Sanat özgürleşmesi – Ege Can Özgür

“Sanat dünyayı yansıtan bir ayna değil dünyanın onunla şekillendirildiği bir çekiçtir.”[1]

Sanat, bin yıllardan beri tartışma konusu olagelmiştir. Gerek tanımı gerekse işlevi olsun, her dönemde farklı biçimlerde ele alınarak bir çatışmalar yumağı olarak icra edilmektedir. Bin yılların birikiminin üzerine bir de kapitalist dönemde patlama yapan farklı akımları, 1900’lerin avangardlarını, her akımın manifestolarını ve yaklaşımlarındaki radikal farklılıkları ekleyince sanat tarihçileri tarafından bile kimi zaman işin içinden çıkılamamaktadır.

Bu metni sanata dair tartışmaları irdeleyip Marksist sanat teorisini geliştirmek amacıyla yazıyorum. Keza sanat konusunda bu kadar tutarsızlıklar varken sanat nasıl gelişmeli veya bir sanatçının nasıl talepleri olmalı gibi sorular cevapsız kalıyor. Bu sorulara dair biraz kapı aralamaya çalışsam da okuyucudan da geri dönüşler ve eleştiriler bekliyorum.

Ayrıca, yazıya girmeden önce kafa karışıklığı olmaması adına sanat derken bütün bir üretim sürecini kastediyorum. Sanatçıyı bir üretici özne, sanatı bu üretim süreci, sanat eserini ise bu sürecin sonundaki ürün olarak ele alacağım.

Giriş

Sanata dair çatışmaların temeline inildiğinde, tanımdaki muğlaklık göze çarpar. Herkesin kafasında bir sanat tanımı varsa da tutarlı bir biçimde açıklanabilecek, ilkel mağara resimlerinden NFT’lere kadar geniş bir yelpazeyi kapsayabilecek, bunu yaparken de sanatın toplum içerisindeki hareketini derinleştirebilecek bir tanımlama net bir şekilde ortaya konmamaktadır. Öyleyse sanatla ne yapacağımızı tartışmadan önce, sanatın kendisini anlamak şarttır.

“Beni tanımlamak bana sınırlar çizmektir” der Erasmus. Sanatı tanımlamak istiyorsak ona sınırlar çekmek gerekir, zira bugün her şey sanat olabilir. Güncel tartışmalar, konuyu öylesine muğlaklaştırmıştır ki bugün sanat, onu yapan kişinin niyetinde olabilir. Veya herhangi bir kişinin bir şeye sanat demesi, onu sanat yapabilir. Konu üstün bir yeteneğin ürünü, çok beğenilen estetik bir obje veya sanatçının kendisini ifade ettiği bir biçim olarak da ele alınabilir. Bu tanımlar, sanatı metafizik bir olay olarak ele almanın sonuçları olsa da günün sonunda karar, galericinin keyfine kalır. Ancak bugün konuya başka bir yerden yaklaşacağım.

Sanata yönelik diyalektik materyalist bir bakış için Marx, Engels ve Lenin’in yazılarına bakarsak, yansıma kuramıyla karşılaşırız. “Marx ve Engels’in olduğu kadar, Lenin’in de yansıma kuramları, Marksist-Leninist estetiğin candamarını oluşturur. ‘İnsan bilinci gerçekliği yalnızca yansıtmakla kalmaz, ama aynı zamanda onu yaratır da,’ diyordu Lenin. Demek ki, sanat, gerçekliğin yalnızca edilgen bir yansıması değil, ama aynı zamanda etkin bir biçimde yaratılmasıdır da. Sanat ile gerçeklik arasındaki bu diyalektik ilişki, sanatsal bilginin olduğu kadar, sanatsal yaratının da temelini oluşturur.”[2]

Marx, Engels ve Lenin’in sanat üzerine yazıları, bilimsel bir bakış sunmak için ön açıcıdır. Keza yansıma kuramı, sanatın, gerçekliğin bir tür yansıması olarak kabul edilmesine dayanır. Buradaki yansıma, sanatı ideal olanın taklidi veya aynen yansıtan bir ayna gibi ele almaz. Sanat, gerçekliğin insan bilincindeki tasarısının yansıtılması olarak ele alınır. Yani özne çevresinden aldığı deneyimleri, sanat eserinde yansıtır.

