‘Halkın iradesi yok sayılamaz’

Direnişteyiz: Kayyum aslında halkın iradesine darbedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın daha önceden kutsadığı “milli irade” söylemiyle çelişmesini nasıl yorumluyorsunuz?
Seydi Fırat: AKP yetkililerinin, devlet sözcülerinin, cumhurbaşkanının söyleminde aslında hukuki bir yön yoktur. Yani “milli irade”nin temelini aslında oluşturan hukuktur. Hukukun da merkezinde seçim vardır. Yine bu hukukun merkezinde mahkeme karar verdikten sonra, uygulanması gereken durumlar vardır. Şimdi milli iradeden iki ana şeyi dıştalamışlardır:
Seçimi dıştalamışlar; seçimle gelmiş, halkın iradesiyle gelmiş, halkın tercihiyle gelmiş halkın seçtiği belediye başkanlarıdır, eş başkanlardır görevinden uzaklaştırılanlar. Seçimler AKP’yi dıştalayan seçimlerdi; yani AKP’nin kaybettiği, kazanmadığı, uzun süre uğraşmasına rağmen birçok konuyu devreye sokmasına rağmen, hatta baskı ve benzeri politikaları devreye sokmasına rağmen başarılı olmadığı seçimlerdi. Kaybetti, sandıkta kaybetti. Halkın iradesi karşısında kaybetti. Onun gösterdiği adaylar kaybetti, onun ortaya koyduğu projeler kaybetti. Seçim sonuçları; halkın iradesi, demokratik bir irade olarak şekillendi. Kimse zorla belediyeleri ele geçirmedi. O belediyeler halkın iradesine rağmen ele geçirilen belediyeler değildir. Bizzat halkın kendi iradesi olarak oraya teşekkül etti.
Şimdi bu irade zorun rolüyle, üstten atamayla fiili olarak yasaları da dışlayarak gasp ediliyor. Gerçek budur, özü budur. Çok sayıda belediyemiz üzerinde zaten sürekli bir baskı vardı. Ve sürekli müfettiş denetimleri vardı. Ve yine birçok belediye eş başkanımız, bizzat bundan önce de tutuklandılar ve cezaevindeler. Bunların bir kısmı gözaltında tutuldu. Önemli bir kısmı üzerinde soruşturmalar devam ediyor. Bunla tatmin olunmadı. Yani mevcut hukuksal prosedür dahi takip edilmedi. Mahkemelerde çıkan karara dahi tahammül etmediler. “Milli irade”den bir seçim iradesi, bir seçilme iradesi dıştalanıyorsa, gasp ediliyorsa buna darbe yapılıyorsa, yine hatta mevcut yasal hukuksal çerçeve dahi dıştalanıyorsa, o zaman “milli irade” neyle teşekkül oluyor?
AKP’nin ideolojik, algısal alanıyla meşgul olan ve teşekkül olan bir “milli irade” vardır. Bu “milli irade” diğerlerine son derece baskı yapan, diğerlerinin ellerindeki değerleri gasp eden… kendisini her şeyin üstünde gören, her şeyi kendisine hak ve mubah gören, her şeyi kendi amaçları doğrultusunda kullanan bir yaklaşım. Böyle bir milli irade son derece diktatöryaldir, son derece anti-demokratiktir, son derece hukuk dışıdır ve son derece ötekini ezme üzerine kurulu bir iradedir. Böyle bir “milli irade”nin bir toplumsal birliği, halklar arasındaki birliği, toplumlar arasında birliği, bir hoş görüyü, bir dengeyi, bir ahengi sağlaması mümkün değildir. Böyle bir irade, bizim bildiğimiz gibi son derece otoriterdir.
