Tekelci Polis Devleti – DEVLET ve SINIF SAVAŞIMI: SORUNUN ORTAYA KONULUŞU

“Devlet sorunu, günümüzde, teorik bakımdan olsun, siyasal ve pratik bakımdan olsun, özel bir önem kazanıyor. Emperyalist savaş, tekelci kapitalizmin tekelci devlet kapitalizmi durumuna dönüşme sürecini büyük ölçüde hızlandırıp yoğunlaştırdı. Güçlü kapitalist topluluklarla durmadan daha sıkı bir biçimde kaynaşan devletin çalışan yığınlar üzerindeki korkunç baskısı, kendini gitgide daha çok gösteriyor.” (Lenin, Devlet ve İhtilal, Birinci Baskıya Önsöz; Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 6. Baskı, Ankara 1978, s. 9)
Lenin, Devlet ve İhtilal’in önsözünde böyle diyor. Devlet sorunu, hem teorik, hem de siyasal ve pratik bakımdan özel önem kazanıyor. Bir yandan oportünist yanılsamalar devlete ilişkin önyargıları besliyor; onun sınıflar üstü, tüm sınıfların hizmetinde olan demokrasi olduğu önyargısını besliyor. Diğer yandan ise devlet yetkinleşiyor, gelişiyor. Özü aynı kalmakla birlikte kendini yeniden örgütlüyor. Özellikle “Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” ve “Devlet ve İhtilal”, bu önyargılara karşı siyasal ve ideolojik-teorik bir savaş olarak algılanmalıdır.
Sovyet tarihi konusunda çalışmalarıyla tanınan E. H. Carr’ın, “çalışmalarının en ünlüsü ve en ütopiği” olarak nitelediği Devlet ve İhtilal’de, Lenin’in bu satırları, günümüz devletini tartışmak için de önemini aynen koruyor. Aynı bakımlardan devlet tartışması yakıcı hale gelmiştir. Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması adlı eserinde, tekelci kapitalizmin ve emperyalizmin tam bir analizini sunan Lenin, eserin önsözünde şöyle yazıyor:
“Bu broşür Çarlık sansürü hesaba katılarak yazılmıştı. Bu yüzden de teorik (düzeyde), hatta daha çok ekonomik (düzeyde) bir analizle kendimi sıkı sıkıya sınırlı tutmak zorunda kaldıktan başka; politikaya ilişkin vazgeçilmez birkaç gözlemi de ancak pek sakına sakına, imalar yoluyla -Çarlığın, tüm devrimcileri, “legal” bir eser yazmak için kalemi ellerine aldıklarında kullanmaya mahkûm ettiği- Ezop’un o yere batası (benzetmeli) anlatımı içinde formüle etmek zorunda kaldım.” (Lenin, Kapitalizmin Sonuncu Aşaması: Emperyalizm, Konuk Yayınları, İstanbul 1979, s. 14)
Öyle ise Lenin’in emperyalizm çalışmasında eksik bırakmak zorunda kaldığı siyasal yön üzerinde durmak kaçınılmaz bir görev. Acaba, Lenin, bu kitabında devlet üzerine daha geniş durabilme olanağını yakalasaydı, faşizm tanımının çıkmazları daha mı iyi anlaşılabilirdi? Ya da emperyalizm çalışmasının kavranmasında bugün var olan eksik yaklaşımlar bu ölçüde rahat boy atabilir miydi?
Bizim iddiamız, Lenin’in emperyalizm broşürünün kavranmadığı, Sovyet sosyalizminin ekonomist bakışının emperyalizm hakkındaki bu derin Marksist analizi ve onunla birlikte devlete ilişkin Marksist-Leninist yaklaşımı karikatürleştirdiğidir.
Devlete, emperyalizme, tarihe ilişkin Marksist-Leninist bakışın üzerine atılmaya çalışılan çöp yığınını, külleri kaldırmak görevi; devrimci mücadelenin pratik bir kavga alanı olarak önümüzdedir. Bu noktada devlete ilişkin yanılsamaları ortadan kaldırmadan, devrime ilişkin sağlam bir yürüyüş hattı yaratmak da olanak dışı olur. Hele hele bizim gibi burjuvaziden tarihi boyunca hiç kopamamış bir sol hareket için, bu çok daha elzemdir.
