Ekonomik kriz üzerine

Ekonomik kriz, bugünlerde üzerinde en çok konuşulan konulardan biri hâline gelmiştir. Her ne kadar, Saray Rejimi, önceleri “kriz yok, yalandır” diye başladığı karartma kampanyasını, seçim vb. gibi çeşitli vesilelerle sürekli sürdürüyorsa da, kriz gerçeği, kendini tüm ağırlığı ile hissettiriyor.

Ama kriz üzerine konuşurken, “iktidar ne yapmalı” ile başlayan ya da buna evrilen tartışma ve konuşmalar, makaleler, analizler, krize hep egemen sınıf, burjuvalar, üretim araçlarının sahipleri, zenginler açsından bakmış oluyorlar. Zaten, bir burjuva iktisatçının görevi de budur. Krize, tek tek kapitalistler açısından değil, bir bütün olarak kapitalistler ve kapitalist sistem açısından bakmaktır. Onların bilim dedikleri “ekonomi” ya da “iktisat”, gerçekte bugün üniversitelerde okutulan hâli ile bir bilim değildir. Ancak ve ancak, kapitalist sistemi aklamak için ekonomi-politik’e burjuva ideolojisi cephesinden, yalanlara ve yanlışlara dayalı bir ideolojik saldırıdır.

Tek tek kapitalistlerin kriz koşullarında ne yapması gerektiğini ise, danışmaları, uzmanları vb. zaten düşünür, tartışır, raporlar. Ama tüm burjuva sınıf adına, “etkili” ekonomistler, burjuva “bilim adamları” her gün kriz üzerinde tartışmaktadırlar.

Ama, ülkemizde Saray Rejimi, özel bir konumu ifade eder. Erdoğan, devlet olanakları ile “burjuvazi yaratma” siyasetinin 1920’lerde gördüğü işlevi, bugün kendi çevresinde bir zenginler sınıfı yaratmak için kullandı, kullanıyor. ABD buna 15 yılı aşkın süredir destek veriyor. SSCB çözülene kadar “ortaklaşa sömürge” olan Türkiye’nin ekonomisi AB’ye bağlıdır ve ABD, elinde tuttuğu siyasal alanı (yani, ordu, polis, yargı, bürokrasi vb.) kullanarak, yeni zenginler sınıfı üzerinden müdahale olanakları geliştirmek için, Erdoğan projesinine destek vermiştir, vermektedir. Erdoğan projesi, sadece Ortadoğu’da, yeni bir bölüşüm haritası ve İsrail güvenliği için iş görmüyor, içeride de paylaşım savaşımının gereklerine uygun olarak ABD cephesine hizmet ediyor.

İşte bu özel konum, Saray Rejimi’nin, yeri geldiğinde kapitalist seçkinlere, işadamlarına da “tehditler” savurmalarına olanak veriyor.

TÜSİAD, ekonomik kriz ve İstanbul seçimlerinin tuhaf iptali sonrasında, yakın döneme kadar sorunsuz desteklediği Erdoğan politikalarını eleştirdi. Bu eleştiri, gerçekte, Erdoğan’ın, seçim akşamı, “yalnız adam” imajı ile çıktığı balkondaki konuşmasında deklare ettiği anlaşmaya, ne oldu ise uymama kararının ardından geldi. Erdoğan, hatırlayalım, balkon konuşmasında, yenilgiyi kabul etmiş, İstanbul Büyükşehir Belediyesini kaybetmiş olarak konuştu. Bunda şüpheye yer yok. Ve konuşmasında, eline tutuşturulmuş gibi bir anlaşma maddelerini deklare etti. Bir yandan yenilgiyi kabul edeceğini ilan etti, diğer yadan ise, 4 madde daha ekledi: İlki, serbest piyasa ekonomisi kurallarına bağlı kalacağız; ikincisi, ekonomik ve hukukî reformlar yapacağız; üçüncüsü beka söylemi tutmuştur, devam, Kürt öldürmeye kimse karşı çıkmaz, zaten ekonominin yağma, rant ve savaş ekonomisi olduğu açık. Beka meselesi savaş ekonomisine uygundur. Dördüncüsü de Suriye’de işgale ve saldırganlığa devamdır.

