“Bir adım daha gitmem” – Bir halk efsanesi

1 – Colette’in Hikayesi

Colette’in en sevdiği gün Cumartesiydi. Sonbaharın o yağmursuz, serin rüzgarlı, üçüncü cumartesi gününde, en sevdiği günde aniden durdu ve “Bir adım daha gitmem” dedi Colette Azura. Arkasında kaba tavırlarıyla Colette’in ilerlemesini bekleyen adamlar anlayamadılar ne dediğini. Çakılıp kalmıştı olduğu yerde. “Bir adım daha gitmem çünkü insanlığın sınırına geldik”.  O an aklına yedinci sınıfta ilk kez aşık olduğu Cezayirli Çingene çocuk Eugene geldi, bir de elinde otomatik tüfeğiyle yerde yatarken televizyonda gördüğü, alt yazılı açıklamasında “liberres kurde” yazan siyah saçlı o kadın. Gülümsedi. Gözleri yarım saniye kapandı ve on üç yıl öncesini anımsadı.

13 yıl, bir gün önce…

Cezayirli, okula gelişinin daha ikinci haftasında bir perşembe günü kavga etmişti aksanıyla dalga geçen safkan Fransızlarla. Haklılığın bir önemi yoktu, vatansız çocuk vatan sahibi safkanlara bulaşmıştı bir kere. Bir de okul müdürü dövdü herkesin içinde. Çok güzel ağlıyordu Colette’in ilk aşkı. Colette onun çingene olduğunu daha sonra okuduğu kitaplardan öğrendi. Ara sıra mırıldandığı, sözlerinden hiçbir şey anlaşılmayan o şarkılar da çingenelerindi demek.

Ne kadar güzel ağlasa da bu yüzden ağlamamalıydı Eugen. Eve gittiğinde içi içine sığmıyordu, huzursuzdu. Ailesiyle birlikte akşam yemeğini yerken haberlerde gördüğü bir haber için kaldırdı gözlerini masadan. Doğudan ama çok doğudan bir haberdi. Bazı yerleri blurlanmış bir televizyon akışının küçük bir kısmında, yüzüne toprak bulaşmış siyah saçlı kadının yüzündeki güçlü bakışlar ve üzerindeki o yazı: “liberres kurde” zihnine kazındı, Colette’in. Çok etkilenmiş ama ne hissettiğini anlamamıştı. Aklına hemen Eugene geldi. Zaten aklındaydı ama bir kez daha geldi. Uzun uzun baktı kadının yüzüne. Bu, Colette’in on iki yıllık yaşamında ilgiyle izlediği ilk haber olduğu için babası televizyonun sesini biraz daha açtı. Kızını biraz daha arkadaş olmanın bir fırsatı olarak ona en kaba hatlarıyla devletleri, orduları, savaşı, terörü anlatmaya çalıştı ve kızının soracağı soruları beklemeye koyuldu. Colette soru sormadı. Annesi durumun öylesi bir merakla ilgili olmadığını en başından anlamış ve tebessümle izlemişti genç babanın çabasını. Colette hiçbir şey demedi. Teşekkür etti ve yemeğini yedi. Babası da dinlenilmediğini anlamıştı ama kızının büyüdüğünü düşünerek avundu, o da yemeğini yedi. Diğer haberleri izlemedi Colette. O akşam özel duygularını açmamak kaydıyla gidip çingeneyle konuşması gerektiğine karar verdi.