Geçenlerde İlber Ortaylı bile yazmıştı; ‘Mussolini dönemindeki belediyeler daha özgürdü.’ Yani mealen söylüyorum, bu anlama gelen sözler söyledi. Evet, tarihte birçok kere “milli irade” söylemi altında yönetenlerin, birçok kimliği, birçok halkı, demokratik değerleri ezip geçtiği görülmüştür. Bu Almanya’dan tut Avrupa’da birçok ülkede, hatta Ortadoğu’da, milli irade adı altında kan kusturulan yerlerde vardır, boğdurulan yerler de vardır. Milli irade adı altında tüm demokratik değerleri, tüm muhalefeti, tüm demokratik sesleri boğan bir jargon içerisinde kullanılan bir durum da vardır. Şimdi AKP’nin bu durumdaki icraatı, bu yöne doğrudur. Bunun milli iradeyle bir alakası yok. Daha çok, kendi politikalarına bir zemin hazırlamak için, toplumsal bir destek bulmak için “milli irade”yi kullanıyorlar. “Milli irade” ne? Bundan önce kendileri diyordu; “Seçim esastır. Hiçbir şey seçim ve seçilenlerin iradesinin üzerinde olmamalıdır.” Ama şimdi bir bakıyorsun ki, işte, nasıl bir milli iradedir; halkın iradesini yok sayıyor. Bir tane memuru, bir tane kaymakamı, güvenlikte çalışmış birisini alıyor, bir belediyeye kayyum olarak atıyor. Böyle bir milli iradeyi kabul etmemiz, buna saygı göstermemiz, bunu bizim kendi içimize sindirmemiz, halkımızın bunu kendi içerisine sindirmesi mümkün değildir. Bu olacak bir şey değil. Böyle bir “milli irade”, baskıya dayanan, zora dayanan, gaspa dayanan, otoriteye dayanan bir “milli irade” bizi temsil edemez, halkımızı temsil edemez.
“Çanakkale’den gelen ses, mevcut durumda, CHP’nin dahi düzeyini aşan bir sestir.”
Direnişteyiz: Sur’a atanan kayyumla alakalı, Çanakkale belediye başkanı ‘Kayyum bizim kardeşimiz değildir, Sur halkı bizim kardeş halkımızdır’ dedi. Bu çok büyük bir yankı buldu. Mecliste de AK Partili bir milletvekili; “Biz Sur’a vuruyoruz, Çanakkale’den ses geliyor. Bu nasıl iştir? Bu açıdan Batı’dan gelen, Anadolu’dan çıkarılan seslerin, biraz daha yükseltilmesi gerektiğini düşünüyoruz, bu konuda Anadolu halklarına çağrı yapmak ister misiniz?
Seydi Fırat: Çanakkale belediye başkanının sesi demokrat bir sestir. Sağduyulu bir sestir. Hakikaten, duyarlılığı ortaya koyan bir sestir. Bu açıdan olumludur. Yani belediyeler, belediye başkanları, belediye yönetimleri seçimle gelmişlerdir. Doğal olarak seçimle gitmesi demokratik ölçüdür. Aynı zamanda sağduyulu bir ölçüdür ve aynı zamanda Türkiye’nin geleceği açısından değerli bir yaklaşımdır bu. Tabii ki, Türkiye’den böyle bir sesin yükselmesi, demokrat kesimden, ilerici kesimden, hatta sağduyulu kesimden böyle bir ses yükselmesi, bu haksızlığa karşı, bu gaspa karşı bir ses yükselmesi son derece değerlidir. İstiyoruz ki bu ses tek bir Çanakkale’yle sınırlı kalmasın. Bir    Çanakkale’yle sınırlı kalırsa, bu tabii ki çok etkileyici olmaz. Ama yine de durum, bu yaklaşımın, değerini, kıymetini ve doğruluğunu zayıflatmaz.
AKP, buna karşı çıktı, eleştirdi. AKP’nin algısı, zihniyeti şudur; ‘Biz vurduk mu, tüm Türkiye, tüm batı kesimi ‘vurun daha fazla vurun, daha fazla ezin, daha fazla tüm yasaları hukuku ayaklar altına alın’ desin. AKP böyle bir ses bekliyor arkasında. Böyle bir destek bekliyor, arkasında böyle bir algı bekliyor. Bunun dışındaki her türlü itiraza her türlü sese, her türlü tepkiye alerji gösteren bir zihniyetteler.