Biz aslında ilk ikisi ile, konumuz gereği, bu yazı bağlamında ilgiliyiz. Piyasa ekonomisi kurallarından ve ekonomik ve hukukî reformlardan söz etmek, belki “sol” bir parti seçim kazanmış olsa idi, kapitalistlere garanti vermek konuşması olarak ele alınabilirdi. Ama, öyle değil, iktidar değişmemişti, zaten iktidar seçimleri değil, yerel seçimler yapılmıştı. Ama Erdoğan, parababalarına sesleniyordu, halka değil. Türkiye’de 460 milyar dolar alacaklı olan uluslararası sermayeye, yatırım için davet edilen ama hukukî nedenlerle gelmeyen sermayeye, kaçmakta olan sermayeye ve elbette TÜSİAD dahil, tüm Erdoğan öncesi sermayeye sesleniyordu. Ve onlara, şirketler üzerindeki ekonomik baskı, rant ve yağmadan büyük payı kendine ve çevresine dağıtma sistemi son bulacak, diyordu.

Tam da TÜSİAD’ın istediği, büyük sermayenin ve onların yabancı ortaklarının istediği şey bu idi. Onlar, Erdoğan ve Saray Rejimi’nin işçileri ezen, ücretleri düşüren yağmacı politikalarından rahatsız değillerdi. Saray medyasının TÜSİAD açıklamasının ardından Özilhan’a yanıt vermek üzere açıkladığı gibi, sermaye, AK Parti döneminde kârına kâr katmıştır. Saray basını için son derece riskli bir açıklamadır. Çünkü oyunu istedikleri yoksul kesimler, böylesi bir kârlılık karşısında akıllarını kullanabilir ve kendi durumlarını biraz daha net görebilirlerdi. Ama Saray basınının eli kolu bağlanmıştır, ne yapsalar, öteki yalanları ortaya çıkıyor.

İşte TÜSİAD adına Özilhan, seçimi iptal etmenin yaratacağı “hukuksuzluk” algısının vahim olduğundan hareketle, dikkat çekici bir konuşma yaptı. Özilhan, aslında “anlaşmayı, balkondan açıkladıklarını neden yırtıp attın” demek isterdi. Bunu mesela Ecevit hükümetlerine karşı yaparlardı. Ama Saray Rejimi, biraz daha farklı bir konumdadır.

Erdoğan, balkon konuşmasının ardından, İstanbul’da çöreklenmiş çetelerin ve muhtemelen Damat da dahil çocuklarının da baskısı ile, oluşacak büyük kaybı gördü ve daha riskli bir hamle yaptı. Sanki, iptal ettiği İstanbul seçimlerini kazansa, durumu düzelecek mi? Çözülme ve gidiş sürecinde bazı değişiklikler olabilir ama artık yolcudur abbas.

İşte burjuva iktisatçıların bir bölüm muhalif olanı, bu çerçevede ekonomik krizi çözecek acil önlemleri tartışmak istiyor, bunları dile getiriyor. Saray medyası eli ile Saray, bu tartışmalara bile tahammül edemiyor ve şiddetli bir saldırı ortaya koyuyor. Saray’ın silahşör yazarları, ekonomik kriz gerçeğine, burjuva iktisadı açısından bile gelen bakışı, bölücü, haince buluyor. Bu burjuva uzmanlar karşısına, Saray destekli bilgisiz kalemşörler çıkarılıyor.

Biz, bu kalemşörleri bir yana bırakalım, burjuva uzmanların, gerçeğe, krize, gerçekten yana bir yaklaşımları olmadığını bilmeliyiz.

Bu burjuva uzmanların dile getirdiklerini toparlarsak, ne istediklerini anlayabiliriz. Bu burjuva iktisatçılar, asla ve asla aydın değildir, nesnel bir yaklaşım içinde değildir. Burjuvazinin topluca çıkarlarını dile getiren uzmanlardır.

Şunları derlemek mümkündür. Okur, bizi affetsin, bunların her bir söylediklerini alıntılayarak “kanıtları” ortaya koyan bir makaleye dönüştürmeyeceğiz. Zaten, isteyen bunları, her gün basından bulabilir. Sadece bir haftalık bir tarama bile fazla gelir.

– İşaret ettikleri ilk istek şudur: Bütçeyi bozan harcamalara son. Burada, elbette bütçenin akıl almaz bir biçimde Saray Rejimi’nin günlük ihtiyaçları için kullanılmasını kastediyorlar. Kemer sıkalım, daha ileri bir istek olur. Onlar sadece, bu dağıtılan paranın, sınırlanmasını istiyorlar. 2003-2018 yılları arasında, sadece örtülü ödenekten 6,5 milyar TL harcama yapılmıştır. Sadece Ocak-Mart sonu arasında seçimler için akıl almaz paralar harcanmıştır. İşte bunu kastediyorlar. Demek istiyorlar ki, ne fark eder, İmamoğlu da bu sisteme, düzene bağlı değil mi, bu kadar “hırs” niyedir? Demek istiyorlar ki, “İstanbul’u veren Türkiye’yi verir” sözünü, savaşçı buluyorlar ve sadece Saray için önlem olarak görüyorlar, oysa “ülke” için, yani kendileri için önlemler istiyorlar.