Cuma sabahının ilk dersiydi. İngilizce öğretmenleri fransızca anlatıyordu Eugen’in neden artık bir daha bu okula gel(e)meyeceğini. Öğretmenin bugüne dek anlattığı en tutarsız en saçma şeylerdi. Sonra herkese boş birer kağıt dağıtıp büyüdüklerinde ne olmak istediklerini ingilizce yazmalarını istedi. Colette kağıtları dağıtmaya başlayan öğretmenin az önce Eugen’le ilgili bir şeyler anlatırken durduğu yere doğru bakmaya devam etti ve kirpiklerinde biriken gözyaşlarını tutmaya çalıştı bir süre. Yüreğini acıtan şeyin ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. İki acı birbiriyle yarışıyordu sanki. Hangisi olduğunu anlamak zorundaydı yoksa baş edemeyecekti. Hangisiydi? Bir insana veda edemeden ayrılmanın verdiği acı mı, yoksa ona onun tarafında olduğunu söyleyemeden onu bir daha göremeyecek olmak mı?  Acaba Colette yapamamış olsa da bir gün birileri çıkar da bunları Eugen’e söyler miydi? Birileri Eugen’e yanında olduğunu, aksanının aslında çok sevimli olduğunu söyleyip, onu hiç kandırmadan bir an da olsa Eugen’in kendisini mutlu hissetmesini sağlar mıydı?  O an  yaşamı boyunca bunu bilmeyi, bundan emin olmayı istediği kadar başka hiçbir şey istemediğini fark etti. Bir de  artık; büyüdüğünde “kurde” olmayı istediğini. Boş kağıda bunu yazmadı, nasıl olsa anlamayacaklardı. Saçlarını siyaha boyadı biraz daha büyüyünce. Biraz daha büyüyünce eski rengine döndü. Hem kendisine  Eugen’le konuşma cesaretini veren siyah saçlı kadına hem ilk aşkı Eugen’e karşı güçlü bir sevgi ve özlem duydu içinde. 12 yaşına kadar yaşadığı en sarsıcı duyguydu bu.

13 yıl, bir gün, yarım saniye sonra…

Colette’in ne dediğini, kasklarında ve tüfeklerinde küçük fenerleri olan, sağ bacak, bel ve göğüs askılarında birer tabanca taşıyan, hepsi birbirine benzeyen teçhizatlılar da anlamadı, onlara komuta eden Renseignements Generaux’un operasyon şeflerinden olan ve o an silahının namlusunu Colette’in ensesinde gezdiren adam da. Şef namluyla vurdu Colette’in başının arkasına. Colette sendeleyip ileri gider gibi oldu ama bir adım daha atmadı. Tekrar etti. “Bir adım daha gitmem, insanlığın sınırına geldik” Devam etti. “Bundan sonrası insanlık değil. Ve söyleyeyim ben kendimi öldürmem, siz öldürün” Daha sonra bu başarısıyla terfi alacak olan RG şefi bastı tetiğe.

Colette Azura… Bir Fransız olarak doğdu. Bir çingene olarak âşık oldu. Bir kürt olarak öldü.

Colette o an öleceğini ve on üç yıl önceki o cuma günü içini acıtan duygunun hangi duygu olduğunu aynı anda anlamıştı.

 

2 – Karışık Hisler

Bu  hikâye ansız ölenlerin ve ölüme  az kalsın ölecek kadar yaklaşanların hikayesidir. Colette o gün ölmeseydi yeniden anlayacaktı ki; o anlarda veda, son bir seda gelir akla. Oysa Colette Fransız Özel Harekât şefinin o iğrenç terfi eylemine kadar bu mu o mu diye merak ettiği acılardan diğerini hep daha fazla yaşamıştı aslında. Eugen’e “yanındayım” diyememenin acısı.

Toplum tarafından onaylanmış bir aşkın varsa onunla manzaralı bir ev hayali kurarsın, toplum tarafından onaylanmamış bir aşkın varsa bir yolculuk hayal edersin gözden uzaklarda. Toplum tarafından onaylanmış bir hayaliniz varsa takdir, tebrik, saygınlık ve para kazanırsınız. Toplum tarafından onaylanmamış bir hayaliniz varsa hayatınız tehlikededir. “Demek ki toplum önemli bi mefhum”a bağlanmayacak bu kısım ama aklımızın bir köşesinde bulunsun.

