Fransa’da işçi direnişi “Daha başlamadık”

Fransız hükümeti, sosyalizmin varolduğu dönemden kalan tüm sosyal hakları tırpanlayan diğer emperyalist metropoller gibi, işçi haklarına karşı sonu gelmez saldırılarından bir yenisini başlattı.

Yeni çalışma yasası gündeme geldi. Bu yeni yasa ile, günlük maksimum çalışma zamanı, 12 saate kadar çıkarılıyor, eğer bir işçi sözleşmesinde değişiklik yapmak isterse işten atılabilecek, fazla mesailere daha az ödeme yapılacak, ayrıca işveren hem mesai saatlerini artırma hem de ücretleri düşürme olanağına sahip oluyor.

Tasarı bu hâli ile, mecliste kabul edildi. Ama Fransız sisteminde, bir de senatoda kabul edilmesi gerekiyor. Elbette hükümet, bunun için fırsat kolluyor.

Fransız hükümeti, tekellerin kâr hırsları için işçi ve emekçilere bir savaş açmış durumdadır. Bu savaş için, bugün ortamın çok da uygun olduğu görüşündedirler. Çünkü, Paris, yakın zamanda IŞİD saldırıları ile vahşi eylemlere sahne olmuş, buna dayalı olarak Paris’te olağanüstü hâl ilan edilmiştir. Devletin olağanüstü dönemlerdeki uygulamaları, her zaman işçi ve emekçilerin, muhaliflerin haklarının kısıtlanması ile sonuçlanıyor.

Paris’te de aynı süreç işliyor ve birçok demokratik hak, yarı yarıya askıya alınmış durumdadır. Henüz Fransa bu konuda İngiltere ve ABD’den daha iyi olsa da, bu olağanüstü hâl uygulamaları süreci değiştirmeye başlamıştır.

İşte bu nedenle, bu yasa, tam da böylesi bir hassas dönemde gündeme getirilmiştir. Bu yasanın çıkması için, hükümet son derece kararlılık göstermektedir. Ve doğrusu, ilk anda, bu ortam nedeni ile, yasanın geçeceği konusunda büyük umut içinde idiler. Bizim tarafta da aynı endişe vardı.

Nitekim grev dalgası başladığında, beş büyük sendikadan biri olan CGT’ye karşı devlet cephesinden oldukça sert açıklamalar geldi.

Ama Fransız işçi sınıfı, bir kere daha örgütlülüğünü doğru değerlendirecek hamleler yaptı. Aslında yıllardır güç kaybetmiş hâli ile, hatta abartısız söylersek sendikal hareket son 50 yılın en güçsüz döneminde olmasına rağmen, örgütlü bir direniş sergiledi.

Ülkedeki tüm rafinerilerde grev örgütlendi. Katılım oldukça yüksekti. Sadece grev yapılmıyor aynı zamanda sokakta polislerle sert çatışmalara neden olan gösteriler de gerçekleştiriliyordu. Bu aslında bir derstir, grev ve gösteri birlikte organize edilmedikçe, geniş kitlelere, halka ulaşmak onların ilgisini çekmek de zordur.

Marsilya büyük bir barikatın kurulduğu yer oldu. İşçiler barikatı savunamadı, polis barikatı dağıtmayı başardı. Sendika, Amerikan şirketi Exxon Mobil’in Fos rafinerisinde işçilere karşı 40 otobüsle polisin getirildiğini ve görülmemiş bir şiddet kullandıklarını belirtiyordu. Eylem yayıldı ve 8 rafineride de iş durdu. Yakıt sıkıntısı baş gösterdi. Fransalılar, komşu ülkelere geçip arabalarına mazot almaya başladı. Benzin istasyonlarında uzun kuyruklar oluştu.

Ardından grevler nükleer tesisleri kapsamaya başladı.

Sendika akıllıca, adım adım grevin alanını genişletmektedir. Demiryolu işçileri, metro işçileri sıradadır. Haziran ayı başında grev dalgası daha da büyüyecektir. 2 Haziran tarihinde süresiz genel grev çağrısı için hazırlıklar yapılmaktadır.

Grev ulaştırma, havacılık gibi alanları da sarmaktadır.

Kısacası, büyük çaplı bir direniş görünmektedir.

Bu açıdan kayda değer, son derece önemli bir gelişme, sendikanın, basını grevlerine destek vermeye çağırmasının ardından yaşandı. Gazetelerin bir bölümü, durumu olduğu gibi anlatacak haberler yaptı. İşçilerden yana tutum alanlar kadar, bu gazetelerin de hükümetin sansür politikasına boyun eğmediği görüldü. Ama buna rağmen, birçok gazete de, işçilerin destek çağrılarına olumlu yanıt vermedi ve devletten yana bir yayın politikası izlemeye başladı. İşçiler, bu tip, devletten yana yayın yapan gazetelerin basıldığı matbaalarda iş durdurdu ve bu gazeteler basılamadı. Öyle ki, 26 Mayıs 2016 tarihinde, gazete bayilerine ulaşan tek gazete, Fransız Komünist Partisi’nin yayını olan L’Humanite oldu.

Aslında bu örnek, oldukça önemli bir ders niteliğindedir. Sansür uygulayan, gerçeği karartan gazetelerin basıldığı matbaalardaki grev, işin rengini değiştirmektedir. Özellikle ülkemizde basının, tam anlamı ile devletin destekçisi olduğu, hatta daha ileri adlandırmaların ortaya çıktığı (havuz medyası, Başbakan Davutoğlu kendi medyasını kuruyor vb.) bir dönemde, doğru habercilik yapmayan gazetelerin matbaalarında grev, çok yerinde ve etkili olur. Kürt halkına karşı açık katliamları görmeyen, bunları karartan medyanın grevle durdurulması bir örnek olur.