– İkinci olarak, belki sıralaması böyle değildir ama en çok dile getirdikleri şeylerden biridir: Merkez Bankası üzerinde politik baskıya son verilsin, diyorlar. Mesela Ocak 2019’da Merkez Bankası’ndan Nisan 2019’da gelmesi gereken paranın, 37,5 milyar TL’nin baskı ile alınmasını ve harcanmasını kastediyorlar. Mesela Merkez Bankası’nın döviz ve faiz politikalarına, hadi enflasyonu da koyalım, günlük müdahaleler yapılmasın istiyorlar.

TC Merkez Bankası’nın, Saray hazinesi olarak kullanılmasının en somut örneği, gecelik swap işlemlerinde de görülüyor. Merkez Bankası, Şubat ayında 26 milyar dolar rezerv açıkladığında, uluslararası kurumlardan bir yalanlama geldi ve rezervin 16 milyar dolar olduğu açıklandı. Mayıs ayında ise, Merkez Bankası’nın net rezervinin eksi 6,5 milyar dolar olduğu anlaşıldı.

İstatistik ve rakamlarla oynamak, yalanların en etkililerinden birini oluşturur. İşsizlik istatistikleri de öyledir.

Eksi 6,5 milyar dolar rezerv ne demektir? Merkez Bankası, kendi döviz rezervlerini bitirdikten sonra, diyelim ki, şirketlere ve kişilere ait döviz hesaplarındaki paranın 6,5 milyar dolarını da kullanmış demektir. Yani, bugün, bankalarda döviz olarak parası olanlar, aynı anda bu paraları çekecek olsa, böyle bir para yok demektir.

Bu döviz hesapları, biz işçilerin, halkın hesapları olmaktan çok, şirketlerin hesaplarıdır, bu anlama gelir.

İşte Merkez Bankası’nın, bunun ardından, Mayıs ayında, kalkıp “yedek akçe” olarak tuttuğu 40 milyar TL’yi piyasaya sürmesi, iyi hesaplansın, tam da bu dövizin karşılığıdır. Bu dövizin karşılığı olarak yedek akçenin 40 milyar TL’nin piyasaya sürülmesi, para basma etkisinin aynısını gösterir. Bu durum, dövizi daha da kırılgan hâle getirir.

Saray medyasının sürekli pompaladığı, Erdoğan’ın dilinden düşürmediği, “dövize dış müdahale” gerçekten olursa, dövizi tutmak mümkün olmayacaktır. Burjuva iktisatçıları, bunlara uzman diyelim ve asla aydın sözünü kullanmayalım, işte bu durumu görüyorlar ve egemen sınıflar adına, acil durum var demeye çalışıp, reçeteler yazıyorlar.

– Kamu bankalarını zarar yazmasına son verilsin, diyorlar. Burjuva uzmanlar, mesela Halk Bankası’nın kâğıt üstünde battığının farkındadırlar. Kamu bankaları eli ile piyasaya döviz için yapılan müdahale, Mayıs ayında, 4,5 milyar doları geçti. Eksi 6,5 milyar dolarlık rezerv, bunun ardından ortaya çıktı. Ve elbette bu önlem, doların ateşini 20 sent kadar düşürdü, hepsi budur. Bu durum kamu bankalarını oldukça kırılgan bir yapıya sokmuştur. Kamu bankaları tüm bunları, “görev zararı” olarak yazmakta ve bu genel ekonomi üzerine (onlar makro ekonomi diyor) bir yük yüklüyor. Gerçekte kamu bankaları, Saray çevresince yağmalanmaktadır. Yağma ekonomisi denildi mi, bunu unutmamak gerekir.

– Burjuva sistemin genel çıkarlarını savunan ve Saray tarafından “muhalif” olmakla suçlanan bu uzmanların bir başka önlemi, “arsa rantına vergi konması”dır. Bu ise Saray zenginleri dediğimiz kesime para aktarımının sınırlandırılması demektir. Elbette, İstanbul seçimlerini iptal ettiren çetelerin etkisi düşünüldüğünde, bu, Saray’ın olumlu bakmayacağı bir önlemdir.

