Barış (=hayat) ile savaş (=ölüm) hâli*

Kimilerinin, özellikle de liberal solcuların göklere çıkardıkları küreselleşmenin karaya oturduğu, “Yeni Dünya Düzeni”nin (“YDD”) iflas ettiği verili durum, “III. Büyük Bunalım”da somutlanan bir imkân ve tehditler almaşığıdır.

I) III. BÜYÜK BUNALIM: KAPİTALİST SÜRDÜRÜLEMEZLİK
Yunanca kökenli kriz, ayırmak, bölmek, karar vermek gibi anlamlara gelmektedir. Bir hastalığın ya da herhangi, bir şeyin seyrinde dönüm noktası, yani kesin ve yaşamsal önemde zaman, olay, aşama ya da durumu anlatır. Dolayısıyla kriz “son” anlamına gelmekten çok yeni uyumlaşmalar yoluyla “son”dan uzaklaşmayı da ifade edebilmektedir. Bu durumda kriz hastalıklı sosyal, ekonomik ve siyasi bir varlığın yaşamını önceki gibi sürdüremediği ve kendisine yeni bir yaşam şansı tanıyacak olan “dönüşüm”e zorlandığı bir dönemdir.
Yani hem etimolojik hem de aktüel anlamında, kriz içerisinde fırsatı da barındırır. Bir başka deyişle değişip dönüşerek daha güçlü hâle gelebilmek için bir fırsat olabilir. Yani genel olarak kriz, “tehlike” ile “fırsat”ın bileşkesidir.
Bu bağlamda kriz ya da “buhran”, “son” demek değildir. Aksine, “buhran”, olanaklı ise yeni uyarlamalarla “son”dan kaçınılabilecek önemli bir dönüm zamanına gönderme yapmaktadır; ancak bunlar olanaklı değilse “son”, örneğin çürüme, dağılma kaçınılmaz hâle gelir.
Buhran, hastalıklı bir toplumsal, iktisadi, siyasi varlık ya da dizgenin önceki gibi yaşamaya devam edemeyeceği ve ölümün nefesini ensesinde hissederken, kendisine yeni bir yaşama olanağı tanıyan dönüşümler geçirmek zorunda olduğu bir dönemdir.
Bu yüzden de, böyle bir buhran dönemi, eğer böyle bir şey gerçekleşirse, dizgenin gelecekteki gelişimini ve yeni toplumsal, iktisadi ve siyasi temelini belirleyecek hayatî kararların alınıp dönüşümlerin gerçekleştirildiği tarihsel bir tehlike ve belirsizlik uğrağıdır.
Kriz, önemli bir dönüm noktasında karar vermeyi işaret ederken; Karl Marx da, Kapital’in III. cildinde, krizin tanımını/ nedenini şöyle anlatmıştır: “Bunalımın nedeni, kapitalist üretimde gittikçe ve zorunlu olarak artan malların, proleterler tarafından gittikçe ve zorunlu olarak satın alınamamasıdır.”
Yine bir başka yerde de şöyle ifade edilir bu olgu: “Bütün bunalımların son nedeni, kapitalist üretimin, üretim güçlerini geliştirme eğilimi karşısında halk yığınlarının yoksulluğu… ve sınırlı tüketimidir.”
Krizler, kapitalizmin serbest rekabetçi aşamasında dönemsel (devrevi) karakterdeyken; belli dönemlerin sonunda kapitalizm krize kendi içinde kısmi bir çözüm getirebiliyordu. Ancak serbest rekabetçi dönemin bitip, tekelci dönemin başlamasıyla, yani emperyalizm aşamasıyla birlikte krizler süregenleşmiştir.
V. İ. Lenin 1900’larının başında, kapitalizmin tekelleşerek, emperyalizm adı verilen üst ve son aşamasına ulaştığı tespitini yaparken, bu aşamayla beraber de artık “kapitalizmin ekonomik kriz ve buhranlarının süreklileştiğini, bunun da dünya ölçeğinde proleter devrimler çağını başlattığını” söylemiştir.
