“Beraber yürüdük biz bu yollarda”, boru, ittifak arayışları

Saray Rejimi dizaynı ile, Erdoğan’ın muktedir olması aynı şey değildir. Erdoğan, aslında Gülen Hareketi ile kapışmadan önce, kendini “muktedir” ilan etmişti. Demek, Gülen hareketine, bugün FETÖ deniyor, çok ama çok güveniyordu.

Anlaşılırdır. “Beraber yürüdüler” bu yollarda.

Nazi Müslümanlar, Almanya savaşı kaybettiğinde, Nazilerin tüm mirasını devralan ABD’nin projesidir. ABD, Nazi Almanyası’nın, faşizmin tüm dişlilerini alarak, CIA vb. gibi organizasyonlar kurmuştur. Bunun için, tekrar etmekten yorulmayacağız, bizim Tekelci Polis Devleti çalışmamızı (Deniz Adalı’nın bu çalışmasının 4. baskısı bulunabiliyor), okunması için öneriyoruz. İşte faşizmin dişlilerini içerecek tarzda devleti organize eden ABD emperyalizmi, buradan bazı projeler de aldı. Biri, Nazi Müslümanlardır. Nazi Müslümanlar, bizim topraklarımızda yeşertilmiştir. NATO üyesi ve SSCB’ye karşı emperyalizmin ileri karakolu TC devleti, her zaman deneyler ülkesi olagelmiştir. Nazi Müslümanlar başladığında, Erdoğan ortada yoktu. Ama bu projenin sahipleri, Erdoğan ve Gülen hareketinin mimarları olduğu için, beraber yürüdükleri yolun başı buradan başlatılabilir.

Ardından, “Yeşil Kuşak” Projesi gelir. Bunun da iyi biliniyor olması gerekir. Yeşil Kuşak Projesi, SSCB’yi kuşatmak için, İslam ve anti-komünizm arasında bağ kurulması demektir. Taliban da bunun evladıdır, İhvan da, Gülen de. Hepsi, Yeşil Kuşak Projesi’nin içinde büyümüştür.

Türk-İslam sentezi de bunun bir başka versiyonudur. Bahçeli ile yürüdükleri yol, Türk-İslam sentezine dayanmaktadır.

Yeşil Kuşak, Türk-İslam sentezi, bugün yerli ve milli politikalar denilen şeyin temelini oluşturur. Elbette, “yerli ve milli” daha zavallıcadır.

Ama bu projeler için, komünizme karşı mücadele derneklerinde, hem Bahçeli, hem Gülen, hem Erdoğan, çeşitli düzeylerde rol almış, bir “beraber yürüdükleri” yol oluşturmuşlardır.

Efendileri, Erdoğan’ı BOP eşbaşkanı seçerken, emin olmak gerekir ki, onun bel kemiği olmamasına, hiçbir ilke ve inanca, değere sahip olmamasına çok büyük önem vermişlerdir. Emperyalist ideoloji, pragmatisttir de. Pragmatizmi rehber edinmiş mülk sahiplerinin sömürgecilik politikaları için, en uygun “lider”ler, bel kemiği olmayan, değerleri sadece para ile ölçülebilir değerler olanlardır. Erdoğan, buna çok uygundur.

ABD, bu üçlü ayak eli ile, istediği adımı atabilmekte, bu üç ayağı da farklı tarzda beslemektedir. Erdoğan da, Gülen de, Bahçeli de doğrudan ABD’ye bağlıdır ve oradan emir alırlar. Ama her birinin, deyim uygun düşerse kendi çetesi var. NATO içinde yer alan Türkiye’de oluşturulmuş Ergenekon, Kontrgerilla, aslında bunların başka yol arkadaşlarıdır.

Ama ABD, SSCB’nin olmadığı bir dünyada, dünya liderliği ve imparatorluğu için adım atınca, bazı değişikliklere gitmesi gerekli oldu. Bu biraz da Türkiye’nin durumundan kaynaklanıyordu. NATO’nun SSCB’ye karşı ileri karakolu olan TC, aynı zamanda ortaklaşa bir sömürge idi. Siyasal açıdan ABD’ye bağlı, ekonomik olarak ise daha çok Avrupa’ya. Bu durum, soğuk savaş dönemi boyunca sorun olmuyordu. Ama ABD, dünya imparatorluğunu ilan etmeye hazırlandığında, Türkiye’yi, ABD’nin yeni bir eyaleti olarak organize etmek için harekete geçti.