 

Kim kime ne demeli, ne anlatmalı, neyi nasıl yaşamalı, hangi duyguyu kime yöneltmeli -ki bu sonuncu soru en önemlilerinden- biraz karıştı bu aralar. Sosyal medya paylaşımlarıyla sosyal sorumluluğunu ifa edip yerinde oturanlara ya da gezi de sokağa çıkıp şimdileri toplum tarafından onaylanmış hayallerine dalanlara, direnmekle uyum sağlamak arasındaki gizlenemez gidiş gelişlere ya da gördüğünüz gibi tırnak içinde “yahu hiç bir şey yapmıyorlar”a ve görevini “gereği gibi” ifa edemeyen solculara kızacak ve böylece yükü omuzlardan atacak kadar aciz değiliz elbet. Bir çıkış, bir yarılış lazım bize. Bir şey ki; hemen yarın sabah onunla çözülsün herşey, onu yapalım ve bir daha 25 yaşında hiçbir kadın sabaha karşı bir ev baskınında vurulmasın annesinin gözleri önünde.

İnsan öfkeleniyor tabi böyle bir yarılışın hemen olamadığını görünce, insan öfkeleniyor kendisi bir şeyi hissederken birinin ve hatta yanı başındaki birinin daha az hissetmesine. Ya da insan öfkeleniyor tabi; Brecht’in“doğal karşılanmasın hiç birşey ki normalleşmesin bu zulüm” diyerek ısrarla uyardığı noktada vahşetleriyle her şeyi yapabileceklerini ispat eden egemenlerin karşısında “normal” ölümlere duyulan acının azalmasına. Ya da insan öfkeleniyor tabi doğru bildiğini gerçeğe çevirecek gücünün ya da sokakların hala bizi anlatacak kadar kalabalık olmamasına. Çığlıkların boşlukta kayboluşu hissi insanı yoruyor.

Gezi, Rojava, Kobane, Seçim Zaferleri gibi en özgürlük kokan coşkunlukları da; diyarbakır, suruç, ankara, dilek, lokman, aziz ve yüzlerce yürek dağılışını da aynı iki buçuk yıl içinde yaşayan bir halkın çocukları olarak yorulduk elbette. Ama “ah” demeye hakkımız yok.

 

3 – Kısa bir özetle “Bize Böyle Ne Oldu?”: 

Sosyalizmin sovyetler birliği nezdinde tüm dünyadaki yenilgisinin ardından emperyalistler boş ovada at koşturur gibi yeryüzünü paylaşma yarışına giriştiler. Burada toprak ve çimen bizler oluyoruz. Kafkaslar, balkanlar derken paylaşım sırası Ortadoğu’ya geldi. Ortadoğuysa kaynayan bir kazan. Ortadoğu, demokrasi taşıyıcıların işgalleri ile zulmün zulünü yaşarken Emperyalist işgalciler de ummadıkları yenilgilerle savaşın yeni yeni biçimlerini devreye soktular. Gelinen son noktada çeteleşme yolu ile kendi hukuk sınırlarını da aşarak alçaklığa yepyeni boyutlar kazandırdılar. Ortadoğu’yla ilgili televizyon haberleri ya çok önce yaşanmış ya bu dünyada yaşanmıyormuş gibi bilimkurgu ve belgesel türündeymişcesine izlendi dünyanın geri kalan kısmınca. Sivasın batısındaki Anadolu da dahil. Evet, insan olmak dünyanın neresinde atılırsa atılsın bir tokadın acısını hissedebilmekti belki ama tokadın sesi uzaktan ancak şiirlerle geliyordu… ve maalesef insanlar her gün şiir okumuyor. Bu haberler de “vay arkadaş” seslerinin yükselmesi için ölüm sayısının bir seferde 50 yi 100 ü aşması gerekiyordu. Ama kapitalizm bu durur mu; iki sınıf arasındaki çatışmayı düzen içerinde tutmak göreviyle devlet dahi bir gelişkin örgüt olarak cevap veremedi Burjuvazinin hırsına, kar ve rant ihtiyacına. Akışa uygun olarak; o da değişti, evrildi. Toprak ve çimen 21. yüzyılın bu vahşetine karşılık da verdi elbet. Mısır, Yunanistan, Latin Amerika ve bizim buralarda Gezi, Rojava, Kobane tokat gibi patladı egemenlerin suratında. Bir coğrafyada direnenlerin bir adım sonrasını getirebilecek bir öznelliği yoktu, bir coğrafya da nesnelliğin sınırına gelindi. Bu tokatla da yıkılmayan egemenlerin intikamındaki vahşet ise egemenliklerini kaybetme korkusu ve eksiklerini giderme telaşıyla neredeyse ikiye katlandı. Egemenlerin vahşetinin derecesini ise bir önceki vahşetle bir sonraki vahşet arasında geçen zamanda vahşete verilen tepkiler belirledi.