Bu açıklama doğru olsa da yansıma kuramı sanatı tanımlamak için fazlasıyla muğlaktır. Keza bilinçli her türlü hareket için uygulanabilir. Kişinin eylemleri zaten gerçekliğinin nitelikli bir yansıması olduğundan burada sanatı ayırt eden herhangi bir açıklama yoktur. Bu tanımlama yeterli gelmediğinden, sanatın tarihine bakılması gerekmektedir.

Sanat tarihi

Sanat tarihine bakıldığında temel bir problemle karşılaşırız. Bugün bildiğimiz sanat türleri nispeten yenidir. Farklı toplumlar sanatı başka şekillerde ele aldıklarından neye sanat eseri deneceği önemli bir konudur. Kimi zaman felsefe bir sanat olarak ele alınırken resim bir sanat sayılmamaktadır. Şimdilik günümüzde sanat olarak kabul edilen üretim biçimlerine yani müzik, dans, resim, tiyatro, heykel gibi üretimlere bir bakalım.

Bu koşulda binlerce yıl öncesine gidebiliriz. İlkel komünal toplumda mağara resimleri, tanrı ve hayvan figürleri ve kabile dansları gibi sayısız ürün bulunur. Bu ürünlerse günümüzden farklı bir işleve sahiptir. İnsanın doğa ile olan çelişkisinden doğdukları için, hayatta kalmak önceliktir. Mağara resimleri avcılık yöntemlerini öğretecek, figürünler hayvanları tanıtacak, danslar da doğanın hareketlerini anlatacak biçimde örgütlenir. Ezgiler iş yaparken koordinasyonu sağlarken, hikâyeler hayat bilgisi sunar. Tüm bu ürünler, aynı zamanda topluluk kültürünü yaratır. Buraya dair Fischer, “büyücü” insandan söz eder.

“İnsan, çalışmasıyla, dünyayı bir büyücü gibi dönüştürür: bir ağaç parçası, bir kemik, bir çakmaktaşı, belli bir örneğe benzeyecek şekle getirilir, böylece tıpatıp o modele dönüştürülmüş olur; maddesel nesneler işaretlere, adlara, kavramlara dönüşür; insanın kendisi hayvandan insana dönüşür.

“İnsan varoluşunun ta kökündeki bu büyü -güçsüzlük duygusu ile birlikte güçlülük bilincini, doğa korkusu ile birlikte doğaya üstünlük sağlama yeteneğini yaratma- her türlü sanatın başlıca özüdür. İnsanların kullanabilmesi için taşa yeni bir biçim veren ilk alet yapıcı, ilk sanatçıydı. Bir nesneyi doğanın sonsuzluğu içinden seçip onu işaretleme yoluyla evcilleştirerek öbür insanların kullanabileceği bir alet olarak ortaya çıkaran ilk ad-verici de büyük bir sanatçıydı. Ritmik bir ezgi yoluyla çalışma sürecini düzenleştiren, böylece insanın toplu iş gücünü artıran ilk örgütleyici de bir sanat yalvacıydı. Hayvan kılığına girip bu benzeşme yoluyla avı yakalamayı kolaylaştıran ilk avcı, belli bir çentik ya da süsle bir aracı ya da silahı işaretleyen ilk taş devri insanı, bir hayvan derisini bir kayaya ya da ağaca gererek aynı cinsten hayvanların yakalanmasını sağlayan ilk oymak beyi, bütün bu insanlar sanatın öncü atalarıydılar.”[3]

Fischer, ilkel komünal toplumdaki üreticileri sanatçı sayabilecek bir varsayımda bulunmaktadır. İnsan, emeği yoluyla dünyayı değiştirirken bir sanatçı hâline gelir. Geleceğin sanatçısının temelinde, bütün bu hareketleri önceden deneyimlemiş ilkel üreticiler bulunmaktadır.

