Direniş ve isyan(lar)ın Anadolu’cası… (1)

Geçmiş-bugün-gelecek güzergâhındaki tarih sadece bir mezarlığa denk düşen geçmiş değildir. Bir başka geçmiş de vardır ki, o dipdiri derinliğinden geleceğin fışkırdığı kaynaktır.

Karamsarca “geleceksizlik”ten söz edilen bugünlerde, bir geleceğin olmadığı düşüncesi, geçmişin terk edilmiş ya da tarihin unutulmuş olmasından kaynaklanmaktadır.

Bugünü anlamak, geçmişini bilmeyi “olmazsa olmaz” kılarken; geleceğin güvencesi de bugündür; “Geleceğin bütün çiçekleri bugün tohumu atılanlardır,” diyen Çin Atasözündeki üzere…

Hayır Emmet Fox’un, “Geçmişte yaşamak, ölmektir,” uyarısını “es” geçiyor değilim…

Ama geleceğin yalnızca başka bir kapıdan giren geçmiş olduğu; şimdi denilenin, geçmişle geleceğin bağlantısı olduğunu; geçmişin ürünü olan bugünün, ancak yarının gözüyle görülebileceğini; geçmişte yaşayanların geleceği  özleyenlere yol gösterdiğini unutmamalı/unutturmamalıyız…

Yaşananları kavrama ve dünyayı düzeltme iradesi, ilerlemenin muharrikidir. Bunun içindir ki direniş ve  isyan(lar)ın Anadolu’casının tarihi, bugün(ümüz)den yarın(larımız) a uzanmak için kavranmalı, anlatılmalı, hatırlatılmalıdır…

“TARİH” DEYİNCE…

En genel deyişle, tarih yaşamın “öğretmeni”dir.

Geçmişi, bugün ve gelecek için tarif sanatı ve bağlacıdır.

“Tarih =zaman+bilinç” biçimde formüle edilmesi mümkün olan tarih bir din değildir. “Tarihçi hiçbir bir dogmayı kabul etmez, hiçbir yasağa saygı göstermez, hiçbir tabu tanımaz, bu rahatsız edebilir ancak tarih ahlâk değildir. Tarihçinin kınama veya yüceltme rolü yoktur, onlar açıklar. Tarih güncelin kölesi değildir.”

Karl Marx’ın, “Tarih yargıçtır, infaz memuruysa proletaryadır”; Walter Benjamin’in, “Tarih, bir inşa faaliyetinin nesnesidir. Yapı, homojen ve boş bir zamanda değil, bugünün doldurduğu bir zamanda yükselir,”  betimlemelerindeki tarih, ezber ya da hamaset değildir. Tarih en basit anlamda geçmişi anlama çabasıdır. Geçmişi insan bilincinde olabildiği kadarıyla inşa etmek, kolektif hafızayı canlandırmaktır. Tarih dediğimiz şey insan tarafından yaratıldığı için iyi bir tarihçi objektif olduğunu iddia etmez, mümkün olabildiğince objektif olmaya çalıştığını söyler. “Tarih objektif değildir,” derken de birçok yurdum insanı siyasi, diplomatik ve de askeri tarihi kasteder. Hiç şüphe yok ki bu noktalarda tarihe ideoloji karışması muhtemeldir. Lakin tarih bu alanlara indirgenemeyecek kadar geniş bir alandır. Tarih hakkında konuşurken bu sebeple iyi ölçüp tartmak gerekir.

İnsan(lık)ın belleğidir tarih. Anlatıdır. Geri kalan tüm nesnel gerçeklikler, hakikâtler, doğrular, yanlışlar, çözümlemeler, yorumlar, anlatım dilleri, tarafgirlikler anlatıdan çıkar ve yine oraya döner. İş bu nedenle, “Tarih bilgisi önemsizdir, siyasi sonuçlar önemlidir,” türünden bir mantık(sızlığ)ı şiddetle ret ederken; “Kazananlar tarihi kendilerine göre şekillendirirler,” gerçeğini de Terry Eagleton’un, “Tarih hiçbir zaman gerçekleri en anlamlı sırasıyla kaydetmez ve estetik bakımdan en hoş biçimde düzenlemez,” sözü eşliğinde “es” geçmemeliyiz…

Evet, tarih iktidar(lar)a göre yorumlanabilen “gerçek(ler)” olmamalıyken; elbette “tekerrür”den yaratılmış bir şey de değildir.

“Tarih, kahramanları asanlar tarafından yazılır,” notu düşülen ve kazanan tarafından yazılan resmî tarih, bir okumadır/ okutmadır…

Burada bir parantez açıp, hatırlatalım: “Tarih yok, tarihçi vardır” veya “Tarih, günün emrindedir,” diyen(ler) haklı mıdır?

Resmî ise “Evet”!

Çünkü James Cameron’un tanımıyla, “Geçmişe dönük olarak üzerinden fikir birliğine varılmış halüsinasyondur tarih”…

Evet, evet “resmî tarih”, gerçek olduğu herkese kabul ettirilen bir masaldır. Ya da “Almanlar yenilince biz de yenilmiş sayıldık”… “Düşmana değil soğuğa yenildik”… “Fethedilen yerde coşkuyla karşılandık,” diyen yalan artı muammadır.

Kitlelerin bilinçaltını, ve bilincini yaratmak ve ayrıca kitlelerin bilinçdışı hareketlerini yönlendirmek için manipüle etme aracı olarak kullanılan resmî tarih, taraflı propaganda aracı, hatta kara büyüdür!

Bu bağlamda da Emil Michel Cioran’ın, “Tarih: ideal imalathanesi…”; (3) Cenap Şahabettin’in, “Tarihe istediğinizi söyletebilirsiniz çünkü ölüler itiraz edemezler”; Ernst Toller’in, “Tarih, kazananların propagandasıdır”; Napoleon Bonaparte’ın, “Tarih konsensus ile doğru kabul edilmiş bir yalanlar koleksiyonudur,” saptamasındaki saçmalıktır!

Resmisi değil, alternatifi gerekli olan tarih; geçmişi yargılamaktan başka bir şey değildir. Tarih yinelenemeyen şeylerin bilimidir. Bir nehre benzeyen tarihte hiçbir an tekrarlanmaz.

Bu çerçevede alternatif tarih, hâkim okumaların dışındaki, gereksindiğimiz tarihtir.

Ve bir şey daha: “Biz Batı Avrupa kültürünün insanları, sahip bulunduğumuz tarih görüşüyle bir istisnayız; her yerde görülen gerçek bir durumu yansıtmaktan uzağız. Dünya tarihi ‘bizim’ dünya tasvirimizdir, insanlığın değil,” der Oswald Spengler ve ekler ‘Yuvarlağın Köşeleri’ başlıklı şiirinde Özdemir Asaf:

“yaşanmış tarihi öğretmenler bilir, yaşanacak tarihi öğrenciler.

ama şimdiki öğrenciler hemen sevinmesinler, arkalarından yeni öğrenciler geliyor.

Nasıl ki öğretmenlerimiz de dünün öğrencileriydi, ve yaşanacak tarih’i biliyorlardı.

sonuç:

tarih’i çoğunluğun gözünde ve belleğinde sevimsiz kılan da, onun bu tür sürekliliğidir.

onun için tarih’den sınıf geçme zorunluluğu vardır.

kimse kimseyi tarihten sınıfta bırakamaz, bırakmaya ilkin ‘tarih’ açısından izinli değildir…”

ÖNCE PROMETHUS VARDI…

Ama önce tarihle değil, mitosla başlayalım. Belki büyük çoğunluğu tarihin kaydına geçmemiş deneyimlerin oluşturduğu bir bellek kalıbı olarak “mitos”la…

İsyan deyince evvela akıllara gelen, hepimizi “ateşi çalmak” için yollara düşüren Prometheus’dur.

Prometheus’un hikâyesi aslında haksızlığa karşı başkaldırıyı temsil eder. Ezen zalim güce karşı, ezilenin başkaldırısıdır. Hikâye zalimliğe karşı boyun eğmeyerek başkaldıranların daima var olacağının anlatılmasıdır.

Bilinir tanrılardan “ateşi çalıp” insan(lar)a armağan eden Prometheus, tanrılara başkaldırdığı için Kafkas Dağları’ndaki kayalıklara kıskıvrak zincirlenir. Tanrıların yolladığı kartallar tarafından karaciğeri yenir. Ama Prometheus’un ciğeri kartallarca yendikçe büyümekte, büyüdükçe yine kartallara yem olmaktadır.

İnsanlara ateşi verip, insan(lık)a büyük yangınlar çıkarma imkânını sunan Prometheus titanlar soyundandır. Hesiodos’un söylediğine göre, titan İapetos’la Okeanos’un kızı Kleymene’nin oğludur. Prometheus’un annesinin adı kaynaklarda farklılık gösteriyor. Annesi bazı kaynaklar Okeanos’un kızı Asia, diğer bazı kaynaklarda ise
yine Okeanos’un diğer kızı Kleymenedir.

İapetos’un dört oğlu olur; Atlas, Menoitios, Prometheus ve Epimetheus. Kardeşlerinden Epimetheus Prometheus’a göre zıt kişilikteydi “beceriksizler şahı” diye anılırdı. Prometheus’un eşinin adı da yazardan yazara değişir. Genelde Kelaino ve ya Klymene’dir. Çocukları ise tufan mitosunda da rol oynayan Deukalion, Lykos ve Khimaireus, bunların yanına bazen Aitnaios, Hellen ve Thebe de eklenir.

Bu dört kardeşin de kaderi korkunçtur. Bunlardan iki tanesi, Menoitios ile Atlas Zeus’a karşı geldiklerinden, diğer titanlarla birlikte cezalandırılmışlardır. Atlas dünyanın bittiği yerde Hesperide’lerin önünde gök kubbeyi omuzlarında taşıma cezasına çarptırılmıştı. Homeros’a göreyse, Atlas gökle yeri ayıran sütunları taşır. Zeus  Menoitos’u yıldırımlarla çarparak yerin dibine kapatır. Prometheus ile Epimetheus’un cezaları ise başka
türlü oldu. Prometheus’u ise bir dağa zincirleterek ciğerini bir kartala yedirtir. Diğer kardeşi Epimetheus’un
başına bela olsun diye ilk kadını yaratır ve ona gönderir. Bunların ikisi de insanın yaratılmasında önemli rol oynamışlardı.

Zeus’un böyle korkunç cezaları İapetos oğullarına vermesinin nedenini, bu dört titan oğlunun aldıkları sıfatlardan anlıyoruz. Dört titan da akıl yönünden üstündürler ve bu üstünlükleriyle övündükleri gibi, sürekli olarak Zeus’a  karşı gelirler. Zeus akıl gücünü elinde tutar ve bu gücü başkasında görmesi de onu çok öfkelendirir.

Kelime olarak “erken kavrayan, önce kavrayan/ anlayan” demek olan Prometheus, mitolojide başkaldırının ilk öncüsü olarak geçer…

DEMİRCİ KAWA

Tıpkı Kürt mitolojisinin Gılgamış’ı ya da Herkülü’ü olan demirci Kawa gibi…

Demir ocağında çalışırken giydiği yeşil, sarı, kırmızı önlüğünü isyanın bayrağı, ocağındaki ateşi ise özgürlük meşalesi yapan Kürtlerin kutladığı Newroz Bayramı’nın dayandığı Demirci Kawa efsanesinin kahramanıdır.

Ahmet Telli’nin “Dün bir demirciydin oysa, ufku eritirdin/ bugün ateşler altındasın” dizeleriyle şiirlerine konu ettiği Kawa, Dehak’ın zulmüne dayanamayıp, önlüğünü örsüne geçirerek bayrak yapmış, halk da onunla ayaklanıp, zalimi öldürmüştür.

Mezopotamya’nın hâkimi olan imparator Dehak’ın omuzunda bir yara çıkar, yara büyüdükçe büyür ve içinden çift başlı ejderimsi bir yaratık çıkar. Bu yaratık günden güne Dehak’ı içten içe kemirmekte, müthiş bir ızdırap vermektedir. Dehak bilinen tüm doktorları ayağına getirtir. Sonunda bir doktor akıl almaz bir çare önerir.

“Haşmetlim” der, “Eğer her gün bu yaratığa iki çocuk beyni verirseniz sizi kemirmekten vazgeçer.”

Dehak hemen emir verir, her gün iki çocuk yakalanıp getirilir ve çocuklar öldürülüp beyinleri yaratığa verilir. Doktorun dediği gibi yaratık böylece Dehak’ı kemirmekten vazgeçer. Bunun rahatlığı ile olay rutine bağlanır.

Sonunda bir gün Kawa’nın oğluna gelir sıra, Kawa ne yapsa boş. Alırlar oğlunu götürürler kurban etmeye Lakin Kawa da isyan eder. Dağa çıkar; Dehak’ı öldürmeye karar verir. Bu arada çocukların beyinlerini çıkartan iki  kişinin kalbi sızlamaya başlar, her gün iki küçük çocuk sırf bu yaratık uslu dursun diye öldürülmektedir, keza büyük yaşta çocuk kalmayınca iyice küçük çocuklar öldürülmeye başlanmıştır. Sonunda her gün gelen iki  çocuktan birini salmaya başlarlar. Yerine bir kuzu kesip kuzunun beynini sunarlar yaratığa. Aradan zaman geçince iki çocuğu da salmaya ve yerlerine iki kuzu beyni koymaya başlarlar. Ancak çocukların ortada dolaşması da tehlikelidir, birisi bunu fark edebilir. Çocuklara, “Kimse sizi görmeden şu karşıdaki dağa gidin!” derler…

Dağda Kawa karşılar çocukları. Onları alır ve birer asker gibi yetiştirmeye başlar. Kawa Dehak’a da haber salar  “Bir gün senin imparatorluğuna son vereceğim ama bundan önce işaretimi alacaksın!”

Gel zaman git zaman bu çocuklar da nam salarlar, halk arasında dağların çocukları diye tanınırlar.

Günlerden bir gün, ki o baharın ilk gününün gecesi Kawa ve dağların çocukları dev bir ateş yakarlar. Ve aynı gece saldırıp Dehak’ı öldürürler, imparatorluğuna son verirler.

İşte bu ateş acı içindeki bu halkın yeni yılının işareti, Newroz Ateşi olarak nam salar.