 

4- Neden ve Nasıl Olmalı?

Mevcut durumda iktidar en azından şimdilik geri adım atma lüksünün olmadığı bir süreçte toprağı ve çimeni yeniden ürün veremeyecek, yeşermeyecek şekilde ezmek zorunluluğundayken bizler de bu ablukayı dağıtma zorunluluğundayız. Aslına bakılırsa -normal demeyeceğiz tabi ki ama- her şey bilimsel olarak yerli yerinde. Yapmamız gereken direnmek. Daha fazla. Nasıl?

Özellikle Gezi’den sonra nasıl? Soma’nın hesabını soramamışken, Gezi’de yitirdiklerimizin katilleri göstermelik cezalarla ortalıkta dolaşırken ya da hiç ceza almamışken, halkı dolandırdıkları gün gibi ortada olan bürokratlar, siyasetçiler ve yamyam akrabaları hala sırıtabilirken, milli güvenliğin gerekleri sıkıyönetimleri koşullayıp yüzlerce binlerce insan evlerinde bombalanırken, egemenler sokaktaki her eylemi hatta eylem potansiyelini ölümlerle cezalandırırken ve iç güvenlik yasası özgürlük diyen herkesin başında kılıç gibi sallanırken, 7 ayda cumhurbaşkanına hakaretten yürütülen soruşturma sayısı yeryüzünde kalan florida pumalarının sayısının 3 katıyken, herhangi biri, her hangi bir eyleme katıldığı gerekçesiyle okulunda, özel ya da kamu işyerlerinde her yöntemle tehdit edilip yaptırımlara uğrarken… Büyük bir direnişin örgütlenmesi fazla mı zor ya da fazla mı imkansız gözüküyor?

Zor olan yapılır, imkânsız biraz zaman alır!

Ya da

Bugün gerçek olan herşey bir süre önce birilerinin hayaliydi.

Ya da

Fıratın Batısı…

Ya da

Doğru devrimci çizgiye sahip bir azınlık artık azınlık değildir.

Peki, yaşama ihtimali “şimdilik” doğululara göre daha fazla olan batılılar… Her insan için yaşadığı şeyler hayatın en önemli şeyleri gibi gelebilir kendisine, tamam bu böyle kalsın diyelim, belki öyledir de, şimdi en azından en önemli ikinci şeyimizi ortaklaştıralım. Dünya.

Nazım’ın şiirleri gibi değil de, Nazım’ın şiir okuması gibi buruk bir dünyamız var.

Unutmayın ki; sokakta günlerce yatan ve yanına varılamayan ölüler, sahile vuran bebekler, akrebin arkasına bağlanan bedenler, evlerine girilip infaz edilen kadınlar, gelirin yüzde sekseni toplumun yüzde yirmisi tarafından paylaşılırken altı milyondan fazla aç gezen işsiz, yoksulluk sınırının dörtte biri kadar asgari ücret ve hemen herkesin yoksul olması gibi insanlığa yaraşmayan envayi çeşit durumla karşı karşıyayız. Ve sanmayın ki; bir tek sizi rahatsız ediyor bunlar.