Emek konu hâline geldiğine göre, bunun nasıl sanata dönüştüğünü anlamadan önce, emeğin insanı ve dünyayı nasıl değiştirdiğini anlamak gerekir. Marx’a göre, “[E]vrensel tarih adı verilen şeyin tümü, insanın insansal emek tarafından oluşturulmasından, doğanın insan için oluşundan başka bir şey değildir; öyleyse o, kendisinin kendisi tarafından oluşturulmasının, kendi doğum sürecinin açık ve çürütülmez kanıtına sahiptir.”[4]

Ve Marx’ın açtığı konuya Engels ekler. “Ekonomi politikçiler, emek bütün zenginliklerin kaynağıdır, der. Gerçekten de bir kaynaktır -ki bu kaynak, hemen hemen doğadan sağladığı materyali, zenginliğe çevirir. Ama bundan da sonsuz denecek kadar fazla bir şeydir. O, insanın tüm varlığının temel koşuludur ve belirli bir anlamda, bu öyle bir ölçüdedir ki, emek, insanı bizzat yarattı diyebiliriz.”[5]

Buradan varılacak yer, emeğin insanlık tarihindeki vazgeçilmezliğidir. İnsan, emeğiyle hem doğayı dönüştürmüş hem de kendisini yaratmıştır. Fischer’in bahsi, Marx ve Engels’in zamanında vurguladıkları meseleden uzak değildir. Emeği yoluyla dünyayı dönüştüren, tıpkı bir büyücü gibi madde üzerinde egemenlik sağlayan insan, sanatın öncü atasıdır. Sanat ve emek birbirlerine içkindir ve insan emeği olmayan bir ürün, sanat eseri olamaz.

Sanat ve emeğin ayrımı

Tarih ilerletildiğinde, sınıflı toplumlara geçilmesiyle sanat kelimesinin ortaya çıktığı görülür. Bu hareket, sınıflı toplumların farklı evrelerinde farklı anlamlar kazanan bir sanat tanımı ortaya koyar. Bu ilk tanımlar sanata bir beceri veya nitelikli bir üretim anlamı yükler. Shiner, “Sanatın İcadı”nda konuyu derinlemesine ele alır.

“İngilizcedeki ‘art’ sözcüğü, at terbiyeciliği, şiir yazma, ayakkabıcılık, vazo ressamlığı ya da yöneticilik gibi her türlü insani beceriyi ifade etmek için kullanılan Latince ars ve Yunanca techne sözcüklerinden türetilmiştir. Bu eski düşünüş tarzında insanların sanat faaliyetlerinin karşıtı zanaat değil doğaydı. Bu eski ‘sanat’ anlayışı bugün bile kısmen yaşıyor ve bunun sonucu olarak bizler tıp ya da aşçılık gibi kimi faaliyetleri hâlâ ‘bir sanat’ olarak nitelendiriyoruz. Ancak XVIII. yüzyılda bu geleneksel sanat kavramının yazgısını tayin edecek bir bölünme gerçekleşti. (…) Bir tarafta yeni güzel sanatlar kategorisi (şiir, resim, heykelcilik, mimarlık, müzik), bunun karşısında ise zanaatlar ve popüler sanatlar (ayakkabıcılık, nakışçılık, hikâye anlatıcılığı, popüler şarkılar, vesaire). Artık, güzel sanatlar diye adlandırılan şey, esin ve deha ile ilgili bir meseleydi, bunlar incelmiş zevkler yaratarak kendi kendilerini amaç olarak sunan şeylerdi; halbuki zanaatların ve popüler sanatların icrası için becerinin ve kuralların varlığı yeterliydi: bunların hedefi sırf kullanım değeri sunma ya da eğlendirmekten ibaretti. (…) Nitekim bugün ‘Şu gerçekten sanat mı?’ diye sorarken artık ‘İnsan ürünü mü yoksa doğanın ürünü mü?’ sorusunu değil, ‘Prestijli (güzel) sanatlar kategorisine mi ait?’ sorusunu kastediyoruz.”[6]

Beceriyi ve nitelikli bir üretimi tarif eden sanat, kapitalist döneme geçilmesiyle birlikte güzel şeyler üreten, esine ve dehaya bağlı bir olgu hâline gelir. Shiner, şöyle devam ettirir:

“Bu şekilde yalnızca o eski sanat/zanaat düşüncesinin sanat ve zanaat karşıtlığı halinde ikiye ayrılmasını değil aynı zamanda bunun paralelinde oluşan, sanatçıyı zanaatçıdan, estetik kaygıları yararlılık ve sıradan zevklerden ayıran bölünmeyi de aklımızdan çıkarıyoruz. XVIII. yüzyıldan önce ‘sanatçı’ ve ‘zanaatçı’ terimleri birbirlerinin yerine kullanılıyordu; ‘sanatçı’ kelimesi yalnızca ressamlar ve besteciler için değil aynı zamanda ayakkabıcılar, at arabası tekerleği yapımcıları, simyacılar ve liberal sanatlar öğrencileri için de kullanılabiliyordu. (…) Ne var ki, XVIII. yüzyılın sonuna gelindiğinde ‘sanatçı’yla ‘zanaatçı’ birbirinin zıddı haline gelmişti; artık ‘sanatçı’ güzel sanat eserlerinin yaratıcısıyken, ‘zanaatçı’ sadece faydalı ya da eğlenceli şeyler yapan birisiydi. ”[7] Shiner açıkça söyleyemese de sorun ortadadır. Sanat ve emek bağlantısı kopartılmıştır.

Sanat ve emek birbirinden gerçek anlamıyla koparılamasa da ideolojik olarak birbirinden ayrı şeylermiş gibi ele alınmaya başlanır. “Sanat dehanın eseri iken zanaat monoton emeğin ürünüdür. Kuralların olduğu yerde sanattan söz açılamaz. Sanat ifadenin ve esinin gücüne bırakılmalıdır. Sanat sırf kendisi için yapılmalı, ona işlevsellik kazandırılmamalıdır.” Tüm bu cümleler sanatın emekten koparılmasını tarifler. Sınıflı toplumlarda temel çelişki insanın doğa ile olan çelişkisi olmaktan çıkıp sınıf çelişkisi hâline geldiğinden, sanat da sınıf çelişkisi içinde gelişir. Kapitalizm, her şeyi metalaştırdığı gibi sanatı da metalaştırır ve onu evcilleştirip emekle olan bağını koparır.

Sanatın emekle olan bağının koparılması onun yüksek bir dehanın ürünü olarak algılanmasına yol açar. Böylece bu ürün hayatın geri kalanıyla buluşturulmadan pazarlanıp satılabilir. Sanat için sanat söyleminin kapitalist dönemde ortaya çıkmış olması rastlantı değildir. Sadece kendisi için yapılan bir şeyin var olduğu iddiası, sistemle bağları gizlemektedir. Sanatın kendisi için yapılması, onu toplumla bağı olmayan, istediğini söyleyip istediğini eyleyebilen, bu yüzden de her şeyi yapabilmesine rağmen etkisiz bırakılan, evcilleştirilmiş bir hâle dönüştürür. Böylece sanat ile yeni bir pazar kurulabilir.

Üretimin örgütlenişiyle ilgili bir problem olan sanat ve emeğin birbirinden koparılma süreci, sadece üretimin başka türlü örgütlenmesiyle çözümlenebilir. Bu konuda “sanat için sanat” bakışının karşısına “toplum için sanat” söylemi sıkça koyulsa da problem sanatın ne için yapıldığı değil nasıl yapıldığı ile başlar. Öncelikli soru, neden sanatçı diye bir kategorinin bulunduğudur.

“Sanatsal yetinin sadece belli bireylerde yoğunlaşması ve buna mahkûm geniş kitlelerde bu yetinin baskıda tutulması, iş bölümünün sonuçlarından biridir. (…) Her ne halse, toplumun komünist bir düzen içinde örgütlenişiyle birlikte, sanatçının bütün bütüne iş bölümünden ötürü bölgesel ve ulusal sınırlılıkla bağlı kalışı kadar; bireyin kendisini sadece bir ressam, bir heykeltraş vb. haline getiren, belirli bir sanata bağlı kalışı da ortadan kalkar; sanatçı adı onun mesleki gelişmesinin sınırlılığını gösterir sadece. Komünist bir düzende, ressamlar yoktur, başka etkinliklerinin yanı sıra resimle de uğraşan insanlar vardır.”[8]

Sanatçı, sınıflı toplumların ürünüdür. İş bölümünün bir sonucu olarak, sadece belirli insanların sanat yapabilmesinden dolayı sanatçı diye bir tanımlamaya gerek duyulmuştur. Sınıfsız bir toplumda emeğiyle dünyayı var eden herkes sanatçılaşacağından bu tanımlama gereksizleşir.

