“Güç direnişi üretir, direniş de gücün yeni biçimlerini!”[2]

Oysa müfredat, öğretmen ve öğrenciyi sınıf içinde bütünüyle kuşatmıştır ve düzene uygun insan tipi yetiştirmenin en etkin araçlarından biridir.
Müfredat dediğimiz şey, eğitim sürecinin bütünüyle nasıl gerçekleşeceğini belirler. Derslere ait konuların belirlenmesi, bu konuların hangi içerik ve yöntemle verileceği, okutulacak kitaplar, kullanılacak materyaller, sınıf içinde öğretmenlerin sırasıyla ne yapması, neyi söylemesi gerektiği burada belirlenir. Öğrencilerin nasıl yetiştirileceği, neyi ne kadar öğrenmeleri gerektiği, hayatı anlamlandıracak tüm değer sistemlerini oluşturmaları işte bu müfredat üzerinden kurulur.
İnsanlık tarihinde herhâlde ilk müfredatı, yetişkinlerin çocuklarına doğaya karşı hayatta tutacak bilgileri aktarması olarak kabul edebiliriz. Her ne kadar planlı, programlı bir müfredat olmasa da, müfredatın içeriğini belirleyen şey; edinilen bilgi ve becerilerin aktarılması, bu yolla doğaya karşı insanı güçlendirerek, hayatını devam ettirmesiydi. Bugünkü müfredat ise oldukça çeşitlendi, içeriklendi, özü ve amacı tamamen değişti. Artık müfredatın temelinde insanın gereksinimleri bulunmamakta, öğretilen bilgilerin çoğu yaşamsal değil.
Türkiye’deki eğitim tarihine bakıldığında köklü müfredat değişikliklerinin yapıldığı dönemler oldukça dikkat çekicidir. Bu dönemlere baktığımızda yapılan bu değişikliklerin sınıfsal, tarihsel, ekonomik değişimlerle paralellik gösterdiğini görürüz. Bu nedenle eğitimin temel öğesi olan müfredat dediğimiz eğitim programları tamamen ideolojik bir konudur. Burada yapılmak istenen her değişiklik öğrenci, öğretmen ve veli üzerinden topluma yönelik ideolojik bir müdahalenin, yeniden şekillendirmenin etkin bir parçasıdır.
Eğitim tarihinin köşe taşlarından ilki, aydınlanmacı bir anlayışla dönemin cumhurbaşkanı İnönü’nün kontrolünde kurulan köy enstitüleridir. Köy enstitüleri ile yeni bir ulus devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin ihtiyaç duyduğu yeni insan tipini yaratmak amaçlanmış, adeta bir seferberlikle de yürütülmüştür. Bu amaca uygun olarak tarımdan, hayvancılıktan, sağlıktan anlayacak şekilde yetiştirilen öğretmenler köylere dağılarak Latin alfabesine uyumlu okuma yazma seferberliği başlatacak, büyük bir Atatürk sevgisi yaratarak cumhuriyetin ilkelerini topluma benimseteceklerdi. Ayrıca tarım ve hayvancılığa ilişkin bilgilerle köylüleri eğitecek, üretimin artmasına da yardımcı olacaklardı. Dolayısıyla bu müfredatın içinde dönemin ihtiyacı olan insan tipini yetiştirmek için okuma yazmadan tarıma pek çok şey vardı ve hızlıca geniş kitlelere öğretilmesi, benimsetilmesi gerekiyordu. Okullarda hâlen kutlanan kızılay, yeşilay haftası gibi etkinlikler o dönemin ruhunun bir parçasıdır. Geniş öğrenci toplulukları bir alana toplanır, okunan yazılarla, şiirlerle konuya ilişkin bilgilerin en ekonomik yöntemle öğrencilere öğretilmesi hedeflenir.
Bir diğer belirleyici dönem 1960’lı yıllardır. Bu tarihlerde artık köy enstitüleri kapatılmış, köylerden büyük kentlere hızla göç başlamıştır. Köy enstitüsü eğitimi, sermaye açısından işçileşen bu yeni sınıfın ihtiyacını karşılayamamaktadır. Köylüler artık büyük şehirlerde çalışacak işçilere dönüşmüştür, tarımdan, hayvancılıktan ziyade farklı bilgilerle donanması gerekmektedir. Buna uygun olarak hızla meslek liseleri açılmaya başlanmış, hatta mesleki eğitim ortaokula kadar indirilmiş, sermayenin ihtiyaç duyduğu işçi/işgücü yetiştirmeye başlanmıştır. Tüm kalkınma planlarında meslekî eğitim konusu tıpkı bugün olduğu gibi devletin ve sermayenin önemli bir gündemidir. Öyle ki, okul dışı meslek edindirme kursları yine bu dönemde hayata geçirilmiş ve yaygınlaştırılmıştır.
1980’lere geldiğimizde neoliberal politikalar her alanda etkisini hissettirmeye başlamıştır. Bu değişimlere uygun olarak yabancı dil, bilgisayar bilgisine dayalı eğitimler öne çıkarılmış, okullara hazırlık programları konulmuş, anadolu liseleri hızla açılmaya başlanmıştır. Küreselleşme olarak tarif ettikleri bu yeni dünya düzeninde “sınırlar kalkmış ve dünya kocaman bir küresel köye” dönüşmüştür. Bu dönüşümlere uygun olarak eğitimin de uyumlulaşması ve ihtiyaç duyulan yeni insan tipini eğitmesi beklenmektedir. Peki nedir bu yeni insan tipi? Bu büyük pazarda çalışabilecek, pazarın ortak dili olarak belirlenen İngilizce’ye hakim, bilişim teknolojisi bilgisine sahip, girişimciliği yüksek, rekabet koşullarına uyumlu, iş değişikliklerine açık vb. olmasıdır.
