Evet hâlâ, ısrarla, yeniden isyan *

Kimileri buna “hayal” ya da “umut işte” diyebilir…

Ama unutmayın: Aristoteles, “Umut, uyanık insanın rüyasıdır,” derken; Remy de Gourmont da, “Gerçek bir hayal ve hayal bir gerçektir,” vurgusuyla yanıtlar bu kuşkucu itirazları…

Hayır kuşkuya, tereddüde yer olmamalı hayatımızda…

Adnan Yücel’in, “Yıldızlar ve sular tanıktır/ aç ve kavruk bir memeden/ Direnmeyi yudum yudum emen / Bir çocuk gibi öğrendik/ Ve direndik,” dizelerindeki zorlu günlerden gelerek ulaştık bu
günlere…

Hayır artık bir “eşikte” değil, ezilenlerin tarihin sahnesinde tekrar yerini aldığı, daha da alacağı bir sürecin içindeyiz…

* * * * *

Yıllar önce, yine böyle bir toplantıda “Bizimkiler büyük bir yangını çıkarmaya geliyorlar. Bizimkiler yalanı ve karanlığı yıkmaya geliyorlar. Bizimkiler kapitalizmi yıkmaya geliyorlar.

Gelenlerin arasında Ökkeş ve 17’lerle Che Guevara da var. Gelenlerin arasında İbrahim, Mahir, Deniz bizimkiler var.

Bizimkiler, çocuklar daha çok ekmek yesin diye geliyorlar. Bizimkiler bu ülke sömürülmesin diye geliyorlar. Bizimkiler, Kürtlerin özgürlüğü için geliyorlar. Bizimkiler Alevîler, kadınlar ve
ötekiler için geliyorlar. Ayağa kalkın bizimkileri alkışlayın. Bizimkiler geliyor,” diyerek uzun bir tarihsel süreçteki Uzun Yürüyüş’ümüzden söz etmiştim…

Tarih biz(ler)i bir kez daha “devrimin güncelliği”
yle doğruladı.

Bizimkiler geldi!

Bizimkiler Gezi/ Kızılay/ Gündoğdu (vd’leri)
güzergâhındaki her yerdeydi…

Onlar Dersim’de, Gazi’de, Tuzluçayır’da, Antakya’da her yerdeydi…

Yoksulluğa başkaldırdı, rantiyeler/müteahhitler karşısında yaşamı savundu…

Onlar Diyarbakır’da, Hakkâri’de, Kandil’de, Rojava’daydı…

Hem de 38 Kurşun’un, Roboskî’nin, Halepçe’nin, Diyarbekir Zindanlarının affetmeyen öfkesiyle…

Bizimkiler geldi!

Onlar emekçilerdi, işsizlerdi, Alevîlerdi, kadınlardı, gençlerdi, LGBTİ’liler, ekolojistlerdi…

Onlar Hrant’ın yoldaşları, onlar Ermeni soykırımını lanetleyenlerdi…

Bizimkiler geldi!

Latin Amerika’da, Filipinler’de, Hindistan’da, Nepal’de yani zulmün olduğu her yerdedir artık onlar…

Gelenler yani Onlar “yeryüzünün lanetlileri” diye anılan Prometheus’un, Spartaküs’ün, Kawa’nın, Şeyh Bedreddin’in, Pir Sultan’ın torunları…

Marx’ın, Engels’in, Lenin’in, Mao’nun, Rosa’nın, Che’nin öğrencileri… 16 Haziran 1915’de Beyazıt Meydanı’nda asılan Ermeni sosyalist Paramaz ile 19’ların, Mustafa Suphi’nin, Deniz’in, Mahir’in, İbo’nun, Mazlum’un, Mercan’daki Ökkeş’le 17’lerin yoldaşlarıdırlar…

Onlar “bir gemiciği” olan ya da “bir milyarcık parası” olanların soygunculuğuna karşı ekmek, adalet ve gül için geliyorlar…

* * * * *
Gelenler bizimkilerdir…

Hilmi Yavuz’un, “Hüzün ki en çok yakışandır bize” notunu düştüğü; Ahmet Telli’nin “ama acıya alışılmaz yaşanacaksa/ geceye boyun eğmez sürgit/ çünkü insanlığımızın tarihi/ acılar bittiğinde
yazılacak,” diye betimlediği alacakaranlıkta…