Yabancılaşmamış emek

Eagleton, ilginç bir saptamada bulunur. “Erkekler ve kadınlar üretimi ancak özgürce ve kendileri için yaptıklarında gerçekten üretim yaparlar. Yalnızca komünizmde bu tam anlamıyla olanaklı hale gelecektir ama bu arada sanat olarak bildiğimiz bir tür uzmanlaşmış üretimin önceden tadına varabiliriz. (…) Sanat, yabancılaşmamış emeğin görüntüsüdür. Marx kendi yazıları için de böyle düşünmeyi severdi; bir keresinde bunları ‘sanatsal bir bütün’ olarak tanımlamıştır;”[9]

Eagleton’un iddiası, sanatın yabancılaşmamış emeğin görüntüsü olduğudur. Bugün bu durum yabancılaşmaktan kurtulmuş bir dünya henüz olmadığından kısıtlıdır. Ancak sanat yabancılaşmanın, en azından emeğin yabancılaşmasının ortadan kalktığı nadir yerlerde ortaya çıkan bir süreç olarak karşımızdadır. Eagleton’un bu iddiasını Molyneux, Dialectics of Art isimli kitabında detaylıca işler. Kitabın Türkçesi olmadığından metni özetlemekle yetineceğim.

Molyneux’un ifade ettiği temel nokta, sanat üretimlerinin, kapitalizmin ürettiği yabancılaşmış emeğin karşısında, onunla gerilim halinde geliştiğidir. Yabancılaşmış, ücretli emeğin alanı her geçen gün daha da büyürken sanat, bu yabancılaşmış emeğe dahil olmayarak, kısmen ayrıcalıklı sınıfsal konumu sayesinde icra edilir. Konu, emeğin üretici/sanatçı tarafından kontrol edilmesidir. Dolayısıyla Molyneux, sanat, yabancılaşmamış insan emeğinin bir ürünüdür der.[10]

Molyneux, sosyalizmle beraber yabancılaşmaktan kurtulan emeğin diyalektik biçimde sanatı geliştirdiğini ve kitlelerin yaratıcılığını açığa çıkardığını söyler. Ekim Devrimi’nden sonra sanat, toplumda sanatçıların daha önce dokunmadıkları yerlere ulaşır. Sosyalizm ilerledikçe sanat, ayrı bir kategori olmaktan çıkacaktır, çünkü onu kategorileşmeye zorlayan yabancılaşmış emek kaybolacaktır. Bu durum insanlar sanat yapmayacaklar anlamına gelmez, sanatı öteki eylemlerinin yanında yaptıkları bir şey hâline getirir.[11] Yani Molyneux, Marx’ın ressam örneğini geliştirip komünist bir toplumda sanatın, üretime içkin bir olgu olarak yaşayıp gelişeceğini iddia eder.

Sanat üretimi için temel koşul, emeğin yabancılaşmaktan kurtarılmış olmasıdır. Yabancılaşmış emek, özne ve ürün arasındaki bağ kopuk olduğu için ortaya özgün, yeni veya öznel müdahaleye açık bir eser koyamaz. Üretim, kuralları belirlenmiş, değişikliğe ve müdahaleye kapalı gerçekleştiğinden yabancılaşmış emek, sanat üretemez.  Sanat ancak emeğin yabancılaşmasının ortadan kalkmasıyla kendini var eder. Yabancılaşma olmayan bir toplumda sanat, onu bugün ayrıksı durmaya zorlayan çelişkilerinden kurtulup, üretime içkin bir hâle gelir.