Eğer AKP, bugün mesela 24 belediyemize, kayyum atama cesaretini, gücünü göstermişse, bu aslında biraz da Batı’yla bağlantılıdır. Batı’da demokratik bir sesin, bir hukuksal sesin dahi fazla çıkmamasıyla alakalı bir durumdur. Şimdi bundan biraz destek alıyor, bundan biraz güç alıyor, yoksa mevcut durumda yürüttüğü şeyin meşru olduğu, doğru olduğu, hukuksal olduğu çerçevesinde bir gerçeklik yoktur. Tersine bu hukuksuzluktur.
Bu durum, AKP’ye Batı’da da hukuksuzluğu yapma cesareti verecektir. Yarın buradan aldığı güçle, Batı’da da geliştirebilir. Batı’da beğenmediği herhangi bir belediyeye, beğenmediği bir kuruma kayyum atayabilir. Yani bu yeni bir stratejidir; kayyum atama stratejisi yeni bir stratejidir. Ve yukarıdan aşağıya kadar tüm kurumları, tüm toplumsal dinamikleri, tüm güç odaklarını kendi ya yönlendirmek istiyor ya kendi doğrultusuna çekmek istiyor. Yeni bir çerçeveyle inşa etmek istiyor.
Bu tabii stratejik bir yaklaşımdır. Bir politikadır. Ama bunun en büyüğünü, en yoğununu da Kürtler üzerine uyguluyor. Eğer bir otoriterleşme, bir faşizm gelişiyorsa, bunun bir biçimini de Kürtler üzerinde deneyerek yol alacaktır. Tabii ki buna, özellikle Batı’daki demokratların, sağduyulu olan kesimlerin, devrimcilerin, sosyalistlerin, demokrasiden yana olan herkesin, karşı çok güçlü bir duruş sergilemesi gerekiyor. Maalesef böyle bir durumumuz yoktur. Çok güçlenmiş bir tepki yoktur. Yani bu, bizim ikide bir çağrı yapmamızla da alakalı bir durum değildir. Oradaki toplumun, toplumsal güçlerin, dinamiklerin kendi duruşuyla ilgili bir şeydir; nasıl bir Türkiye tasarlıyorlar, nasıl bir Türkiye düşünüyorlarla alakalı bir şeydir bu. Kendilerinin nasıl bir Türkiye tasavvur ettikleriyle alakalı bir durumdur. Eğer daha demokratik bir Türkiye, daha özgürlükçü bir Türkiye, halkların, toplumların, kimliklerin, demokratik değerler üzerinde bir arada yaşadığı bir Türkiye’ye yönelik ciddi bir içtenlik varsa, ciddi bir istem varsa, mutlaka bunun mücadelesini vereceklerdir. Yok, ama ‘mevcut durumu kabullenelim, nasıl olsa bize yönelik değildir,     Kürtlere yöneliktir ve bize çok da dokunan bir şey değildir, biraz Kürtlerin ezilmesi, biraz Kürdistan’daki demokratik hareketlerin ezilmesini çok da kendimize dert etmeyelim’ diyorsa o da yine kendi sorunlarıdır. Ama biz istiyoruz ki, hakikaten bu oranın kendi iç dinamiklerinin içten gelen bir sesi olmalıdır.
7 Haziran 2015’teki ses önemli bir sesti, değerli bir sesti. Türkiye’nin geleceğine yönelik epey de aydınlatıcı, ufuk açıcı bir sesti. Ama sonra pekişmedi. Ben 2 gün önce Nusaybin’den geldim, geriye bir şey bırakılmamış. Tanklarla toplarla çok büyük bir yıkım yapılmıştır. On, on beş senelik ağaçlar kökünden sökülmüş, parklardaki ağaçlar dahi kökünden sökülmüş yani. Tüm o şehri yok etmeye çalışır durumdadırlar.
Bu açıdan Çanakkale’den gelen ses, mevcut durumda, CHP’nin dahi düzeyini aşan bir sestir. AKP belediyelerimiz üzerine bu kadar gözü kara geliyorsa, CHP’nin de bunda payı vardır. Gene birçok gücün o konuda ciddi bir tepki göstermemesine yönelik birşey vardır. Bunu diyebiliriz.