Hayaller(imiz)le, cüret(imiz)le, umut(larımız)la yolumuzu açacağız 2014’te de sen/siz orada biz burada; Cemal Süreya’nın, “Artık hayallerim suya düşecek diye/ kaygılanmıyorum./ Çünkü, onlar düşe düşe/ yüzmeyi öğrenmişler,” dizelerini terennüm edeceğiz inat ve ısrarla…

Hem de “Ekmek hepimize yetmiyor,/ kitap da öyle,/ ama keder alabildiği kadar”… “Neden sancılar eksik olmaz,/ iyi insanların yüreğinden” çığlığıyla haykıran Nâzım Hikmet’in, “Ne devlet ne para,/ insanın emrinde dünya,/ belki yüz yıl sonra;/ olsun,/ mutlaka bu böyle olacak ama” diye tarif ettiği umutlarıyla…

“Çünkü umutsuzluk yasak,/ Yılgın türküler söylemek de./ Çünkü yürüyor umudun ordusu/ Umutsuzluğu kurşuna dizerek,” derdi Metin Demirtaş…

Çünkü “Diz çökmek değildir yaşamak/ Şarkılar söylemektir ayakta/ Kurşuna dizilirken/ Bir bahar sabahında,” derdi Arif Berberoğlu…

Çünkü “Dün nasılsa bugün de öyle,/ öldürülür taşıyanlar ışığı,/ başkaları alır onların yerini,/ ışığa dokunamaz ama kimse,” derdi Louis Aragon…

Çünkü “ne zaman hürlüğün, barışın, sevginin aşkına/ bir cigara atmışsak denize/ sabaha kadar yandı durdu,” derdi Cemal Süreya…

Ve en önemlisi “Biz böyle yaşayacağız,/ sevişerek, savaşarak, umarak, inanarak,/ bardaktan boşanırcasına,” Afşar Timuçin’in ifadesiyle…

Çünkü “Kötülük Simgesi Olarak Kalacaksınız” çığlığıyla Şükrü Erbaş’ın dizelerinde betimlediği üzere olacaktır her şey: “ne yapsanız çaresiz/ kendinizden sonraya kalmayacaksınız/ zaman yenecek sizi/ o telaşsız bilge, o silahsız güç/ silecek yüzünüzdeki kibrinizi/ hükmünüz ömrünüzle sınırlı olacak/ öldüğünüz gün unutulacaksınız./ /mezarlara hapislere uzanan/ yaralı tarihinde bir ince düşüncenin/ -bir güzel ülkenin, o iyi insanların-/ kötülük simgesi olarak kalacaksınız…”

Onlardan sonra geriye Karl Marx’ın, “İnsanakendi dışındaki dünyaya inanmayı ilk öğreten şeydir aşk,” betimlemesindeki cüret ile, “Bê nan dijîm bê azadî najîm/ Aç yaşarım hürriyetsiz yaşamam!” diye yarattığı Ethem’(ler)in, Mehmet’(ler) in, Abdullah’(lar)ın, Medeni’(ler)nin, Ali İsmail’(-ler)in, Ahmet’(ler)in, Ferit’(ler)in aydınlığıdır…

* * * * *

Ernesto Che Guevara’nın, “Bu gün taçsız krallar var, tekeller bunlar, tüm ülkelerin, bazen de tüm kıtaların gerçek efendileri,” diye betimlediği sürdürülemez kapitalizmin kararttığı bu yerküreyi isyancıların yaktığı özgürlük ateşiyle aydınlatacağız; zalimlerden hesap soracağız…

Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın!

‘StaticsCan’a göre çoğunluğu yerli kabilelerinden olmak üzere 967 bin aç çocuk bulunduğu Kanada’nın Sanayi Bakanı James Moore’a, “Komşumun çocuğu açsa, onu beslemenin benim işim olduğunu sanmıyorum… Federal hükümetin işi, aç çocuklara kahvaltı hizmeti vermek değildir,” dedirten kapitalist hodbinlik koşullarında ‘2013 Dünya Açlık Endeksi’ne göre, dünyada her
8 kişiden biri açken; her yıl, 3 milyonu çocuk 7 milyon kişi açlıktan ölüyorken; Jean Ziegler’in, “Açlıktan ölen her çocuk, tasarlanmış bir cinayet kurbanıdır”; Theognis’in, “Yeryüzünde açlıktan
ölenlerin sayısı, tokluktan ölenlerden çok daha azdır”; Robin Sharma’nın, “Hâlâ açlıktan ölenler varsa dünyada, aslında ölen insanlar değil, insanlıktır”; Henry Ford’un, “Eğer halk bizim bankacılık
ve para sistemimizi bilseydi sabaha kalmaz bir devrim olurdu,” diye tarif ettikleri ve “Yeni Dünya Düzen(sizliğ)i” (“YDD”) denilen adaletsizlik nihayete erdirilecektir…