Ancak yabancılaşmayı tartışırken, özel olarak emeğin yabancılaşmasından bahsettiğimi tekrar hatırlatmak istiyorum. Emeğine yabancılaşmayan bir üretici, sanatçı olma potansiyeli taşır. Ama emeğine yabancılaşmamış olması onun kendisine, topluma veya doğaya yabancılaşmamış olduğu anlamına gelmez. Bir sanatçı hayatın diğer alanlarında yabancılaşmayı deneyimleyebilir. Örneğin Kafka’nın sanatına diyecek bir şey yoksa da topluma yabancılaştığı açıktır.

Ancak sanata yabancılaşmamış emek demek yetersizdir. Çünkü bu durumda yabancılaşmamış tüm emek biçimlerine sanat deneceğinden sanat tanımı anlamsızlaşır. Buradaki temel iddia, yabancılaşmamış emeğin, sanat üretimi için temel koşul olmasıdır. Yani yabancılaşmamış emeğin üretimi çok basit ve sıradan bir eser de olabilir.

Ürünün sanat eseri olması, o ürünü nitelikli kılmaz, sadece oradaki üretim sürecine dair fikir verir. Yani yabancılaşmamış emeğin üretimi sanat icrasına kapı aralasa da sanatın niteliğini cevaplamaz. Mermer ile yıllarca çalışmış biri ile ilk defa eline mermeri alan birinin ürünleri arasında büyük bir niteliksel farklılık vardır. Bu nitelik farkını anlayabilmek için, birisine iyi sanat ürünü derken ötekisine kötü sanat ürünü diyebilmenin koşullarını görebilmek için sanatçıların üretim sürecindeki özgürlüğünü anlamak şarttır.

Özgürleşmiş emek

Eagleton konuya dair şunu der: “Sonuçta sanatın insan kapasitesini gerçekleştirme gücü, toplumun kendisinin dönüşümü vasıtasıyla söz konusu kapasitelerin serbest kalmasına bağlıdır. Marx, 1844 Elyazmaları’nda yalnızca toplumsal yabancılaşmanın aşılmasında sonra ‘insanın nesnel duyusallığının zenginleşmesiyle, müzikal bir kulak, biçimin güzelliğini algılayan bir göz, kısacası insan hazlarını duyumsama kapasitesinin (…) kısmen geliştirilmiş (…) kısmen meydana getirilmiş’ olacağını iddia eder.

“O halde, Marx için sanatın insanın güçlerini sergileme yeteneği, tarihin kendi nesnel hareketine bağlıdır. Sanat, toplumun belli bir düzeyinde fikri ile maddi yapıtın ayrılmasıyla sonuçlanan ve böylelikle bir grup sanatçı ile entelektüeli göreli olarak üretimin maddi araçlarından ayıran iş bölümünün bir ürünüdür.”[12]

Yabancılaşmanın aşılmasıyla birlikte yapılmaya başlanan sanat icrası, estetik algıları geliştirir. Yani sanat, kapitalist iş bölümünün aşılmasıyla gelişecektir. Fakat tüm bu gelişmişlik şu an küçük bir zümrededir. Öyleyse sanatın niteliğinin temelinde icracının özgürlüğü yatmaktadır. Ancak öncelikle Lenin’in özgürlüğe yönelik eleştirisini öne koymak gerekir.

“O mutlak özgürlük denen şey ya bir burjuva palavrasıdır ya da (bir dünya görüşü olarak anarşizm, tersine çevrilmiş burjuva düşüncesi olduğu için) anarşist bir palavradır. İnsan hem toplum içinde yaşayıp hem de ondan özgür olamaz. Burjuva yazarın, sanatçının, oyuncunun özgürlüğü, para kesesine, çürümeye, satılık olmaya gizlice (ya da ikiyüzlü biçimde gizlice) bağımlılıktan başka bir şey değildir.”[13] Buradaki özgürlük, sanatçının hayattan kopuk olma talebi olan sözde özgürlüktür. Özerklik tartışmasını da barındıran bu konu, sanatın toplumdan bağımsız olmasının sistemin kalıntılarını yeniden üretmek anlamına geleceğini anlatır. Sanat için sanat diyen bir sanatçı, niyetinden bağımsız, yüzünü burjuvaziye döner. Lenin’in bu uyarısından sonra özgürlük konusunda Engels’e dönelim.