Yani krizler, sınıflar mücadelesinde aynı zamanda mevcut düzenin en zayıf anları olarak da adlandırılabilir.
Bundan ötürü, Marksist-Leninist teoride krizle ayaklanmalar, krizle devrimci durum gibi kavramlar genellikle birlikte anılmışlardır.
Kapitalizm açısından kriz(ler) kaçınılmazken; Antonio Gramsci’ye göre, “Eskinin öldüğü, ama yerine henüz yeninin doğmadığı andır”; sosyalizmin güncelliğinin, zorunluluğunun tescilidir.
“Krizler, sürekli varolan çelişkilerin ancak ani ve zora dayanan çözümleridir. Onlar bozulmuş dengeyi bir süre için yeniden kuran şiddetli patlamalardır,” ifadesiyle Karl Marx’a göre, devrimlere, karşı-devrimlere vesile olan şey; ya da bir başka deyişle beklenmeyen ve sezilemeyen bir gerilim durumu ve bugünde geleceğin biçimlendirildiği zemindir…
Yaşanılanları, kapitalizmin neo-liberal versiyonun da kriz(ler)den muaf olmadığını gösterdi, görmek istemeyen gözlere. Asya krizi, borsa krizleri, derin resesyon kürselleşmenin artık aksamaya başladığına işaret ediyor. Aşırı üretim, kapasite fazlası sorunu geri geldi. Neo-liberal politikalar uygulandıkça büyümeyi engelliyordu. Ancak egemen sınıf fraksiyonunun baskısıyla, yeni bir strateji bulmak yerine var olanı koruyacak bir taktik olarak büyük bir mali genişleme başladı.
Mali krizin, “uzun durgunluğun” başlama tarihini, 2000-2001 yılındaki borsa çöküşlerine, o zaman elektronik, telekomünikasyon, fiber optik, otomotiv gibi lider sektörlerde ağırlığı hissedilen kapasite, üretim fazlası sorunu ile 1929 depresyonunu anımsatan resesyona kadar geri çekebiliriz.
III. Büyük Bunalım ile serbest piyasalarda yaratıcı yıkımın değersizleştirdiği sermaye ve işsiz bıraktığı milyonlarca insan birer istatik zayiati olarak kayıtlara geçiyor. İflaslar, intiharlar, yıkılan aileler, yaşanan dramlar sistemin efendilerinin umurlarında değil…
Örneğin ‘Dünya Ekonomik Forumu’nun (WEF) Davos Zirvesi’nde yayınladığı 2016 tarihli ‘Küresel Risk Raporu’nun içeriği, kapitalizmin geldiği aşamayı sergilerken; asalaklaşmaya eşlik eden çürümeyi belgeliyor. Risklerin giderek artmaya, kesişmeye başladığını vurguluyor, 2016 yılı ve gelecek 10 yıl için bir en önemli riskler listesi sunuyor. Küresel iklim krizine karşı önlem alma başarısızlığı, su krizleri, geniş çaplı zorunlu göçler, bölgesel etkiler yaratabilecek devletlerarası çatışmalar, ulusal düzeyde yönetim iflasları, derin toplumsal istikrarsızlıklar bu listenin başında geliyor.
Küresel mali piyasalar açısından 2015 yılının kötü geçtiğine, dünya ekonomisinde durgunluğun devam ettiği, 2016 yılına ilişkin beklentilerde resesyona, bir mali sarsıntı olasılığına doğru eğilen bir kötümserliğin egemen olduğu koordinatlarda; ABD’nin finans devi Lehman Brothers’ın 15 Eylül 2008’de iflas bayrağını çekmesiyle başlayan küresel krizin etkileri sürüyor.