XX. yüzyılın başında zengin ülkelerde kişi başına düşen gayri safi milli hasıla yoksul ülkelerden 22 kat fazla iken, bu fark 1970 yılında 88 kata, 2000 yılında ise 267 kata çıktığı sömürü ve talanın
açlık ve yoksulluk dünyasını yıkacağız…

Evet, evet ‘Alman Deutsche Welle’ radyosunun, ‘Avrupa’nın Artık Etleri Afrikalıların Tabaklarında’ başlığıyla verdiği haberde, “Avrupalılar daha sağlıklı olduğu için göğüs, but gibi kısımları
tüketirken, sakatat, kanat ve boğaz gibi daha az tüketilen ve sağlık açısından çok da iyi olmayan kısımlar Afrika’ya ihraç etti”ği zulmü yıkacağız…

Haksız savaşların “kan, irin ve gözyaşı”yla beslenen ve yedisi ABD kökenli olan dünyanın 10 büyük silah ve savunma sanayi devinin satışlarının 2012 sonunda 217.7 milyar doları bulduğu ve
de listenin en tepesinde 2012 cirosu 44.9 milyar dolar olan ABD’li Lockheed Martin’in yer aldığı militarist vahşeti yok edeceğiz…

Kolay mı? İkinci sıradaki ABD’li Boeing’in 31.4… Üçüncü İngiliz BAE’nin 26.8… Dördüncü ABD’li Raytheon’ın 22.7… Beşinci sıradaki ABD’den General Dynamics’in 21… Altıncı ABD’li Northrop Grumman’ın 20.6… Yedinci Hollandalı EADS’nin 14.9… Sekizinci İtalyan Finmeccanica’nın 12.5… Dokuzuncu ABD’li United Technologies’in 12.1… Onuncu sıradaki ABD’li L-3 Communications’ın da 0.8 milyar dolar cirosu olduğunu asla unutmayacağız/ unutturmayacağız…

Onların kârı emekçilerin ölümüdür; tıpkı “Bir banka soymak, bir banka açmaktan daha büyük bir suç değildir,” diyen Bertolt Brecht’in “Büyüyecek/ mülk sahiplerinin mülkleri/ ve mülksüzlerin
sefaleti” vurgusuyla işaret ettiği gibi: “İlk savaş değil./ Ondan önce/ Başka savaşlar da oldu./ En sonuncusu bittiğinde/ Kazananlarla yenilenler vardı./ Yenilen yanda yoksul halk/ Açlıktan kırıldı./ Kazanan yanda/ Açlıktan kırıldı yine yoksul halk…”

* * * * *

Vladimir Mayakovski’nin, ‘Lenin Destanı’da, “Dünya artık/ dar geliyor/ SERMAYE’nin hırsına,/ patlayıncaya/ kadar/ kazanma hayalleriyle/ milyar/ dolarlık/ yüzükleri/ geçirmiş parmağına,/
koca göbeği/ ve kirli elleriyle/ uzanıyor,/ hakların/ gırtlağına,” diye betimlediği bu hâle, dünyadaki bu zulme boyun eğmedi ezilenler… Dünya ayaklandı; emekçiler sokaklara çıkıp yoksulluğa isyan ettiler…

Çok önceleri Wilhelm Reich’ın, “Asıl açıklanması gereken aç insanın çaldığı ya da sömürülen insanın greve gittiği değil, neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun
greve gitmediğidir” ve daha sonra da Californiya Üniversitesi-Berkeley Sosyoloji Bölümü’nden öğretim üyesi Fransız sosyolog Loic Wacquant’ın, “Neden bu kadar az direniş var? Kentsel kutuplaşmaya ve eşitsizliğe karşı neden bu kadar az karşı çıkış oluyor?” diye sorguladıkları yerkürenin son örneklerden Almanya’nın Hamburg’u…

Hamburg’da 10 bin insan evsiz: Yarısı mülteci, yarısı Hamburglu… Bu insanlar devlet yurtlarında kalıyor. Bir odada 3-5 kişi yaşıyor. Evsizler yurdunda kalan yüzlerce aile var. 5-6 yıldır bu gidişata
karşı halk arasında tepki başlamıştı…