“Öyleyse istenç özgürlüğü, ne yaptığını bile bile karar verme yetisinden başka bir anlama gelmez. Buna göre, belirli bir sorun üzerinde bir adamın yargısı ne kadar özgürse, bu yargının içeriğini belirleyen zorunluluk o denli büyüktür; oysa çok sayıda çeşitli ve çelişik karar arasında, görünüşte canının istediği gibi seçen, belirsizliğe dayanan kararsızlık, bununla özgür olmayışını, egemenliği altına alacağı şeyin egemenliği altında bulunduğunu göstermekten başka bir şey yapmaz. Öyleyse özgürlük, kendimiz ve dış doğa üzerinde, doğal zorunlulukların bilgisi üzerine kurulu egemenliğe dayanır; böylece o, zorunlu olarak, tarihsel gelişmenin bir ürünüdür. Hayvanlar âleminden ayrılan ilk insanlar, her esas noktada, hayvanlar kadar az özgür idiler; ama uygarlığın her ilerlemesi, özgürlüğe doğru atılmış bir adımdır.”[14]

Engels’e göre özgürlük, zorunluluğun bilincine varmaktır. Dolayısıyla da özgürlüğe ancak zorunlulukları anlayan, müdahale edip değiştirebilen, bilgi ve eylem sahibi bir özne sahip olabilir. Öyleyse sanat icrasında zorunluluğu görüp ona müdahale etmek, niteliği artıracaktır. Yani emek özgürleştikçe üretimin niteliği artmaktadır. Dolayısıyla da sanat, emeğin özgürleşmesindedir.

Özgürleşmiş emeğin üretimi, sadece ihtiyacı karşılamaya değil, arzulananı üretmeye de dönüktür. Ürün, gereken kadar olmaktan çıkar, öznenin ve toplumun istek ve ihtiyaçlarına uygun bir ürüne, sanat eserine dönüşür. Amaç, tek başına doymak değil, lezzetli ve besleyici yemek yapmak olur. Böylece ürünün niteliğinde büyük bir sıçrama gerçekleşir.

Bu iddia, sanatın bilindik formlara sığmayacağını da anlatır. Sadece resim, müzik, dans, tiyatro, sinema ve heykel gibi formlar değil, bir bütünde emek içeren tüm faaliyetler doğru koşullar altında bir sanata dönüşebilir. Emeğin yabancılaşmadığı ve dolayısıyla da özgürleşebildiği bir koşulda nasıl resim yapmak sanat oluyorsa duvar boyamak da sanat olur. Dans bir sanat oluyorsa savaş da bir sanat olur. Yönetmenlik bir sanat oluyorsa liderlik de bir sanat olur. Emek yabancılaşmamışsa, sanata dönüşmeye adaydır. Çünkü koşullara uygun hareket etmeyi, koşullara müdahale etmeyi ve istediği sonuçları almayı öğrenecektir. Böylece özne, emeğiyle güzel bir ürün de üretebilir, kendini ifade de edebilir, toplumu da dönüştürebilir. Zorunluluğun bilincine varmak, sanatı etken kılar.

Sanat ve sınıf

Özne, maddeyi dönüştürürken ondan öğrenir ve kendini de dönüştürür. Yani madde üzerinde bir yetkinlik kurmaya başlar. Hangi duruma nasıl bir üretimin gerektiğini ve hangi aletlerle maddeye nasıl müdahaleler edileceğini öğrenir. Özne, zorunluluğun bilincine vardıkça üretiminin niteliği artar. Emek, özgürleştiği takdirde çevresini sanat eserine dönüştürürken, üreticiyi de sanatçıya dönüştürür. Ancak emeğin özgürleşmesi, tekil öznelerin özgürleşmesiyle tamamlanamaz. Bir bütünde toplumun özgürleşmesini gerektirir. Böylece bütün üretim süreci bir sanat hâline gelirken üretici sanatçıya dönüşür.

