Demokratik kitle örgütleri üzerine

Liberal “aydınlar”dan eskiden daha çok duyardık, “örgütlü toplum” diye söze başlarlardı. Bugünlerde, bu konudaki istekleri azalmışa benzer. Artık, ağızlarında, STK (sivil toplum kuruluşları) sözcüğü kendine yer bulmuş

Sınıf mücadelesinin gereğidir: Egemen sınıf, kendi kabullerini topluma dayatırken, kendi dilini, kendi jargonunu da topluma dayatır. Demokratik kitle örgütleri (DKÖ) yerine, STK sözcüğünün kullanılması tam da böyle bir şeydir. Egemenlerin dili, egemenlerin tarihi temel alındı mı, ideolojik mücadele kaybedilmiş ve burjuva egemenlik için büyük bir kolaylık oluşmuş demektir.

Mesela “terörist” böyledir. Devlet kendine muhalefet eden, karşı çıkan herkese terörist diyor. Bugünlerde Trump, ABD’deki Antifa hareketine “terörist” diyor. Her emperyalist gücün kendine ait teröristleri var. Ama onlar, nerede özgürlük için, savaşsız bir dünya için, sömürüsüz bir dünya için mücadele eden varsa onlara terörist diyorlar. Ülkemizi ele alın. PKK “terörist”tir diye yaygara koparan devlet, ev yakıyor, köy boşaltıyor, çoluk çocuk öldürüyor, helikopterden adam atıyor, işkence yapıyor vb. Ama devletin bu şiddeti terör, devletin kendisi terörist olduğu hâlde, devlet, kendi hakkını arayan bir genci, kadına şiddete karşı çıkan bir kadını, savunma hakkından söz eden bir avukatı, sendikal mücadele için eylem yapan bir işçiyi, tren kazasında yakınlarını kaybedenleri, çevre katliamına karşı çıkan bir mühendisi ve nihayet korona virüse karşı mücadele için en önde uğraşan sağlık emekçilerini “terörist” ilan ediyor.

Bu örnek, “terör” ve “terörist” meselesi, bize kavramların neden seçilerek kullanılması gerektiğini gösteriyor.

Demokrasi kavramı da böyledir. Her türden burjuva demokrasisi, aslında burjuva diktatörlüğüdür. Burjuvalar için bir sınırlı demokrasi demek olan burjuva demokrasisi, karakteri açısından tekelci polis devletinden ya da faşizmden ayrılmaz. Sadece burjuva demokrasisi daha olağan döneme özgüdür, her zaman en üstteki, en gelişmiş burjuva sınıfa hizmet etmek üzere, ama olağanüstü dönemlerde devlet bu eski kurumlarının üzerindeki şalı kaldırır ve doğrudan kendi dişlilerini göstermekten geri durmaz. Tekelci polis devleti, işte bu nedenle, faşist devlet çarkının üzerindeki dişlilerini örterek, olağan dönemde dahi, olağanüstü dönemin yapılarını içine barındıran bir yapıdır. Tekelci egemenlik, yani kapitalizmin geldiği aşamaya bağlı olarak, burjuva demokrasisinin dönüşümünü ifade eder ve bunun ilk hâli, faşizm olarak ortaya çıkmış bir karşı-devrim örgütlenmesidir.

Demek oluyor ki, “demokrasi” sözünü duyan her işçi, her zaman sormalıdır, kimin için? Bu soru olmadan demokrasi burjuva egemenliği örten bir araçtır.

DKÖ yerine STK kullanılması da böylesi bir konudur. Tarikatlara STK diyenler, kalkıp, mesela sendikaları, dernekleri, odaları vb. de STK olarak adlandırmaktadırlar.

DKÖ denildi mi, birincisi, bir kesimin, bir kitlenin, ekonomik-demokratik haklarını savunmak üzere oluşturdukları örgütlenmedir.

İkincisi bu örgütlenme, geniştir. Yani, farklı ideolojiden de olsa, tüm kitleye açıktır. Bir sendika, kimseye, oyunu nereye vereceksin sorusuna verdiği yanıta göre üye olma olanağı vb. sağlamaz. Sendika, belli işkolunda çalışan işçilerin tümünün örgütü olmayı ister, hedefler. İşçilerin ekonomik, sosyal, demokratik haklarını savunur. Oysa bir siyasal parti, belli bir siyasal programa sahiptir ve bu açıdan, daha dar bir örgütlenmedir.

Üçüncüsü, DKÖ’ler, elbette “demokratik” bir işleyişe sahiptirler. Yönetimleri seçilir ve bir sonraki kongreye kadar görevde kalırlar. Belli sayıda üyenin başvurusu ile seçilmişlerin eylemleri ve çalışmalarını denetlemek, yeniden seçmek üzere olağanüstü genel kurula giderler vb. Denetime açıktır ve denetim, tüm üyelere açık bir tarzda yapılır.