Ayrıca Hamburg’a 34 milyarder aile ve binlerce milyoner hükmediyor. 60 bin çocuk yoksulluk sınırında yaşıyor. Ailelerle birlikte bu rakam yüzbinleri buluyor. Yoksulluk pervasızca artıyor,
yiyecek dağıtan kurumların önünde uzun kuyruklar oluşuyor…

Hamburg kentinde 21 Aralık 2013 günü “Rote Flora” adlı kültür merkezi binasının boşaltılmak istenmesine tepki gösteren sol gruplara polis müdahale etmiş, olayda 120 polis ve 500’e
yakın gösterici yaralanmıştı. Hâlen aralıklarla devam eden olaylar nedeniyle Hamburg’da, Altona, Sankt Pauli ve Sternschanze ilçeleri “tehlikeli bölge” ilan edilmiş ve buralarda yoğun güvenlik önlemi alınmıştı.

21 Aralık 2013’te Rote Flora için barışçıl bir gösteri düzenlendi. Polis yürüyüşü yasaklayamadığı için provokasyona başvurdu: Su, gaz ve copla müdahale etti. Anarşistler taş atarak karşılık verdi,
ortalık karıştı, 480 sivil ve 120 polis yaralandı.

“Hâlbuki yürüyüşe katılan 10 bine yakın insanın yüzde 95’i normal vatandaştı. İnsanlar bebek arabalarıyla gelmişti. Polis engellemeseydi şiddet
olmazdı. Ardından St. Pauli’de karakola saldırı oldu denilerek tehlikeli bölgeler oluşturuldu. ‘Karakola anarşistler saldırdı’ diye propaganda yaptılar. Hâlbuki eğlenen 20-30 kişilik bir gruba
müdahale sonrası yaşanan bir olaydı. Yalan ortaya çıkınca rezil oldular.” (3)

Daha sonra göstericiler, 11 Ocak 2014 akşamı Davidwache karakolunun yanındaki Spiel-Buden meydanında bir araya geldi. Sosyal medya üzerinden duyuru yaparak toplanan bin kadar gösterici,
kuş tüyü yastıkları birbirlerine vurup, tüyleri etrafa saçarak protestolarını gerçekleştirip, “Polis teşkilâtı, göstericilerin şiddet kullandığını öne sürerek kendi yaptıkları orantısız güç ve şiddeti
haklı göstermeye çalışıyor. Biz şimdi en yumuşak materyallerle eylem yapıyoruz. Bakalım şimdi ne yapacaklar. Biz sadece sosyal refah istiyoruz. Hamburg’daki ev kiralarının yüksek olmasını, konut sorununu, işsizliği, özelleştirilmeleri, sosyal adaletsizliği protesto ediyoruz ve bunların çözülmesini talep ediyoruz. Bu haklarımızı alana kadar ve tehlikeli bölge tamamen kalkana kadar eylemlerimiz devam edecek,” dediler.

İşte Bosna…

“Binlerce kişi işsizlik ve hayat pahalılığına karşı ayaklandı. Ülke, 1992-95 savaşından sonraen büyük şiddet olaylarına sahne oluyor.

Ülkede her beş kişiden biri açlık sınırının altında yaşıyor. İşsizlik oranı yüzde 40’lara ulaşmış durumda. Nihat Karaç isimli inşaat işçisi “İnsanlar aç oldukları için protesto ediyor, çünkü işleri yok.
Hükümetin istifasını istiyoruz” dedi. Tuzla’da gösterilere katılan işsiz bir ekonomist, “Bana kalırsa eylemler, gerçek bir Bosna baharı. Sokaklarda daha çok insan olacak. Bosna’da yaklaşık 550
bin işsiz var,” diye konuştu…

İşte İskoçya ile Katalonya…

Avrupa’da ayrılıkçılık rüzgârları iki ülkede en güçlü esiyor. Birleşik Krallık, yani Büyük Britanya ile, İspanya’da… Britanya Adası’nın kuzeyindeki beş milyon nüfuslu İskoçya, 18 Eylül
2014’te bağımsızlık referandumu düzenleyecek. İspanya’nın en zengin bölgelerinden 7.5 milyon nüfuslu Katalonya ise, 9 Kasım 2014’te bağımsızlık konusunu halka danışmak üzere sandığa gidecek. Anglo Sakson geleneği üzerinde yükselen Britanya’da, İskoçların işi daha kolay görünüyor. XX. yüzyılda kanlı bir faşizmden geçerek birliğini1970’lerde özerklik iskeletiyle sağlayabilmiş İspanya’da ise Katalanların işi daha zor…