“BİZİM” ARİSTONİKOS

Spartaküs’ten çok önce Anadolu’daki bir köle ayaklanmasına önderlik eden Aristonikos, “bizim”dir, hemşehrimizdir…

Aristonikos, Bergama Krallığının son kralıyken, bir vasiyet yazıp ülkesini Romalılara bağışlayan ve ruh sağlığı bozuk III. Attolos’un üvey kardeşiydi… Her ikisinin de babaları II. Eumenes’ti. Ancak Aristonikos gayrimeşru bir ilişkiden dünyaya gelmişti; annesi Foça’lı bir kadındı.

III. Attolos, vasiyetinde Bergama’yı Romalılara bıraktığını açıklayınca, üvey kardeşi Aristonikos MÖ. 132 yılında bir ayaklanma başlattı. Aristonikos, ordusuna katılacak kölelerin özgür kalacaklarını duyurmuştu. Hemen hemen tüm köleler ona katıldı, Krallık ordusunun bir bölümü de onu destekledi.

Aristonikos ayaklanması, bin yıllar sonra yine Batı Anadolu’da ortaya çıkacak olan Şeyh Beddrettin-Börklüce Mustafa ayaklanması gibi sömürüye son verecek bir düzen değişikliğini öngörüyordu. Sınıfsal desteği ve buna uygun bayrak ve ilkeleri vardı.

Ayaklanmanın kuramcısı Kymeli düşünür Blossisus idi. Aristonikos isyanı sıradan bir isyan değildi. Kölelere ve serflere özgürlük ve eşitlik vaat ediyordu. Kardeşlik içinde yaşanacak bir Heliopolis (Güneş Şehri) kuracaklardı.

Kymeli (Cumea, İtalya’nın güneyinde bir antik kent) Blossius’un bu düşüncelerin teorisyeni olduğu söylenir. Blossius, Stoa felsefesini benimsemiş bir düşünürdü ve İtalya’da toprak reformu yapmak isteyen, ancak karşıtları tarafından öldürülen Romalı yönetici Tiberius Gracchus’un destekçisiydi.

Aristonikos’un isyanı Ege kıyılarında diğer kentlerden de destek buldu ve geniş köle katılımlarıyla yayıldı. Roma isyanı bastırmak için MÖ 131 yılında konsül Publius Licinius Crassus Dives Mucianus önderliğinde bir ordu gönderdi. İzmir tuzlası yakınlarındaki Leukai’deki savaşı Aristonikos kazandı, konsül Mucianus öldürüldü.

İki yıl sonra Roma, MÖ 129’da Anadolu’ya, konsül Marcus Perperna komutasında büyük bir ordu gönderdi. Manisa, Kırkağaç yakınlarında yapılan savaşı Roma kazandı. Aristonikos, o yöredeki Stratonikea kentine sığındı ama kent Roma baskısına dayanamadı. Aristonikos Romalılara teslim edildi. Roma’ya götürülüp öldürüldü.

Aristonikos isyanı, yıllar sonra patlak veren Spartaküs önderliğindeki köle isyanından yıllar önce yaşanmış ilk büyük köle isyanıdır.

Aristonikos tarafından ateşlenen köle isyanı yüz binleri harekete geçirmişse bunun nedeni, önderlerinin onlara ‘Güneş Ülkesi’ni vaat etmesidir. Jambulos’un ‘Güneş Adaları’ndan esinlenen Aristonikos, kendi taraftarlarını da ‘Heliopolit’, yani ‘Güneş Ülkesi Yurttaşı’ diye adlandırıyordu.

SPARTAKÜS (VE KÖLE) İSYAN(LAR)I

Aristonikos’tan 56 yıl sonra, İ.Ö. 73’te Spartaküs’ün önderliğindeki köle ayaklanması patlak verdi. Spartaküs’ün 73 yılına kadar olan hayatı hakkında bildiklerimiz çok azdır. Trakyalı bir göçebe ailenin çocuğuydu. Roma’ya savaş tutsağı olarak getirilmiş ve satılmıştı. Daha sonra bir yolunu bulup kendisini satın alan kimsenin yanından kaçmış, kiralık asker olmuştu. Fakat bu da onu kölelikten kurtaramadı. Günün birinde Spartaküs kendini  Capou’daki bir gladyatör okulunda buldu. Okulda onunla birlikte çoğunluğu Trakyalı ve Galyalı ikiyüze yakın köle bulunuyordu. Hepsi de, ilk fırsatta kaçrcak özgürlüğe kavuşmak için tasarılar kuruyorlardı. Ancak kaçmaya  hazırlandıkları anlaşılmıştı. Fakat Spartaküs ve 73 arkadaşı yine de kaçmayı başarabildi. Zaten kaçmasalar bile, eninde sonunda bir gün arenada ölmeyecekler miydi?

Böyle başladı Spartaküs’ün isyanı…

Köle ayaklanmalarının ilki, Spartaküs’un önderliğinde yapılanı olmadığı gibi, sonuncusu da değildir. Ancak en etkilisi ve Roma tarihinde en çok iz bırakanı olduğu için, “köle ayaklanmaları” denilince akla hemen Spartaküs olayı gelir.

Tarihin bize ulaştırdığı ilk köle ayaklanması, İ.Ö. 187 yılında Apulie’de patlak vermişti. Ayaklanma çok çabuk ve kanlı bir biçimde bastırıldı; yedi bin köle çarmıha gerildi. Bunun ardından iki yeni ayaklanma daha oldu.  Bunlardan birincisi, İ.Ö. 134-132 yılları arasında Sicilya adasında, ikincisi de İ.Ö. 104-101 yılları arasında yine aynı yerde meydana geldi.

Verimli bir ada olan Sicilya’nın toprakları köleler tarafından işletiliyordu. Devlet toprakları Latifundia adı verilen büyük çiftlikler hâlindeydiler. Çiftliklerde büyük buğday tarlaları, zeytinlikler ve koyun yetiştirmeye elverişli otlaklar vardı. Bu işleri görmek için köle orduları besleniyor ve emekleriyle Sicilya adasını Roma İmparatorluğunun yiyecek ambarı durumuna getiriyorlardı. Ayaklanma 134 yılında çıktı ve kısa bir süre içinde genişleyip savaş hâlini aldı.

Ayaklananların başında, Suriyeli Ennus’la Makedonyalı Clêon bulunuyordu. Sicilya adasındaki kölelerden 70 bin kişilik bir ordu kurmuşlardı. Bu orduyla bütün adayı ele geçirmeleri zor olmadı. Yıllarca, Romalıların gönderdiği ordularla çarpıştılar. Ne var ki sonunda, Roma ordusunun savaş gücünün yüksekliği yanında, yeterli yiyecek bulamamaktan ötürü yenilmekten kurtulamadılar. Ayaklananlardan 20 bin köle çarmıha gerilerek öldürüldü.

İkinci Sicilya ayaklanması ise İ.Ö. 104-101 yılları arasında bir rastlantı sonucu yine Suriyeli ve Makedonyalı iki kölenin önderliğinde çıkmıştı. Romalılar, bu ayaklanmayı önder durumundaki Suriyeli Salvius ve Makedonyalı Arthênion’un savaş alanında öldürülmeleriyle bastırabildiler.

Birinci Sicilya ayaklanması sırasında, Anadolu’da da toprak sahipleri, kölelerle birlikte emperyal Roma’ya karşı ayaklanmışlardı. İ.Ö. 133’te Aristonikos Romalılara karşı ayaklandı…

ZELOTLAR

Aristonikos’dan Spartaküs’e uzanan isyan geleneği hiç unutulmadı…

Ege, Trakya, Anadolu’daki ezilenlere dair tüm heretik ya da heterodoks hareketleri derinden etkiledi.

Ceyhan Süvari’nin dediyişiyle, “Heretik ya da heterodoks ilan edilen hareketler, resmi dinin temsilcileri tarafından, sapık; dinden çıkmış; günahkâr ve benzeri sıfatlarla din dışı ilan edile dursunlar, aynı şekilde muhalefeti temsil eden hareketler de iktidarı, yani ortodoksiyi zevk ve sefa düşkünü, doğru yoldan çıkmış ve şeytani gibi sıfatlarla din dışı ilan etmişlerdir. Yani her biri, dinin gerçek temsilcisi olarak kendilerini  göstermekteydiler.

(…)

Heretik ya da heterodoks olarak değerlendirilenler daha çok aynı dini kabul etmiş farklı etnik gruplar veya yine aynı dine ve aynı etnik gruba mensup toplumların farklı sosyal sınıflarından gelenlerce temsil edilmektedir. Bu kavramların geçerliliği, yani kimin ne zaman ve nerede heretik ya da ortodoks olacağı, çoğunlukta toplumların ekonomik yapısı, etnik yapısı, tarihi gelişimi, ilişkide bulunduğu kültürler gibi faktörlerce belirlenmektedir. Özetle heterodoks inanç ve hareketler, (…) ortodoks inançtan farklı olarak senkretik, mistik ve genelde egemen inancın temsilcileri tarafından ezildikleri için milenaryan (mehdici/mesihçi) bir özellik taşırlar.”(4)

Zelotlar yani XIV. yüzyılda etkili olan Selanik menşeili devrimci köylü ayaklanmaları da Aristonikos’dan Spartaküs’e uzanan isyan geleneğinin ardıllarıydı…

Bir tür primitif komün/eşitlikçi anlayışı taşıyan Zelotlar, bilhassa Bizans’ta etkin olup, Selanik gibi kentleri kısa süreliğine de olsa ele geçirmişti…

Zelotların (Kızgınların) geleneği de ardılı sayılabilecek Şeyh Bedreddin’de devam ederek geleceğe taşınır…

BABAÎLER (BABA İSHAK)

Selçuklular’a karşı Babaîler (Baba İshak) ayaklanması, Anadolu’daki dini motifli ilk isyandır. Hareketin önderleri Baba İshak ve Baba İlyas’tır…

1239’da, Selçuklu yönetimi ve zenginlerinin haksızlıklarına uğrayan Türkmenler, düzenin değiştirmek için ayaklanmıştır. İsyanın temel nedeni ekonomik ve toplumsal bölünmüşlük ve egemen(-ler)in zulmüdür. Binlerce kişiyle başlayan isyan, yenilgiyle son bulmuştur.

Ceyhan Süvari’nin ifadesiyle, “Anadolu Selçuklularında, II. Gıyaseddin’in Sultanlığı döneminde ortaya çıkan Babaî Hareketi (…) özellikle Vefailerin önderliğinde gerçekleştirilmiştir.

İsyanın başladığı süreç Selçukluların ekonomik ve siyasal olarak gerilediği, doğuda Moğol baskısının arttığı ve göçebe halk ile yerleşik halk arasındaki çelişkilerin derinleştiği bir sürece denk gelmektedir. Babaî isyanlarının nedenlerine ekonomik sebepler arasında Selçukluların toprak reformunu göstermektedir. Buna göre; Selçuklular toprak rejimini göçebeler ve köylüler aleyhine değiştirerek, büyük miktarda toprağı özel mülkiyete ve vakıflara geçirmeye başlamış, bu da Anadolu’da bir toprak aristokrasisi yaratmıştır. Göçebeler ve köylülerin devlete yabancılaşmaya başlaması ve bu kitlenin devam eden göçlerle sürekli artması ile ayaklanma için uygun zemin hazırlanmış olmaktaydı. İktidar ve yerleşik halk ile göçebeler arasındaki bu yabancılaşmayı en iyi ifade eden söz, yerleşiklerle iktidar sahiplerinin göçebeler için kullandığı etrak-i bi-idrak (akılsız Türkler) tanımlamasıdır. Bu dışlama, dinsel farklılıklarla da beslenerek giderek derinleşmiştir. Göçebeler ve toprakları elinden alınan köylüler yönetimin aleyhine, radikal heterodoks tarikatlara sığınarak kurtuluşu doğaüstü güçleri olduğuna inandıkları şeyhler de aramışlardır.

Bu koşullar altında Baba İlyas ve Baba İshak önderliğinde gelişen ayaklanmaya, göçebe Türkmenler ve topraksız köylülerin yanı sıra Kürt ve Hıristiyan halklarının fakir kesimleri de katılmıştır. Zira Baba İshak, Kürt ve  Hıristiyanların yoğun olarak yaşadığı Adıyaman üzerinden Amasya’ya doğru harekete geçmiştir.” (5)

‘Baba İshak İsyanı’, ‘Baba İlyas İsyanı’, ‘Baba Resul İsyanı’ ya da ‘Babaîler İsyanı’ diye geçen büyük halk hareketini, birinci elden anlatan dört kişi var. Bunlar Selçuklu sultanlarına hizmet eden Fars asıllı İbn-i Bibi (ö. 1284), Şam’da Eyyübilerden Melik Muazzam’ın yakını, br Türk kölenin oğlu, vak’anüvis Sibt İbnu’l-Cevzi (ö. 1257), Süryani vak’anüvis Bar Habraeus veya Arapların verdiği isimle Ebu’l-Farac (ö. 1286) ve isyanın bastırılmasına katılan paralı Frank birlikleriyle Anadolu’ya gelen Dominiken misyoneri Simon de Saint Quentin (ö. 1248’den sonra). İkincil kaynak olarak Baba İlyas’ın torunu Elvan Çelebi’nin (ö. 1360’tan sonra) verdiği bilgiler de çok değerli.

İbn-i Bibi’ye göre, Kefersudlu (bugünkü Adıyaman civarında) Baba İshak adlı biri, bir gün yaşadığı yerden ayrılmış, bir süre sonra Amasya’da ortaya çıkmış ve kendini ‘resul’ (peygamber) ilan etmişti.

Sibt’ü-l Cevzi’ye göre İlyas adlı zat, nebilik (idda’a an-nubuvva) iddiasıyla isyan etmişti ama kendine ‘Veliyullah’ diyordu.

Bar Habraeus’a göre Amasya civarında ‘Baba’ diye anılan bir zat kendine resul dedirtiyordu. Müridi Şeyh İshak’ı da görüşlerini yaysın diye Hısn-ı Mansur’a (Adıyaman’a) göndermişti.