Elbette Fransa’daki direnişin önemli dersleri var. İlki, sendika güç kaybetmiş olsa da, hâlâ işçi sendikası ise, ille de devrimci bir sendika olmadan da, işçilerin en temel haklarını savunacak bir kararlılık ortaya koyabiliyorsa, sonuçta etkili olabiliyor ve işçiler de sokaklara çıkabiliyor.

Bizde, gücü az ya da çok olmasından bağımsız olarak sendikalar, eylemlerinde ciddi ve samimi değildirler. Mesela 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması konusunda tam bir kararlılık sergileseler, gerçekten kendi üyelerini oraya getirecek bir samimi çalışma yapsalar, durum çok farklı olur.

Önemli bir diğer nokta, Fransa’da sendika, taktik değerde doğru hamleler yapabilmektedir. Gücünü gün be gün ortaya koymakta, en etkili vuruşları gözetmektedir. Grev, işçilerin elinde, patronlara karşı haklarını savunacakları, yasal bir olanak, bir silâhtır. Sendika, grevi, “her ne kadar yasal olsa da istenmeyen bir şey, bir suç” olarak görmekten kurtulmalıdır. Bir sendikacı, Zonguldak’ta maden ocağında açlık grevi ile direnişe geçen işçilerin eylemini yasadışı vb. göremez. Zaten öyle de değildir.

Bugün, Zonguldak’ta direnen işçilerin eylemine destek vermek üzere, mesela 100 bin madenci, 100 bin işçi tüm çevre illerden harekete geçip Zonguldak’a akmaya başlasa, o işçiler tüm haklarını alırlar. İşte sendikal mücadelenin sınıf ruhu ile yapılması buradan geçiyor.

Fransa direnişi gösteriyor ki, biten aslında sendikacılık değildir. Biten, tükenen, köhneyen, tıpkı bu sistem kadar köhnemiş olan şey, devlet sendikacılığıdır, eski deyim ile sarı sendikacılıktır, patron sendikacılığıdır.

Ülkemizde sendikalar, sendika mafyası adını verdiğimiz bir çete tarafından yönetilmekte, kontrol edilmektedir. Türk-İş, Hak-İş esas olarak budur. Kuşku yok ki, her konfederasyonda olumlu, gerçek anlamı ile sendikacı olan insanlar vardır. Ama sarı sendikacılık, devlet ve patron dalkavukluğuna dayanan sendikacılık ülkemizin bir gerçeğidir. Ve gerçekte işçilerin sendikalaşmadan uzaklaşmasının ana nedeni de budur. Bu o kadar önemlidir ki, her işçi, bir işyerinde sendikal çalışma yaparken, ilkin bunu sendikadan gizli yapmak gerektiğini bilir.

Elbette böylesi bir sendikacılık ile grev de örgütlenmez.

Sendika, işçinin rızkını kimin vereceği gibi sorularla sendikacılık yaparsa, o, işçinin hakkını değil, patronun hakkını savunmuş olur.

Bir sendika, grevi yarı suç, yasadışı vb. görüyorsa, o sendika hiçbir zaman işçi sendikası olamaz. Yasalarca onaylanmış bir hakkı kullanmayan sendika, bir işçi örgütü olmaktan da çıkmaktadır.

İşte Fransa’nın farkı da buradadır.

Yoksa, işte başladı, diyeceğimiz günlerde değiliz.

Şüpheniz olmasın, henüz değiliz, o günlerden daha uzaktayız.

Hikâye Paris metrosunda geçmektedir, oradan mahkemeye uzanır.

Zengin bir adam, hayatında ilk kez metroya binmeye kalkışır. Metronun uzun merdivenlerine varmadan daha girişte, işten dönmekte olan bir işçiye çarpar ve işçi birdenbire adamı dövmeye başlar. Derken kavgaya merdivenleri temizlemekte olan işçiler de karışır. Hepsi mahkemededir ve hakim zengin adama olayı anlat der.

Adam:

– Efendim, ben hayatımda ilk kez bir metroya binecektim. Daha girişte şaşkın şaşkın yolu arıyordum ki, bu beyefendiye çarptım ve sonra beni dövmeye başladı. Sonra merdivenleri temizleyen işçiler de bana vurmaya başladı, bu kötü giyimli adama yardım etmeye başladılar.

Hakim kötü giyimli dedikleri işçiye sorar:

– Adam sana çapınca neden adama vurmaya başladın?

– Efendim, ben bir maden işçisiyim, işten dönüyordum, ayağımda nasır var. Bu züppe, o cilalı ama sert ayakkabıları ile benim nasırıma basınca, ben de dayanamadım onu vurdum. Sonra bu arkadaşlar da, bunları hiç tanımam, adama vurmaya başladılar.

– Peki, der hakim, merdivenleri temizleyen işçilere dönerek, siz niye bu beyefendiye vurdunuz?

İşçilerden biri, durumu mahkemede iyice anlamıştır ve şöyle yanıt verir

– Vay be hakim bey, biz de başladı sanmıştık.

Bu fıkradaki gibi, henüz başladı sanmaya gerek yoktur. Daha bu başlangıç bile değildir. Ama bu kadar bile, daha şimdiden BBC’den APF’ye, CNN’e kadar hepsinin aklına komünizmi getirmiştir. Her satırlarında bu korkuyu gözlemek mümkündür.

İçleri rahat olsun diye yazıyoruz, daha başlamadık.