Günümüzde devletin niteliğinin tartışılması, sadece biz Anadolu topraklarında yaşayan devrimcilerin değil, tüm dünya devrimcilerinin önemli bir sorunudur. Bu nedenle öncelikle sorunun ne olduğunun ortaya konması gereklidir. Sanıyoruz ki, bu bizi devlete ilişkin Marx, Engels ve Lenin’in yazdıklarına bir kere daha göz atmak zorunda bırakacaktır.
Karşıt çıkarlara sahip, uzlaşmaz sınıf çıkarları olan sınıflı toplumların en sonuncusu kapitalizmde, sınıf savaşımı daha çok devlet sorununu gündeme getirmeyi gerekli kılıyor.
Bu sadece öznel bir istem değildir. Kapitalizm, sınıflı toplumların sadece en sonuncusu değil, aynı zamanda en gelişmişidir. En gelişmiş sınıflı toplum olarak kapitalizmde, sınıf savaşımları da belirleyici biçimde öne çıkmıştır. Kapitalizm öncesi toplumlarda sınıf savaşımları, genel olarak bu kadar keskin değildir. Kapitalizm öncesi toplumlarda devlet dışında sivil toplumdan söz etmek daha bir olanaklı idi. Ancak gelişmiş sınıflı toplumda devlet daha merkezileşmiş ve tüm toplumu ahtapot kolları ile sarmıştır. Artık bu toplumda ister kültürel, ister ekonomik alandan vb. söz ediliyor olsun, devletten söz etmek zorundayız. Sınıf savaşımının temel hedefi (politik hedefi de denilebilir) siyasal iktidarın, devletin ele geçirilmesidir.
Devlet sorunu sadece sosyalizmin uluslararası yenilgisi ve kapitalizmin aklanıp-paklanması (yenilenin rezil, yenenin vezir oluşu) nedeniyle önem kazanmıyor. Ondan daha önce Ekim Devrimi’ni yaşamış ve emperyalist çağdaki bir dünyada, kapitalist devletin nasıl bir devlet olduğunun tartışılması gerekiyor.
Öyle ya madem ki devrim, karşısında karşı-devrimi de örgütleyerek gelişiyor. Öyle ise, dünyaya yayılamamış ama Rus sınırları içinde SSCB’yi oluşturarak zafere ulaşmış Ekim Dev-rimi’nin, dünya kapitalist-emperyalist bloğundaki etkilerini bilmeliyiz. Konumuz açısından, burjuvazinin en gelişmiş örgütü olan devlet, bu devrim saldırısı karşısında nasıl örgütlenmiştir, sorusunu tartışmalıyız.
“Elveda Proletarya”, “Elveda Başkaldırı”ların yazıldığı, Marksizm-Leninizm’in onun sözde yandaşları tarafından (çok şükür sosyalizmin çözülüşü ile birlikte bu baylar, sözde yandaşlığı bırakıp, açıkça Marksizm’e karşı olduklarını dile getirmeye başladılar) iğdiş edildiği bir dönemde devlet sorunu üzerinde yoğunlaşmadan devrimin ilerlemesi mümkün değildir.
Ekim Devrimi’nden sonra faşizmin ortaya çıkışı devrimcilerin savaş taktiklerinde ciddi değişiklikler yapmalarına yol açtı. Ancak özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde SSCB ve tüm sosyalist ülkelerin statükocu politikaları, en çok devlete ilişkin yeni önyargılar ve oportünist yanılsamaların oluşmasına yol açtı.
Bu önyargılar ve oportünist yanılsamalar, Marksizm’in bu alanda ortaya koyduğu gerçekliğin üzerinin örtülmesine vardı. Böylece, yanılsamalar, Marksizm’in bu sulandırılışı, teorinin kendisi imiş gibi sunuldu/kavrandı. O nedenle sorunun anlaşılması için Marx, Engels ve Lenin’in devlet üzerine yazdıklarına göz atarak başlayacağız.
Devlet sorunu, burjuvazi ile proletarya arasındaki savaşımın kızışması ve nihayet Paris Komünü’nde doruğuna varması ile birlikte Marx ve Engels dahil tüm Marksistlerin önüne pratik bir sorun olarak geldi.
F. Engels, 1844’de ilk basımı yapılan “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı eserinde konuyu detaylı biçimde ele alır. Devletin, tarihsel gelişimin belli bir aşamasında ortaya çıktığını gösterir.