İsyanı en ayrıntılı anlatan Saint Quentin’e göre ise Amasya civarında ‘Baba’ namlı biri (heterodoks İslâmi akımlarda dini liderlere ‘baba’, ‘dede’, ‘abdal’ gibi adlar verilirdi), ormanda gezerken Tanrı’nın meleği bir köylü suretinde kendisine görünmüş, köylü ormandan bir kurdun kapmış olduğu oğlunu kurtarmasını ondan rica etmişti. Baba kurdu yakalayıp öldürmüş, oğlanı kurtararak köylüye teslim etmişti. Bunun üzerine köylü bu hizmetine karşılık kendisinden bir dilekte bulunmasını, dileğinin mutlaka yerine getirileceğini bildirmişti. ‘Baba’ sultan olmak istediğini söyleyince köylü gerçek kimliğini açıklamış, Tanrı’nın habercisi olduğunu, ‘Baba’nın  Tanrı’dan melek vasıtasıyla aldığı haberleri halkına ilan etmesini emretmişti. Quentin’e göre, ‘Baba’ ‘paperroissole’ (Baba Resul) olmuş ve bu ilahi misyon gereği bir süre sonra sultana isyan etmişti. Elvan Çelebi’ye göre de isyan yeri Amasya idi; ancak Baba İlyas hiçbir zaman resullük iddiasında bulunmamıştı. İsyanının nedeni Sultan’ın bir vergi memurunun kendisine yaptığı haksızlık ve hakaretti. İsyanı örgütlemek için Hacı Mihman, Bağdın Hacı, Şeyh Osman ve Ayna Dolana adlı dört halifesini Rum diyarına (Anadolu), İshak-ı Şami adlı bir halifesini de Şam’a göndermişti.

Dikkat edileceği gibi bu kaynaklardan ilkine göre isyanın lideri Adıyamanlı Baba İshak’tı ama bu zat nedense memleketinden ayrılıp Amasya’da isyan etmişti. İkincisine göre isyan lideri Amasyalı ‘İlyas’ adlı biriydi. Üçüncüsüne ve dördüncüsüne göre ‘Baba’ unvanlı biriydi. Bu iki kaynak da İshak adlı ikinci ‘Baba’dan habersiz görünüyordu. Elvan Çelebi ise Baba İlyas’tan ve İshak-ı Şam’dan bahsediyor. Bugüne dek İbn-i Bibi’nin anlatımı  esas alınarak yapılan tekrarlar yüzünden isyanın liderinin Baba İshak olduğu sanılıyordu.

Ahmet Yaşar Ocak bu anlatılardaki eksik parçaları tamamlayarak hareketin manevi lideri Baba İlyas ile eylemsel lideri Baba İshak adlı iki ayrı figürün olduğunu ortaya koydu. Ahmet Yaşar Ocak’tan yararlanarak bu iki şahsiyet hakkındaki kısıtlı bilgileri özetleyelim: Baba İlyas, Amasya bölgesinde yaşayan bir münzeviydi. Karın tokluğuna çalışır, çok az yemek yerdi. Yazdığı muskalarla hastaları  iyileştirir, geçimsiz çiftlerin arasını bulurdu. Gösterdiği mucizeler ve kerametler yüzünden halk onu çok severdi. Elvan Çelebi’ye göre müritleri onu Hızır ile özdeş görürlerdi…

Ahmet Yaşar Ocak’a göre Baba İlyas, İsmaili Şiiliğinin etkisini taşıyan, henüz kökleşmemiş İslâmi cila altında, eski Türk inançlarıyla (özellikle Şamanizm) karışık fikir telkin eden bağdaştırmacı (senkretik) bir Türkmen şeyhi idi. Yazara göre Baba İlyas kesinlikle bir sahtekâr değildi. “O Bağdat’ta 850 yılında korkunç işkenceler altında yavaş yavaş ölümü tatmasına rağmen davasından vazgeçmeyecek kadar insanüstü bir direnç gösteren Babek el Hurremi gibi misyonunun ve kendi kimliğinin gerçekliğine derinden inanmış, güçlü bir mistik ve karizmatik bir kişiliğe sahipti.”

İsyanın savaşçı lideri Baba İshak ise (bugünkü Adıyaman yakınlarındaki) Samsat Kalesi’ne bağlı Kefersud bölgesinde yaşayan bir zaviye sahibi idi. Hokkabazlık ve sihirbazlık sanatında çok ilerlemişti. Bunlarla cahil Türkmenleri etkiliyordu.

Bir iddiaya göre ihtida etmiş bir Rum olan Baba İshak, Baba İlyas’a intisap etmeden önce İran’da bulunmuş bir İsmaili ‘dâî’sinden Batıniliğin esaslarını öğrenmişti. Böylece Hıristiyanlık, Mazdekçilik ve Müslümanlıktan oluşan karma bir inanç sistemi geliştirmişti. Bu da muhtemelen Kürtler ve gayrimüslimler arasında etkili olmasını sağlamıştı (Rus araştırmacı Gordalevski, Baba İlyas ile Baba İshak arasındaki ilişkiyi, 1416 veya 1420’de Çelebi Mehmet’e karşı isyan eden Simavna Kadısı Şeyh Bedreddin ile müritleri Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa  arasındaki ilişkiye benzetir. Bilindiği gibi Torlak Kemal Yahudilikten Müslümanlığa geçmişti. Börklüce Mustafa ise Müslümanlık, Yahudilik ve Hıristiyanlık karışımı bir doktrinin propagandasını yapmıştı).

Kaynaklara göre Sultan ve maiyeti sefih ve zalim olduğu için Baba İlyas’ın, çevresindeki sade köylüleri ‘Resulullah’ olduğuna inandırması ve harekete geçirmesi zor olmamıştı. İkna faaliyetleri sırasında elde edilecek mal ve ganimetlerin isyana katılanlar arasında ortaklaşa pay edileceği, isyana katılmayanların ise öldürüleceği söyleniyordu. Baba İlyas’ın halifeleri Amasya, Tokat, Çorum, Sivas ve Yozgat havalisi ile Adıyaman, Maraş, Malatya ve Elbistan bölgelerinde propaganda ve örgütleme çalışmaları yapıyorlardı. Kendilerine Vefaiye, Kalenderiye, Yeseviye, Haydariye gibi heterodoks tarikatlar da yardımcı oluyorlardı.

Sonunda beklenen gün geldi. Elvan Çelebi’nin düştüğü ebced hesabına göre isyan 10 Muharrem 637 (12 Ağustos 1239) Çarşamba günü başlamıştı. Hâlbuki günümüzdeki hassas hesaplara göre o gün çarşamba değil cuma idi. Modern araştırmacılardan Irène Beldiceanu’ya göre Elvan Çelebi’nin verdiği tarih bir harf hatası yüzünden yanlış okunmuştu. Doğru okumaya göre isyan 10 Muharrem 638 (1 Ağustos 1240) başlamıştı. Ahmet Yaşar Ocak’a göre o günün çarşambaya rastlaması Beldiceanu’nun iddiasını destekler nitelikteydi.

İbn-i Bibi’nin deyimiyle o gün ‘karıncalar ve eşekarıları’ gibi her bir köşeden çıkarak evvela içinde yaşadıkları köyleri yakarak, yıkarak ilerleyen Baba İshak’ın ordusu (ki aralarında Türkmenler, Kürtler gibi Müslüman gruplar ve gayrimüslimler de vardı) önce Kefersud’u işgal etmiş, sonra Hısn-ı Mansur (Adıyaman), Gerger ve Kâhta’yı ele geçirmiş, ardından her yeri yağmalayarak, yakarak Malatya’ya doğru ilerlemişti. İsyancılar, Baba İlyas’ın peygamberliğine inanmayan herkesi öldürüyorlardı. İbn-i Bibi’nin saray mensubu olduğunu hatırlayınca bu anlatıların abartılı olduğunu tahmin edebiliriz, nitekim Saint Quentin’e göre, Baba İshak’ın ordusu 3 bin kişiden fazla değildi. Bu boyutta bir ordunun böyle bir hasar vermesi zor görünüyor. Ancak yine de Malatya Valisi Muzaffeddin Alişir bu orduyu durdurmakta başarısız olmuştu. Bu da isyancıları iyice cesaretlendirmişti. (Bu arada belirtelim, Alişir’in ordusunda da Türkler, Kürtler, Gürcüler gibi değişik etnisiteden askerler vardı.)

Bunlar olurken Amasya’da olan Baba İlyas, Elvan Çelebi’ye göre Baba İshak’a Amasya’ya değil Canik tarafına yönelmesini söylemişti. (Ahmet Yaşar Ocak’a göre bunun nedeni Selçuklu ordularının Baba İshak’ı takip ederken Amasya’ya gelmesinin kendisini tehlikeye düşürmesinden endişe etmesi veya isyanın zamanlamasını doğru bulmaması ya da isyandan pişman olması olabilirdi.) Ancak Baba İshak bu emri dinlemeyecek, hatta haberi getiren elçileri de öldürecek ve Amasya’ya yönelecekti.

Baba İshak’ın orduları, Sivas önlerinde Selçuklu kuvvetlerini yenince hem kendilerine güvenleri artmış hem de Çepniler, Karamanlılar gibi o ana kadar olayla ilgisi olmayan Türkmen boyları isyancılara katılmıştı. Öyle ki, isyancılar Amasya’ya geldiklerinde Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Keyhusrev Konya’yı terk ederek Kubadabad’a kaçmıştı. Ama bir yandan da bir orduyu Amasya’ya göndermişti.

Amasya Kalesi’nde Baba İshak’ı bekleyen Baba  İlyas, Saint Quentin’e göre müritlerini hiçbir şeyden korkmadan çarpışmaları için teşvik etmekteydi. Ama sekiz kişinin ölmesi üzerine diğerleri büyük endişe ve üzüntüye kapılmışlar ve Baba Resul’a sormuşlardı: “Neden bizi ve ötekileri aldattın?” Baba İlyas’ın cevabı “Yarın hepinizin huzurunda Tanrı ile konuşacağım ve neden bu talihsizliğin başımıza geldiğini soracağım” olmuştu.

Ancak Amasya’daki savaş Selçukluların galibiyeti ile bitti. İbn-i Bibi’ye göre Baba İlyas yakalandı, idam edildi ve surlardan aşağı sallandırıldı. Bar Habraeus’a göre Baba İlyas pusuya düşürüldü ve öldürüldü. Saint Quentin’e göre kürek kemiklerinin arasından ölümcül bir yara aldı ve müritlerinin bu durumu görmemesi için bir mağaraya saklandı. Saint Quntin’e göre bu gözden kayboluş çok işe yaradı, müritleri onun meleklerin yardımını temin etmek için Tanrı katına gittiğini sandılar. Bir asırdan fazla bir zaman sonra bu hikâye Elvan Çelebi’nin kaleminden şu şekle dönüştü: “Baba İlyas yakalanıp Amasya Kalesi’nde bir zindana kapatıldı. Onunla aynı hücrede bir keşiş de kalıyordu. Baba İlyas bu hücrede tam 40 gün kaldı, keşişi Müslüman etti ve 40. gün hücrenin duvarları yarıldı. Baba İlyas’ın Boz Atı ortaya çıktı. Atına binen şeyh, Müslüman olan keşişe bu dünyadaki hayatının artık sona erdiğini söyleyerek göğe doğru havalandı ve kayboldu.”

Baba İlyas’ın öldürüldüğü ya da kaybolduğu haberleri Baba İshak’ın birliklerine ulaştığında, isyancılar buna inanmak istemediler ve ‘Baba Resulullah! Baba Resulullah!’ diye haykırarak Selçuklulara karşı daha bir azimle saldırıya geçtiler. Taraflar arasındaki nihai karşılaşma 1240 yılının kasım ayının henüz bilmediğimiz bir gününde, Kırşehir’in hemen kuzeydoğusunda bulunan Malya Ovası’nda (bugün Malya Çölü deniyor) yaşandı. Kaynaklara göre Baba İshak’ın ordusu 3 ile 6 bin arasında, Selçuklu ordusu 12 bin ile 60 bin arasındaydı. 300 ya da bin kişi  kadar da paralı Frank askeri vardı.

Ahmet Yaşar Ocak’a göre bu karşılaşma mükemmel silahlı ve donanımlı Romalı lejyoner taburlarına, perişan kılıklı, derme çatma silahlarla, başıbozuk şekilde karşı koymaya çalışan Spartaküs’ün kuvvetlerinin karşılaşmasına benziyordu. Başlangıçta Selçuklu askerleri Baba İlyas’ın mucize ve kerametlerine dair rivayetlerin etkisiyle saldırıya geçmek istemediler ama sonunda Spartaküs’ün ordusunun başına gelen Baba İshak’ın ordusunun da başına geldi. Frankların zırhlarına çarpan ilkel ok ve mızraklar kırılırken, Saint Quentin’e göre Selçuklu ordularını daha önce 12 kez yenen isyancılar ilk kendilerine güvenlerini kaybettiler. İbn-i Bibi’ye göre  Türkmenlerin büyük kısmı (4 bin kadarı) kadınlar ve çocuklar hariç olmak üzere kılıçtan geçirildiler. Bunlar arasında Baba İlyas’ın gözüpek komutanı Baba İshak da vardı. Sultan elde ettiği ganimetleri askerleri arasında paylaştırdı. Frank askerlerine üç bin altın dağıttı.

İsyana katılanlardan kurtulabilenler Orta, Batı ve Kuzey Anadolu’nun muhtelif bölgelerine sığındılar. Bu yerler sadece dağlar, köyler değildi. Nitekim I. Beldiceanu’nun ortaya çıkardığı 1487 tarihli bir belgeye göre, Hüdavendigâr (Bursa) Livası’na bağlık Göynük’teki yedi mahalleden ikisinin adı ‘Mahalle-i Babaîler’ idi. Yazara göre 1400’lerin başındaki Şeyh Bedreddin İsyanı’ndan arta kalanlar da buraya yerleştirilmişti.

İsyanı ‘köylü ayaklanması’ olarak niteleyen Marksist tarihçilere de, isyanı hetedoroks İslâm’ın ortodoks İslâm’a tepkisi olarak niteleyenlere de katılmayan Ahmet Yaşar Ocak’a göre Müslim, gayrimüslim köylülerin de katılmasına rağmen, isyan esas olarak zalim, müstebit ve yabancılarla (İranlılar) takviye edilmiş Selçuklu yönetimine çeşitli nedenlerle tepki duyan konar-göçer yahut yarı-göçebe Türkmenlerin başlattığı ‘mesiyanik’(Mehdici) bir ihtilaldi. (6)

Evet Selçuklu ordusunu tam on iki defa yenen Türkmenler, savaşın yapıldığı zaman sapsarı başaklarla Malya Ovası’nı yaşlı, genç, kadın, çocuk ve hayvan sürüleriyle dolmuştu. Hepsi inançlıydı. Varlarını yoklarını icabında canlarını Baba İshak’a ve isyanın başarısına adamışlardı.