Bütün makroekonomik metotlar bir işe yaramadı, tersine riskli yatırımlar ve borçlar arttı, yani dengesizlikler derinleşti. Öbür taraftan durgunlaşan sanayi üretimi ve yatırımlar, bütün dünya ekonomisini negatif etkiledi ve etkilemeye devam ediyor. Kısacası, dünya ekonomisinde durgunluk devam ediyor, 2016 yılına ilişkin beklentilerde resesyona, bir mali sarsıntı olasılığına doğru eğilen bir kötümserlik egemen. Jeopolitik alanda bir büyük olayın ekonomik hesapları altüst etmesinden korkuluyor.
Verili hâle ilişkin olarak “Bilgi Çağı”, “Kuşku Çağı”, “Korku Çağı”, hatta “Entropi Çağı” kavramları kullanılıyorken; en uygun kavram “Şaşkınlık Çağı” olmalıdır.
Kolay mı? Şaşkınlık mali krizle başladı. Mali piyasaların oyuncularının “maestro” (piyasaları bir orkestra gibi idare eden adam) olarak niteledikleri Merkez Bankası başkanı Alan Greenspan (1987-2006) Kongre Soruşturma Komisyonu’ndaki oturumda, kafasındaki ekonomik modelin gerçek hayatta işlemediğini görünce çok şaşırdığını, “şok geçirdiğini” açıkladığında tarih 23 Ekim 2008 idi.
Üç yıl sonra ‘The Wall Street Journal’, Nouriel Roubini’nin “Biz piyasalar çalışır sanıyorduk. Çalışmıyormuş… Marx haklıydı, kapitalizm bir gün kendi kendini yok edebilir” sözlerini aktarıyordu. Şaşkınlık küreselleşmenin kalıcı olmayabileceğine, sürecin geriye dönmeye başladığına ilişkin, sermaye hareketleri, dünya ticaret verileriyle, gelir dağılımındaki bozulmayla, bizzat kapitalizmin yol açtığına ilişkin Branko Milanovich ve Thomas Piketty’in araştırmalarının katkısıyla derinleşti.
Küresel kapitalizmin, çürüme, çözülme sürecindeyken; dünya ekonomisi 2009’daki çöküşten bu yana durgunluktan çıkamıyor.
Dünya ekonomisi dokuz yıldır, “uzun durgunluktan” çıkamadı. International Institute of Finance’ın 2016 yılı mayıs başında yayımladığı rapor, borç yükünün yeniden artarak kriz öncesi düzeyi aştığını saptıyor.
IMF’nin ‘World Economic Outlook/ Dünya Ekonomik Görünümü Raporu’nun Nisan 2016 sayısının ortaya koyduğu   gerçeklerin işaret ettiği üzere: Dünya ekonomisi yavaşlamasını sürdürüyor ve durgunluk önümüzdeki iki yıl boyunca sürecek.
1980 sonrasında kapitalizmin içine sürüklendiği kaçınılmaz krizlerini aşabilmek için geliştirilen neo-liberal politikaların yol açtığı dengesizlikler ve gelir dağılımındaki bozulmanın yarattığı sosyal sorunlar, şimdi “Yeni  Normal” olarak olağanlaştırılmaktadır.

II) GEBEREN KAPİTALİZM: EMPERYALİZM
Bunların böyle olmasında şaşırtıcı bir şey yoktur. Çünkü çok önceleri Hikmet Kıvılcımlı’nın ifade ettiği üzere “Emperyalizm, geberen kapitalizmdir.”
Zulmün kurumsallaşmış hâlidir. Kapitalizmin en yüksek aşamasıdır. Mali sermayenin dünya çapında egemenliğine dayanır. Kapitalizmin son aşamasıdır.
Modern dünyanın sömürü biçimidir, köleleştirme yöntemidir. Küreselleşme adı altında gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkeleri boyunduruk altına almaktır.
