“Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok”

Nitekim sadece geçtiğimiz hafta içinde 1100 göçmenin sulara gömüldüğü
bildiriliyordu. 2014 yılında Akdeniz’i geçmeye çalışan 170 bin göçmenin 3300’ü boğulup öldü.
Uluslararası Göçmen Ofisi, o maceraya katılacak göçmen sayısının 2015 yılında 500 bine ulaşacağını
bildiriyordu…

İnsanları o ölüm yolculuğuna çıkmaya zorlayan şey yoksulluk, savaş ve terör. Ve bu durumun sorumlusu da Batı Avrupa ve ABD, daha doğrusu kolonyalist, emperyalist, kapitalist ülkeler… O ölümlerin gerçek failleri beş yüz yıldır dünyanın geri kalanının yaşam kaynaklarını sömüren, yağmalayan, talan eden, halklara soykırım uygulayan
“uygar dünya” denilip, yere göğe konulmayanlar! O kanlı ve karanlık tarih 1492’de Kristof Kolomb’un macerasıyla başladı. Başlarda “Hıristiyanlaştırıyoruz” [évangélisation] daha sonraları da “uygarlaştırıyoruz” dediler. İkinci Emperyalist Savaş (1939-1945) sonrasında sıra “kalkındırmaya” gelmişti. Şimdilerde, neo-liberal küreselleşme
çağında da yeryüzünün lânetlilerine “insan hakları ve demokrasi” taşımakla meşguller. Velhasıl durum
tam da Eric Maria Remarque’ın dediği gibi: Garp Cephesinde Yeni bir Şey yok!

Katolik dünyanın ruhani lideri Papa François, geçtiğimiz ay XX. yüzyılın üç soykırımından (Ermeni,
Yahudi, Stalin katliamları, Rwanda, Burundi ve Kamboç) söz etti. Elbette Papa’nın işlenen insanlık suçlarına dair duyarlılık yaratma niyeti olumlu bir şey ama zahmet edip geride kalan yaklaşık beş yüz yılda Katolik Kilisesi’nin de dahli, özendirmesi ve meşrulaştırması sonucu Hıristiyan Avrupalılar tarafından yapılan yüzlerce soykırımı da hatırlatıp lânetlemesi gerekmiyor muydu? Mesela ABD’nin soykırım sicilini hatırlatması gerekmiyor muydu?
Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) bağımsız ülkelere 2000 doğrudan askeri saldırı yaptığını, 402 barış antlaşmasını ihlâl ettiğini, beş kıtada 50 milyon insanın katlettiğini de… Kaldı ki, soykırımdan söz etmek için illâ sayının belirli bir rakamı aşması gerekmez. Derisinin rengi, dini, inancı, inançsızlığı, ırkı, düşünceleri yüzünden tek bir insanın bile öldürülmesi basbayağı soykırımdır… 1,6 milyon Iraklının baba-oğul Bush’ların açtıkları saldırı
savaşları sonucu katledilmesi soykırım değil miydi? Keza Siyonist İsrail, ABD ve gericiliğin timsali Suudi Arabistan ortaklığında Filistin halkının katledilmesi, aç, susuz, ilaçsız bırakılması, Irak’ta gıda ve ilaç ambargosu yüzünden yarım milyon çocuğun ölmesi soykırım değil de nedir? Şimdilerde IŞİD’çi onbinlerce fanatik katil sürüsünü eğitip, endoktrine edip, silahlandırıp, finanse edip masum insanları katletsinler diye sahaya sürmek de soykırım değil midir?

Amerikaların (kuzey- orta-güney) İspanyollar, Portekizliler, İngilizler, Fransızlar, Hollandalılar… tarafından işgal edilmesi (fetih diyorlar) milyonlarca insanın, hayvanları, hasatları, evleri, barklarıyla, birlikte yok edilmesinden daha büyük soykırım olur muydu? “12 Ekim 1492’de, Kristof Kolomb Amerika toprağına ayak bastı. 3 Mayıs 1493’te Papa VI. Alexandre şu fetvayı yayınladı: Keşfedilen ve keşfedilecek dünyalar İspanya ve Portekiz
arasında paylaşılmalı, din ve Katoilk îmanı yüceltilip yayılmalı (…) ve barbar halklar boyunduruk
altına alınıp Hristiyanlaştırılmalıdır.”(1) ‘Barbar halkları’ Hıristiyanlaştırma ve boyunduruk altına alma süreci hızlı başlamıştı. Kolomb, Amerikan adalarına ayak bastığında, kıtanın nüfusu yaklaşık 80 milyondu, 16. yüzyılın ortasında (60 yıl sonra) Amerikalarda yaşayan nüfus 10 milyona inmişti…

Hıristiyan ‘Batılılar’ yaklaşık yarım yüzyılda 70 milyon insanı ‘Hıristiyan cenneti’ne göndermeyi başarmışlardı. XVI’ncı yüzyılın başında dünya nüfusunun yaklaşık 400 milyon civarında olduğu düşünülürse, yarım yüzyıllık bir dönemde 70 milyon insanı yok etmek ‘büyük bir başarı olmalıydı…(2)

Velhasıl izleyen üç yüzyılda Siouxların, Apachesların, Navarroların, Cheyennelerin, Cherokeelerin
Creekslerin Iroquoisların, Eskimoların, daha nicelerinin kökü kazınacaktı… Konkistatörler tarafından katledilmeyenler de açlıktan ve hastalıklardan yok olacaklardı… Tabii katliamdan hayvan sürüleri, yakılan hasatlar da nasibini alacaktı… Nam-ı değer Katolik Kilisesi tarafından planlanıp desteklenen bir etnik kırımdı (éthnocide) söz konusu olan… Lâkin Hollywood sinemasının Far West destanlarının anlattığı hikâye farklıydı…