İsyancıların namı o kadar yürümüştü ki, Selçuklu askerleri saldırmaya korkuyordu. Sonra Selçuklu ordusunun en önünde bulunan çelik zırhlı paralı Frank askerleri saldırıya geçti. Zırha ne ok ne de mızrak işliyordu… Bunu gören Türk, Kürt, Gürcü Selçuklu askerleri de saldırıya geçti, çıplak etin haysiyeti zırhlı ve tedirgin bedenlere galebe çalamamıştı…

Tam iki yüz yıl sonra Kaygısız Abdal Malya Ovası’ında başak gibi ezilen bu Babaî Türkmenleri için, “Kelebek ok yay almış, ava şikare çıkmış,” diyecekti…

Bu isyan kesinlikle dini motifler taşısa da Şii-Sünni çatışması değildir. Tamamen siyasi ve düzeni değiştirmeye yönelik örgütlü bir başkaldırıdır.

Bazı kaynaklarda Hacı Bektaş Veli’nin de bu isyana katıldığı, (Baba İlyas’ın müriti olduğu) hatta kardeşi Mentaş’ın da bu isyanda öldüğü yazılır…

ANADOLU AYAKLANMALARI (7)

İSTANBUL Patrona Halil (1730)
Kabakçı Mustafa (1807)
BALIKESİR İlyas Paşa (1632)
EDREMİT İlyas Paşa (1632)
TİRE Sultanzade Cennetkâr (1625)
MANİSA Şeyh Bedreddin (1413)
Kalenderoğlu Mehmet (1607)
Sultanzade Cennetkâr (1625)
Şer Himmet (1750)
İZMİR Osmanoğlu Nasuh Paşa (1714)
Sultanzade Cennetkâr (1625)
AYDIN Şeyh Bedreddin (1413)
Yusuf Paşa (1607)
Sultanzade Cennetkâr (1625)
Osmanoğlu Nasuh Paşa (1714)
Atçalı Kel Mehmet (1829)
NAZİLLİ Atçalı Kel Mehmet (1829)
BURDUR Şah Kulu (1500)
Kalenderoğlu Mehmet (1607)
ISPARTA Şah Kulu (1500)
Kalenderoğlu Mehmet (1607)
KÜTAHTA Şah Kulu (1500)
Deli Hasan (1600)
Katırcıoğlu (1648)
AKŞEHİR Katırcıoğlu (1648)
SÖĞÜT Kara Haydaroğlu (1647)
GEYVE Kalenderoğlu Mehmet (1607)
BURSA Abaza Hasan Paşa (1659)
BOLU Kalenderoğlu Mehmet (1607)
ANKARA Kalenderoğlu Mehmet (1607)
KONYA Abaza Hasan Paşa (1659)
KARAMAN Kalender Şah (1550)
ANTALYA Şah Kulu (1500)
ALANYA Şah Kulu (1500)
ÇORUM Karayazıcı Abdülhalim (1598)
KIRŞEHİR Babaî (1240)
MERSİN Baba Zünnun (1520-1530)
TARSUS Domuzoğulları ve Yenicebey (1500’ler) Veli Halife (1500’ler)
ADANA Domuzoğulları ve Yenicebey (1500’ler) Veli Halife (1500’ler) Kozanoğlu (1700’ler)

KOZAN Kozanoğlu (1700’ler)
İSKENDERUN Canbulatoğlu (1607)
KAYSERİ Baba Zünnun (1520-1530)
Abaza Mehmet Paşa (1625-1627)
TURHAL Bozoklu Celâl (1518)
Kalender Şah (1527)
AMASYA Babaî (1240)
TOKAT Bozoklu Celâl (1500)
Deli Hasan (1600)
SİVAS Babaî (1240)
Şah Kulu (1500)
Karayazıcı Abdülhalim (1598)
Deli Hasan (1600)
Abaza Mehmet Paşa (1625-1627)
Vardar Ali Paşa (1647)
MALATYA Karayazıcı Abdülhalim (1598)
URFA Karayazıcı Abdülhalim (1598)
MARAŞ Mehmet Nuri Paşa (1788)
KİLİS Mehmet Nuri Paşa (1788)
ANTEP Mehmet Nuri Paşa (1788)
HALEB Canbulatoğlu (1607)
ŞAM Canbulatoğlu (1607)
ADIYAMAN Babaî (1240)
TRABZON Tuzcuoğlu Memiş (1816)
GÜMÜŞHANE Tuzcuoğlu Memiş (1816)
RİZE Tuzcuoğlu Memiş (1816)
HOPA Tuzcuoğlu Memiş (1816)
KARS Şeyh Seydi (1500’ler)
ERZURUM Abaza Mehmet Paşa (1625-1627)

ŞEYH BEDREDDİN

“Yeryüzündeki saadet ve servet yaradılışta eşit olan insanlara, eşit olarak verilmelidir. Birinin zengin, diğerinin fakir, birinin tok, diğerinin aç olması hâli yaradılışa ve tabiata uygun değildir. Fikir ve vicdanın uyumu tabiatın gereğidir, zorla ve kanunla değildir. Bütün insanlar kardeştir. Müslüman, Mecusi, İsevi ve Musevi yoktur. Zorbalığa dayanan hükümet meşru olamaz” derdi ‘Varidat’da Şeyh Bedreddin Mahmut Rûmi…

Edirne’ye bağlı Simavna’da (Trakya) doğan Bedreddin, ilk eğitimini babasından ve Molla Yusuf’tan alır. Uğruna canını verdiği bu isyankâr düşünceyi Mısır’da aldığı eğitimle edinir.

Bedreddin’in düşüncelerinin özünde tanrısal gerçeklere varmak için tanrı ile kurulacak yakınlık sonucunda tanrı ışığının insanın içine doğmasıyla, insanın tanrıyla özdeşleştiği ve cennetin ancak bu dünyada kurulabileceği fikri yer almaktadır. Bu görüşü dinsiz ve sapkın ilan edilen Bedreddin, yeryüzünde ezilenlere yol gösterdiği için egemen soylular tarafından bir kargaşa kaynağı olarak algılanmıştır. Eşitlik ülkülerini öne çıkartarak eşitlikçi bir toplum hayalinin mimarı olur.

Nedim Gürsel’in, “Tarihsel maddecilik açısından ele alındığında, Şeyh Bedreddin ayaklanmasının dinsel-ideolojik niteliği sınıf savaşımının özgül biçimlerinden biri olarak yorumlanmalıdır. Belli bir tarihsel dönemdeki ekonomik ve toplumsal koşulların doğal sonucudur bu,” diye tarif ettiği Şeyh Bedreddin (1358-1420) ayaklanması, Anadolu’nun ilk komünal ayaklanması diyebileceğimiz bir isyandır.

“Yarin yanağından gayri” her şeyi paylaşmak ve ortakça bir düzen kurmak için yola çıkan, Osmanlı’nın  “zındık”lıkla suçladığı isyan önderi, ayaklanmacı ve panteist materyalizmin ilk temsilcilerindenken; “Ay ve güneş herkesin lambasıdır, hava herkesin havasıdır, su herkesin suyudur. Ekmek neden herkesin ekmeği değildir?” demişti…

Osmanlı’ların zulmünden kurtulmak, hep beraber üretip hep beraber tüketmek için başkaldıranların önderi Şeyh Bedreddin’in Avrupa’nın ünlü köylü ayaklanmalarının öncüsü Jan Hus ile görüşüp, ondan etkilendiğini kaydedilir.

İslâm hukukunun büyük bilginlerinden biri olan Şeyh Bedreddin, giderek iktidarın, zenginliğin, haksızlık ve yolsuzluğun sarsılmazlığını, değişmezliğini öne süren şeriat ilkelerinin eşitlikle bağdaşmadığı sonucuna varmıştı. Bu sonuca ulaşmasıyla birlikte kendisine büyük ün sağlayan bütün yapıtlarını yok etti.

Geçtiği katı eğitim sonucu halkının çektiği acılara yaklaşmış ve böylece eşitliğin öbür dünyada değil bu dünyada, gökyüzünde değil yeryüzünde olduğunu kendi kişiliğinde göstermek için kendisine verilen mürşitlik, şeyhlik gibi bütün unvanları reddetmişti. Çağının en önemli düşünürlerinden biri olarak, yeryüzünde eşitliğin sağlanmasının biricik yolunun toprağın ve tüm zenginliklerin ortaklaşa kullanılmasından geçtiğini görüyordu. Bu amaca ulaşmak için XV. yüzyılda, antifeodal bir halk ayaklanmasının başına geçti. Fanatizmin ve dinsel hoşgörüsüzlüğün egemen olduğu bir dönemde, savaş arkadaşlarıyla birlikte halkların ve dinlerin birbirine eşit olduğunu savundu…

Onun hakkında Hikmet Kıvılcımlı şunları derdi: “Türkiye devrim tarihinin, gerekse bütün insanlığın sosyal devrim tarihinin en ilgi çekici, en büyük kahramanlarından biridir…”

“Şeyh Bedreddin ve müritleri; halkın arasına karışıyor, toprakların onu işleyen, ona alın terini karıştıranların olduğunu, insanların kardeşliğini öğütlüyorlardı. Şeyh Bedreddin bir ortaçağ köylü sosyalizmini ortaya koymuştu. Bu konudaki görüşleriyle, kendinden iki asır sonra gelecek olan ütopik (hayalî) sosyalizmin kurucusu Thomas Moore’dan 0(8) daha ileri görüşlü ve gerçekçiydi.”

Annesi Rum, eşi Habeş (eski bir köle), gelini Ermeni olan XV. yüzyıl mutasavvıfı, hukuk âlimi ve isyancısıydı O…

Sakız Adası rahipleri, Torlaklar, Kalenderiler ve Ege köylüleri peşinden gitmişti.

“El gövdede kaşınan yeri bilir, dert bizde, derman ellerimizdedir,” diyen Şeyh Bedreddin ve arkadaşları, yarin yanağından gayri her şeyde, her yerde, hep beraber diyebilmek için, cellatların önünde boyun eğmeden canlarını vermişlerdir.

Nâzım Hikmet’e göre, “Dünyadaki ilk sosyalist harekettir Şeyh Bedreddin’in isyanı”…

Şeyh Bedreddin, tüm insanların yeryüzündeki her şeyden ortak yararlanması gerektiğini, herkese emeğinin karşılığının verilmesi gerektiğini savunup; XV. yüzyılda Anadolu’da hüküm süren merkezi otoriteye başkaldırdığı gerekçesi ile idam edilen Şeyh, asılacağı darağacının önüne geldiğinde yüzündeki değişiklikten dolayı onunla alay etmek isteyenlere dönüp “Güneş batarken sararır” karşılığını vermişti…

“Hayatı ve dünyayı kendi küçük dünyaları ile sınırlı tutanlar bizi anlamazlar…

Kötü ve çirkin işlerle uğraşan insanlar haktan uzaklaşmışlardır. Cehennem işte budur. Cennetle cehennemi başka yerde aramak saçmalıktır. İnsanlar eylemleriyle, düşünce ve fikirleriyle güzeli ve iyiyi bulabildikleri oranda hakka kavuşmuşlardır…

Tarih, gelecek için kavga verip, yitmiş bile olsa, insanlık için vuruşanları hiç unutmaz…

Ölmezden önce ölmek, dünyanın zevklerinden ve hayvani hırs ve şehvetlerinden sakınmaktır. Onu yapabilen insan, şüphesiz ki; hakiki varlık ile birleşir. Ve sonsuz hayat ile diri olur. Ancak insanlar dünyanın bin bir türlü çekici ve aldatıcı zevkinden, çeşit çeşit yakıcı hırslarından ayrılmadıkları için buna gönül vermezler,” diyen Şeyh Bedreddin’ın yaşamı, Anadolu tarihine damgasını vuran bir mücadelenin ürünüdür…

Yaşadığı dönemde şehzadeler mücadelesi sürecinde Bayezid’in oğullarından Musa Çelebi’nin kardeşi Süleyman Çelebi ile yaptığı savaş sonunda Edirne’yi ele geçirmesi üzerine Şeyh Bedreddin kazaskerliğe tayin edildi ve aktif  olarak siyasi hayata atıldı.

Musa Çelebi’nin kardeşi Mehmed Çelebi karşısında yenik düşmesiyle 1413’te Şeyh Bedreddin ailesi ile birlikte İznik’e sürgün edildi. Kendisine 1000 akçe maaş bağlandı fakat bu durumu kabullenmeyip siyasi teşkilâtlanmayı sağlamak üzere harekete geçti.

Börklüce Mustafa’yı Aydın ve civarında propaganda faaliyetleri için görevlendirdi. Börklüce Aydın ve  Karaburun’da binlerce sempatizan topladı. Ancak onun bu faaliyetleri nedeniyle kendisinin sorumlu tutulacağından kaygılanan ve bu gelişmelerin isyan hareketi başlatma imkânı hazırladığını düşünen şeyh, göz hapsinde olmasına rağmen muhtemelen 1416’da İznik’ten kaçmayı başarmış, Kastamonu’ya giderek İsfendiyar Bey’e sığınmıştır. Tatar iline ulaşmak niyetinde iken bu amacına ulaşamamıştır. Bunun üzerine Sinop limanından bir gemiye binerek Rumeli’ye geçmiştir. Önce Zağra, oradan da Silistre, Dobruca ve Deliorman’a gitmiş ve buraya yerleşmiştir. Burada taraftarları oldukça hızlı bir şekilde artmıştır.

Bu üç isyancının başarılarından endişelenen Sultan Mehmed, Şeyh’in üzerine büyük bir kuvvet göndermiştir. Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal bozguna uğratılmış, adamları dağıtılarak, şeyh esir alınmıştır.

Padişah’ın emriyle bir heyet kurularak Şeyh yargılanmıştır. Heyet Şeyhin, malı ve ailesi korunmak şartıyla idamına karar vermiştir. Bu fetva üzerine Şeyh Bedreddin 1420’de Serez’de idam edilmiş ve burada defnedilmiştir. 1961’de kemikleri, Sultan Mahmud’un Divanyolu’ndaki türbesi haziresine defnedilmiştir.

Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal isyanlarındaki rolü yanında Börklüce’nin de Torlak Kemal’in de isyanlarına girişmeden önce ve öldürülürken kalplerinde ve dillerinde Şeyh’i saygıyla taşıdıkları herkesin bilgisi dahilinde olduğu Şeyh Bedreddin, Osmanlı tarihinin resmi ağzına göre bir asi, bir sapkındır. Aşıkpaşazade dahil önde gelen Osmanlı tarihçileri, onu ve bedenini darağacından indirip defneden müritlerini kötü sözlerle anarlar.

Şeyh-ül İslâm’ın idamı konusunda verdiği karar “malı haramdır amma bunun kanı helâldır,” sözü üzerine Şeyh Bedreddin şu yanıtı verir:

“- Mademki bu kerre mağlubuz

netsek, neylesek zaid.

Gayrı uzatman sözü.

Mademki fetva bize aid

verin ki basak bağrına mührümüzü…”

BÖRKLÜCE MUSTAFA

Şeyh Bedrettin Marx ise Börklüce Mustafa Lenin’di… (Torlak Kemal de, Beyazıt döneminde Şeyh Bedreddin ayaklanmasında önemli rol oynamıştır. Osmanlı yönetimine isyan eden ilk Yahudi olarak tarihe geçmiştir).

Bilge Umar’ın romanında, “Bana Dede Sultan derler; derviş olmadan, kemal yoluna girmeden önce adım Börklüce Mustafa idi. Bu gördüklerin, benim yoldaşlarımdan sağ kalanlardır. Biz Karaburun taraflarındaki memleketi kendimize mülk edindik. Mülk sahibi olmakta hepimiz ortak idik. Kadınlarımız dışında her şeyimizde anca beraber kanca beraber idik. Bizde tımar sahibi yoktu, sahib-i arz yoktu, vüzera yoktu, ümera yoktu. Hepimiz malı ortak, mülkü ortak, keyfi ortak, tasası ortak, kararları ortak bir kardaşlar cemaati idik. Bizim gibi olanlar, yahut olmak isteyip de buna gücü yetmeyenler, huda’nın eseri ya da insan emeğinin eseri malı mülkü kendi uhdelerinde yığın etmiş ve bu yığını kendine hasretmiş mahlukatı sevmez, onları gerçek insan neslinden saymaz. Öyleleri de insan neslinden hiç kimseyi sevmez. Hele bizim gibilerin güçlenmesinden ödleri patlar, bizi yok etmek isterler; çünkü bilirler ki biz yeterince güçlenince onları zemin-i arz’dan yok ederiz ve elbette bir gün hepsini yok edeceğiz. İşte anın’çün üstümüze ordu göndermişlerdir,” diyen ve Simavna kadısı Şeyh Bedreddin’in askeri işlerinden sorumlu olan Börklüce Mustafa, Hıristiyanlarla işbirliği yapmış olduğu iddiasıyla, özellikle çarmıha gerilerek öldürülmüştür. Kendisi çarmıha gerili iken yoldaşlarının kafaları gözleri önünde vurulurken, sadece “İriş dede sultanım iriş” diyen; başka da bir şey demeyen Şeyh Bedreddin müridiydi…

Evet “dem bu demdir haber geldi

haydin canlar, hudey hudey

çok beklerdik, vakit erdi

kızıl sancak kalktı hey hey

ne saltanat ne padişah ne mültezim ne ümera

ne cellâtlar ne vüzera

çekilsin bütün zalimler dara

kızıl sancak kalktı hey hey

ne saltanat ne padişah

kalksın kement, zincir, halka

geliyoruz dalga dalga

malın mülkün hepsi halka

kızıl sancak kalktı hey hey

ne saltanat ne padişah

İslâmi yahudi ve isevi

ata bilmez mi âdem’i

insan olan gelsin beri

kızıl sancak kalktı hey hey

ne saltanat ne padişah

dede sultan geçti başa

zalimlerin aklı şaşa

bedredin’im sen çok yaşa

kızıl sancak kalktı hey hey

ne saltanat ne padişah”…

Ya da “kılış üşüşürdü, beyi, sultanı,

atını koşturdu veziri, hanı,

biz de helal ettik bu kuşça canı,

and verdik yoluna, dökeriz kanı

iriş dede sultan, kavgaya iriş,

imdi can günüdür, gazaya giriş…

aydın’da ortaklar, karaburun’da,

kılıç ceran oldu, oynuyor kında,” haykırışlarıyla büyüyen Börklüce’nin başkaldırısında on bin yoldaşından sekiz bini savaşta ölmüş, geri kalanların Sakız Adası’na kaçış yolu kesilmişti.

Tarihçi Dukas’ın ifadesiyle, “Türkmenlere vaaz ve öğütlerinde; kadınlar müstesne, erzak, giyim kuşam, ehli hayvan, arazi gibi şeylerin hepsi, herkesin müşterek malıdır diyen Börklüce, ben senin emlakine tasarruf edebildiğim gibi sen de benim emlakime aynı surette tasarruf edebilirsin, iddiasındaydı. Bu nevi sözleriyle köylüyü ve avamı kendi tarafına celb ve cezbettikten sonra Hıristiyanlar ile de dostluk tesisine çalıştı. Börklüce’ye göre, Hıristiyanların Allah’a inandığını inkâr eden bir Türkmen, dinsiz demekti. Onun bütün fikir arkadaşları da tesadüf ettikleri Hıristiyanlara dostane muamelelerde bulunuyor ve cenab-ı hak tarafından gönderilmiş gibi hürmet gösteriyorlardı. Hergün Sakız Adası hükümeti ile ruhani reislerine adamlar göndererek onlara; Hıristiyan akideleriyle uyuşmayan kimselerin kati surette kurtulamayacağına inandığını bildiriyordu.

Çelebi Mehmed Saruhan valisi ve daha sonra Saruhan beyi ve Aydın kuvvetlerini gönderdi Börklüce üzerine. Bu ordu, sarp geçitleri zapt ederek daha ileri boğazlara doğru yürüdüğü sırada, köylüler tarafından o suretle perişan edildi”

“Çelebi Mehmed durumdan haberdar olunca, 12 yaşındaki oğlu Murad’ı ve Bayezıd Paşa’yı Rumeli ordusu ile Börklüce’nin üzerine yolladı. Bayezıd Paşa, geçilmesi zor derbentlerden geçerken ihtiyar, genç, erkek ve kadın her kime tesadüf edildiyse katlettirip dervişler tarafından tahkim edilen dağa kadar ilerlendi. Pek kanlı bir mücadele oldu. Börklüce ve dervişleri, sahte keşişler tarafından tutsak edilip Ayasluğ’a getirildiler. Börklüce ye tatbik olunan müthiş işkenceler, onun fikr-i sabitinden çevirmedi. Kollarından ayaklarından çarmıha çivilenerek bir devenin sırtında şehirde gezdirildi. Kendisine sadık dervişleri Mustafa’nın gözü önünde katledildi. Bunlar, ‘Dede sultan iriş’ nidalarıyla teslim i can ettiler…”

CELÂLÎLER

XVI. ve XVII. Yüzyıllardaki Celâlî İsyanları, Osmanlı yönetimine başkaldırıdır; ayaklanmaların ilk önderi Şeyh Celâl’den gelir adı (XVI. yüzyıl başlarında çiftçilerin ayaklanması şeklinde başlayan bu isyanlar sahne alırken, Avrupa’da da, Alman çiftçileri Florian Geyer önderliğinde başkaldırıyorlardı).

Osmanlı İmparatoru Yavuz Sultan Selim döneminde devlete başkaldıran Bozoklu derviş Celâl’in 20 bin kişilik hareketine verilen isimdir.

Bundan sonra Osmanlı’ya isyan eden her kesime Celâlî denmiştir.

Aslında hepimiz Celâlî’yizdir. Gönlümüze düşünce aşk ateşi, gözümüz dünyaları görmez hayattaki herşeye başkaldırırız aşk için…

Haksızlığa uğradığımızda Celâlî’yizdir. İş bu nedenle Cemal Süreya der ki:

“şelaleye düşmüştür

zeytinin dali

celâlîyim

celâlîsin

celâlî…”
Bozoklu’lu (Yozgat) olan Şeyh Celâl, 1519’da Osmanlı yönetimine başkaldırdı. Tokat yöresinde başlayan Şeyh Celâl Ayaklanması, Alevi Türkmenler ve göçebe yaşayan diğer boylar arasında destek buldu. Devletin ağır vergi yükü altında ezilen binlerce çiftçinin de katılmasıyla hızla yayıldı. Ayaklanma aynı yıl kanlı bir biçimde bastırıldı.

XVII. yüzyıldaki başlıca Celâlîler şunlardır: Karayazıcı Abdülhalim, Canbolatoğlu, Kalenderoğlu, Tavil Ahmet, Abaza Mehmet, Abaza Hasan, Kör Mahmut, Gürcü Nebi, Katırcıoğlu, Vardar Ali, İbşir Paşa…

Anadolu’da büyük Celâlî hareketleri, medrese öğrencilerinin (suhte ya da softa) hareketini de tetikledi. Medrese öğrencileri ve medrese bitirip iş bulamayanlar Yozgat, Amasya, Adıyaman, Sivas ve Malatya yörelerinde büyük ayaklanmalar başlattılar. Bu ayaklanmalar tarihe suhte ayaklanmaları olarak geçti.

Celâlî önderlerinden biri de Bolu ve Gerede yöresinde 1581’de ortaya çıkan Köroğlu Ruşen’di. Köroğlu, soyguncu devlet yöneticilerine ve beylere karşı mücadele etti. Yaşamı ve serüvenleri, halk arasında derin izler bıraktı ve Köroğlu Destanı’na konu oldu.

XVI. yüzyılın sonlarına değin Celâlî ayaklanmaları, daha çok yöresel bir özellik taşıyordu. 1598’de Sivas ve Maraş bölgesinde çıkan Karayazıcı ayaklanması, Celâlî hareketlerinin niteliğini değiştirdi. Sekban askerlerinin komutanıyken ayaklanan Karayazıcı’ya, dirlikleri ellerinden alınan sipahiler, topraklarını terk eden köylüler, işsiz kalan sekbanlar, yönetimden hoşnut olmayan beyler ve paşalar da katıldı. 20 bin kişilik bir ayaklanmacı ordusunu yöneten Karayazıcı, büyük kentlere bile baskınlar düzenleyip çekiliyordu. Karayazıcı üzerine gönderilen Osmanlı ordusu karşısında Tokat’a çekildi ve 1601’de öldü.

Karayazıcı’nın ölümünden sonra ayaklanmacıların başına kardeşi Deli Hasan geçti. Osmanlı devleti, orta Anadolu’ya egemen olan Deli Hasan kuvvetlerini bastıramayınca, onunla anlaşma yolunu seçti. Deli Hasan’ı paşa unvanıyla Bosna beylerbeyliğine atadı. Ancak devletin bu tavrı öbür Celâlî önderlerini cesaretlendirdi. 1603-1607 arasında Celâlî ayaklanmaları bütün Anadolu’ya yayıldı. Tavil Ahmed, Canbulatoğlu ve Kalenderoğlu gibi Celâlî önderler devlet otoritesini ortadan kaldırdılar. Anadolu’daki köylüler canlarını kurtarmak için yerleşim yerlerini terk ederek dağlara sığınmak zorunda kaldılar. Osmanlı tarihine bu dönem “büyük kaçgun” olarak geçmiştir.

Nihayet Osmanlı devleti, Celâlîleri kesin olarak ortadan  kaldırmaya karar verdi. Sadrazam Kuyucu Murat Paşa büyük bir orduyla 1606’da Anadolu’ya geçti. 1610 yılına kadar giriştiği savaşlarda Celâlîleri ve adamlarını acımasızca öldürerek cesetlerini açtırdığı kuyulara doldurttu. Bu dönemde öldürttüğü insan sayısının 65 bin civarında olduğu rivayet edilir.

1622’de yeni bir ayaklanma başlattı ve bu ayaklanma ancak 1627’de bastırılabildi. Sultan I. İbrahim döneminde (1640-1648) Sivas Valisi Vardar Ali Paşa ve İsparta yöresinde Kara Haydaroğlu ile Katırcıoğlu ayaklanmaları çıktı.

Ancak Osmanlı devleti, ayaklanmacılara karşı siyasetini belli ölçülerde değiştirdi ve onları denetim altına alma yolunu kullandı. Katırcıoğlu, Karaman beylerbeyliğiyle ödüllendirilerek etkisiz hâle getirildi. 1658’de ayaklanan Abaza Hasan Paşa’ya da devlet görevi verildi. Anadolu’da XVII. yüzyıl ortalarından sonra görülen yerel Celâlî toplulukları da II. Viyana Kuşatması’ndan sonra Avusturya ve müttefiklerine karşı yürütülen savaşlarda asker olarak orduya alındı.

Nihayet Mustafa Akdağ’ın geniş geniş işlediği Celâlî İsyanları’nda katledilen köylüler konusunda Evliya Çelebi şunları anlatır:

“Birkaç gün içinde Üsküdar insan kanı ile laleliğe dönüp, teafün ile kötü kokudan divan erbabı rahatsız olmaya başladılar. Kanlar üzerine konan sinekler, çadırda rahatça oturanların üzerine konup herkesin elbise ve destarını kana buladılar… Bu üzücü hâlin nihayetinde… insanların kuyulara gömülmesi de kâr etmeyince… başlar  Haydarpaşa bahçesi önünde denize dökülür oldu… bu da yetmeyince… divanda mahkemesi görülenleri Kavak iskelesine götürüp orada katletmek tedbir edildi. Hergün Kavak iskelesinde yüzlerce adam öldürüldü.”

BANAZLI PİR SULTAN ABDAL
“kadılar müftüler fetva yazarsa/ işte kemend, işte boynum asarsa/ işte hançer, işte kellem keserse/ dönen dönsün ben dönmezem yolumdan,” diye haykıran Pir Sultan Abdal, Kızılbaşların ulvi şahsiyeti ve abdaldır.

Sivas’ın Yıldızeli ilçesi’nin Banaz köyü’nde doğan Pir Sultan’ın asıl adı Haydar’dır.

Edebiyat tarihimizde dörtyüz yıldan beri değerinden hiçbir şey kaybetmeyen ve halk pınarımızın gür ve berrak gözelerinden birisi olan Pir Sultan, “Cehennemde ateş yoktur, her insan ateşini bu dünyadan götürür,” diyerek haksızlıklara karşı çıkmış ve bu uğurda öldürülmüş halk şairiydi.