İşte İtalya…

“Beş yıldır derin bir resesyon yaşamakta olan İtalya’da kemer sıkma politikalarına, küreselleşmeye, yoksulluğa, yönetici sınıfın yolsuzluklarına, küstahlığına karşı pazartesi günü patlak veren
eylemler, kuzeyde Torino’dan güneyde Sicilya’ya kadar tüm ülkeyi boylu boyunca sarsmaya devam etti…

Roma’daki, La Spienza Üniversitesi’nden Prof. Antimo Farro da protesto eylemlerini, ‘Gezi’ ve Wall Street’teki ‘İşgal Et’ eylemlerine benzetiyor… İtalya’nın öbür yüzü kendini öfkeli bir ifadeyle
gösterirken, içişleri bakanı ‘sokak isyanlarından’ söz etmeye başlıyor”! (4)

* * * * *

Ya zulüm ve yolsuzluğun kollarındaki coğrafyamız mı?

Gallup’un 2013 yılına ilişkin verilerin ortaya konduğu araştırmaya göre, insanların yüzde 33’ü (her 3 kişiden 1’i) fakirlikle mücadele ediyorken; TOFAŞ’ın çatısındaki Maserati ve Ferrari markalarının distribütörü Fermas, 2013’te çok başarılı bir yıl geçirdiğini açıkladı…

3 litre dizel Ghibli modelinin gelişiyle 40 Maserati satışına ulaşacak Fermas, 2014 yılında ise sektörde genel düşüş öngörüsüne rağmen 80 adet Maserati satıp rekor kıracak. 2013 yılı Aralık
ayında 23 Ferrari satan firma 2014’te aynı rakamı hedeflerken, fiyatı 574 bin Euro olan ‘458 Speciale’ modelinden 2 adetlik ek siparişle 7 adeti şimdiden satmış durumda.

605 beygirlik Speciale 100 km/s hıza 3 saniyede çıkabiliyor. Fermas Müdürü Ferhat Albayrak tüm dünya için yalnızca 500 adet üretilecek La Ferrari’den ise Türkiye için 2 kota aldıklarını
belirterek, “Türkiye fiyatı 6 milyon TL üzerinde olacak araç için 7 kota verseler hepsini satabilirdik” diye konuştu.

Bu arada Yapı Kredi Bankası 2013 yılında 3.7 milyar lira kâr ederken; Akbank’ın aktifleri 195 milyar TL’yi aştı!

Bankalarda 1 milyon liranın üzerinde hesabı bulunanların sayısı mayıs 2013 sonunda, bir önceki aya göre 1.376 kişi artarak 54.371’e çıktı. Bankalardaki milyoner sayısı iki yılda ise 14.054
kişi arttı!

Bu madalyonun bir yüzü; öteki de şu: Hükümet ve Türkiye İstatistik Kurumu, “Türkiye’de aç yaşayan kimse yok” dese de her ay bu söylemi yalanlayan bir olaya tanık oluyoruz. Bir örnek de
Sakarya’nın Akyazı ilçesinde yaşandı. Girdiği börekçide aç olduğunu söyledikten sonra bayılan 51 yaşındaki Ayten Pektaş’ın 2 gün boyunca boğazından bir lokma dahi geçmediği açığa çıktı.
Akyazı’da börekçide bayılmasının haber olması üzerine, Sosyal Politikalar İl Müdürlüğü görevlileri Pektaş’ın durumunu incelemeye geldi. Görevlilere yaşadıklarını anlatan Pektaş, daha önce kendisine verilen 250 lira bitince 2 gün hiçbir şey yemediğini, aç dolaştığını söyledi. (5)

Bir şey daha: Kırıkkale’de babasından ayrılan annesi ile birlikte yaşayan 22 yaşındaki T. U., uzun süredir iş bulamayınca sevgilisine not bırakıp, iple kendini asarak intihar etti.(6)

2002’de iktidara gelen AKP döneminde borçlar da, fiyatlar da katlandı. Bankalara tüketici kredisi borcu olanların sayısı 2002’de 1.7 milyondu, 13.8 milyonu aştı. 12.1 milyon kişi borçla tanıştı…

AKP döneminde devletin borcu 242.7 milyar liradan 546 milyara çıktı. AKP’nin 149.9 milyar lira olarak devraldığı devletin iç borcu şimdi 395.2 milyar lira…