Sırf böyle Kürtleri savunalım, Kürtlerle dayanışma içerisinde olalım, hani biraz bir vicdani mesele olarak bakarsak çok ilerleme kaydedemeyiz. Bunu açık söylüyorum. Ama ‘Bu bizim de sorunumuzdur, demokrasi bizim sorunumuzdur, özgür bir Türkiye bizim sorunumuzdur, özgür bir gelecek bizim sorunumuzdur. Bizim de kendi mücadelemizi geliştirmemiz gerekiyor, Türkiye’yi değiştirip dönüştürmemiz gerekiyor, Türkiye’nin demokratik çıtasını yükseltmemiz gerekiyor. Türkiye’nin özellikle gelecekte Ortadoğu’da demokratik bir duruşu, tüm bölge halklarına vereceği gücü açısından rolü önemlidir. Yine emekçi sınıf dinamiğinin, toplumun geleceği açısından da çok kıymetlidir.” eğer böyle bir strateji temelinde hareket edilirse, o zaman hakikaten dönüştürülüp değiştirilebilir. Ama yoksa Kürt hareketiyle, yoksul Kürtlerle dayanışma, evet bu da kıymetlidir, bu da değerlidir, bunun da kendi içinde bir anlamı vardır. Ama bunun çapı, bu biçimde olur, bu bir dayanışma çapıdır. Böyle imkanı el verdiğinde dayanışır, vermeyince de ne yapalım bu kadar olur. Ama kendi hayaliyle hareket eden, imkân yaratma peşine gider, yani dönüştürme peşine gider, kendini ona göre konumlandırma peşine gider. Yani durum bu.
Çanakkale’deki ses demiş ki, ‘Ben Sur halkıyla dayanışma içindeyim, dostluk içindeyim, ben oradaki halkı esas alıyorum, orada birisinin, devletin üstten atadığı biri, neyin nesidir, benim muhattabım değildir.’ Doğru bir şey söylüyor; hukuki açıdan da doğru söylüyor, ahlaki açıdan da doğru söylüyor. Mahkemenin vermediği bir kararla üstten atama yapılmıştır, birçoğu belki turist hani hiç tanımıyor.
Şimdi de zaten ele geçirdiği belediyeleri de hep duvar, beton kalıplarla örmüşlerdir, bir karargaha dönüştürmüşlerdir. Orada artık belediyecilik kalmamıştır. Artık içini nasıl dolduracaklardır bilmiyoruz. Halbuki bu süreçlerde o belediyeler, yıkılan kentlere çok yüksek düzeyde destek sunmaya çalışıyordu. Yüz binlerce insan evsizdir, yiyeceksizdir, giyeceksizdir. Mesela Sur’da, binlerce, on binlerce insan evsiz kaldı. Yani şimdi birçoğu, oradaki belediyelerin desteğiyle günlük ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyordu.
10 Ekim aydınlatılmadıkça yeni katliamlar gelecektir
Direnişteyiz: 10 Ekim katliamı, 7 Haziran’da somutlaşan halkların ortak mücadelesini bastırmak üzere gerçekleşen bir saldırıydı ve Türkiye’nin bugüne kadar gördüğü en büyük katliamlardan bir tanesiydi. Şimdi 10 Ekim’in yıldönümüne sayılı günler kaldı. Sizce yıldönümünde, Türkiye’nin tamamını oluşturan toplumsal muhalefetin ne yapması lazım? Nasıl bir yol izlemesi lazım?
Seydi Fırat: Çok ağır bir katliamdı, çok büyük bir katliamdı. Katliamda yaşamını yitirenleri büyük bir saygıyla anıyoruz, yaralılara sağlık diliyoruz. Bu katliam, sıradan bir katliam değildi. Ve ne yazık ki, henüz katliamın tümden nasıl örgütlendiği de açığa çıkmış değildir. Yani bu katliamın açığa çıkartılması; IŞİD’in nasıl bu katliama girdiği, buna destek olanlar, buna güç verenler, bunun planlamasını yapanlar, IŞİD’i buraya gönderen odaklar açığa çıkartıldıkça, Türkiye’nin hem mevcut içinden geçtiği dönem aydınlanmış olacak hem de Türkiye’nin geleceği üzerindeki karanlık bir perde de yarılmış olacaktır. Bu katliam aydınlatılmadıkça, sorumlularından hesap sorulmadıkça, destek verenler, güç verenler yargılanmadıkça, Türkiye’nin geleceği bu tür şeylere gebedir. Türkiye’nin geleceğine, demokrasi mücadelesine, özgürlük mücadelesine, aydınlık mücadelesine yönelen bir katliamdır.