– Bir başkası, ihale yasasının eski hâline getirilmesi isteğidir. İhale yasası, AK Parti iktidarı döneminde 15 kere değiştirilmiştir. Yine okur bizi affetsin, biz 16. değişiklik oldu ise bunu henüz bilmiyoruz. İhale yasasındaki değişikliklerin tümü, Saray zenginlerinin, müteahhitlerin istekleri doğrultusunda yapılmaktadır. Ama iş bu kadarla sınırlı değildir. Birçok yerde, cumhurbaşkanlığı kararnameleri ve yasalarla, ihaleye çıkacak ekonomik büyüklüklerin doğrudan cumhurbaşkanlığına ya da bakanlıklara devredilmesi de içindedir. Eski yasayı istemeleri, açık olarak, Saray’ın uygulamalarına karşı bir tutumdur. Bu, halktan yana bir tutum demek değildir ama rahatsızlığın boyutlarını göstermektedir.

– Bir başka istekleri, hızlı ve “nispeten adil” yargıdır. Saray eli ile ilan edilen 31 Mayıs tarihli “yargı reformu”, bu nedenle Baro Başkanı tarafından ayakta alkışlanmıştır. Hızlı ve “nispeten adil” yargı sözü, bir uzlaşmanın varlığını göstermektedir. 31 Mayıs’ta Erdoğan, buna itirazı olmadığını anlatmak istemiştir. Ama Baro Başkanı’nın “nispeten adil” bir yargı reformunu ayakta alkışlaması, utanç hanesine yazılması gereken bir dalkavukluktur. Saray’ın çürümüşlüğünün ifadesinden birisi, dalkavukların ve soytarıların sayısındaki artıştır. Ne kadar dalkavuk ve soytarı varsa, çürüme o kadar derindir. Bu dalkavuk ve soytarılar ne kadar “yüksekte” ise, çürüme o kadar çöküşü ifade eder. Fevzioğlu’nun bundan sonraki hamlesi, ilk fırsatta Erdoğan’ın eteklerini öpmek olmalıdır, yoksa kendini kurtarmış olmayacaktır.

– Bunu elbette, “eleştiriye açıklık” talebi izleyecektir. Diyorlar ki, Kürtleri katletmek tamam, işçileri ezmek, haklarını gaspetmek tamam, hapishaneleri gençlerle doldurmak tamam, muhalefeti ezmek tamam, ama bari bir burjuva iktisatçısını da çalışır kılmak gerekir, bırakın, müsaade edin Sayın Sultan, bazı eleştiriler getirebilsinler. Yoksa bunlar artık çalışamayacak. İşte eleştiriye açıklık budur. Burjuva hukuku içinde, Cumhurbaşkanı’na hakaretten binlerce, onbinlerce dava açılması bile kabulleridir. Ama mesela TÜSİAD adına konuşan Özilhan gibilerin eleştirilerine izin verin, diyorlar. Talep budur.

İşte bu nedenle, TÜSİAD, IMF programına geçilmesini istemektedir. Ama bunu uzmanlara söyletmek istiyorlar. IMF’yi, bu uzmanlar, şu şekilde savunmaktadır: İlkin IMF ile anlaşılırsa, ekonomik alanda “piyasa ekonomisine uyulacağı” ve “reform” dedikleri yukarıdaki programın yapılmasının garanti altına alınacağı düşüncesindeler. Böylece, “istikrar” gelecek ve yabancı para, daha rahat “güven” duyacak. Bu ise, mesela özel sektöre “kredibilite” sağlayacak. Böylece, borç vermek isteyenlerin önü kesilmemiş olacak. Yüksek faiz kabul ediliyor, ama kredi veren bulunamıyor. Bunu sağlayacaklar. Bu belki, sermayenin hareket alanını genişletecek. Bu ilkidir. Ayrıca IMF, bizzat kendisi kredi sağlayacaktır. Basına sızan bilgilere göre, Saray ile IMF görüşmektedir. IMF, 50 milyar dolar kredi verebileceğini söylemiş deniliyor. Doğruluğunu bilmiyoruz ama IMF, bu kredi karşılığında ortaya koyacağı programı uygulayacak bir Hazine Bakanı atayacaktır. Bu noktada Saray geri durmaktadır. Üçüncüsü IMF, bankaların ve özel şirketlerin bozuk bilançolarını düzeltmek için “uzmanlık” hizmeti verebilecektir. Bu IMF eli ile yapılırsa, buna yabancılar güven duyacaktır. İşte IMF programına geçişi savunmak için geliştirilen argümanlar da bunlardır

TÜSİAD ve burjuva uzmanlar, Saray’a, “önünüzde 4 yıl var, seçim yok” diyerek bu programı kabul ettirmek istiyorlar. Saray’a; bu program, elbette halkın tepkisini beraberinde getirecektir, ama bu 4 yıllık sürenin sonunda giderilebilir bir durumdur, demeye çalışıyorlar. İşte Erdoğan’ın, yalnız adam modunda yaptığı The Balkon konuşmasının perde arkasında bu yatıyor.