Türkiye’nin dış borcu 2002’de 129.6 milyar dolardı. Şimdi 350 milyar dolar…

Şirketlerin bankalara 56.2 milyar lira olan borcu 682 milyar liraya ulaştı…

AKP’den önceki 80 yılda toplam 44 milyar dolar cari açık verilmişti. 10 yılda verilen açık 358 milyar dolar…

2002’de Türkiye’de 9.1 milyar dolar sıcak para vardı. 21 Haziran 2013 itibarıyla sıcak para 145 milyar dolar…

Aileler 2002’de gelirinin yüzde 5.5’i kadar bankalara borçluydu. Borç gelirin yüzde 50’sine ulaştı…

Geçerken bir şey daha: 2013 yılında birçok meslek grubu asgari ücretli kadar kazanamamış. 2013 yılı vergi beyanlarına göre birçok meslek grubunun aylık ortalama geliri, çalıştırdıkları asgari
ücretlilerin bile altında kalmış. En az kazananlar ayda 302 TL ile kürkçüler olurken onları 304 TL ile lokantacılar, 474 TL ile mobilyacılar izlemiş. Bu para ile yemiş, içmiş, giyinmiş, kira,
elektrik, su ve yakıt parası ödemiş, çocuk okutmuşlar!

Tam da bu tabloda Goldman Sachs, Türkiye’nin kırılganlıklara açık olduğunu duyururken; ezilenlerin ezenlerden hesap soracağı yeni bir altüst oluşa gidiyoruz…

* * * * *

Dünya da coğrafyamız da; Nâzım Hikmet’in, “Yine kitapları, türküleri, bayraklarıyla geldiler,/ dalga dalga aydınlık oldular,/ yürüdüler karanlığın üstüne./ Meydanları zaptettiler yine,” dizelerindeki bir yere gidiyor yine…

Haziran/ Gezi İsyanı da bunun tanığıdır…

‘Frankfurter Rundschau’nun, “Erdoğan şunu hâlâ anlamadı: Bu protestolar, onun otoriter politikalarına karşı yapılıyor…”

‘The Guardian’ın, “Mısır diktatörü Mübarek’in devrilmesi öncesinde, ‘Hiçbir hükümet halkın iradesine karşı koyamaz’ diyen adam, şimdi kendi halk hareketini ‘Çapulcular ve yabancı
ajanlar’ olarak tanımlıyor…”

‘La Croix’nın, “Erdoğan, iktidarını giderek daha otoriter ve arogan hâle getirdi…”

‘Süddeutsche’nin, “Taksim’de kanlı oyun,” diye tanımladıkları Haziran/ Gezi İsyanı’na ilişkin olarak ‘La Repubblica’, Türkiye’de iç savaş tehlikesinden söz ederken; ‘Liberation’, “Görünen o
ki Erdoğan kendi ülkesini tanımaz durumda” ifadesini kullandı; ‘The Times’ da, Erdoğan’ın sert söyleminin bölünmeye yol açtığının altını çizdi.

Bir özgürleşme hareketi olarak Haziran/Gezi İsyanı: “Dedik oldu, yaptık oldu” zihniyetine, “Densiz, faşist, ananı da al git” laflarına..

Hiçe sayılmaya, hor görülmeye, hoyrat üsluba…

“Bunlar” diye aşağılanmaya, cinsiyet ayrımcılığına…

Kadın cinayetlerine, kadın bedeni üzerindeki “hak” iddialarına…

Kentsel dönüşüme, 3. köprü ve AKM dayatmasına…

Kentlerin AVM’leştirilmesine, Gezi Parkı’na, Galataport’a…

Allianoi Antik Kenti ve Atatürk Orman Çiftliği talanına…

Marmaray kazılarına, milli parklara…

GDO ticaretine…

“Ayyaş, alkolik, çapulcu” ithamlarıyla, alkol düzenlemesi yasağına…

Polis zulmüne, coplara, biber gazına…

Tazyikli suya, TOMA’lara…

Derelere ve HES’lere…

Hak ve hukuka, dinlemelere…

Emek Sinemasına ve Fazıl Say’a…

İfade özgürlüğüne, iş güvenliğine, işçi cinayetlerine…

Roboskî’den Reyhanlı’ya…

Hasılı neo-liberal yıkımdan kaynaklanan her türlü hoyratlığa itirazdı.

* * * * *

Sürdürülemez kapitalizmin neo-liberal versiyonuna “yeni” olmayan bir itiraz olarak, Gezi/ Kızılay/ Gündoğdu’a (vd’lerine) dünyanın başka yerlerinden de aşinayız.

Mesela New York, Madrid, Tunus, Kahire, Londra, Atina, Stockholm, Sao Paolo’dan ve nice başka kentlerden…

Haziran/Gezi İsyanı, sokaklarında barikatların kurulduğu İstanbul’un en büyük meydanını 15 gün süreyle zapt etmekle kalmadı, ülke geneline demokratik ve özgürlükçü bir çağrı hâline geldi,
hatta dünya çapında bir dayanışma ve sahiplenme ilişkisi de yarattı.

Böylece özellikle de saldırıya uğradığı zamanlarda büyük kitleleri harekete geçirdi. 27 Mayıs’tan 15 Haziran’a kadar 20 gün boyunca Türkiye gerçekten sarsıldı. 2.5 milyondan fazla kişi, 81 ilin 79’unda sokaklara döküldü.

Brezilya’dan ABD’ye, Almanya’dan Fransa ve Tunus’a kadar birçok ülkede “destek” eylemleri yapıldı…

İtalya’nın Bologna kentindeki üniversite öğrencileri, düşük yaşam standartlarını ve kiraların yüksek olmasını protesto etmek için eski bir yatılı okul binasını işgal etti. Binaya “Taksim Öğrenci
İşgali” ismini veren öğrenciler, Bologna Belediyesi tarafından sökülen sembol ağaçlarını da tekrar Verdi Meydanı’na dikti.

Sao Paulo’da ulaşım fiyatlarındaki artışa yönelik protestolarda Türkiye’ye de “Aşk bitti burası Türkiye” sloganlarıyla destek verildi.

Greenpeace Uluslararası Genel Koordinatörü Dr. Kumi Naidoo, Gezi eylemlerini “daha demokratik, daha özgür bir ülke isteyen insanların hareketi” olarak niteledi.

* * * * *

Haziran/Gezi İsyanı hepimize bir kere daha “Bütün dünyada, nerede kapitalizm varsa orada basın özgürlüğü; gazete satın alma özgürlüğü, yazar satın alma özgürlüğü, rüşvet verme özgürlüğü,
halkın görüşünü satın alma ve burjuvazinin yararına saptırma özgürlüğü anlamına gelir,” vurgusuyla V. İ. Lenin’in, “Burjuva demokrasisi sermayenin diktatörlüğünden başka bir şey değildir,”
sözleriyle liberallerin ne denli belkemiksiz olduğunu anımsattı…

Hadi Uluengin’ “Gezi Direnişçileri’ni ihtiyata davet ediyorum,” çığlığını atarken; Hüseyin Çakır’ın, “içindeki arkaik sol eylem biçimleri (şiddeti)” ni mahkûm etmeye kalkıştığı zavallılık; bir
yandan “Gezi Parkı neden bir Hyde Park ya da Central Park olmasın?”;(7) öte yandan da “Modern bir devletin polis ve asker gücü insanlar arasındaki ihtilafların çözümünde taraf değildir ve görevi, politik olanlar dâhil olmak hatta en başta olmak üzere, bu ihtilafların sivil alanda çözülmesinin teminatı olarak görev yapmaktır,”(8) türünden karşılıksız teranelere sarıldı!

“Neden” mi?

Çünkü hiç beklemedikleri bir anda, hiç beklemedikleri biçimde patlak veren Haziran isyanı ve AKP iktidarının onu bastırmada başvurduğu sınırsız ve vahşi şiddet, “demokratikleşme/liberalleşme”
düşlerini yer ile yeksan ederken, onları iki arada bir derede bırakmıştı.

Bakın Cengiz Çandar AKP’yi nasıl uyarıyor:

“Diyeceğim odur ki, Sayın Başbakan ve AKP’liler, sakın Gezi Parkı sorununu ‘şiddet yolu’ ile bitirmeye kalkışmayın. Soruyorum: Vicdanınıza ne oldu sizin? Kısacası: Kendinize gelin artık!”

* * * * *

Hayır, liberal zırvalara ihtiyacımız yok!

Nâzım Hikmet’in dediği gibi, “Ve zafer/ artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar/ tırnakla sökülüp/ koparılacaktır…”

Bundan şüphemiz yok!

“Seçim, diyalog, alavera dalavere falan”… Bunlarla kaybedecek zamanımız yok!