Zalim Hızır Paşa’ya boyun eğmeyen bir eren ve Anadolu Kızılbaşları’nın “demiri demirle dövdüler,/biri sıcak, biri soğuktu,/ insanı insanla kırdılar,/biri aç, biri toktu,” diyen isyancı önderidir.

Anadolu halkının bağrında açılmış bir kızıl güldür Pir Sultan.

Ölüsüne dirisinden daha güçlü, daha etkili bir varlık kazandırmış, sönmüş bir canı bin canla yeniden tutuşturmuş.

Şiirleri sağlıklarında yazıya geçmemiş eski halk şairlerimizden hiçbirinin hiçbir şiiri için, kendi ağzından çıktığı kesinlikle söylenemez.

Pir Sultan, Anadolu halkından kopmuş, köyün köylünün dilinden anlamaz olmuş, Osmanlı sarayına karşı bir  başkaldırmaydı.

“Bozuk düzende sağlam çark olmaz, düzeni
baştan değiştirmek gerekir,” sözüyle…

“yürü be hızır paşa/ senin de çarkın kırılır/ güvendiğin padişahın/ o da birgün devrilir”…

“padişah katlime ferman dilese/ yine geçmem ala gözlü şah’ımdan/ cellatlar karşımda satır bilese/yine geçmem ala gözlü şah’ımdan/ /

karadır kaşları benzer kömüre/ münafıklar zarar verir ömüre/ ik’ellerim bağlasalar demire/ yine geçmem ala gözlü şah’ımdan”…

“dünyanın üzerinde kurulu direk/ emek zay olmadan sızlar mı yürek/ bu düzeni kim kurmuş bizler de bilek/ söyle canım söyle dinlesin canlar”…

dizelerindeki üzere isyankârdı, asi bir pir’di, Kızılbaşların yedi büyük şairden biriydi. “kıblem sensin yüzüm sana dönerim/ mihrabımdır kaşlarının arası” demekle kalmamış, “af diler yalvarırsan canını almam” diyen Hızır Paşa’ya “can için yalvarmam sana/ şehin şah bana darılır” demek suretiyle yanıtlayıp; recmle idam edilmiş…

Söylenceye göre tam idam edildiği yani asıldığı sırada bir anda ortadan kaybolmuştu…(9)

KÖROĞLU

Köroğlu, XVI. yüzyılda yaşamış asıl adı “Ruşen Ali” olan halk kahramanı ve şairi kişiliğinde anonim bir halk kahramanıdır…

Köroğlu’nun nerede ve hangi yüzyılda yaşadığı kesin değildir. Azerbaycan, Antep, Maraş, Erzurum, Bolu, Kars, Halep, Gürcistan, Özbekistan,Dağıstan, Silistre, Buhara, Mısır vb. yerleri sayarsak coğrafyası çok geniştir.

Yaygın rivayete göre Köroğlu, XVI-XVII. yüzyıllarda Bolu-Gerede bölgesinde yaşamış, sonradan ünü bütün Anadolu’ya yayılmış bir ozan-savaşçıdır. Babası Bolu Beyi’nin seyisidir. Babasının gözlerine Bolu Beyi tarafından mil çektirilmiştir. Kahramana Köroğlu denmesinin nedeni budur. Asıl adı Ruşen Ali’dir. Köroğlu, Bolu Beyi’nin nezdinde varolan baskı sistemine karşı ayaklanması, yoksul halkın hakkını koruması, adaleti gibi özellikleriyle destansı bir kahraman hâline dönüşmüştür.

Köroğlu’nun yaşadığı devir, Osmanlı yönetiminin sorunlarla boğuştuğu, çareyi baskı ve kontrolü artırmakta bulduğu bir devirdir. İşte böyle bir devirde yöneticilik yapan Bolu Beyi Süleyman, at meraklısı bir beydir. Atçılıkta usta olan seyisi Yusuf’u, güzel ve cins at aramak üzere başka yerlere gönderir. Yusuf günlerce gezdikten sonra, obanın birinde istediği gibi bir tay bulur. Bu tayı doğuran kısrak, Fırat kıyısında otlarken, ırmaktan çıkan bir aygır kısrağa aşmış, tay ondan olmuştur. Irmak ve göllerin dibinde yaşayan aygırlardan olan taylar çok makbuldür, iyi cins at olur, diye bilinmektedir.

Yusuf, tayı sahiplerinden satın alır. Yavrunun şimdilik gösterişi yoktur. Hatta, çirkindir bile. Ama ileride mükemmel bir küheylan olacaktır. Yusuf bunu bilmektedir. Sevinerek geri döner. Bey, bu çirkin ve sevimsiz tayı görünce seyisine çok kızar, kendisiyle alay edildiğini sanır. Yusuf’un gözlerine mil çektirir. Tayı da ona verir, yanından kovar. Kör Yusuf köyüne döner. Olanı biteni oğluna anlatır.

Baba oğul, başlarlar tayı terbiye etmeye. Yıllar geçer. Tay artık mükemmel bir küheylan olmuştur. Rüzgâr gibi  koşmakta, ceylan gibi sıçramakta, türlü savaş oyunu bilmektedir. Bu arada Kör Yusuf’un oğlu Ruşen Ali de büyümüş, güçlü kuvvetli bir delikanlı olmuştur. O da her türlü şövalyelik oyunlarını öğrenmiş bir babayiğittir.

Bir gece Yusuf, düşünde Hızır’ı görür. Hızır ona yapacağı işi söyler. Hızır’ın önerisiyle baba oğul yola çıkarlar. Bingöl dağları’ndan gelecek üç sihirli köpüğü Aras Irmağı’nda beklerler. Bu üç sihirli köpükle Yusuf’un hem gözleri açılacak, hem intikam almak için gereken kuvvet ve gençliği elde edecektir.

Bunu bilen oğlu Ruşen Ali, köpükler gelince, babasına haber vermeden, kendisi içer. Yusuf, durumu öğrenince üzülür, ama bir yandan da sevinir. Kendi yerine oğlu, öç alacak, bahadır olacaktır. Bu sihirli köpüklerden biri körün oğluna sonsuz yaşama gücü, biri yiğitlik, öteki de şairlik bağışlamıştır. Bir süre sonra Yusuf, oğluna öç almasını vasiyet ederek ölür.

Körün oğlu Ruşen Ali dağa çıkar. Zengini soyar. Ünü yayılır, kendisi gibi kanun kaçakları yanında toplanmaya başlar. Artık adı Köroğlu olmuştur. Bolu şehrinin karşısında, Çamlıbel’de, bir kale yaptırır. Küçük bir ordusu vardır. Çamlıbel’de geçen kervanlardan vergi alır. Vermeyen kervanları soyar. Üzerine gönderilen orduları bozguna uğratır.

Osmanlı’nın Robin Hood’udur; zenginden alıp, fakire veren…

Haşim Nezihi Okay’ın ifadesiyle, “Köroğlu, XVI. yüzyılda Osmanlı devletinin Anadolu’da sürdürdüğü bozuk düzene, baskı ve haksızlık rejimine, ağa ve derebeyi üstünlüğüne karşı Anadolu halkının direnme gücünün sembolüdür. Her türlü haksızlığın sürdürüldüğü, fakir fukara halkın nasibinin sadece ezilmek olduğu bir devirdeKöroğlu’nun ve Dadaloğlu’nun koşmaları; beylerin, ağaların ve sarayın suratına indirilmiş birer şamardır. ‘Buna kavga derler, bey ne, paşa ne?’ diyen Köroğlu sarayın ve onun düzenine karşı halkın kinini ne güzel anlatır. ‘İncitmeyin fukarayı, fakiri’ demekle de fakir halkın bu bozuk düzene karşı koruyuculuğunu üstüne almış görünür…”

DADALOĞLU

Koşmalarında Dadaloğlu takma adını kullanan Çukurova’nın yiğit çocuğunun asıl adı Veli’dir. Avşar aşiretinden  Musa’nın oğludur. 1785 yılında Ceyhan’da dünyaya geldiği söylenmektedir.

“Dadaloğlu’m hile yoktur işimde/ yiğit olan yiğit görür düşünde/ alışkın tüfekle dağlar başında/ azrail’den başkasına aman mı?” diyen Dadaloğlu’nun şiirlerinde Karacaoğlan ve Köroğlu etkileri vardır. Köroğlu’nun kahramanlığını ve Karacaoğlan’ın aşkını çok iyi harmanlayan Dadaloğlu, bu üslubuyla geniş kitlelere hitap edebilmiştir.

Osmanlı’nın göçebe aşiretleri göç ve iskana zorlamasına karşı duran Dadaloğlu çok sağlam, yiğit, sert, savaşkan bir kimlik, görünüm, eylem içindedir ama yüreğinde de gerçekten sımsıcak sevgiler taşır, coşkulu, tutkun bir yanı  vardır.

Dadaloğlu’nun yaşadığı dönemde Türkmen boylarının ilginç bir savaşımı var.

Dadaloğlu’nu etkileyen önemli olayların başlıcası şudur: Toros’lardaki Türkmen boyları zaman zaman kendi aralarında çatışmakta; zaman zaman da kümeleşerek dönemin yönetimine başkaldırmaktadırlar.

Yönetim bu soruna bir çözüm bulmak üzere 1865 yılında Cevdet Paşa ve Derviş Paşa’ların yönetiminde bir Fırka-i Islahiye kurar ve bölgeye gönderir. Görevleri, göçerlikle yaşayan Türkmen boylarını yerleşik bir düzene sokmak, toprağa bağlamak, böylece başkaldırı tehlikelerini ortadan kaldırmaktır.

Bu arada Dadaloğlu’nun bağlı olduğu Avşar boyu da alınır Sivas’ın köylerinden birine gönderilir.

Dadaloğlu’nun yiğit, gür bir sesle, coşkuyla söylediği şiirlerinin içeriğinde, yaşadığı çağın tarihsel, toplumsal olaylarını anlatışı özellikle de “Osmanlı”ya karşı koyma çabaları yatar.

Dadaloğlu’nun en belirgin özelliklerinden biri de dilidir.

Yazık ki çok şiir kalmamıştır Avşar beyliğinin, bir göç sonrasında çok az kalmış kuvvetleriyle Germiyanoğlu beyliğini yenmesini konu edip, “kalktı göç eyledi Avşar illeri,/ ağır ağır giden iller bizimdir./ arab atlar yakın eyler ırağı,/ yüce dağdan aşan yollar bizimdir./

Dadaloğlu yarın kavga kurulur,/ öter tüfek davulbazlar vurulur./ nice koç yiğitler yere serilir,/ ölen ölür kalan sağlar bizimdir./

belimizde kılıcımız kırmani,/ taşı deler mızrağımın temreni./ hakkımızda devlet etmiş fermanı,/ ferman padişahın dağlar bizimdir,” diyerek; “Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” vecizesini dağarcığımıza ekleyen ozandan…

ATÇALI KEL MEHMET EFE

Atçalı Kel Mehmet’e gelince, haksızlıklara karşı ayaklanmış, halkı koruyup gözetmiş ve “kanunsuz” olarak nitelenmiştir…

1780 yılında Aydın’ın Atça kazasında doğan fakir bir ailenin çocuğuyken beyin güreşte ödül olarak koyduğu kızını rakiplerini yenerek kazanmasına rağmen vermeyince kızıp dağa çıkan ve 1829-1830 Aydın ihtilali olarak  adlandırılan şekliyle yönetime el koyan ve bir nevi Magna Carta tarzı kararlar alıp; zulüm ve haksız vergi alımının  önlenmesi askerlik işlerinin düzene girmesi gibi kazanımlarından dolayı bölgesinde çok sevilen efeydi.

Zamanında çok ürkek, hatta korkak biri olduğundan söz edilen Atçalı Kel Mehmet Efe, bir gün köy kahvesinde otururken, köy ahalisinin ve kendisinin devlet tarafından sömürüldüğünü ve yok yere acı çektirildiğini düşünüp buna bir çare ararken, üç köpeğe karşı bir köpeğin kapışmasına şahit olur. Uzun bir arbededen sonra üç köpek tarafından bir hayli yıpratılan küçük köpek, can havliyle kaçarken çıkmaz bir sokağa girer. Kaçacak yeri yoktur. Son nefeslerini alıyor olmasına rağmen sırtını duvara verip, bu üç köpeğe çılgınca saldırır ve onarı kaçırmayı başarır.

Bu olaya tanık olan Atçalı Kel Mehmet, bu durumu devletin baskısına benzeterek ve bu olaydan ilham alıp, sırtını dağlara vermiş ve o günden ölümüne dek devlete karşı halkı savunmuştur.

Küçük bir çocukken akranları tarafından habire aşağılanır, onlardan dayak yermiş. Çocuklar kafasına vura vura, kafası kanaya kanaya kel olduğu söylenirdi. Üç köpek hikâyesinden sonra “Bundan kelli kim ki kele saldırır, günü görür” demiş ve kendisinden sonra gelecek olan Yörük Ali Efe gibi önemli isimlere ilham kaynağı olmuştu.

Onun için bir türkü, “aydın dağlarında gezerim gayri/ yazıldı fermanım okundu gayri/ aldım martinimi çıktım dağlara/ dünya bir olsa tutulmam gayri/

atçalı mehmet’im bilsinler beni/ yoksulun yanında görsünler beni/ koyarım bu yola bu tatlı canı/ dünya bir olsa tutulmam gayri,” derken; isyan ettiği Osmanlı’ya yazdığı mektupları “vali-i vilayet, hademe-i devlet” şeklinde mühürleyen  Atçalı Kel Mehmet’in “tutumu”, kendinin de, isyanın da sonunu hazırlamıştı.

ÇAKIRCALI MEHMET EFE

1872 yılında Ödemiş’te doğmuş, 25 yaşında dağa çıkmış, 5 kişiyle kurduğu çetesini genişleterek adını bütün o çevreye yaymıştı.

İyi güreşir, iyi silah kullanırdı. 80 kadar çarpışmaya girmiş ve hepsinden sağ çıkmıştı.

1912’de hükümet kuvvetleriyle çarpışırken kendi adamları tarafından vurularak öldürülmüştü.