İstanbul seçimlerini iptal ederek Saray bu anlaşmayı yırtmıştır. 31 Mayıs “yargı reformu” diye açıklanan dağın fare doğurması açıklaması, Erdoğan’ın bu anlaşmaya yeniden mecbur edilmesinin mümkün olduğunun açıklamasıdır. Fevzioğlu’nun ellerini patlatırcasına alkışlamasının ardında böylesi bir durum vardır.

Tüm bunlar, krize, burjuva cephenin yaklaşımıdır.

Ama burada işçi sınıfının, emekçi halkın cephesinden ne var?

İşsizlik konusunda bir adım mı var? Hayır. Fabrikaların satıldığı, özelleştirme adına yağma yapıldığı sürece ilişkin bir tutum mu var?

Hayat pahalılığı konusunda bir adım mı var? Hayır.

Tersine daha büyük vergiler ve zamlar yoldadır. Ücretlerin erimesi yoldadır. Kemer sıkmanın her boyutu ile devreye gireceği süreç yoldadır.

Bizim solculukla liberalizmi bir araya getiren, işçi sınıfı adına politika yapmayı bırakıp, “devlet nasıl kurtulur” arayışına giren solcularımızın, bu programa evet demesi ise tam bir trajedidir. Hayır, halk adına değil, solculuk adına bir trajedidir.

Solun, devrimcilerin krizden çıkış adına bir programı olamaz. Zaten vardır. O da, iktidarı almak, işçi ve emekçilerin iktidarını kurmaktır. Devrimdir. Devrim dışında krizden çıkış yolu, işçi sınıfı ve halklar için yoktur.

İşçi sınıfının tek yolu, ayağa kalmak, direnmek ve örgütlenmektir. İşçi sınıfı örgütsüz olduğu sürece, krizin tüm faturası, gerçek anlamı ile işçilerin omuzlarına binecektir. Zaten binmektedir de. Sendikalardan başlayarak, tüm işçi örgütleri, güçlerini birleştirmek, işçileri gelecek çetin mücadeleye hazırlamak zorundadır.

Gerçek budur.

İşçi sınıfı örgütsüz ise, hayatı üreten olduğu hâlde, hiçbir şeydir. Ancak, örgütlü ise her şeydir. Bilinçli, direnen, örgütlü bir işçi sınıfı, krizin faturasını ödemeyeceğiz diyebilir. Yoksa, işçi ve emekçilere dönük saldırılar artacaktır. Kıdem tazminatına dönük açıklamalar, daha işin başıdır ve tam olarak IMF’li veya IMF’siz, egemenlerin programını göstermektedir.

Krizin nedeni savaş ekonomisidir ve işçi sınıfı bu nedenle barışın savunucusudur. Yüzlerce akademisyenin üniversitelerden sadece barış istemini dile getirmelerinden dolayı atılması ve açlığa mahkûm edilmeleri, barış isteminin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Barış ancak geniş bir katılımla ve çetin bir mücadelenin sonucunda gelir. Bu, devrim demektir. Devrim, barışın, sadece ülkemizde değil, bölgemizde de sürmekte olan savaşa son vermenin tek yoludur.

Krizin nedeni yağma ve rant ekonomisidir. Bu ancak ve ancak, sömürge bir ülke olmaktan topyekûn bir çıkış ile, şu ya da bu emperyalist gücün emrine girmeye kesin karşı çıkarak, üretim araçlarına işçi sınıfı ve halk adına el koyarak sağlanabilir. Doğanın yağmalanmasının, her türlü ayrımcı politikanın ortadan kaldırılmasının yolu budur. Bu devrim demektir.

Devrim, örgütlü mücadele ile zafere ulaşır. Çözüm budur.

Bu artık sadece işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluşunun yolu değildir, bu sadece kadınların ve gençlerin çıkış yolu değildir, bu sadece doğayı kurtarmanın yolu değildir, bu insan olarak kalabilmenin de tek yoludur. Acildir. Bu tahribata, bu kirlenmeye son vermek, işçi sınıfının ellerindedir. Devrim, tüm tarihle de barışmanın, gerçek bir kardeşlik ve özgürlük sistemi kurmanın yoludur.