Latince, “emretme”, “hükmetme” anlamlarına gelen “imperium” sözcüğünden batı dillerine geçiş yapmıştır. İstilacı ve sömürgeci anlayışı benimsemiş her türlü doktrinin çıkış noktasıdır. Emperyalist bir devlet, başka ulusların topraklarını ele geçirerek yayılmayı, onları siyasal ve ekonomik egemenliği altına almayı amaçlarken; Ernesto Che Guevara’nın ifadesiyle: “Emperyalizm hayvanlıktır. O hayvan hiç doymak bilmez. O ulusal sınırları bilmez. Hitlerin hayvan orduları gibi, Kuzey Amerika’nın hayvanları gibi, Belçika’nın emperyalistleri gibi ve Cezayir içindeki Fransız emperyalistleri gibi. Çünkü emperyalizmin özü; insanları hayvana dönüştürmektir, delirmiş kana susamış hayvanlara…”
V. İ. Lenin’in işaret ettiği üzere, “Sömürge politikası da, emperyalizm de, kapitalizmin çağdaş döneminden, hatta kapitalizmden önce vardı. Kölelik üstüne kurulu bulunan Roma, bir sömürge politikası izliyor ve emperyalizmi uyguluyordu. Ama, ekonomik ve toplumsal biçimler arasındaki farkı görmezden gelerek ya da arka planlara iterek, emperyalizmin ‘genel düzeni’ üzerine fikir yürütmek, tıpkı ‘büyük Roma’ ile ‘Büyük Britanya’ arasında kıyaslamalara girmek gibi birtakım boş palavralara ve bayağılıklara düşürür kişiyi. Çünkü kapitalizmin eski evrelerindeki sömürge politikası bile, mali-sermayenin sömürge politikasından temel ayrılıklar göstermektedir.”
Kapitalist emperyalizm kavramı ilk kez, XX. yüzyılın başında Rudolf Hilferding, V. İ. Lenin, Nikolay Buharin, Rosa Luxemburg gibi yazarların çalışmalarıyla gündeme geldiğinde, vurgu büyük güçler arası ilişkilere, rekabete, nüfuz alanlarının (pazarların, kaynakların) paylaşılmasına, sonra yeniden paylaşılması sırasında çıkan savaşlara yapılıyordu.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra sömürgeler siyasi bağımsızlıklarını kazanırken bu yeni kurulan devletlerin kaynaklarını merkez ülkelerin kullanımına açık tutacak politikaları belirlemede ekonomik baskı (şantaj ve şiddeti de gerektiğinde kullanılarak), emperyalizmi yerli kapitalistler üzerinden içselleştirmek önem kazandı.
Emperyalizm kavramı/ teorisi de bu yeni duruma paralel olarak zenginleşti. Bu alanda Maurice Dobb, Paul A. Baran, Andre Gunder Frank, Samir Amin, “Bağımlılık, Geri Bıraktırılmışlık” teorilerini, “Merkez-Çevre” ikilemini geliştirdiler.
Immanuel Wallerstein’in “Dünya Sistemi” kavramsallaştırması, bütünsel bir resim oluşturmaya yardımcı oldu. Bu zeminde gerçekleşen iki önemli katkı emperyalizm teorilerinin bugün geldiği noktayı temsil ediyor. David Harvey, sermayenin mekân düzenleme yöntemlerini teorize ederken sermayenin girdiği alanlarda, modern emperyalizmin çevrede ve merkezde yarattığı etkileri düşünmeye olanak verecek araçları kavramsallaştırdı.
Giovanni Arrighi de bu araçlardan ve Wallerstein’in katkılarından kalkarak Antonio Gramsci’nin hegemonya teorisini kullanarak, tarihçi Fernand Braudel’in çalışmalarından da yararlanarak kapitalizmin yapısal krizler, finansallaşma ve hegemonya değişimleri üzerinden çizilmiş bir haritasını sundu.