Bu durum, sanatın öğrenilebilir, geliştirilebilir ve değiştirilebilir bir süreç olduğunu da anlatmaktadır. Sanat nereden geldiği belirsiz bir deha veya yeteneğin sonucu değil, madde üzerinde kurulan bir yetkinliğin sonucudur. Bu süreçte kişinin belirli yatkınlıklarının olması, bütün bir üretim sürecini yeteneğe indirgeyemez. Önemli olan, emeğin özgürleşmesidir.

Öte taraftan bir sanat eseri ortaya koyabilmek için gerekli olan emek gücü, sistemin baskıları ile sınanır. Artan hayat pahalılığı, sanat topluluklarını ya ek iş yapmaya ya da piyasa koşullarına uygun üretim çıkarmaya sevk eder. Bu süreçte birçok oluşum batarken sermaye sahibi sanatçılar ayakta kalır. Dolayısıyla sanatçı ya sanatını sürdürmek için sisteme yedeklenecek ya da emeğini özgürleştirmek için mücadele edecektir. Sanatçı bugün, burjuvazinin sözcüsü veya sınıfının savaşçısı olmak arasında sallanmaktadır.

Böylece ne yapmalı sorusuna gelinir. Emek nasıl özgürleşir, sanat nasıl gelişir? Bir sanatçının temel talebi kendi emeği gibi başkalarının da emeğinin özgürleşmesinde yatar. Sanat, tekele alındıkça değil, toplumsallaştıkça gelişir. Bu nedenle sanat bütün devrimciliğiyle kamusallaşmalıdır. Bu sürecin bir tarafında sanatı kamusallaştıracak sanatçı bulunurken, bir tarafında ise emeği özgürleştirecek işçi sınıfının geri kalanı bulunmaktadır. Sanatçı, sanatının tutsak olduğunu düşünüyor ve onu özgürleştirmek istiyorsa çözüm, toplumdan bağımsız olmak değil, bizzat onun içinde, işçi sınıfının yanında saf tutmaktır.

Tabii bu süreç kolay olmasa da aşçı hikâyesi ne yapılacağı hakkında bir fikir verebilir. Bugün bir aşçı seçmemiz gerekiyorsa bize gereken bu fakir mutfağı yoktan var edecek, her şeyi değerlendirip bizi kesinlikle aç bırakmayacak birisidir. Ancak yarının gereği, doyduktan sonra lezzetli ve besleyici yemekler yapabilecek bir aşçı yetiştirmek olacaktır. Bugün yabancılaşmamak için verilen emek, yarınki özgürlüğün ön koşuludur. Sanatçının bugün işçi sınıfının yanında tuttuğu saf yarın icra edeceği yeni sanatın tohumunu atacaktır.

Sanatçının safı, sınıfının yanıdır.

Sanatçılar birleşelim, emeği özgürleştirelim!

[1]    Bertolt Brecht

[2]    Marx-Engels-Lenin, Sanat ve Edebiyat, Çev. Aziz Çalışlar, Evrensel Basım Yayın, Eylül 1996, s. 15.

[3]    Ernst Fischer, Sanatın Gerekliliği, Çev. Cevat Çapan, Payel Yay. Haziran 1995, s. 34.

[4]    Karl Marx, 1844 El Yazmaları, s. 104.

[5]    Friedrich Engels, Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü.

[6]    Larry Shiner, Sanatın İcadı Bir Kültür Tarihi, Çev. İsmail Türkmen, Ayrıntı Yay., 2013, s. 22.

[7]    Larry Shiner, age., s. 23

[8]    Karl Marx ve Friedrich Engels, Alman İdeolojisi.

[9]    Terry Eagleton, Marx Neden Haklıydı?, Çev. Oya Köymen, Yordam Kitap, 2011, s. 141.

[10]  John Molyneux, The Dialectics of Art, Haymarket Books, 2020, s. 34.

[11]  John Molyneux, age., s. 55.

[12]  Terry Eagleton, Marksizm ve Edebiyat Eleştirisi, Çev. Utku Özmakas, İletişim Yay., 2012, s. 89.

[13]  Noveya Zhizn, sayı 12, 13 Kasım 1905, N. Lenin Toplu Yapıtlar, Cilt 10, s. 44-49.

[14]  Friedrich Engels, Anti-Dühring, s. 133.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz