Emperyalist egemenlik ve savaş müptelalığı

Emperyalizm ile ilgili “güzellemeler” yazan bazı isimler için, “eğer dünya bir tek büyük gücün egemenliği altında olursa”, hele hele bir de o güç, “adil” bir adam tarafından yönetilirse, dünya barışı sağlanmış olur.

Yani, sade bir şekilde söylersek, eğer ABD egemenliğine tüm dünya evet derse, işler yolunda gider. Barış sağlanmış olur.

Bugünlerde çok sık kadın cinayetlerine tanık oluyoruz. Bu cinayetleri işleyenlerin muhtemelen %50’sinden fazlasına sorarsanız, size şöyle diyeceklerdir: Aslında ben eşimi, karımı, sevgilimi, nişanlımı öldürmezdim, ama o “uslu” durmadı. Yani, eğer eşleri kendilerine başkaldırmamış olsa, eğer her ne yaparlarsa yapsınlar eşleri susmuş olsa, öldürmezlerdi. Bundan da şüpheliyim ya, ama bunu söylüyorlar.

Devletin, her yerde, öğrenciye, işçiye, gence, yaşlıya, erkeğe, kadına, eğer boyun eğerseniz, eğer susarsanız, eğer hakkınızı istemezseniz, biz de “barış”ı sağlarız, dediği gibi. Eğer sen Kürt olmamış olsan, eğer sen işçi olmamış olsan, eğer sen yaşamasan, biz sana bir şey yapmayız, demek istiyorlar.

Bu kadar da değil. Bir bölüm okur-yazar kitle, eğer bir emperyalist güce sırtımızı yaslarsak, işte o zaman büyürüz, kalkınırız, zenginleşiriz, çağ atlarız diyorlar. Bazan bunu dolaylı, bazan da açıktan söylüyorlar.

Oysa işler böyle değildir. Hiçbir emperyalist güç, savaşsız, militarist ekonomi olmadan yaşayamaz. Silâh, öyle bir metadır ki, mutlaka tüketilmesi gerekmez. Bir çok silâh tüketilmeden çöpe gider ve yenisi devreye girer. Ve bu silâh pazarının büyük çaplı alıcıları, ülkelerin, devletlerin kendisidir. Yani, emperyalizm var olduğu sürece, dünyada barış falan olmaz.

Hepimiz aşinayızdır; diyelim ki Yunanistan bir yeni silâh almak için ABD ile görüşmeye başladı. Hemen, aynı gün silâh tüccarları bu bilgiyi Türkiye’ye verirler ve Türkiye, hemen harekete geçer, “o ne aldı ise bir fazlasını alayım” derler. Ardından, birkaç ay sonra, yeni bir silâh satışı daha devreye girer. Ege semalarında iki uçağın bir it dalaşı gerçekleşir ve yeni silâhlar devreye sokulur. Üstelik, hem Türkiye, hem de Yunanistan NATO üyesidir. Ve her ikisi de NATO üyesi olduğunu bilir. Bu ilgi çekici hikâyedir ve her seferinde daha çok silâh satın alırlar. Dahası, her iki taraf da, “ileri teknoloji” diye kendilerine satılan silâhların hiçbir işe yaramadığını bilir. Yani, Türkiye ve Yunanistan, ABD’den bağımsız bir savaşın içine giremezlerdi. Tüm silâhları kullanılmadan, tüketilmeden “demode” olmaktadır. Biz buna metanın “moral yıpranması” diyebiliriz.

Dünyanın “dünya savaşı” olarak ele aldığı iki savaş var, ikisi de kapitalist dünyaya aittir, ikisi de kapitalist-emperyalizm çağındadır. Bunun rastlantı olmadığını anlamak için zekâ gerekmiyor sanırım.

Ve üçüncüsü, bir açıdan içinde yaşadığımız savaştır, bir açıdan da, yoldadır.

Bu emperyalist paylaşım savaşımı içinde, bir halkın, bir ülkenin, bir devletin, kendi bağımsız çizgisini değil de, bir emperyalist gücün çizgisini takip etmesi, onun burnunu boktan kurtarmaz.

Silâh sanayii, emperyalist egemenliğin hem bir gereksinimidir, hem de büyük kârlılık aracı olan bir sektördür.

Birkaç rakam bize bunu gösterir.

Trump, daha yeni, İran saldırısı sonrasında, “2 trilyon dolar” silâh harcamalarını başarı sembolü olarak anmaktan geri durmamıştır. 2 trilyon dolarlık ABD bütçesi, dünya silâh sanayii üretiminin katlanacağının kanıtıdır. ABD silâh tekelleri, şimdi ellerini ovuşturmaktadır.

2018 yılında, dünya askerî harcamaları tutarı 2 trilyon doların altında idi. 2020’de sadece ABD bu ölçüde bir harcama yapmaya niyetlidir. Tahminen ABD 2020’de dünya silâh sanayii harcamalarının %45’ini gerçekleştirecek gibidir. Şimdi bize, tüm bunlar “barış içindir” mi diyeceksiniz? Demek “barış”, silâh tekellerinin kasaları dolarlarla doldukça hayat bulan bir şey öyle mi?

2018 yılında tüm NATO üyesi ülkelerin toplam silâh harcamaları 1 trilyon dolar idi. Sputniknews Türkçe, 9 Ocak 2020’de NATO üyelerinin silâh harcamalarını yayınladı. Karşılaştırmalı ele alınınca, nereden nereye gidildiğini görmek mümkündür.

1990 yılında ABD silâh harcamaları 306,2 milyar dolar idi. 2000 yılında ise 301,7 milyar dolar. 2010’da bu rakam 720,4 milyar dolar ve 2020’de Trump 2 trilyon dolardan söz etmektedir.

1990’da Türkiye’nin silâh harcamaları 5,6 milyar dolar iken, 2019’da 13,9 milyar dolardır.

NATO’nun eski üyelerinin yanı sıra yeni üyeleri de vardır ve her biri büyük miktarlarda parayı bu iş için ayırmaktadır.

Ham hayaller kuran “akılsız”lardan değil isek, açık olarak bu rakamların, bir yeni savaş dönemini ifade ettiğini anlayabiliriz.

ABD için, silâh sanayii, özellikle önemlidir. Almanya ve Japonya ekonomilerinden farklı olarak, mesela ABD ekonomisi, militarist karakterlidir. Pek çok teknolojik “yenilik”, daha çok askerî alan için geliştirilmektedir. ABD ekonomisi, silâh satışları olmamış olsa, ayakta durmaz. Suudi Arabistan’a yapılan silâh satışlarını hatırlamak yerinde olur.

11 Eylül saldırılarını bahane eden ABD bankaları, Suudi Arabistan’a, kendilerine ait olan ve ABD bankalarında duran paraları vermemişlerdir. Ancak silâh siparişleri verdikçe, belli bir miktar parayı serbest bırakmışlardır. Suudilerin, ABD bankalarında 6 trilyon dolarının olduğu söyleniyor. Bu paranın ancak 1 trilyon dolarını, 360 milyar dolarlık bir silâh siparişinden sonra serbest bırakmışlardır. Söylenen budur. Ne kadar gerçeği yansıttığını bilmesek de, aşağı yukarı doğru kabul edilebilecek bir orandır bu.

SAVAŞ MÜPTELALIĞI

Anlatılanlara göre, eroin almaya başlayan bir vücut, ağır ağır eroine bağımlı hâle gelir. Uyuşturucu bağımlılığı gerçekleştiğinde, vücut, şiddetli bir biçimde bu isteği ortaya koymaya başlar. Öyle anlaşılıyor ki, profesyonelce bir yardım almadan da kurulmak, vücudun bu bağımlılığını yenmek mümkün değildir.

Sanırım, emperyalist ekonomilerin bir bölümü için bunu söylemek mümkün. Örneğin ABD. ABD ekonomisi, eğer dünyada gerginlik olmadan bir 5 yıl geçerse, muhtemelen dibe vurur ve yeni bir yol tutmak zorunda kalır.

Bu nedenle savaş ve gerginlik, ABD ekonomisinin hem kısa vadeli, hem de dünya egemenliği gibi uzun vadeli çıkarları için zorunludur.

ABD ile son derece yakın iki ülke, benzer durumdadır. Biri Netanyahu’nun İsrail’i, diğeri Erdoğan’ın Türkiye’si. Bu ikisine savaş müptelası diyebiliriz. Her ikisi de savaşsız ayakta durmaz durumdadır. Bir doz gerginlik, iki doz savaş hamlesi yapmadan ayakta duramazlar.

İsrail’in Filistin halkına karşı sürekli olarak yürüttüğü soykırımı savaşı, onun diğer ülkelere karşı saldırganlığı ile birleşmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt halkına karşı yürüttüğü soykırımı savaşı, onun tüm komşularına karşı saldırganlığının ayrılmaz bir parçasıdır.

Bu tip savaş müptelası ülkelere “profesyonelce yardım” ancak, bu ülkelerin ve dünyanın işçi sınıfından gelebilir.

Yani, sade ve açık olarak söylersek, mesela Türkiye işçi sınıfı ve halkları ayağa kalkmadıkça, bu tetikçi burjuva devleti alaşağı etmedikçe, onu yıkıp yerine proletaryanın devletini kurmadıkça, bu hastalığın tedavisi yoktur.

Bu iki devlet, biri Ortadoğu’nun bir ucuna, diğeri de öbür ucuna yakındır ve bölgede savaşmak için can atar durumdadır. Efendi ABD, bu iki ülkeden özellikle Türkiye’yi, tam bir tetikçi olarak kullanabilmektedir. Türkiye, kendini ağır bir sürecin içine sokma pahasına, ABD’nin bölgede işlediği tüm suçların kabahatlisi olmayı kabul de ederek, adeta bir tetikçi gibi her türlü insanlık suçunu işlemeye gönüllüdür.

Suriye savaşı bunun en açık kanıtıdır. Suriye’de Emevi Camii’nde namaz kılma merakı ile dile getirilen saldırgan politika, onbinlerce cana mal olmuştur, milyonlarca insanı evinden ayırmış, milyonlarca çocuğu aç ve açıkta bırakmıştır.

TC devleti geçmişten kalan tüm bastırılmış “fetih” duygularını harekete geçirmiş, akıl almaz bir “akıl tutulması” ile, bölgenin “ağası” rolünü oynamaya niyetlenmiştir. Ama yine aynı süreç içinde onlarca kere, atıp tuttukları her şeyi yutkunmak zorunda kalmışlardır.

İRAN’A KARŞI SALDIRI HEVESİ

Öyle anlaşılıyor, ABD, Suriye yenilgisini hazmedemiyor. Bir yandan Trump, iktidarını kaybettiği açık olan Erdoğan’ın ayakta kalması karşılığında tüm ABD günahlarını da Türkiye’ye yıkmaya hazırlanmaktadır. Ama öte yandan ise, Suriye’deki yenilgiyi kabul edip çekilmek yerine, savaşı daha da büyütmeye niyetlidir.

Muhtemelen Erdoğan’dan, İran’a karşı savaş kundakçılığı konusunda “destek” ya da “tetikçilik” istemektedirler. Bu hem Astana süreci denilen şeyi bitirmenin yolu olacak, hem de bitmesin diye uğraş verdikleri Suriye savaşını İran’a doğru genişletmiş olacaklardır. Erdoğan, iktidarda kalabilmek için, tüm bu maceralara atılmaya hazır durumdadır.

Yılın ilk günlerinde, ABD, savaş planlarını daha da ileri götüreceğini duyurmak istedi ve İran Devrim Muhafızlarına bağlı Kudüs Tugaylarının komutanı Kasım Süleymani’yi öldürdü. Aynı saldırıda, Haşd el Şaabi adlı Irak Şiilerinin örgütünün liderlerinden Mehdi El Mühendis de öldürüldü. Irak’ta, havalimanına giderken ya da havalimanında bu saldırı gerçekleştirildi. Aynı gün düşen Ukrayna uçağının da bir ABD marifeti olduğu yönünde söylentiler var. İran, uçağın karakutusunu bu nedenle teslim etmeme eğilimindedir.

ABD’nin bu İran saldırganlığı yeni değildir.

Trump, nükleer silâh programı konusunda İran ile daha önceki dönemde yapılmış anlaşmadan tek taraflı olarak çekilmiştir. Böylece bu anlaşma ile İran ile çatışmanın azaltılması sürecini rafa kaldırmıştır. Zira bu anlaşma, ABD silâh tekellerinin ve İsrail’in hiç hoşuna gitmemiş bir anlaşma idi.

ABD-İsrail cephesi, İran’ın tepkisini ölçmek için, 50 bin feet’te casus uçak uçurmuş, ama İran bu uçağı düşürmüştür. Haziran 2019’da bu olay gerçekleşmiştir. Ne kadar doğru bilmiyoruz ama bunun ardından ABD, İran’dan boş bir binayı kendilerine hedef olarak vermelerini istemiş, o binayı vurarak, cevap hakkını kullanmak istemiştir. Ama İran, buna izin vermemiş ve Birleşmiş Milletleri bilgilendirmiştir.

Ve nihayet, ABD, Süleymani’yi öldürmüştür. Başka bir ülkenin topraklarında, açıkça saldırganlıkla gerçekleştirilen bir haydut eylemidir bu. Ve ABD, bu saldırıyı da üstlenmiştir. Bu saldırının üstlenilmesi, belki Trump’ın seçim kampanyasına da bir katkı olarak düşünülmüş olabilir. Ama esas olarak bu saldırı, İran’a karşı, Ortadoğu’daki savaşları daha da tırmandırmak için, dengeleri yeniden kendi lehine bozmak için gerçekleştirilmiştir.

Trump seçim hesabı yapmış da olabilir. Ama, ABD silâh tekelleri, daha başka hesapların peşindedir.

Ve aynı anda ABD, İran’ın bir savaşın başlangıcı olabilecek bu eyleme sert tepki vermemesi için harekete geçmiştir. Hem saldırıdan sonra ABD’den, “Ayetullah’ın sağ kolunu kopardık” açıklamaları gelmiş, hem de aynı anda, diplomasi devreye sokularak, “kabul edilebilir bir cevap” ile işi durdurma girişimleri başlamıştır. Macron’un Putin ile görüşmelerinin içeriği bu olabilir.

Ve ardından, İran, 22 füze ile, iki ABD üssünü hedef almıştır. Önce Irak bilgilendirilmiş, Irak hükümetine, ABD üslerinin vurulacağı bilgisi verilmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, bu bilgi ABD’ye iletilmek üzere verilmiştir. Muhtemelen bu sayede, ABD üslerindeki kayıplar azaltılmıştır.

Anlaşılan ABD’nin Irak’ta 10 üssü var. Bunlardan ikisi seçilmiştir. Biri Bağdat’a daha yakın, diğeri Erbil’deki üstür. Erbil’e daha az füze gönderilmiştir. Böylece İran, kanımızca, kendi kapasitesini göstermek istemiştir.

Süleymani’nin karşılığında gerçekleştirilen füze saldırısı, belki de İran’ın prestijini kurtarmıştır. Bunu göreceğiz. Ama İran, saldırı ile hedeflenen “dengeleri değiştirme” işine izin vermeyeceğini göstermiştir denilebilir.

Süleymani’nin, İran için son derece önemli olduğu anlaşılmaktadır. Rusya savunma bakanlığının Süleymani ile ilgili açıklamaları, bu öneme dikkat çeker niteliktedir. Rusya’nın açıklaması da ilgiye değerdir: “Süleymani akıllı bir liderdi, hak edilmiş bir otorite kurdu ve Ortadoğu’da büyük bir nüfuz oluşturdu. ABD’nin liderliğindeki sözde uluslararası koalisyondan çok önce, Irak ve Suriye’de onun rehberliğinde IŞİD ve El Kaide’ye karşı askerî direniş organize edildi. Onun Suriye’de IŞİD’e karşı savaşta kişisel katkısı şüphe götürmez. Suikast, Ortadoğu’da askerî-siyasal gerilimin tırmanmasına ve uluslararası güvenlik sistemi açısından ciddi olumsuz sonuçlara yol açacaktır.” (aktaran Fehim Taştekin, Gazete Duvar, 9 Ocak 2020).

Türkiye’nin ilk tepkileri, şaşkınlıkla bekleme eğilimini göstermekteydi.

Putin, TürkAkım gaz hattını açmak için Türkiye’ye planlanmış uçuşunu, Suriye üzerinden, Emevi Camii de dahil bazı ziyaretlerinin ardından gerçekleştirdi. Erdoğan, o buluşmada, birdenbire, “savaş tamtamları” çalanlar var demeye başladı. O buluşmadan sonra, bölgede sürdürülen “vekâlet savaşlarından” söz etmeye başladı.

İnsan dinlerken, Erdoğan’ın ne kadar “esnek” olduğuna şaşmadan edemiyor. Sanki Suriye’de Emevi Camii’nde namaz kılma hevesleri başkasına ait idi. Sanki Libya’ya tezkere çıkartma işi başkasına ait. Sanki, Suriye’de hâlâ işgalci bir güç Türkiye değil, sanki İdlib’deki çetelerin hamisi Türkiye değil, sanki İdlib’deki çetecilerin Tunus’tan Libya’ya geçişi için uğraşan başkası imiş gibi.

Tüm bu savaş, Irak toprakları üzerinde gerçekleşiyor.

Irak parlamentosu, ABD askerlerinin ülkeyi terk etmesi için karar aldı ve ABD önce sanki bunu kabul etti de sonra vazgeçti gibi bir durum ortaya çıktı. Ve Barzani, “Irak’ın IŞİD ile mücadelede koalisyon güçlerine ihtiyaç duyduğu görüşündeyiz” diye açıklama yaptı.

Aynı gün, ABD, BM’ye bir mektup gönderdi. Mektupta “İran rejiminin, uluslararası barışı ve güvenliği daha fazla tehlikeye atmasını önlemek amacıyla, İran ile müzakerelere ön koşul olmadan katılmaya hazırız” denildi.

Şimdilik, sanki bir “yumuşama” ortaya çıkmış gibidir.

Ama bu aldatıcıdır.

ABD, daha yeni saldırıları da deneyecektir.

ABD nasıl ki, Irak parlamentosunun kararına rağmen, Irak’ta kalmaya karar verdiğini duyurdu ise, aynı biçimde bu saldırıların yenilerini de devreye sokacaktır.

Bu konuda tetikçisi Türkiye’den yararlanmak için harekete geçeceği kesindir. Erdoğan’ın iktidardaki ömrü tartışma konusu iken ve Erdoğan iktidarda kalmaya bu denli “mecbur” iken, ABD ile yeni anlaşmaların içine gireceği de açıktır. Erdoğan’ın, bize “dans” olarak sunduğu, iki büyük güç arasında oynama isteğinin, artık bir kukla oyunu olduğu açıktır. İpleri bir o taraf, bir diğer taraf çekmektedir.

LİBYA’YA ASKER GÖNDERMEK Mİ,
YOKSA ATEŞKES Mİ?

Türkiye, Süleymani suikastından önce, Libya’ya asker göndermek ile meşgul idi. O kadar ki, Muktedir, buna karşı çıkan herkesi, ister bir gazeteci, ister bir öğretim üyesi, ister herhangi bir “muhalefet” partisi olsun, hepsini “vatan haini” ilan ediyordu.

Saray Rejimi, bir yandan İdlib’den çeteleri Libya’ya gönderiyor, bir yandan da doğrudan asker gönderiyordu. Çetelere gidecek silâhlar, Tunus’ta yakalanmıştı.