Bu kapsamda dünden bugüne yüzümüzü dönersek: Kapitalizm, bir küresel üretim biçimi olarak nüvesini XIII. yüzyıl İtalyan şehir devletlerinde buldu. Kısa zamanda gelişti; “ortaçağdan kalma bütün sınıfları geri plana itti”; küresel bir sistem olarak gezegenimizi kendi mantığına bağımlı kıldı. K. Marx ve F. Engels’in ‘Manifesto’da yer alan ifadeleriyle,     “Tek sözcükle, dinsel ve siyasal yanılsamalarla perdelenmiş sömürünün yerine, açık, utanmaz, dolaysız, kaba sömürüyü koydu.”
Kapitalizm, XIX. yüzyılın sonunda emperyalizm diye tanımlanan “en yüksek aşamasına” ulaştı. Bu arada buhar devrimi diye anılan kimya ve demiryollarına dayalı teknoloji hamlelerini; Fordizm diye tanımlanan ve montaj hattına dayalı üretkenlik ivmelenmelerini gerçekleştirdi. XX. yüzyılın son çeyreğinde çokuluslu şirketler ve uluslararası finans kuruluşlarının hegemonyasına dayalı “yeni emperyalizm” dönüşümünü küreselleşme adı altında kurguladı: IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü ve benzeri kuruluşlar aracılığıyla tüm dünyaya “başka alternatif yok” sloganlarıyla dayatıldı.
“XXI. yüzyılın ikinci on yılı sürerken kapitalizmin gelişimine dair üç önemli gözlem yapmak mümkün: 1) Deflasyon, yani tüm fiyatların (ücretler ve faizler dahil) çöküşü; 2) üretkenlik kazanımlarında gerileme ve 3) gelir eşitsizliğinin artması; sosyal dışlanma ve parçalanmanın derinleşmesi. Ana akım iktisat yazınında yeni normal diye tanıtılarak, sıradanlaştırılmaya çalışılan bu süreçte yaşanan deflasyon sonucunda fiyatlar ile birlikte kâr oranları da gerilemekte ve sermayenin yeniden üretimi zorlaşmaktadır. Artan gelir eşitsizliği ise başta etnik ve yerel nitelikli savaşlar olmak üzere, uluslararası göç dalgalarının, yoğunlaşan sosyal gerilimlerin ve küresel siyasi şiddetin ana nedenini oluşturmakta.
Üretkenlikte durgunluk (ve hatta ABD için son iki yıldır gözlenen gerileme) ise XXI. yüzyıl kapitalizminin en önemli açmazlarından birisi olarak öne çıkmakta. İşçi başına milli gelir artış hızlarına ilişkin verilere göre, 2010 sonrasında kapitalizmin beş merkez ekonomisinde üretkenlik kazanımları yüzyılın ilk on yılı ile karşılaştırıldığında ciddi anlamda gerilemiş gözüküyor. Bir zamanların üzerinde güneş batmayan imparatorluğu İngiltere’de ve İkinci     Dünya Savaşı sonrasının mucize ekonomisi Almanya’da üretkenlik temposu yarı yarıya düşmüş vaziyette;     Japonya’da gerileme yüzde 80’i aşmış. Silikon Vadisi’ni, Google arama motorunu, uzaydan takip sistemlerini, Uber taksiyi dünya tüketicilerinin emrine sunmayı başaran Amerikan kapitalizmi ise üretkenlikte tam bir çöküş yaşıyor.