“Hey gidinin efesi/ dokuz dağın efesi…” denen Çakırcalı Mehmet Efe, sıradan bir Egeli köy çocuğu iken efsane olmuştur…

Babasının katilini öldürmekle işe başlamış, halk tarafından sevilmeyen birkaç mültezimi de hâlledince Ödemiş Havzası’nda birden umar durumuna gelmişti… Ağalar, beyler ondan korktukça halk onu daha çok sevdi…

“Ola ki Çakırcalı Mehmet Efe’min işine yarar” diye, torba torba azıklar konur; “Buradan geçerse alıp yesin Çakırcalı Mehmet Efem, soysuza muhtaç olmasın, yorulmuş atını bıraksın da dinlenmiş ata binip gitsin, Osmanlı zaptiyesine yakalanmasın” diye atlar bekletilirmiş…

Çakırcalı Mehmet Efe İkinci Abdülhamid’in sıkı yönetimine karşı onüç yıl, İkinci Meşrutiyet’ten sonraki yönetime karşı da iki yıl olmak üzere 1895’ten 1910 yılına kadar İzmir, Aydın, Denizli, Nazilli, Ödemiş, Konya Dağları’nda,
Antalya ve Muğla bölgelerinde dolaşmış, ikinci bir devlet gibi kendi yöntemleriyle hâkimiyet kurmuş, bu süre içinde halktan vergi almış, adalet dağıtmış, yol, köprü ve camiler yaptırmış ve Osmanlı ile mücadele etmiş, zaman zaman dağdan inip resmi görüşmeler yapmış, hükümetle eşit koşullarda anlaşmalar yapmak için sarayı ayağına kadar getirmiş bir kişilikti.

Robin Hood’u andıran Çakırcalı Mehmet Efe, vicdanlı, halkı seven, cesur, otoriter bir zeybek imiş. Hükümetten her hangi bir yardım ya da koruma bulamayanlar kurtuluşu onda buluyorlarmış.

Osmanlı ile pek çok kez masaya oturan ve üç kez bütün şartlarını kabul ettirip bulunduğu muhite bir tane bile devleti Osmaniye memuru sokturmayan efe. Düşmanlarına karşı acımasızlığı ve halka karşı merhameti; zenginden alıp fakire verme, evleneceklere çeyiz düzmesi ile bilinen Çakırcalı Mehmet Efe’nin mezarının yanından geçerken köylülerin “Destur Çakırcalı” dedikleri ya da mezarını uzaktan görününce, “Yol ver Çakırcalı, yaban değiliz!” dedikleri rivayet edilir hâlâ…

Cesedinin kafası ve elleri kimliği belli olmasın diye çetesindeki kızanları tarafından kesilmiş ve üzerine zeybek kıyafeti giydirilen Çakırcalı Mehmet Efe’yi öldüren zamanın yüzbaşısı Rüştü Kobaş’ın bu olaydan sonra hem Osmanlı da hem de Cumhuriyet döneminde önemli yerlere gelmesi Çakırcalı’nın, devletin başına nasıl bir bela olduğunu anlatır.

 

SELÇUKLU’DAN OSMANLI’YA AYAKLANMALAR[10]
1240 BABÂÎLER AYAKLANMASI Amasya, Kırşehir, Sivas, Adıyaman ve Malatya dolaylarında Baba İshak tarafından başlatılan, kısa sürede Türkmenler arasında yapılan eşitlikçi temelde dayalı dinsel kökenli bir ayaklanmadır. Başka Selçuklu kuvvetlerine karşı önemli başarılar elde etmiş olan hareket, Selçukluların Frank askerlerini savaşa alanına sokmaları sonucunda yenilmiş ve binlerce Türkmen kılıçtan geçirilip, Baba İlyas ile Baba İshak gibi önderler İdam edilmiştir.
1413 ŞEYH BEDREDDİN AYAKLANMASI Gerçekte Şeyh Bedreddin’in içinde yeralmadığı ama müridlerinden Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal’in Aydın ve Manisa yörelerinde başlattığı ayaklanma, hareketin düşünce planındaki önderinin Bedreddin olması nedeniyle bu isimle anılmaktadır. Dinsel niteliğe sahip ancak eşitlikçi, mülkiyet karşıtı ve insan sevgisine dayalıdır felsefesi olan ayaklanma Mehmet Çelebi’ye bağlı Osmanlı kuvvetleri tarafından bastırılmış, önce Börklüce Mustafa, ardından Torlak Kemal ve sonunda da Şeyh Bedreddin asılmışlardır.
1511 ŞAH KULU VEYA ŞEYTAN KULU AYAKLANMASI Antalya, Burdur, İsparta, Kütahya ve Sivas’ta yaygınlık gösteren ayaklanma Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar’ın halifelerinden Hasan Halife’nin oğlu Şah Kulu tarafından başlatılmıştır. Alevi kökenli bu ayaklanma doğrudan Osmanlı iktidarına yönelikti. Kendisine katılan fakir köylüleri, timar erlerini ve sipahileri dinsel bir düşünce etrafında toplayan Şah Kulu önceleri önemli başarılar elde etti. Üzerine gönderilen Karagöz Paşa kumandasındaki Osmanlı güçlerini yenerek, paşayı öldürten Şah Kulu’nun ayaklanması sonunda Sadrazam Ali Paşa’nın güçlerine yenildi.
1512 NUR ALİ HALİFE AYAKLANMASI Şah Kulu Ayaklanması’nın bastırılmasından sonra Amasya, Tokat, Çorum ve Yozgat civarında meydana gelen Alevi kökenli bu ayaklanma fazla yayılamamış ve kısa sürede Osmanlı kuvvetleri tarafından yenilgiye uğratılmıştır.
1518 BOZUKLU CELAL AYAKLANMASI Kendi önderlik ettiği ayaklanmadan sonra meydana gelecek benzer isyanlara bir çeşit isim babalığı yapan Bozoklu Celâl’in hareketi Tokat ve Turhal’da yaygınlık gösterdi. Bozoklu Celâl bir Türkmen dervişi olup, mehdîlik iddiasında bulunmuştur. Kısa sürede binlerce kişiyi etrafına toplayan Alevi kökenli ayaklanma Rumeli Beylerbeyi Ferhat Paşa ile bölgedeki beylerbeylerinin gücü karşısında yenilmiş ve Celâl ile müridleri öldürülmüştür.
1525 BABA ZÜNNUN AYAKLANMASI Yozgat’ta başlayan, Sivas, Tokat, Kayseri ve İçel’e kadar yayılan Alevi kökenli ayaklanma Osmanlı yönetimine karşı Türkmenlerin ağır vergilendirmeleri öne sürerek kalkıştıkları bir harekettir. Kayseri ve Malatya yörelerinde Osmanlı kuvvetlerine karşı basarı kazanan Baba Zünnun önderliğindeki Alevi Türkmenler, sonunda Rumeli Beylerbeyi Hüseyin Paşa güçlerine yenilmişlerdir.
1526 DOMUZ OĞLAN VE YENİCEBEY AYAKLANMASI Toprak ve nüfuzlarını kaybeden Domuz Oğlan ile Yenicebey’in Tarsus ve Adana’da Türkmenlere öncülük ederek başlattıkları bu ayaklanma Adana Beylerbeyi Piri Paşa tarafından bastırılmış, sonunda Domuz Oğlan öldürülmüş, Yenicebey ise kaçmıştır.
1527 KALENDER ŞAH AYAKLANMASI Sivas, Amasya ve Tokat’ta başlayan ve bu yörelerde çok kısa sürede onbinlerce kişiyi toplayan Alevi kökenli bu ayaklanmaya dirliklerine elkonmuş olan sipahilerle, vergilerden yakınan Sünni halk ta katılmıştır. Kalenderoğlu ya da Kalender Çelebi diye de tanınan Kalender Şah, Kanuni’nin üzerine gönderdiği Anadolu Beylerbeyi Behram Paşa komutasındaki kuvvetleri yenmiş ama daha sonra dirliklerinin geri verilmesi üzerine ayaklanmadan vazgeçen sipahilerin ayrılmasıyla zayıflaması sonucu güçlü Osmanlı ordusu karşısında yenilmiştir.
1527 VELİ HALİFE AYAKLANMASI Tarsus ve Adana yöresine Veli Halife’nin öncülük ettiği bu isyan dinsel kökenli olup, katılanların çoğunluğunu toprağını işletecek gücü olmayan ve pamukta çalışan ırgatlar oluşturmuştur. Ayaklanma yine Pirî Paşa tarafından bastırılmıştır.
1530 ŞEYH ŞEYDİ AYAKLANMASI Adana’da başlayan ve Kars’a yayılan bu ayaklanma Anadolu’da Alevi kökenli son ayaklanmadır. Önce Pirî Paşa’ya yenilen Şeyh Seydi’nin kuvvetleri daha sonra geldikleri Kars’ta yeniden karşılaştıkları Paşa’nın güçlerine yenik düştüler.
1598 KARAYAZICI ABDÜLHALİM AYAKLANMASI Malatya, Sivas, Urfa, Maraş ve Çorum’da yayılan bu ayaklanma XVI. yüzyılda görülen en büyük Celâlî Ayaklanması diye bilinir. Önce Celâlîlere karşı savaşan birliklerin başına getirilen Karayazıcı daha sonra onlara katılmış ve etrafına topladığı 20.000 kişiyle halktan haraç toplamıştır. Karayazıcı ayaklanma sırasında kendisine bağlı kuvvetleri oldukça iyi örgütlemiş, Osmanlı yönetiminden hoşnut olmayan devlet adamlarını biraraya getirmişti. Bu arada, üstüne gelen orduyu yenen Karayazıcı kendisine katılan eski beylerbeyi Hüseyin Paşa’yla birlikte Urfa’yı ele geçirdi. Sonunda İbrahim Paşa tarafından Kayseri’de yenilerek Samsun’da Canik dağlarına kaçan Karayazıcı burada ölmüştür.
1600 DELİ HASAN AYAKLANMASI Karayazıcı Abdülhalim’in kardeşi olan Deli Hasan’ın başlattığı bu ayaklanma Tokat, Kütahya, Afyon ve Sivas yörelerinde yayılmıştır. İsyanın önderi Deli Hasan daha sonra bağışlanarak Bosna’ya gönderilmiş, fakat burada da ayaklanma girişimlerine Kalkıştığı için Tiryaki Hasan Paşa tarafından boğdurulmuştur.
1605 TAVİL AHMED AYAKLANMASI Tavil Ahmed’in öncülük ettiği Celâlî ayaklanması Karaman, Seydişehir ve Harput civarında meydana gelmiştir. Tavil Ahmed ayaklanmayı bastırmak üzere üzerine Ali Paşa ile Nasuh Paşa’ları yenmiş, ardından Harput kalesini kuşatmıştır. Kendisinden sonra kardeşi Mustafa ile oğulları Mehmed ve Mahrnud’un sürdürdükleri ayaklanma Munad Paşa tarafından bastırılmıştır.
1606 KALENDEROĞLU MEHMET AYAKLANMASI Sancakbeyliği, Kethüdalık ve mütesellimlik yapan Kalenderoğlu Mehmet Bey’in başlattığı ayaklanma Ankara, Bolu, Geyve, Manisa, Burdur ve Isparta dolaylarında yayılmıştır. Bir ara Ankara’yı ve Bursa’yı da kuşatan Kalenderoğlu siyasal bir hedefe yönelmiş, Osmanlı iktidarını tehdit etmiştir. Bir süre Anadolu’nun büyük bir kesimine egemen olan Kalenderoğlu Pirî, Osmanlı’yı zorbalıkla, halkı ezmekle suçlamış özellikle Canbuladoğlu’nun öldürülmesinden sonra hareketini genişletmiş ama sorunda Adıyaman’da Göksun’da Kuyucu Murad Paşa’ya yenilerek, kaçmış ve İran’a sığınmıştır.
1607 YUSUF PAŞA AYAKLANMASI Önce kethüda ve daha sonra paşa olan Yusuf Paşa Aydın yöresinde köy ve kasabaları soyarak ayaklanmış, daha sonra bağışlanmak üzere gittiği Kuyucu Murad Paşa’nın huzurunda boğdurulmuştur.
1607 CANBULADOĞLU AYAKLANMASI Kürt Beyi olan Canbuladoğlu Ali Bey, amcası Canbuladoğlu Hüseyin Bey’in sebepsiz yere idam edilmesinden sonra ayaklanmış ve Şam, İskenderun, Haleb civarında egemenlik kurmuştur. Kendi adına hutbe okutan, ordu kuran ve para bastıran Canbuladoğlu bir ara bağımsız bir devlet gibi dış ilişkilerde de bulunmuştur. Bu durum merkezî yönetimi kızdırmış, üzerine gönderilen Kuyucu Murat Paşa komutasındaki kuvvetlere yenilen Canbuladoğlu İstanbul’a gelerek kendisini Padişah’a affettirmesine rağmen daha sonra atandığı Belgrad’da Kuyucu Murad tarafından boğdurulmuştur.
1625-1627 ABAZA MEHMED PAŞA AYAKLANMASI Canbuladoğlu’nun hazinedarı olan Abaza Mehmed Paşa’nın Erzurum, Sivas, Kayseri dolaylarında gerçekleştirdiği bu hareket sekbanlara ve leventlere dayalı halkla pek ilişkisi olmayan bir paşa ayaklanmasıdır. Bir post kavgası biçiminde oluşan olaylar sonucunda Abaza Memed Paşa bağışlanarak Bosna valiliğine atanmıştır.
1625 CENNETOĞLU AYAKLANMASI Balıkesir, Aydın ve Manisa dolaylarında çıkan bu ayaklanmaya Cennetkâroğlu diye bilinen eski bir timarlı sipahi öncülük etmiştir. Halka Osmanlı yönetimine karşı yeni bir yönetim kuracağını vaadederek ayaklanan Cennetoğlu, kısa bir süre içinde yüzlerce kişiyi biraraya getirdi, ayanlardan sekban akçesi topladı. Cennetoğlu’nun üzerine gönderilen Dişlek Hüseyin Paşa’nın ve yörede Cennetoğlu’na karşı biraraya getirilen kapıkullarıyla, gönüllülerin sürdürdüğü savaşlardan sonra yenilerek, işkenceyle öldürüldü.
1632 İLYAS PAŞA AYAKLANMASI Balıkesir’e yerleşmiş İlyas Paşa’nın diğer paşalarla olan sürtüşmesinden doğan ve çıkar çatışmalarının ağır bastığı bu ayaklanmanın sonunda İlyas Paşa, IV. Murad’ın huzurunda af dilemeye gelmiş ve burada boğdurulmuştur.
1647 KARA HAYDAROĞLU AYAKLANMASI Söğüt ve Afyon civarında babasını öldürenlerden öç almak üzere harekete geçen Kara Haydaroğlu Mehmed’in önderlik ettiği bu ayaklanma bir süre etkili oldu. önceleri Afyon önlerinde Osmanlı kuvvetlerini yenen Kara Haydaroğlu, sonunda Isparta önlerinde yenilmiş ve İstanbul’a getirilerek asılmıştır.
1646 KATIRCIOĞLU AYAKLANMASI Kara Haydaroğlu’nun en yakın arkadaşlarından olan Katırcıoğlu’nun Osmanlı yönetimini devirmek amacıyla başlatılmış olduğu ayaklanmadır. Akşehir, Beyşehir ve Seydişehir dolaylarında halktan para toplayan Katırcıoğlu sonunda Topal Mehmet Paşa’ya yenilerek, bağışlanmasını İstedi. Bunun ardından paşa olarak gittiği Girit’te öldü.
1647 VARDAR ALİ PAŞA AYAKLANMASI Osmanlı bürokrasisi içindeki aksaklıkların giderilmesini ve padişahın kötü yönetimini öne sürerek ayaklanan Sivas valisi Varvar Ali Paşa’nın bu isyanı üzerine giden İbşir Paşa tarafından bastırılmış ve paşanın boynu vurulmuştur.
1649 GÜRCÜ ABDÜNNEBİ AYAKLANMASI Bir kapıkulu olan Gürcü Abdünnebi’nin ayaklanması kişisel bir nedenden kaynaklanmış, ancak o dönemde Anadolu’da başkaldırmaya hazır ve yönetimden hoşnut olmayan kitleler tarafından destek görmüş bir harekettir. Ayaklanma sonunda Üsküdar’da Kuyucu Murad Paşa’ya yenilen Gürcü Abdünnebi’nin kafası kesilmiştir.
1659 ABAZA HASAN PAŞA AYAKLANMASI Köprülü Mehmed Paşa’nın tutumundan memnun olmayan bazı sipahileri etrafına toplayarak başkaldıran ve kendisi de bir kapıkulu olan Abaza Hasan Paşa, Köprülü’nün Erdel seferine katılmamış Bursa ve Konya yöresini bir süre denetimi altında tutmuştur. Sonunda Murtaza Paşa tarafından yenilgiye uğratılan Abaza Mehmed Paşa teslim olduktan sonra öldürülmüştür.
1730 PATRONA HALİL AYAKLANMASI İstanbul’da esnafı, yeniçerileri ve halkı yanına alarak başkaldıran Patrona Halil, Lale Devri’nin getirmiş olduğu lüks ve israfın halkta yaratmış olduğu nefreti dile getirerek Osmanlı yönetimine başkaldırmıştır. Kısa sürede yayılan ayaklanma sırasında Damat İbrahim Paşa’nın idamı sağlanmış ve III. Ahmed tahtını I. Mahmud’a bırakmıştır, Kağıthane’deki zengin konakları ile köşkler ayaklanmacılarla, halk tarafından yıkılmıştır. Sonunda bir komployla saraya getirilen Patrona ve arkadaşları burada öldürülmüştür.
1750 ŞER HİMMET AYAKLANMASI Manisa ve Aydın civarında başkaldıran Şer himmet bölgedeki zenginleri haraca keserek yanına yoksul halkı da almış ancak bu eylemi Anadolu varisi Ali Paşa tarafından bastırılmış ve kendisi de öldürülmüştür.
1807 KABAKÇI MUSTAFA AYAKLANMASI İstanbul’da Nizamı Cedid’e karşı tepki duyan yeniçerileri, cebeci ve topçuları ve bir kısım halkı alarak baş kaldıran Kabakçı Mustafa adlı bir çavuşun öncülük ettiği ayaklanma sonunda III. Selim tahtan indirildi. Yerine getirilen IV. Mustafa ile birlikte Nizamı Cedid de bir fetva ile kaldırıldı.
1816 TUZCUOĞLU MEMİŞ AYAKLANMASI Rize, Trabzon, Hopa, Akçaabat ve Gümüşhane dolaylarında zengin bir aileye mensup olan Tuzcuoğlu Memiş Ağa’nın merkezî yönetime başkaldırmış ve vergileri kendi toplamış ve askere gidecekleri kendi güçlerine katarak bölgeye egemen olmuştur. Sonunda Tuzcuoğlu üzerine gelen hükümet kuvvetleriyle bir süre savaştıktan sonra yakalanmış ve boynu vurulmuştur.
1826 ATÇALI KEL MEHMET Aydın ve Nazili civarında zeybekleriyle ayaklanan ve egemen olduğu yörelerde uyguladığı yönetim biçimiyle kısa sürede Türkmen yörüklerin desteğini kazanan Atçalı Kel Mehmed’in ayaklanması XIX. yüzyılın en son halk hareketi olarak sayılabilir. Yöresel bir başkaldırı olan ve siyasal hedefi bulunmayan Atçalı Kel Mehmet’in ayaklanması Yetim Ahmed Ağa tarafından bastırılmış ve kendisi de arkadaşlarıyla birlikte öldürülmüştür.

“SONUÇ YERİNE”

“İlerleme”nin yegâne sebebidir isyan(lar), devrim(ler)…

  1. İ. Lenin’in deyimiyle “Ezilenlerin şölenidir devrim”.[11]

Mao Zedoung’a göreyse, “Devrim yemekli bir toplantı, edebi bir olay, karakalem bir eskiz ya da tığ işi dantel değildir; incelik ve zarafetle yapılamaz. Devrim bir şiddet hareketidir.”

Dünya, isyan(lar)la, devrim(ler)le değiştirilebilir.

Onlar ki Ursula K. Le Guin’in, “Devrimi yapamazsınız, devrimi satın alamazsınız, devrim olabilirsiniz ancak,” diye tarif ettiği gerçek(ler)dir…

Hayır, “Vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi,” diyen mıymıntıların “rakı sofrası hüznü” olmayıp; imkânsızın peşinde koşmaktır tıpkı yaşamak gibi bir gün öleceğini bile bile…

Devrim… Gerçekçi olup, imkânsızı istemektir!

Sunay Akın’ın dizelerindeki üzere: “temiz kalan tek yerdir devrim // zorbalara direnmektir devrim/ / içinde yaşamaktır devrim/ / gece ışıklar arasında koşmaktır devrim/ /

kağıt bir gemidir devrim/ bütün gemiler/ hurdaya çıksa da sonunda/ taşıdığı özgürlük şiiriyle/ batmadan yüzer nicedir/ dünya sularında/

kim bilir kaç yunus görmüş/ kaç deniz gezmiş…”

Nihayet devrim, sonsuzluk/ sınırsızlık/ ölümsüzlüktür…

Ya da Yevgeni Zamyatin’in ifadesiyle, “Devrim her yerde, her şeydedir. Sınırsızdır. En son devrim, en son sayı yoktur. Toplumsal devrim sınırsız sayıdaki sayılardan yalnızca biridir…

Devrim yasası kızıldır, ateşlidir, ölümcüldür; ancak bu ölüm yeni yaşamın, yeni bir yıldızın doğması anlamına gelir.”

Ve direniş ve isyan(lar)ın Anadolu’casının tarihi de bizlere bunu kanıtlar, başka coğrafyalardaki kardeşlerininki gibi…

 

17 Nisan 2013 16:20:16, Ankara.

 

N O T L A R

[1] 9 Mayıs 2013 tarihinde İstanbul’daki Pangea Halklar Dersliği’nde “Ezilenlerin Tarihinde Direniş ve İsyanlar” başlığıyla yapılan konuşma… 25 Ağustos 2014 tarihinde Özdere’deki (İzmir) Kaldıraç IX. Öğrenci Kampı’nda yapılan konuşma…

[2] Mevlana.

[3] Emil Michel Cioran, Çürümenin Kitabı, Çev: Haldun Bayrı, Metis Yay., 2012.

[4] Ceyhan Süvari, “Ulus Devlet Öncesi Resmi İdeoloji ve Heterodoksi”, Resmi Tarih Tartışmaları-1, Özgür Üniversite Kitaplığı, 2008.

[5] Ceyhan Süvari, yage.

[6] Ayşe Hür, “Baba İlyas’la Baba İshak Neden İsyan Etti?”, Radikal, 3 Mart 2013, s.22-23.

[7] Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Tarihi Ansiklopedisi, Cilt:6, İletişim Yay., s.1769.

[8] Bilindiği gibi mevcut sistemin aksayan yönlerini eleştiren ve ideal hayat tarzını anlatan hayali “toplumsal projelere” ütopya adı verilir. Bu türün ilk örneği Platon’un (M.Ö. 427-347) Devlet (M.Ö. 375) adlı eseridir. Bu tür metinlere “ütopya” adını veren kişi ise, bir Rönesans düşünürü olan Thomas More’dur (1478-1535). Thomas More, roman tarzında yazdığı Ütopya (1516) adlı eserinde ütopik bir devlet tasarımı ortaya koyar. Bu devlette özel mülkiyet yoktur. Para geçersizdir ve üretim insanlar arasında paylaştırılır. Bireyler günde altı saat çalışır, geri kalan zamanlarını sanat ve bilimle uğraşarak geçirirler. Yöneticiler, tıpkı Platon’un İdeal devletinde olduğu gibi, çok sıkı bir eğitimle yetiştirilir. Devlet ve Ütopya’dan sonra Rönesans döneminin bir diğer ütopyası Tomasso Campanella’nın (1568-1639) Güneş Ülkesi (1602) yayımlanır. Campanella eserini kaleme alırken, Platon ve More’un eserlerinden etkilendiğini açıkça belirtmektedir. Güneş kentte de her şey ortaktır. Aile yoktur. Eşlerin seçimi yönetimce yapılır. Campanella’nın ütopyasını Francis Bacon’ın (1561-1626) Yeni Atlantis’i (1623) takip eder. Bacon’ın felsefesinin odağı bilimdir. Ona göre bilim bir ilerleme, gelişme sürecidir. Romanın bir “bilim-toplumu” modeli (ütopyası) sunmaya çalıştığını söylemek mümkündür.

Ütopyanın Batı’da böyle bir seyri varken Doğu’da Platon’dan etkilenerek ütopyasını kuran Fârâbi (870-950) görülmektedir. Medînetü’l Fâzıla (Faziletli Şehir) adlı eserinde böyle ütopik bir devlet tasarlayan Fârâbî’ye göre, insanlar yardımlaşarak bir arada yaşamalıdır. Sağlıklı bir organizmada bütün organlar nasıl uyumlu bir şekilde çalışıyorsa, toplum da böyle olmalıdır. Kötü insanlar toplumdan çıkarılmalıdır. Erdemli şehirde gerçeklikler, doğruluklar, iyilik ve güzellikler birleşirler. Doğu’dan anılabilecek bir başka önemli eser İbni Tufeyl’in (1106-1186) Hayy Bin Yakzan adlı romanıdır. Bu roman insan eli değmemiş tabiatta sadece fıtrî aklın yönelişleri sayesinde bir insanın neyi başarabileceğini konu edinir. Dünyada felsefi romanın olduğu kadar Robinsonad/Adasal roman türünün de ilk örneği olan roman, Batı’da 14. yüzyıldan başlayarak büyük yankılar uyandırmış, en çok okunan kitaplardan olmuştur. (İbn Tufeyl, Hayy Bin Yakzan, çev: Babanzâde Reşid, Hazırlayan: Mustafa Uluçay, Etkileşim Yay., 2006, s.11.)

[9] Pir Sultan ile “Enel Hakk” dediği için anlamadan, dinlemeden katledilen, Hallac-ı Mansur’la aynı kaderi paylaşan XV. yüzyıl şairi Seyyit Nesîmî arasında bir paralellik vardır…

“Bende sığar iki cihan ben cihana sığmazam” dediği için “zındık”, “mülhit” ilan edilen Nesîmî, 1425 yılında Mısır Çerkez Kölemenleri hükûmdarı El-Müeyyed Şeyh’in emriyle Şam’da derisi yüzülerek katledilmişti.

Abdülbaki Gölpınarlı’nın anlatımıyla, “Nesîmî’nin yüzülmesine fetva veren müftü, Nesîmî yüzülürken sağ elinin şahadet parmağını sallayarak, bunun diyormuş, kanı da pistir. Bir uzva damlarsa, o uzvun da kesilmesi gerekir ve tam bu sırada Nesîmî’nin bir katre kanı müftünün şahadet parmağına sıçramış. Heydanda bulunan hal ehli bir can; Mütfü Efendi demiş, fetvanıza göre parmağınızın kesilmesi lazım. Müftü, nesne gerekmez demiş. Biraz suyla temizlenir. Bunu duyan Nesîmî, kanlar içinde: “zâhidin bir parmağın kessen dönüp hak’dan kaçar/ gör bu miskin aşıkı ser-pâ soyarlar ağlamaz/ beyitini muhtevi gazelini inşad etmiş,” demiş.

Nesîmî’nin derisi yüzülünce bir de bakmışlar ki eğilip derisini almış ve bir post gibi sırtına vurup yürümüş. Kimse peşine düşmeye cesaret edememiş. Haleb’in 12 kapısında bulunan kapıcılar ve halk görmüşler ki Nesîmî, derisi sırtında, kapıdan çıkmış ve sırrolmuş. Kapıcılar ve halk bir araya gelince herkes, falan kapıdan çıktı diye iddiaya girişmiş ve anlaşılmış ki, oniki kapıdan da çıkmıştır. Şimdiki tekke ve türbe, onun gömüldüğü yere değil, yüzüldüğü yere yapılmış.”

[10] Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Tarihi Ansiklopedisi, Cilt:6, İletişim Yay., s.1766-1767.

[11] “Devrimin temel yasası şudur: Devrim olabilmesi için sömürülen ve ezilen yığınların, eskiden olduğu gibi yaşamanın olanaksız olduğu bilincine varmaları ve değişiklik istemeleri yetmez. Devrimin olması için, sömürücülerin eskiden olduğu gibi yaşayamaz ve hükümeti yürütemez duruma düşmeleri gerekir. Ancak aşağıdakilerin, eski tarzda yaşamak istemedikleri ve yukarıdakilerin de eski tarzda yaşayamadıkları durumdadır ki, ancak bu durumdadır ki, devrim başarıya ulaşabilir.” (V. İ. Lenin, “Sol” Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı, çev: Muzaffer İlhan Erdost, Sol Yay., 2008, s.91.)