgütlenmekten, daha fazla örgütlenmekten, direnişten, direnişi yaymaktan geçmektedir.

7- Rant, yağma ve savaş ekonomisinin her düzeyde, her fırsatta deşifre edilmesi büyük bir öneme sahiptir. İstanbul seçimleri bunun için iyi bir olanak demektir. Bu nedenle, her mahallede mahalle meclislerinin kurulması, geliştirilmesi önemlidir. Her belediyenin şeffaflık göstermesini istemek, bunu mahalle meclisleri eli ile yapmak önemli görünmektedir. İsterlerse yeniden “kayyum politikasını” devreye soksunlar. Bizim yapmamız gereken, kendi örgütlenmemizi geliştirmektir. Mahalle meclisleri, bu açıdan da önemlidir. Belediyelerdeki rantın, yağmanın deşifre edilmesi, bunun önünde bir engel olarak Saray medyasının duramayacak olması gerçeği ile, çok daha olanaklıdır.

Direniş güzelleştirir.

Dayanışma, bilinci açar, birleştirir.

Örgüt özgürleştirir.

Örgütlü direniş kazandırır.