XXI. yüzyıl kapitalizminin merkez ekonomilerinde artık yeni normal diye anılan koşulların Türkiye benzeri çevre ülkelerindeki sosyal yansıması ise ‘rekabetçi otoriterliğe’ dayalı siyasi şiddet olarak tezahür ediyor”ken; kapitalizmin en yüksek aşamasına denk düşen iktisadi sosyal ve siyasi bir olgu olan emperyalizm, diğer yönden sosyalist devrimin arifesidir…
Tekelci kapitalin egemenliği, emperyalizmin en belirgin özelliğidir. Bu yüzden, emperyalizme tekelci kapitalizm de denir. İlk olarak V. İ. Lenin emperyalizmin çok yanlı bir bilimsel çözümlemesini yapmış ve en karakteristik ekonomik niteliklerini ortaya koymuştur. Bu nitelikleri: i) Üretim ve kapitalin belirli ellerde toplanması, bu yoğunlaşma o derecede gelişir ki, tekelleri doğurur. ii) Banka kapitali ile sanayi kapitalinin birleşip kaynaşması, finans kapitalin ve finans oligarşisinin doğması; iii) Mal ihracı yerine kapital ihracının tipikleşmesi; iv) Dünyayı aralarında ekonomice bölüşen uluslararası kapitalist tekel birliklerinin kurulmaları; v) Dünyanın en büyük kapitalist devletler arasında toprakça bölüşülmesi sürecinin tamamlanmasıdır.
V. İ. Lenin’in ‘Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması’ başlıklı yapıtı ile diğer çalışmalarında emperyalizme ilişkin çözümlemeleri, “İnsanın insan tarafından sömürülmesine son verildiği ölçüde, bir ulusun bir başka ulus tarafından sömürülmesine de son verilmiş olacaktır. Ulus içindeki sınıfların birbiriyle karşıtlığı ortadan kalktığı ölçüde, bir ulusun bir başkasına düşmanlığı da ortadan kalkacaktır,” diyen Karl Marx’ın ‘Kapital’indeki düşüncelerin geliştirilmesidir.
Emperyalizm, kapitalizmi savunanların savladıkları gibi, burjuva düzeninin temellerini yıkmaz. Kapitalist üretim tarzının temelleri, emperyalizmde korunur. Temel üretim araçlarının mülkiyeti, eskiden olduğu gibi, bir avuç kapitalistin ya da kapitalist birliklerin elerinde kalır. Emekçilerin sömürülmesine devam edilir. Kapitalist üretimin itici gücü yine kârdır. Kapitalist ülkelerin ekonomisi, üretimdeki anarşi ve rekabet savaşımı koşullarında ekonomik yasaların kendiliğinden hareketinin etkisi altında gelişir. Kapitalizmin temel yasası artı değer yasası yürürlülüğünü sürdürür.
Tekeller egemenliğinin serbest rekabetin yerini alması sonucunda, kapitalist birlikler (kartel, tröst, konsern, konglomera ve konsorsiyumlar) üretim ve sürümün büyük bir kesimini ellerinde toplar ve rakiplerini ezerler; bu suretle, tekelci kârını elde etmek olanağına kavuşurlar. Bu kâr orta kârdan bir hayli yüksektir.
Emperyalizmde kapitalist ülkelerin gelişmesi, dengesiz ve sıçramalıdır.
Emperyalizm çağında kapitalist ülkelerin gelişmesindeki eşitsizliğin artması sonucu, yüksek tekelci kârı elde etme savaşımında onlar arasındaki çelişkiler giderek keskinleşmektedir. Bütün emperyalist devletler dünya emperyalist sisteminin birer halkası olmalarına karşın, her biri kendi amacını izlemektedir. Bu yüzden dünya emperyalist sistemi derin ve keskin çelişkiler içinde çalkalanmakta ve bu durum kapitalist düzenin temellerini aşındırmaktadır.

III) KÜRESELLEŞME = YENİ DÜNYA DÜZEN(SİZLİĞ)İ
Neo-liberaller tarafından yıllardır herkese emperyalizmden farklı bir şeymiş gibi sunulmaya kalkışılan küreselleşme yani (=) “yeni dünya düzen(sizliğ)i” yıkımıyla yerküre ve coğrafyamız büyük bir kaosla yüzleşmek zorunda bırakıldı.