“Gentilice örgütlenme, işbölümü (ve bunun sonucu toplumun sınıflara bölünmesi) ile paramparça olmuştu. Yerine, devlet geçti.” (F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, Sekizinci Baskı, s. 202)
“Öyleyse devlet, topluma dışarıdan dayatılmış bir güç değildir. Hegel’in ileri sürdüğü gibi, “ahlâk fikrinin gerçekliği”, “aklın imgesi ve gerçekliği” de değildir. Devlet, daha çok, toplumun gelişmesinin belirli bir aşamasındaki bir ürünüdür; bu, toplumun önlemekte yetersiz bulunduğu uzlaşmaz karşıtlıklar biçiminde bölündüğünden kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin itirafıdır. Ama karşıtların, karşıt iktisadi çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu kısır bir savaşın içinde eritip bitirmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde yer alan çatışmayı hafifletmesi, “düzen” sınırları içinde tutması gereken bir güç gereksinmesi kendini kabul ettirir; işte toplumdan doğan, ama onun üstünde yeralan ve gitgide ona yabancılaşan bu güç devlettir.” (F. Engels, age, s. 203)
İşte Engels, devlete ilişkin beslenen inançları ve önyargıları bu kadar açık ve net biçimde ortaya koyuyor. Birincisi devlet, toplumun uzlaşmaz çıkarlara sahip karşıt sınıflara bölündüğünün, sınıfların varlığının itirafıdır. İkincisi, onun görevi çatışmayı hafifletmek, düzen sınırları içinde tutmaktır.
İşte burjuva ideologları yüzlerce yıldır bu iki temel olguyu çarpıtmaya çalışmışlardır. Birinci olarak karşıt sınıfların varlığını kabul edip, devletin bu sınıfların bir uzlaşma organı olduğunu anlatmaya çalışırlar. Hatta Marx ve Engels’in bunu demek istediğini bile söylerler. İkincisi, devletin gücünü, düzen sınırları içinde hükümete gelmek (seçim yoluyla hükümet olmak) yoluyla işçi sınıfı için kullanmaktan (yani devleti yıkmak için bir devrime gerek olmadığından) söz ederler.
Birinci tür çarpıtmayı Engels’in şu satırları yanıtlar:
“Devlet, sınıf karşıtlıklarını frenleme gereksinmesinden doğduğuna, ama aynı zamanda bu sınıfların çatışması ortasında doğduğuna göre, kural olarak en güçlü sınıfın, iktisadi bakımdan egemen olan ve bunun sayesinde, siyasal bakımdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanan sınıfın devletidir.” (F. Engels, age, s. 205)
İkinci tür çarpıtmaya yanıtı Lenin veriyor:
“Eğer, devlet, sınıflar arasındaki çelişkilerin uzlaşmaz olduğu gerçeğinden doğduysa, eğer toplumun üzerinde ve “ona gitgide yabancılaşan” bir iktidar ise, açıktır ki, yalnızca zora dayanan bir devrim olmaksızın değil, ayrıca egemen sınıf tarafından yaratılmış bulunan ve içinde ‘yabancı’ niteliğin maddeleştiği devlet iktidarı aygıtı da ortadan kaldırılmaksızın, ezilen sınıfın kurtuluşu olanaksızdır.” (Lenin, age, s. 17)
Oportünizm, devleti sınıflar üstü imiş gibi gösterir. Bizim ülkemizde bu, devlet içinde iyi paşalar aramaya varır. Denilebilir ki Anadolu solu, devleti bir sınıf egemenliği aygıtı olarak hiç görmedi. Devlet, kötü kişilerin elinde (çoğunlukla da “gerçek Kemalist” olmayanların elinde) kötü işler için kullanılıyor. Bu kötülüğün en kötüsü, en son noktası ise faşizm oluyor. Faşizm var iken kötülükler artarsa, bu kez faşist devletin daha faşisti harekete geçiyor vb. Tüm bunlar devleti bir burjuva egemenlik aygıtı olarak görmemektir. Daha açık konuşalım, tüm bunlar devletin kendisi için söylediği “ben sınıflar üstüyüm” masalına inanmaktır. Burjuvazinin çizdiği sınırlar içinde kalmayı kabul etmektir. İşte böylece devletin sınıflar üstü görülmesi, sonuçta zora dayanan devrimin fiili olarak reddi demektir. Tarihe bakalım, göreceğiz ki, tüm sözde Marksistler zora dayanan devrimi reddetmek için bin dereden su getirmişlerdir.
Hem Marx, hem Engels, hem Lenin ve diğer pek çok komünist bu önyargı ve çarpıtmalara karşı amansız bir savaş yürütmüşlerdir.
Elbette devlete ilişkin tartışmalar burada kalmaz. Lenin’in Devlet ve Devrim’inden sonra tartışma önce bir miktar durulur. Elbette tartışmayı netleştiren en önemli olgu Ekim Devrimi’dir. Ancak özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası dünyada “Marksistler” arasında devlet tartışmaları yeniden gündeme geldi. Ve özellikle, tartışma faşizm tartışmalarının devamı niteliğini taşısa da eski “sorunlar”a da uzadı. Örneğin altyapı-üstyapı ilişkisi gibi.
Gerçekte altyapı-üstyapı ilişkisine ilişkin olarak Marx ve Engels’in belirttiği, altyapının belirleyiciliği görüşüne, üstyapının özerkliği biçiminde “yenilik” getirilmeye çalışıldı. Sözcüğün gerçek anlamında, iki şey arasında birinin diğerini belirlemesi ilişkisi, belirlenenin diğerini etkilemesini de içerir. Yani belirleme, karşılıklı etkileme içinde birinin etkisinin ağır basmasını ifade eder. Bu anlamda “üstyapı da altyapıyı etkiler” itirazı ya anlamamanın ürünüdür ya da daha da ileri, üstyapının bağımsızlığını anlatmaya yönelik özel bir itirazdır. Ki böylesi bir tartışma içinde ancak ikinci durumda bu vurgu anlam kazanıyor. İşte sorun da buradadır. Engels’in “savaşım durumundaki sınıfların denge tutmaya çok yaklaştıkları öyle bazı dönemler olur ki” diye özel bir duruma ilişkin olarak belirttiği noktaya dayanarak, bir genelleme yapmak, gerçekte devlete ilişkin Marksist anlayışı anlamamaktır.
Tabii sorun burada bitmiyor. Özerklik tartışmaları “ne kadar özerk” biçimini alarak sürüyor. Avrupa komünizminin elinde özerklik tartışması, madem ki devletin sınıflardan özerk olduğu kabul ediliyor, o halde bu özerkliğe dayanarak parlamenter yolla devlet mekanizması ele geçirilip, aynı mekanizma ile sosyalizm kurulabilir, noktasına uzuyor. Bu noktada Avrupa komünistlerine “canım, o kadar da özerk değil” şeklinde itiraz etmek ne kadar zavallıcadır!
Anlatmaya çalıştığımız, belirleme ve etkileme ilişkisinin zaten teoride net bir biçimde ifade edildiğidir. Bu ifadeye rağmen “özerklik” tartışması, devlet tartışmaları konusunda bir ilerlemeyi ifade etmiyor. Tersine Avrupa komünizmi örneğinde görüldüğü gibi reformizme kayışı ifade ediyor.
Engels’in devletin gücünün “… sözde aracı olarak, bir zaman için, bu sınıflara karşı belirli bir bağımsızlık durumunu korur” şeklindeki ifadesi gerçekte olağan biçimi ile devletin genel karakterini değil, olağanüstü biçimi ile devletin özel yanını anlatır. Ancak devlet yukarıda da sözü edilen sınıf çatışmalarını düzen içinde tutma görevini, egemen sınıfa rağmen değil, tersine onun çıkarlarına uygun olarak yerine getirir. Burada burjuvazinin çıkarları terimi asla tek tek burjuvaların çıkarlarını ifade etmez. Bu konuya daha ileride de geleceğiz. “Sözde aracı olarak, bir zaman için, bu sınıflara karşı belirli bir bağımsızlık durumu” mevcut üretim ilişkilerini aşan bir şeyi nasıl ifade eder?
Her sınıfın, hemen her ortak örgütlenmesi, onun çıkarlarını ifade eder. Ancak bu ortak irade, tek tek onu oluşturan bireysel iradelere indirgenemez ve öyle ele alınmaya başlandığında, ortak örgütlenme görevini sağlıklı biçimde yerine getirmeyi başaramaz. “Modern devlet yönetimi, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir.” (Marx-Engels, ‘Komünist Parti Manifestosu’, Seçme Yapıtlar l. Sol Yayınları, Birinci Baskı, Ankara 1976, s. 134). Şimdi işte tartışılan konu bu devletin burjuvaziden ne kadar bağımsız olduğudur. Böyle bir “komite” işlerini daha iyi yapabilmek için zaten ayrı bir komitedir. Her örgütlenme, her komite, bir gerçek komite olmak için tek tek bireylerin iradelerini aşan bir iradeyi temsil etmelidir. Bu durum, tek tek bireylerden bir bağımsızlığı ifade eder, ama o bireylerin içinde yer aldığı nesnellikten bir bağımsızlığı ifade etmez. O halde, devlet tanımında zaten verilmiş olan bir konu tartışılmaktadır. Sorun da buradadır. Engels’in “sözde aracı olarak” diye başladığı sözler dayanak gösterilerek “gerçekte aracı” bir devlet keşfedilmeye çalışılıyor. Engels’in “bir zaman için” biçimindeki sözleri çarpıtılarak “tüm zamanlar için” bir bağımsızlık aranıyor. En önemlisi de, birinci çarpıtmaya dayalı olarak devletin bağımsızlığının üretim ilişkileri karşısında bir bağımsızlığı ifade edebileceği noktasına geliniyor. Öyle ya, seçimlerle hükümet olup, mevcut devlet çarkını kullanarak sosyalizme gitmeyi amaçlayan Avrupa komünizmi gerçekte, devletin üretim ilişkileri karşısında bir bağımsızlığı olduğunu ifade etmiyor mu? Bunlara göre devlet kendi başına bir varlık (tıpkı ‘aklın imgesi ve gerçekliği’ gibi), topluma dışarıdan dayatılan ya da daha tam ifade ile tanrı tarafından toplumun “başına” konulan bir varlıktır. Öyle ki, aslında tek başına kötü olmayan bu varlık, burjuvazinin kötü niyetli kesimlerinin elinde olduğu için kötüdür. O halde bu, korkuları akıllarını yiyen baylar, tanrı izin verir de hükümete geçerlerse o zaman tüm kötülükler de bitecektir(! ) diye vaad ediyorlar.
Avrupa komünizmi, hükümete gelmesi halinde, devletin görece bağımsızlığı nedeni ile reformları yapabileceklerini söyler. “Devlet işletmelerinin varlığı devletin burjuvazi ve özelde tekelci burjuvazi karşısındaki bağımsızlığını artırır.” Yani Avrupa komünizmi devletin bağımsızlığı için, onun işletmelerinin olmasını, deyim yerindeyse bir avantaj sayıyor. Böylelikle burjuvazinin, “devletin sosyalizm için kullanılması” durumunda uygulayacağı ekonomik müeyyidelerden kurtulunmuş olacak. İşte çağımızın ham kafaları! Devlet öyle bir varlıktır ki onu isteyen istediği biçimde kullanıyor! Bu düşüncenin ne kadar metafizik olduğu açıktır. Onlara göre, devletin “sosyalizme geçiş” için kullanılmasına burjuvazi ancak ekonomik yollarla karşı koyacaktır. İşte sınıf savaşımını bir ham kafa gibi anlamak budur.
Gerçekte bu bakış sınıf savaşımını reddeden bir bakıştır.
Devletin “görece bağımsızlığı” ile ilgili yürütülen tartışma, özellikle az gelişmiş ülkelerde kapitalizmin başlangıcında, bürokrasinin ağırlıklı rolü örnek verilerek de sürdürülmektedir. Kapitalist gelişimine emperyalist çağda başlayan bir ülke burjuvazisi için devletin ekonomik anlamda daha etkin bir rol oynaması bir gerekliliktir. Ancak bunun, devletin sınıftan (burjuvaziden) daha çok bağımsız olduğunu kanıtladığı tartışma götürür. Tersine, devlet sınıf adına daha çok müdahale etmektedir.
Bürokrasinin bir biçim olduğu (bir sınıf olmadığı) düşünülürse, özün (burada sınıf) geri olduğu her dönemde biçimin öne çıkacağı açıktır. Burada sanılıyor ki, bürokrasi olmayan bir sınıf için egemenlik sürüyor. Tersine, var olan ama yeterince güçlü olmayan bir sınıftır söz konusu olan. Bu nokta atlandı mı, günümüzdeki gazete haberlerinde çarpıtmak için kullanılan yöntemin aynısı kullanılmış olur.
Bu bakıştır ki, Mustafa Kemal’in kapitalizme değil de sosyalizme yöneleceği üzerine tartışır. Sanki M. Kemal oturup üç gün üç gece, acaba hangi sistemi seçsem, diye düşünmüş. Bu bakış ne kadar hastalıklı bir bakıştır. Gerçekte bu bilim dışı, bu her şeyi nesnellikten uzak tutan, tarihi bireylerin yaptığına inanan bakış, bize, devletin sınıftan bağımsızlığının genelleştirilmesi olarak sunulmaktadır. Bu bakış, bayağı liberal bakıştır.
Nihayet devletin görece bağımsızlığı tartışması tekelci aşamada nasıl bir biçim almıştır? Tartışma konularından biri de budur.
Şimdilik bu konuyu daha sonraki bölümlere bırakalım. Ancak soruyu bir de şu biçimde sormak gerekir: Altyapı ile üstyapı arasındaki (altyapının üstyapıyı belirlemesi ve elbette ki üstyapının da altyapıyı etkilemesi) ilişkinin oluşumu nasıldır? Ya da kapitalizmin bulunduğu tüm ülkelerde devlet nitelik olarak aynı olsa da her devletin diğerinden farklı olması olgusu nasıl açıklanır? İsviçre’deki devlet de aynı devlettir, Avustur-ya’daki de. Ama her ikisi arasında da fark vardır. Bu farkı belirleyen nedir?
İşte tartışmanın ilk önemli noktası burada netleşmektedir. Altyapı ile üstyapı arasındaki ilişki sınıf savaşımı aracılığı ile belirlenir. İşte tüm tartışmanın, herkesçe bilinse de en çok üzerinden atlanan noktası burasıdır. Sınıf savaşımının gelişimine bağlı olarak, bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki egemenliğinin aracı olan devlet de özgül biçimde vücut bulur. Bu savaşımın, ulusal ve uluslararası düzeydeki bu savaşımın etkilerine bağlı olarak devlet şekillenir. Nasıl ki feodal soyluluğun yıkılması ve burjuvazinin iktidara oturması, hemen peşi sıra iktidardaki burjuvazi ile proletarya arasındaki savaşım, her kapitalist ülkede burjuva devlet denilen ve genel özellikleri ortak olan bir devletin oluşumunu sağladıysa, yine aynı biçimde ulusal ve uluslararası alandaki sınıf savaşımına ve güçler dengesine bağlı olarak devlet, bir başka ülkedeki devletten ayrılır. Elbette bu, son tahlilde ülkenin ekonomik durumu ile doğrudan bağlantılıdır. Ancak bunu bilen ve doğru kabul eden bizler bir adım daha atmalıyız. Devlet, bu temel üzerinde, sınıf savaşımına bağlı olarak biçimlenir.
Değil mi ki, devlet, uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin ürünüdür. Değil mi ki, devlet, sınıf çelişkilerinin itirafıdır. Değil mi ki, devlet, ezilen sınıfın sömürülmesinin aletidir. Özel silâhlı adam müfrezeleri, ordusu ve polisi, hapishaneleri bunun için vardır. Sınıf savaşımının bir ucunda işçi sınıfı var ise, diğer tarafında burjuvazi (devleti ile) vardır. Burjuva devlet, burjuvazinin feodalizme karşı savaşımı sırasında doğdu. Doğumunun ilk dönemlerinde, henüz işçi sınıfı açısından yüzünü göstermemişti. Ama bu hiç de uzun bir süre gerektirmedi. İşçi sınıfı ile savaşımı boyunca burjuva devlet şekillendi, oturdu ve bu ölçüde de işçi sınıfı açısından gerçek karakterinin ne olduğunu ortaya koydu. Bugün de, dün de bu burjuva devlet, proletarya ve halkın çoğunluğu açısından bir diktatörlüktür.