Uygar Beyaz Adam, Yeni Dünya’nın birikmiş hazinelerini yağmaladı, uygarlıkları tarihten sildi, o topraklar üzerinde yaşayan halklar, soykırımlar, hastalıklar ve açlık yüzünden yok olmanın eşiğine geldi. Fakat keşif ve icat şampiyonu Beyaz Adam bir keşif daha yapacaktı… “Yeni Dünya” toprağının altı zengin madenlerle (altın, gümüş…) doluydu ve işlenmeyi bekleyen devasa verimli topraklar vardı. Ve fakat çalışıp üretecek insan kalmamıştı. O halde köleleştirme ve soykırım sırası Afrika’ya gelebilirdi ve geldi. Afrikalı Siyahlar avlanıp Atlantik
Okyanusu sahilindeki bazı merkezlerde toplanıyor, oradan gemilere yüklenerek Yeni Dünya’ya taşınıyordu…
Köleler Amerika’ya, yarattıkları zenginlik de Avrupa’ya taşınıyordu… Beyaz Adam Afrikalı siyahları insan saymıyordu, onu “insan altı” bir yaratık olarak görüyordu, çünkü derisi siyahtı… Köle ticaretinde vahşi havyanlar gibi avlanıp, soykırıma uğratılan insan sayısı kaçtı? 20, 30, 40 milyon mu, yoksa daha fazla mı?

Kibarca traite denilen köle ticareti sayesinde emek açığı kapatıldı. Tarihçiler sadece gemilerde ölüp denize atılan siyah köle sayısının 2 milyondan fazla olduğunu yazdı. XVI-XIX yüzyıllar arasında Afrika toprağından sökülüp Yeni Dünya’ya taşınan Afrikalı siyah köle sayısı on milyonlarla ifade ediliyor… Afrika için ikinci yıkım, kıtanın Batı Avrupalılar tarafından kolonize edilmesi, sömürge statüsüne indirgenmesi olacaktı. Şimdilerde Afrika’daki
yoksulluğun, açlığın ve sefaletin gerisinde, sömürgeci- emperyalist tahakküm var. İleri sürüldüğü ve sanıldığı gibi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kolonyalizm tasfiye edilmedi. Sadece yeni sömürgecilik (neo-colonialisme) statüsüne terfi etti.

Soykırımlar sadece siyah Afrikalıları hedef almıyordu elbette. Bir fikir vermek için Fransızların Cezayir’de yaptıkları soykırımı, işledikleri insanlık suçunu hatırlamak yeter: Fransız askerlerinin kara çizmeleri Cezayir toprağına bastığında (1830), ülkenin nüfusu yaklaşık 7-8 milyondu. Sömürge yönetimi 90 yıl sonra, 1920 yılında ülke nüfusunun 7 milyon olduğunu bildirmişti. Oysa, ortalama bir nüfus artışı durumunda ülke nüfusunun en az 11 milyon civarında olması gerekirdi… Geride kalan dönemde yapılan talan, su kuyularının ve nehirlerin zehirlenmesi, hasadın ateşe verilmesi, toplu katliamlar, bulaşıcı hastalıklar, akıl almaz baskı ve zulüm, ülkeyi harabeye çevirmişti… En büyük katliamları gerçekleştiren Fransız generallerinin adlarının Paris’teki büyük bulvarlara verilmesi de tuhaf bir ironi olmalıydı… Ünlü Fransız yazar, düşünür ve politikacıları (Victor Hugo, Jules Ferry, Alexis de Tocqueville vb.) gerçekleşen yıkımı “Uygarlığın vahşiliğin üzerine yürümesi” olarak adlandırmışlardı. Emir Abdülkadir de cevaben: “Hayır sefil efendiler, asıl bizim medeniyetimizin üzerine yürüyen
sizin vahşetinizdir. Yakılmış kitaplarım ve kütüphanem, izinizi sürmemi sağlıyor” diyecekti…

Tarihsel olarak Afrika’daki açlığın, yoksulluğun ve sefaletin geri planında, sürüp giden kolonyalist-emperyalist sömürü, şiddet, savaşlar ve soykırımlar var. Son dönemde insanları ölüm yolculuğuna çıkmaya zorlayan ilave bir unsur da bu ülkelere açılan savaşlar ve toplumların dokusunun parçalanması. Açlık, yoksulluk ve terör yüzünden üzerinde yaşadıkları toprakların yaşanamaz yerler haline gelmesi… Zengin Avrupalıların ölüm yolculuğuna çıkan çaresiz insanlara reva gördükleri muamele, ateşe verilmiş evden canhıraş kaçmaya çalışanları eve yeniden  sokmaya zorlamak gibi bir şey… Vaktiyle siyasi ve fiziki zorla Afrikalılar ölüm yolculuğuna çıkarılıyorlardı, şimdilerde aynı şeyi ekonomik zor yapıyor… Aksi hâlde şimdilerde Akdeniz’in bir cehennem kapısı hâline gelmesi nasıl mümkün olabilirdi? Öyleyse “garp cephesinde yeni bir şeyin olabilmesinin” koşulu, emperyalizmi,  kapitalizmi ve bölgedeki emperyalizm uşağı, halk düşmanı gerici rejimleri sepetlemekten geçiyor demektir…