Ken Loach’un, “Dünya, neo-liberalizmin idealleri tarafından yönlendirilen ‘katılık’ nedeniyle, bizi felaketin eşiğine taşıyan ve Yunanistan, Portekiz ve İspanya’ya yoksulluk, batıdaki azınlığa ise grotesk bir gerginlik getiren, tehlikeli bir noktada… Dünyanın beşinci en zengin ülkesinde yemek arayan insanlar var. Yaşadığımız dünya artık çok tehlikeli bir yere dönüştü. Neo-liberalizm denilen sistem bizi yıkımın eşiğine getirdi, aşırı sağ ümitsizliğimizden ayrıca avantaj sağlıyor… Umut etmeyi sürdürmeliyiz. Başka bir dünya mümkün ve şart,” diye haykırdığı koordinatlarda eşitsizlik ve açlık, oligarşinin zenginliğiyle büyü(tülü)yor.
i) Kolay mı? 62 insanın malvarlığının 3.7 milyar insanınkinin toplamıyla eşdeğer olduğu bir eşitsizlik dünyasında yaş(atıl)ıyoruz…
Örneğin “Günümüzde dünyadaki sadece 85 zenginin geliri dünya nüfusunun yüzde 50’sinin gelirinden daha fazla. Ve dünyanın bu yoksul yarısı günde sadece iki dolarla geçinmek zorunda”yken; Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri    Yardımcısı Jan Eliasson, “Dünyada 130 milyon kişinin hemen, acil insani yardıma ihtiyacı olduğunu,” belirtti.
Hannah Arendt’in, “Sonu olmayan mülkiyet birikimi; sonsuz güç birikimine dayanmak zorundadır”; Karl Marx’ın, “İnsanların dünyasının değersizleşmesi nesnelerin dünyasının değer kazanması ile orantılı olarak artar,” saptamalarıyla betimlenmesi mümkün olan yerkürede yaşanan kapitalist yapısal krizle, ABD’de kronik ve mutlak bir yoksulluk dahi sürdürülemez özellikler kazandı. Mesela milyonlarca kişi evini kaybetti. Resmi verilere göre, yoksullaşma oranı nüfusun yüzde 15’ini kapsayacak kertede yükseldi. Eşitsizlik derinleşti. Evsizlerin ve sokakta yaşayanların sayısı yükseldi. Sefalet kitleselleşti ve kronikleşti.
‘Ameco’ kaynaklı veriler, 1975’ten bu yana emeğin gelir payındaki kayıpların İngiltere ve İtalya’da yüzde 15; İspanya ve Avusturya’da yüzde 12; Fransa’da ise yüzde 8 boyutunda olduğunu belgeliyor.
Çalışmanın ve emeğin değerini hızla kaybettiği bir dönemdeyiz. Haftada 50 saatin üzerinde çalışıp ay sonunu bile getiremeyecekleri ücretler kazanıyor büyük çoğunluk. ABD’de işçilerinin yüzde 25’i (ki bu oranın da yüzde 40’ı hizmet sektöründen) aldıkları ücretlerin yanı sıra yaşamlarını sürdürebilmek için devletten de çeşitli yardımlar almak zorundalar. Yine ABD’de 1996-2011 kesitinde mutlak yoksulluk sınırında yaşayan kişi sayısı 636 binden 1.5 milyona çıktı.
Kürselleşme ile ABD olmak üzere Batı ülkelerindeki eşitsizlik hızla artarken; egemen kalemler bile, “Eşitsizlik algısı dünyayı rahatsız ediyor,” itirafını dillendirmek zorunda kaldılar…
Bu işin bir yanı, ötekilere gelince, hızla kimi somut verileri sıralayalım!
ii) Kubilay Halaçlılı’nın, “Savaşlarda insanlar ölür, silah şirketleri kazanır” notunu düştüğü tabloda 9 Şubat 2016’de açıklanan IISS’nin hazırladığı ‘2015 Silahlanma Raporu’na göre, ABD’nin 597 milyar dolarlık askeri bütçesiyle hâlen dünyanın en fazla askeri harcama yapan ülkesi.