Bu, Fuller’in deyimi ve Erdoğan, Gülen ekibinin sık sık tekrarladığı “yeni Türkiye” organizasyonu demek idi. İşte bu çerçevede Erdoğan’a BOP başkanlığı verilmiştir.

Erdoğan, Gülen, Bahçeli, bu yollarda, isteseler de istemeseler de beraber yürüdüler, aynı yağmurun altında ıslandılar mı bilemeyiz, daha duygusal bir sahne olur bu, ama yürüyüşlerine şahidiz.

Bu proje su alınca, dünya imparatorluğu biraz geri çekildi ve Afganistan ve Irak işgali projeleri gündeme geldi. Geldi ama, NATO artık eskisi gibi komünizme karşı mücadeleye kilitlenmiş bir NATO değildi, dahası ABD de, eski ortaklarını, hiç kaale almaz bir yola girmiştir. İşte, 1 Mart tezkere krizi kazası, Richard Parle’ü çok kızdıran bu olay, böyle ortaya çıktı. Parle, sadece Mehmet Ali Birand’ın programına çıkıp, küfürler etmekle kalmadı, ABD, çuval olayı ile bir hamle daha yaptı ve TC devletinin hizaya sokulması süreci başlatıldı. Bazı eskimiş kadrolar tasfiye edildi.

Derken, günlerden bir gün, Erdoğan, tam da “muktedir” olduğunu hissettiği, cukkayı yüklü tarzda doldurduğu bir dönemde, 17-25 Aralık operasyonu ile karşılaştı. Banka müdürlerinin evlerinden ayakkabı kutularında paralar ortaya çıktı. Ve sonrası daha iyi hatırlanacaktır.

Gülen ile birlikte, Ergenekon diye tanımlanan yapıya karşı operasyonlar yapan Erdoğan, bu kez, Gülen’e, FETÖ’ye karşı eski Ergenekoncularla işbirliğine başladı.

Şimdilerde ise, durum bir kere daha değişiyor mu, sorusu anlam kazanmaktadır.

Yıl 2009, tarih de 26 Haziran idi. Bu tarihte, ordu mensubu olanların, askerî şahısların, işledikleri suçlarla ilgili, “özel yetkili” mahkemelerde yargılanması kanunu hazırlandı, ‘aniden’ olduğunu öğreniyoruz. Yani İlker Başbuğ’un demesine göre anidenmiş.

İlker Başbuğ, eski Genelkurmay Başkanı, durup dururken, bu sayfayı açtı. Bu kanunu çıkartanlar FETÖ’cüdürler, dedi.

Tam da, FETÖ’nün siyasal ayağı gibi bir tartışma var iken. Erdoğan ve Bahçeli, FETÖ’nün siyasal ayağının CHP olduğunu söylüyor. CHP ise, bunun AK Parti’de aranması gerektiğini. Derken, Başbuğ devreye giriyor ve bu kanuna dikkat çekiyor.

Erdoğan, hemen harekete geçiyor ve milletvekillerini Başbuğ’a karşı dava açmaya çağırıyor. Milletvekilleri de dava açıyor. Tartışma büyüyor. Başbuğ, acaba bu hamleyi bilerek yaptı ve mahkeme açılırsa, bu konu ile ilgili soruşturma mı ortaya çıkacak ve AK Parti içinden tasfiye mi başlayacak, diyenler var. Ya da, bir başka senaryo olarak, acaba Erdoğan, Başbuğ’dan bunu rica etti ve bu yolla temizlik mi yaptırmak istiyor, diye soranlar da var.

Biz biraz daha farklı bir yaklaşım içindeyiz. Bunların hepsi de olasıdır ama durum aslında iktidar içindeki çatışmalardan daha da derindedir.

1- TC devleti çeteleşmiştir, daha da çeteleşecektir. Sadece SADAT aklınızda dursun yeter. Hemen her emperyalist gücün, kendine ait çeteleri, ekonomiyi parselleyen parababalarının, rantçı ve yağmacıların çeteleri ile iç içe geçmektedir.

2- İdlib bitince, yani Suriye ordusu İdlib’i alınca, ABD’nin Erdoğan’a iş yaptırma alanları da daralacaktır. Bunun ABD için sonuçları var. Ama aynı zamanda Saray Rejimi, sadece Erdoğan demek olmadığına göre, TC devletinin Saray Rejimi’ni nasıl devam ettirebileceği sorusu da var.