Ancak bir noktanın altını çizmek gerekir. Feodalizm olmadan, onun yıkılması olamazdı, burjuvazi ile feodal gericiliğin savaşımı olamazdı. Yani sınıf savaşımını toplumun gelişiminden, üretim ilişkileri ile üretici güçlerin ilişkisinden ayırmamak gerekir. Vurgularımızdan sınıf savaşımının bir toplumsal-ekonomik sistem içinde yürüdüğü gerçeğinin gölgelenmemesi gerekir.
Kapitalizmin gelişimi ve bu gelişim boyunca süren sınıf savaşımı burjuva devletin evrimini de belirlemiştir.
Devlet, tüm kapitalistlerin çıkarlarını yerine getirebilme yeteneğine sahip olmak durumundadır. Bu anlamda devletin “özerkliği” sınıfa rağmen değil sınıf yararınadır. Yazık ki özerklik tartışması öyle yürütülmüştür ki sınıfa rağmen, sınıfın çıkarlarına rağmen devletin özerkliği tartışılmaya başlanmıştır. İşte bu noktada tartışmaya kapitalizmin reformlarla düzeltilmesi tartışması olarak bakmak abartma olmayacaktır.
Devlet sorunu, devrim sorununa sıkı sıkıya bağlıdır. Bunu devrimciler kadar reformistler de bilirler. Hatta yazık ki reformistler bu sorunun daha fazla farkındadırlar. 1945 sonrası dönemde devlet üzerine en çok çalışanlar onlar oldular. Elbette bununla, bu konudaki tüm tartışmaları reformistlere mal etmeye hiç niyetimiz yok. Reformistler devlet meselesini tartışırken, sürekli biçimde kapitalizmin düzeltilmesini, kanlı bir devrimle iktidarın alaşağı edilerek devlet çarkının parçalanması yerine, seçimle hükümet olma yolu ile sosyalizme geçmeyi düşünürler. En başta bu bakış, sorunun “yanlış” kavranması (doğru kavrama derdi olmaması), bilimin bir kenara itilmesidir.
Ancak buna rağmen söz konusu çabanın yeni olduğu söylenemez. Elbette yanıtı da yeni değil. Marx ve Engels “Merkez Komitesinin Komünist Birliğe Çağrısı”nda şunları yazıyor:
“… az çok mülk sahibi tüm sınıflar egemen konumlarından uzaklaştırılıncaya dek, proletarya devlet gücünü ele geçirin-ceye ve yalnızca birkaç ülkede değil, dünyanın tüm önde gelen ülkelerindeki proleterlerin birliğinin, bu ülkelerin proleterleri arasındaki rekabetin ortadan kalkmış olduğu ve hiç değilse belli başlı üretici güçlerin proleterlerin ellerinde toplanmış bulunduğu noktaya ulaşıncaya dek, devrimi sürekli kılmak bizim sorunumuz, bizim görevimizdir. Bizim için sorun özel mülkiyetin herhangi bir değişikliğe uğratılması değil, olsa olsa yok edilmesidir; sınıf karşıtlıklarının üzerinin örtülmesi değil, sınıfların ortadan kaldırılmasıdır; mevcut toplumun iyileştirilmesi değil, yeni bir toplumun kurulmasıdır.” (Marx-Engels, Seçme Yapıtlar l, Sol Yayınları, Birinci Baskı, Ankara 1976, s. 218)
Sınıflı toplumların tarihi sınıf savaşları tarihidir. Bu elbette bu toplumlarda uzlaşmaz çıkarlara sahip sınıfların varlığının itirafı olan devletin incelenmesinde de temel noktadır. Devlet bu sınıf savaşımı içinde, egemen sınıfın baskı aracıdır. İşte devlet bu sınıf savaşımı içinde şekillenir derken tam da bunu anlatıyoruz. Almanya’daki devlet ile Fransa’daki devletin birbirinden farkı, elbette her iki toplumun ekonomik altyapısının aynı olmasına rağmen, sınıf savaşımının özgünlükleri ile açıklanmalıdır.
Feodal soylulukla kesin hesaplaşma sonucu oluşan burjuva devletler ile feodal gericilikle uzlaşarak tedrici yoldan kapitalist gelişim sürecine giren ülkelerdeki burjuva devletler birbirinden farklı gelişim yolları tutturmuşlardır.
Devleti incelerken sorunu tamamen bu noktada tartışmak gerekir.

Sonraki Bölüm: Sınıf Savaşımının Sürekliliği Ve Devletin “Evrimi”