Tüm Türkiye’nin gelecek taşıyıcıları aslında oradaydılar. Oradaydılar ve o konuda zaten mücadele ediyorlardı. Ona yönelikti, ona darbe vurmaya, onu kırmaya çalıştılar. Büyük oranda da başarılı oldular. Bu tür katliamlar çok özel projelerle ancak geliştirilebilir, yani böyle birşey olabilir. Katliamın yıldönümü yaklaşırken, çok daha iyi biçimde sahiplenmek gerekiyor. Hem katliamda yaşamını yitiren şehitlere, hem yaralılara, hem de onların hayallerindeki, düşlerindeki demokratik bir Türkiye mücadelesini çok güçlü bir biçimde sahiplenmek. Onu devrimci bir çıkışa dönüştürmek gerekiyor. Tabii bu katliam unutulamaz, yani bu katliamın nerede gerçekleştiği, Ankara’nın merkezinde gerçekleştiği ve bir mitinge yönelik gerçekleştiği.
Bu konuda çok sayıda veri var, katliamcılar nasıl örgütlenmişler? Nasıl gelmişler? Bir biçimde istihbaratın olduğu, haberin olduğu… Basına yansıyan şeylere bakınca, katliam aslında ben geliyorum demiş. Ama buna rağmen bir tedbir alınmamış. Tedbir almama da bir politikadır. Tedbir almama da bir tavırdır. Tedbir almama da bir beklentidir. Sonuçlarda bir beklenti vardır, bir şey bekleniyor yani. Sonuçlarını kendine aslında zararlı görmeme, belki kendisi için yararlı görüp tedbir almıyor. Almamasının bir politik nedeni, bir politik arka cephesi, bir stratejik arka cehpesi vardır.
Tüm bu Suriye politikasından ortaya çıkan tablodan bu yana, Türkiye’de bu tip durumlar sık sık ortaya çıktı. Ve tüm bu politikalarla gelecek belirleniyor, politik yönelimler belirleniyor, politik duruşlar belirleniyor. Bazıları bu konuda saf dışı edilmek isteniyor, bazı dinamiklerin kırılması isteniyor, bazı dinamiklerin güçsüzleştirilmesi isteniyor. Bazı politikaların önünün de açılması istendiği için bu tür şeylerde tedbir alınmıyor. Yani bir demokrasi dinamiğini kırma. Bugünde de mesela değil mi; binlerce, on binlerce demokrat, ilerici öğretmen, hiçbir gerekçe olmadan hepsi görev dışı ediliyor. Bu politik amaçlı bir şeydir, boylu boyuna politikadır.
Tabi katliamın yıldönümünde tüm bunları da düşünmeliyiz, tartışmalıyız, soğuk kanlı bir biçimde analize geçirmeliyiz. Ona karşı büyük bir mücadele, büyük bir demokrasi mücadelesi, büyük bir devrimci mücadele geliştirmek gerekiyor. Yani karşımızdakiler son derece soğuk kanlı, ne yapacağını bilen, düşünen iyi planlayan…     Devrimci kesimlerin de kendilerine yönelen bu kesime karşı, son derece uyanık olması, durumu farketmeleri gerekiyor. Dayatılan her türlü kıyıma karşı daha güçlü bir biçimde çıkış yapmayla bu tür şeyler ancak durdurulabilir.     Türkiye insanına saygı, Türkiye toplumuna saygı, yaşamını yitirenlere saygı, kendi geleceğimize saygı bunu gerektiriyor. Bu çok daha yaygın bir biçimde topluma mal edilebilirdi, toplum çok daha yüksek düzeyde bir direniş, bir yürüyüş, daha güçlü bir biçimde toplumsal bir bazda geliştirilebilirdi. Yani katliamın birinci yıldönümünde de ne olursa olsun bunda ısrarcı olmamız gerekiyor.