Her çete, her güç, kendi planlarını yapmaktadır ve her plan yapan gücün, bu planlarının arkasında, emperyalist güçler, sayalım, ABD ve İsrail, İngiltere, Almanya, Fransa vardır.

İdlib, bizzat Erdoğan ve Saray Rejimi tarafından, “rant-yağma-savaş ekonomisi” için bir beka sorununa dönüştürülmüştür. Burada beka, kendilerinin bekasıdır, yoksa ülkenin değil. Ve bu sorun şimdi, sonuna doğru yaklaşmaktadır. Er ya da geç sonuca yaklaşacaktır. Bu sonucu uzatmak için savaş naraları atıp, operasyonlar yapmaları elbette mümkün. Ama yolun sonu da görülmektedir.

İşte bu koşullarda Erdoğan, yol arkadaşlarının içine, eski arkadaşları olan FETÖ’cüleri dahil etmek istemektedir. Ergenekon’un kutsanmış kucağından kalkmadan, acaba, FETÖ’cüleri de yanına alabilir miyim hesapları yapıldığı kesindir.

Davutoğlu’nun partisi, Babacan’ın “parti kuracağım” pazarlığı, aslında Erdoğan’ı, değişikliğe hazırlamak için, ABD’nin operasyonları olarak ele alınabilir. Babacan, bu partiyi bir türlü kuramıyor. Aralık sonu, son tarih idi, yeni yıla kaldı. Ocak sonu son tarih idi, şimdi, hep birlikte Şubat sonu beklenmektedir. Erdoğan, Şubat sonuna kadar Suriye ordusuna, aldığın yerlerden çekil tehdidi savurmaktadır. Akar NATO’dan, Erdoğan ABD’den, Çavuşoğlu da Almanya’dan destek aramaktadır. Böylece, İdlib’i çözülmez bir sorun olarak uzatmak istemektedir. TC devletinin tüm kurumları, çetelerin denetimindeki İdlib’de, çeteciler için diploması yürütmektedir. Çünkü, kendi gelecekleri de buna, İdlib’e bağlanmış durumdadır.

Böylece, bir yandan Rusya ile ilişkilerin gerilmesi doğrultusunda açıklamalar gelmekte, bir yandan da içeride FETÖ’cülerle yeniden ittifak olma hazırlıkları yapılmaktadır. Bu ikisinin aynı anda gerçekleşiyor olması, boşuna değildir. Dün ateş püskürdükleri ABD elçilerinin, Türkçe, “şehit” edebiyatı yapması, tam da bu görüntüye uygundur.

Erdoğan’ın, “bu boruya benzemez” sözleri ile yaptığı çağrı, aslında durumu, yeni ittifak arayışlarını göstermektedir. Zaten ABD, Halk Bankası soruşturması diye geçen, aslında Erdoğan’ın mal varlığı araştırması demek olan davayı, dondurmuştur. Gerçi, nasıl rafa kaldırdılarsa, öyle indirirler ama, şu anda Erdoğan’ın buna acil ihtiyacı vardır.

Erdoğan, “boru”dan söz ederken, aynı anda, Damat’ın, yurt gezisine çıkıp, acaba AK Parti başkanı olarak iş görebilir miyim, diye test etmesi, sürecin diğer yönüdür. Demek oluyor ki, Erdoğan’ın, kendisine dayatılan, “Cumhurbaşkanı olarak kal ama parti başkanlığını bırak” çözümünü denediği, düşündüğü kesindir.

Damat parti başkanı olsa da, durumu toparlamaları mümkün değildir.

Babacan ile anlaşsalar da durumu toparlamaları mümkün değildir.

Davutoğlu partisini kapatıp, özür dileyip, tekrar AK Parti’ye dönse de durumu toparlamaları mümkün değildir.

Sallanmakta olan Saray Rejimi’dir.

Bu nedenle, savaşçı politikalara daha fazla yatmaktadırlar. İçeride ve dışarıda savaş naraları atmaları da bu nedenledir.

İşçi ve emekçilerin örgütsüzlüğü, en büyük avantajlarıdır. Bu nedenle de, mesele, işçi sınıfının devrimcileşmesi, örgütlenmesindedir. Gezi ruhunun, işçi sınıfına taşınması, devrimci görevdir. Bu kargaşaya, üstte süren bu çeteleşmeye değil, gözümüzü, işçi sınıfının devrimcileştirilmesine dikmemiz gereklidir. Bunu yapacak deneyim ve birikimimiz vardır. Yeter ki cesur olalım, yeter ki örgütlü hareket edebilme yeteneğimizi geliştirelim.