Unutmayın ki; bu topraklar çok kısa süre önce üç beş ağaçla başlayıp hayata dair her zırvaya karşı büyüyen ve 7 milyon insanın katıldığı bir isyana çok yakın zaman önce tanıklık etti. Bu dünya; Kobane’de Işid’e karşı savaşta hayatını kaybeden bir Kanadalının kendi memleketinde bir kahraman olarak karşılanmasına tanıklık etti. “Ama bunlar bitti artık, geride kaldı.” diyenin niyetini sorgularım. Hayallerinizin hala size ait hayaller olarak kalmasını istiyorsanız sırf bir parça huzur adına onları sistemle uyumlu hale getirmeye çalışmayın. Ahmet bize giderken “büyük adam olamadık ama hayallerimizi de satmadık.” demişti. Neden yapmadık? Çünkü onların “büyük adam”ı olduğunuzda artık siz, siz olmazsınız.

Mesele bir şeye öfkelenmek, bir şeye vicdanlanmak, bir şeyi acıyla hissetmek meselesi değil. İnsan bir haksızlığın karşısında ancak ona karşı durabildiği, değiştirebildiği kadar vardır. Öfke, vicdan, acı; insani duygular olarak başlangıç kategorileridir. Eğer maddi yaşamda bu duygular kaynağına yönelen eylemleri yaratmıyorlarsa hiçbir işe yaramazlar ve iki tür sonuç doğururlar.  1- Bu hislerle baş edilemez ve akli denge sıkıntıya girer. Bunalım, pesimizm ve bohem yaşam biçimine dönüşür. 2- Bu duyguları tekrar yaşamamak adına duygunun kaynağından, konudan uzaklaşılır. İnsan böylece kendisinden ve insanlıktan uzaklaşır.

O halde hem insan kalmak hem de bu durumu ortadan kaldırmak için tek yol; savaşımdır.

Demek ki;

1- İnsanlığın sınırındayız ve bir adım daha gidilmemeli.

2- Geriye gitmeme inadı, tek başına ileri götürmez. Duyarlılık kalıtsal değildir, emekle kazanılır. İnsan hissetmekten de yorulabilir, hisler diri tutulmalı.

3- Asla yalnızlık duymamalı, çoğunluk olduğumuz fakat dağınık bir çoğunluk olduğumuz bilinmeli.

4- Toparlı azınlıklar ısrarlarında daha da ısrarcı olmalı.

5- Umutsuzluk ve rehavet ayıplanmamalı, anlaşılmalı ama saldırganca savaşılmalı.

6- Yaşamın her alanında, her kesiminde, her düzeyinde hareket etme olanakları açığa çıkartılmalı, tüm bu damarlar aynı denizde birleştirmeli.

7- Kitlesel eylemlere tanıklık edildi diye şımarılmamalı ve az sayıyla yapılan eylemler sayının azlığına bakılmadan süreklileştirilmeli. Biraradalıklar, platformlar, bloklar vs. zorlanmalı fakat beklenmemeli.

8- Bu eylemler yukarıda bahsedilen sokağa çıkmayı, “hayır” demeyi bilen fakat “hayır” diye bağırmak için kendine bir yer bulamayan ve alışkanlık yapan sosyal medya silahı ile bir şeyler yapmaya çalışan milyonlarca insanın buluştuğu ortak mücadele alanları olarak düşünülmeli ve buna uygun olarak yaratılmalı.

9- Bu hedefle her yerelde haftalık, koşula uygun, sabit eylemler oluşturmalı, bu eylemler her hafta daha da büyütülmeli.

10- Kadınlar, şairler, müzisyenler, sinemacılar, akademisyenler, grevdeki işçiler vd. bu alanlara çağrılmalı, sorunlar, talepler, çözümler ortak mecrada buluşturulmalı.

11- Bu maddeler değerlendirilmeli, tartışılmalı, çoğaltılmalı, eksiltilmeli, derinleştirilmeli ve zenginleştirilmelidir. o

Yaşasın 2016!

Mehmet Ferit Aka