Tüm bu kitle örgütleri, elbette, kendi kitlelerinin haklarını, varsa başka toplumsal kesimlere karşı savunur, ama en çok da açık olarak devlete karşı savunur. Örneğin bir sendika, bir yandan, işçi sınıfının haklarını burjuvalara karşı savunur ama bunu elbette karşısında devleti bularak yapacağı için, aynı zamanda toplumsal muhalefetin bir bileşenidir.

Bugünlerde Saray Rejimi, ısrarla, üç kurumun üzerine gitmeye başladı: Barolar, Tabipler Birliği ve Mimar ve Mühendis Odaları. Bu üç kurum, aslında, Saray’ı rahatsız etmektedir. Mesela Kaz Dağları gibi çevrenin yağmalanması ya da rant kaynaklarının çoğaltılması veya savaş ekonomisi söz konusu olduğunda, bu kurumlar, aslında, hem insanî olarak, hem de görevleri gereği tutum almak zorundadırlar. Diyelim ki bir doktor, savaşı destekleyemez, bunu açıktan yapamaz. Mesleği bunu yapmasına engeldir. Ama öte yandan, doktor, insanî olarak da, buna karşı durmalıdır, her insan gibi. Diyelim ki, bir mimar, Kaz Dağları yağmalanırken sessiz kalamaz ya da akıl almaz bir çirkinlikle gelişen ranta dayalı şehirleşmeye karşı durması meslekî açıdan zorunluluktur. Artvin’deki yağmadan her türlü hak ihlali durumuna, bir avukatın, mesleği gereği harekete geçiyor olması gerekir.

Oysa rant, yağma ve savaş ekonomisi üzerine yükselen Saray Rejimi, bu kesimleri susturmadan, geleceğini garanti altına alamaz. Öte yandan, eğer bugün, bu kesimleri susturmazsa, gelişmekte olan direniş daha da büyüyecek korkusunu yaşamaktadır. İşçilerin, kadınların, gençlerin artan direnişi, giderek tüm toplumu sarmaktadır ve bu DKÖ’ler, eğer susturulmazsa, bu direniş daha da büyüyecektir.

Bizim Birleşik Emek Cephesi çağrımız tam da bunu amaçlamaktadır; direnişi geliştirmek, yaymak ve örgütlemek.

Saray Rejimi de işte tam bu nedenle saldırmaktadır.

Burada bir noktanın altını çizmek gerekir. Bu örgütler, bu özellikle üç örgüt, ciddi ve doğru bir direniş geliştirebilirse, bu saldırıyı geri püskürtebiliriz. Bu açıdan geliştirecekleri direniş, işçi ve emekçilerin açık desteğini alma olanağına sahiptir.

Barolar, bu açıdan önemli bir alandır. İlk buraya saldırmaktadırlar. Neden?

1- Çünkü, içeride truva atları var. Feyzioğlu artık ne olduğu ortaya çıkmış “yüzüne bakılmayan adam” olarak lanetlenmiştir. Ama korkarız ki, İstanbul Baro Başkanı’nın dediği gibi, mesele sadece Feyzioğlu’nun baro başkanlığında kalması ile sınırlı değildir. Elbette bunu istiyorlar. Ama baroları bölme girişimi, Anayasa Mahkemesi’nden döndüğüne göre (AYM, tamamen hukuk dışı bir karar vermiştir ve AYM’nin bu kararları kimseyi şaşırtmamalıdır), iş daha büyüktür. Mesele, yukarıda söylendiği gibi, DKÖ’leri yok etmektir. Bu yolla tüm toplumsal muhalefeti susturmaktır.

2- Barolar, devlete çok yakınlaşmışlardır. Bu yakınlaşma, kendi içlerinde bile adalet ve hukuk denilince yapmaları gerekenleri yapmamaları anlamına gelmektedir. Birçok avukatın direnişine rağmen, barolar, tutum almamışlardır. Bu durum, onları zayıf hâle getirmiştir. Saldırıyı kolaylaştıran bir unsur da budur.

3- Barolar, avukatların giderek çok büyük bir bölümünü oluşturmaya başlamış olan avukat-işçileri, en başta kendilerine bir tehdit olarak görmüşlerdir. Yani, avukatlar içindeki sınıfsal ayrışma, baronun meslekî açıdan ilgisinin dışında kalmıştır Bu durum, direnişte birlikte olma ruhunu azaltmaktadır.

Şimdi, hem AYM, baroların bölünmesine ilişkin düzenlemeyi, reddetmesi yüzde yüz olarak görülen bu düzenlemeyi, reddetmemiştir. İkincisi, İçişleri Bakanlığı, baro kongrelerini ertelemiştir. Bu yolla, yeni kurulacak baroların barolar birliği seçimlerine girmeye hak kazanmaları sağlanmıştır.

Ama galiba bu arada, tüm savunma hakkı ortadan kaldırılmaktadır.

AYM’ye dönük Soylu-Bahçeli-Erdoğan salvoları, yargının tam olarak kolluk kuvvetinin parçası hâline getirilmesi girişimidir.

HDP milletvekillerinin tutuklanmasını, aydınların tutuklanmasını bunlara ekleyin. Göreceksiniz ki, hızlı bir tarzda, toplumsal muhalefeti susturma girişimi ortadadır. Ve bunlar, “nasıl olsa gidecekler” diye sessizlikle karşılanacak adımlar değildir ya da daha ilginci, “gündem değişikliği” ile sınırlı adımlar değildir.

Tüm bunlar, içeride ve dışarıda savaş hazırlıkları ile bağlantılı ele alınmalıdır. Elbette Saray Rejimi, çoktan ömrünü doldurmuş bir sistemdir ve ayakta kalmak için her yolu denemektedir. Ama beklemek, onun sonunu görme şansını elde etmek demek olmaz. Tersine, eğer beklerseniz, zaten onun değirmenine su taşımış olursunuz. Tersine direnmek, tersine korkmadan mücadele etmek, örgütlü mücadeleyi ve direnişi geliştirmek gereklidir.

– Düşünün, barolar birliği, bir bütün olarak; kongrelerini her şart altında kararlılıkla yapmak üzere çağrı yapmış olsa ve on binlerce avukat oraya toplanmış olsa.

– Barolar birliği, hemen bugünden açıklasa, “biz demokratik bir kurumuz ve eski lonca sisteminden gelen seçilmek için şu kadar yıl vb. gibi anti-demokratik maddeleri reddediyoruz, genç avukatlara, yolu açıyoruz” dese.

– Düşünün, barolar birliği, “biz savunma tarafı olarak, Birleşik Emek Cephesi’nin içinde yer alacağız. Biz toplumsal muhalefetin ve Saray Rejimi’ne karşı direnişin bir bileşeniyiz” dese ve esas muhatabın parlamento değil, doğrudan Saray olduğunu ortaya koysa.

Evet, kitlesel direniş gereklidir. Bu sadece bizim hedefimiz olduğu için doğru değildir. Gerçekten savunma hakkı ve baroların korunması için de zorunludur.

DKÖ’ler, mesela sendikalar, 12 Eylül sonrasında yapılan yasal düzenlemelerle, genç işçilere, gençliğe kapatılmıştır. Diyelim bir sendikada yönetici olmak demek, sendikada belli bir süre çalışmış olmak demektir. Bu süre öyle 6 ay, 1 yıl da değildir. Pek çok sendikada, sadece sendikalarda değil, pek çok DKÖ’de, bu “kast” sistemi vardır. Bu doğru değildir. Demokratik da değildir. Daha da önemlisi, bu durum, genç üyelere kapıları kapatmaktadır. Bu da DKÖ’leri bürokratik bir yapıya büründürmekte, dinamizmden uzak hâle getirmektedir.

Devlet bürokrasisinde bir memurum müdür olması için 10 yıl çalışmış olması meselesi ile aynı değildir. Çünkü, devlet bürokrasisinde atama vardır, seçilme değil. Oysa sendikalarda, tüm DKÖ’lerde seçilme söz konusudur. Seçilme denildi mi, üyelerin iradelerine şerh koymaya gerek yoktur. Saray Rejimi, işine geldiği zaman bir kurumda kadrolaşmak için yolları açmak istediği zaman, 10 yıllık çalışma da ne demek, diye bağırmaktadır. DKÖ’ler, devlet organları değildir. DKÖ’ler, devletin eli ile kurulan kitleyi denetleme araçları değildir, olmamalıdır. Bu nedenle DKÖ’lerde, seçme ve seçilme, daha sade olmak zorundadır. Bunu tüm sendikalara, tüm odalara, barolara vb. öneriyoruz.

Bugün, barolar daha fazla gündemdedir.

Aynı zamanda Tabipler Birliği de gündeme gelmiştir. Tabipler Birliği, açık olarak terörist olarak suçlanmıştır. Bu saldırılara karşı koymanın yolu, örgütlerin, kendi iç bütünlüğünü sağlamaları, daha sıkı bir örgütlülük için harekete geçmeleri, öte yandan ise, tüm toplumsal muhalefetle birlikte kitlesel direniş olanaklarını akıllıca yaratmalarıdır. Bu nedenle, şimdi, Birleşik Emek Cephesi içinde, direnişi hem büyütmeye, hem de örgütlemeye yönelmenin zamanıdır.