Saray Rejimi, Erdoğan, ömrünü uzatmak için, Libya savaşına müptela gibi sarılmıştı. Bunun da iç politika ile ilgili yönleri olduğu açık. Ama bir o kadar da, savaş cephesinin, ABD ve İsrail cephesinin planlarının bir parçası olduğu anlaşılıyor.

Normalde TC devleti, Suriye ile anlaşma yapıp, Akdeniz’deki kıyıları konusunda daha sağlam yere basmayı denemesi gerekirken, Libya ile anlaşmalar yapıp, saldırgan bir güç olduğunu göstermeyi yeğlemektedir. Bu hamleler, aslında, ABD’nin işine gelen hamlelerdir.

Olur da, savaş taraftarlığı ve milliyetçilik yeniden kabarırsa, belki Erdoğan’ın iktidardaki ömrünü biraz olsun uzatabilirdi.

Ama Libya ile ilgili saldırgan tutum, doğrudan iç savaşın tarafı olma durumu, Türkiye’nin Kaddafi’nin devrilmesi konusunda ABD’ye verdiği yardım düşünülürse, tam da ABD planları ile örtüşmektedir. Öte yandan, Suriye’nin resmî ve BM tarafından tanınan hükümetine karşı tutum ile, Libya’nın BM tarafından tanınan hükümetine karşı tutum, çelişkilidir de.

Bu durum, savaş bulutlarının ne denli yoğunlaştığının açık kanıtıdır. ABD nasıl ki, haydutluğunu gizlemiyor, Türkiye de aynı durumdadır. Suriye işgali konusunda attığı adımlar bunun kanıtıdır. Libya’da da olan bunun bir başka versiyonudur.

Ne kadar kargaşa, ne kadar kaos varsa o kadar iyidir, diye plan yapan silâh tekellerinin ve ABD yönetiminin tutumu ile aynı karakterdedir. Tam bir tetikçi tutumudur.

Ve Putin geldikten sonra, bu kez allayıp pullayarak, 12 Ocak 2020’de ateşkes ilan edileceğini, bunun için iki ülkenin görüş birliğinde olduğunu açıklamışlardır. Bir hafta önce Libya’ya asker gönderme hevesi tavan yapmıştı. Şimdi ise ateşkesten söz edilmektedir. Demek ki, yarın tekrar savaş naraları atılacaktır. Savaş müptelalığı budur.

BARIŞ MI İSTİYORSUNUZ?

İşçiler, emekçiler, gençler, kadınlar; barış mı istiyorsunuz? Dünyanın her yerinde akmakta olan kanın durmasını mı istiyorsunuz? Milyonlarca çocuğun aç, çıplak, evsiz yaşamasını istemiyor musunuz? Göçlerin durmasını mı istiyorsunuz? Kan ve gözyaşının durmasını mı istiyorsunuz?

Yanıtınız evet ise, yol bellidir.

Bu düzene, dünya kapitalizmine, emperyalist boyunduruğa, emperyalist sömürüye, aşağılanmanın her türüne, insanın insan tarafından sömürülmesine son vermek için, devrimci mücadeleye, devrimci direnişe katılmanız gerekir.

Barış, ancak devrim için savaşılarak sağlanabilir.

Barış, ancak sosyalist bir dünya kurularak mümkün olabilir.

Emperyalist güçler, en başta, ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya olmak üzere, dünyayı yeniden bölüşmek için, kendi pastalarını büyütmek için bir yeni savaşa girişmişlerdir. Bu, üçüncü dünya savaşının ön günleridir, arifesidir.

Bugün burada, geçici anlaşmalar yapılmakta, birçok anlaşma ancak birkaç gün geçerli kalmaktadır. Emperyalist güçlerin bu paylaşım savaşımı, bizim savaşımız değildir. Bu, insanlığa karşı bir savaştır. Hangisi kazanırsa kazansın, halklar, işçi ve emekçiler, hayatı üretenler kaybedecektir.

Bu savaşa karşı, her işçi, kendi devletine karşı özgürlük ve sosyalizm, adalet ve ekmek için savaşmak zorundadır. Gerçek barış, ancak böyle sağlanabilir.