Özellikle 1990’lar ve sonrası pek çok ülkede eğitim sistemlerinde, müfredatlarında köklü değişiklikler yapıldığı bir dönemdir. Bu dönemde farklı kesimlerden eğitim sistemine yönelik çokça eleştiriler yapılmıştır. Eğitimin odak noktasının birey olması gerektiği vurgulanır ve bireysellik yüceltilir. Bu dönemde kişisel gelişim kitapları basılır, eğitimler düzenlenir. Hatta basılan bu kitaplar dünyada en çok satanlar listesindedir. Geleneksel eğitimin bireyselliği, girişimciliği, farklılıkları yok ettiğinden şikâyet edilir. Aynı zamanda öğretmen-öğrenci, anne-baba-çocuk ilişkilerinin yeniden tariflendiği, yeni ilişki biçimlerinin tüm dünyada özellikle medya eliyle halklara adeta pompalandığı, dayatıldığı yıllardır. Aynı zamanda bu yıllar, eğitimin daha da paralı hâle geldiği, özel okul sayısının hızla arttığı, devlet okullarında verilen eğitimin niteliğinin hızla düştüğü de yıllardır. Eğitimde sürekli değişiklikler yaşanır, eğitim adeta yaz boz tahtasına dönüşmüştür. Neredeyse her yeni gelen MEB bakanıyla birlikte eğitim sistemi alaşağı edilir.
Bu süreç içerisinde 2005 yılı oldukça kritik bir yıldır. Artık yapılandırmacı eğitim sistemine geçilmiştir, müfredat tamamen piyasacı bir anlayış üzerine oturtulmuştur. Yeni insan tipini yetiştirmek artık daha da sistemleştirilmiş bir müfredat üzerinden kurulacaktır. Bu köklü değişiklik Türkiye’de, AB’ye bağlı, yalnızca bu işi hayata geçirmek için kurulmuş şirketler tarafından yürütülmüş ve AB’ye uyum adı altında dayatılmıştır. Geleneksel eğitim sisteminin başarısız ve ezberci olduğundan dem vurularak bilgiyi edinmesinin yollarının öğrenciye öğretileceği, öğrencileri özgürleştireceği, eğitimin merkezine öğrencilerin konulacağı gibi kulağa oldukça güzel gelen, duyan herkesin de taraf olabileceği kelimelerle anlatılır. Burada amaç, eğitimin niteliğini artırmak, Türkiye’de eğitimde yaşanan sorunları gidermek ya da eğitimde yeni bir anlayış geliştirmek falan değildir. Eğitimin odağına bireyselleşmeyi, rekabeti, kendini göstermeyi, girişimciliği, ekip çalışmasına yatkınlık adı altında lider yetiştirmeyi, eğitimin kolektiflikten çıkarılarak bireysel edinmeye dayalı bir anlayışın yerleştirilmesi, müfredat yoluyla da küçücük yaşlardan itibaren yeni insan ilişki biçimlerinin benimsetilmesidir.
Bugün ilkokulda okutulan herhangi bir ders kitabı ele alındığında görülecektir ki, kardeşlik, dayanışma, sevgi, özgürlük, paylaşım gibi değerler yoktur. Öğrencinin karşılaştığı bir durumda öncelikle kendisinin ne hissettiği ya da hissedeceği, ne yapması, nasıl davranması gerektiği üzerinde durulur. Eğitim, çocuğun tamamen kendisine odaklanmasına yöneliktir. İnsandan, ağaçtan, hayvandan, kardeşleşmeden uzaktır. Kediden bahsederken kediye dokunmaması, dokunursa da hemen elini yıkanması gerektiği anlatılır. İnsan olmanın gerektirdiği, karşılık beklemeden yapılan iyilikler olağanüstüleştirilir, paylaşım nadirleştirilir. Herkes kendi malına sahip çıkmalıdır. Resim dersinde herkes kendi boyasını kullanmak zorundadır. Arkadaşını korumak için kavgaya giren daha çok ceza alır. Milliyetçilik had safhadadır. Farklılıklara saygı, birlikte yaşama vurgusu süreklidir ama sınıfta Alevilerden, Ermenilerden küfürle bahsedilir, kitaplarda bu halkların düşmanlıkları hamasetli öykülerle anlatılır. Kız-erkek çocuklara atfedilen cinsiyet rolleri-değerleri dayatılır. Kitaplar bu rolleri pekiştirecek öyküler, resimlerle doldurulur. Dinsel öğeler hemen hemen her dersin içine özenle yedirilmiştir. Din dersi saatleri seçmeli ve zorunlu dersler olarak artırılmıştır. Değerler eğitimi adı altında; dinsel, milliyetçi, ahlâkçı bir anlayış yerleştirilmeye çalışılmaktadır. İşte bu dönemin/müfredatın yetiştirmeye çalıştığı yeni insan tipi de budur. Her türlü değerin yerle bir edildiği değersizleşme, çürüme.
Tüm bu çürümenin karşısında insanlığın tek yolu devrimin dirilişini inşa etmektir. Ancak böylesi bir inşada çocuklar paylaşarak, birbirlerini severek, özgürleşerek, sorgulayarak, her geçen gün öğrenmeye daha fazla merak duyarak, yeteneklerini geliştirerek, yarışmadan, rekabetten sıyrılarak birlikte öğrenebilir ve büyüyebilirler.

Aylin Belgi