V. İ. Lenin’in, “Genel oy her sınıfın kendi sorunlarını kavramada ulaştığı düzeyin bir göstergesidir. Çeşitli sorunlarını çözmek için farklı sınıfların ne yöne eğilim gösterdiklerini ifade eder. Fakat
bu sorunların gerçek çözümünün oy sandığında değil, sınıf mücadelesinin iç savaşı da kapsayan tüm biçimlerinde aramak gerekir…”

Eduardo Galeano’nun, “Politikacılar, konuşur ama hiçbir şey söylemezler. Seçmenler, oy kullanır ama seçemezler. Bilgilendirme medyası bilgilendirmez. Okullar cahillik öğretir. Yargıçlar,
kurbanları cezalandırır. Ordular, kendi vatandaşlarıyla savaşır. Polisler, suç işlemekten, suçla savaşmaya zaman bulamaz. Kârlar özelleştirilirken iflaslar kamulaştırılır. Para, insandan özgürdür.
İnsanlar nesnelerin hizmetindedir…”

Jean Paul Sartre’ın, “İnsanın özgürlüğü, kendisine yapılanlara karşı takındığı tavırda gizlidir… İnsan sahip olduklarının toplamı değil, fakat henüz gerçekleştiremediklerinin toplamıdır… Umutsuzluk insanlığın kendine karşı hazırlayabileceği suikastların en korkuncudur, umutsuzluk manevi bir intihardır…” uyarılarına sarılıyoruz…

Tam da bunun için “Bizimkiler geliyor” demiştim…

Tekrarlıyorum: Bizimkiler Taksim’e, Tuzluçayır’a, Yüksekova’ya, Rojava’ya geldi…

Şimdi artık başka bir şey söyleme vakti…

O hâlde lanetli egemenlere sesleniyorum: Çaresizsiniz, kuşatıldınız…

Fabrikalardan, tarlalardan, dağlardan, düzlerden gelenler karşınızda…

Teslim olun, diz çökün!

Zulmünüzü, haksızlığınızı yüksek sesle itiraf edin…

Özür dileyin!

Ey halk düşmanları teslim olun, diz çökün, nedamet getirin…

Yoksa halkın gazabından kurtulamayacaksınız!

O hâlde şimdi hep beraber, sıkılı bir yumruk gibi tek yürekten haykıralım Vedat Türkali’nin dizelerini:
“Kalkın kardeşler ışıklar görünmeye başladı
Eski duvarlar değil bu duvarlar
Bir akkuş gelip kondu kara çatıya
Dünyayı böylesine sardı mı kollar
Ne etsin kelepçe neylesin zincir
Kaç kez gösterdi tarih aldatmayacak bizi
Bu denizli kuşlu dünyada
Bir tek acılar mıdır payımıza düşen
Dökülsün yollara beş kıtada
Ekmek de özgürlük de barışın gülleridir
Yumuk elli bebekler pencerelerde bekliyor
Dünyayı çepeçevre kuşatan barış kervanlarını
Çelik canavarlar gibi tanklar değil
Caddelere yakışan özgürlük ekmek türküleridir…”

15 Şubat 2014, Ankara.

 

Dipnotlar:

* Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi’nin 23 Şubat 2014 tarihinde İstanbul Bağcılar da düzenlediği VI. Demokratik Haklar Kültür ve Sanat Şenliği’nde yapılan konuşma… 1 Şubat 2015 tarihinde Partizan’ın Ankara’da “Tarihimizden Öğreniyor Devrim Ve Komünizm Şehitlerini Anıyoruz” şiarıyla düzenlediği devrim şehitleri haftası anmasında yapılan konuşma… 22 Şubat 2015 tarihinde İstanbul’da Sarıgazi Yüz Fikir Kültür Sanat Derneği’nin açılış etkinliğinde yapılan konuşma…

2 Ahmet Telli.

3 Fehim Taştekin, “Eh Be Damat! Ne Yaptın Böyle?”, Radikal, 11 Ocak 2014, s. 21.

4 Ergin Yıldızoğlu, “İtalya’da İsyan Günleri…”, Cumhuriyet, 16 Aralık 2013, s. 15

5 “Az Kaldı Simit Hesabı Tutacak!”, Evrensel, 23 Ocak 2014, s. 4.

6 “İş Bulamadı İntihar Etti”, Cumhuriyet, 22 Kasım 2013, s. 22.

7 Eyüp Can, “Gezi Neden İstanbul’un Central Park’ı Olmasın?”, Radikal, 29 Mayıs 2013, s. 4.

8 İlker Özdemir, “Sivil Toplum, Şiddet Tekeli ve Simgesel Şiddet”, Taraf, 28 Haziran 2013, s. 9.