ABD’nin bütçesinin kendisini takip eden diğer 10 ülkenin askeri bütçesinden fazla olduğunun vurgulandığı rapora göre, ikinci sıradaki Çin’in bütçesi ise ABD’ninkinin dörtte biri civarında.
Raporda, Rusya’nın askeri harcamaları dolar bazında kısmen gerilese de, ruble bazında yüzde 10 artış gösterdiği ve askeri modernize programlarının meyvelerini almaya başladığı belirtildi.
Çin başta olmak üzere Asya ülkelerinin askeri modernizasyon programlarına yer verilen raporda, NATO üyeleri başta olmak üzere Batılı ülkelere oranla askeri alanda ciddi bir ilerleme sağlandığı vurgulandı.
IISS raporunda, Suudi Arabistan başta olmak üzere Ortadoğu ülkelerindeki askeri harcamalara atıfta bulunulurken, Suudilerin 82 milyar doları bulan askeri harcamalarının en yakın rakibi İran’ın da silahlanmasını beraberinde getireceği kaydedildi.
Ayrıca Fransa, Ortadoğu ve Körfez’deki savaşlar üzerinden rekor kırdı. Silah sanayi ihracatında 2015’de 16.9 milyar euro gelir elde eden Fransa, 2015 yılını bu alanda rekorla kapattı. Fransa en çok silahı Suudi Arabistan, Mısır ve Katar’a sattı.
iii) Lindsey German’ın, “Savaşlar sığınmacıları yaratıyor”; Ramzy Baroud’un, “Savaş mülteciliğini doğurur,” tespitlerinin altını çizerek hatırlatalım!
Birçok ülke çatışma bölgelerindeki trajediden ancak Avrupa ülkelerine mülteci akını olunca uyanır gözükürken, Irak ve Suriye’de desteklenen çeteler ve bölge ülkelerinin operasyonları sonucu göçler katmerleşiyor. Haziran 2014’den     Ekim 2015’e sadece Irak’ta yaklaşık 3 milyon 200 bin kişi evinden oldu. Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ne de    saldırılar yüzünden 130 binden fazla kişinin gıda sorunu yaşadığı açıklandı.
BM raporuna göre, dünyada savaş yüzünden evini terketmek zorunda kalan kişi sayısı 60 milyonu geçerek tarihin en yüksek seviyesine çıktı.
Yine BM’nin 2015 raporuna göre, Avrupa’ya ayak basan mülteci sayısı 2014’e göre 4.5 kat arttı. 3 bin 735 mülteci ise denizde öldü ya da kayboldu.
Ebeveynleri yanlarında olmaksızın Avrupa’ya umut yolculuğuna çıkan çocuklardan en az 12 bini kayboldu. 2015 yılında Avrupa’ya tek başına seyahat eden 95 bin çocuğun vardığı belirtilirken, kayıp çocukların organ ve fuhuş mafyasının eline düşmüş olmasından endişe ediliyor.
BM’nin ‘Küresel Eğitim Özel Temsilcisi’ Gordon Brown, Türkiye, Lübnan, Ürdün başta olmak üzere Suriyeli mülteci  çocuk sayısının bir milyon 300 binden fazla rakama ulaştığını, bunların ancak 500 binin eğitim alabildiklerini dikkat çekip ekledi: “Araştırmaya göre her üç Suriyeli mülteci çocuğun birisi çocuk işçi durumunda.     Bunlar yasa dışı şekilde ve sağlıksız ortamlarda çalıştırılıyor. Suriyeli mülteci kız çocuklarında evlilik oranı yüzde 12’den yüzde 26’ya ulaşmış durumda. Yapılan araştırmaya göre her üç kız veya erkek çocuğun birisi kayıt dışı alanda çalıştırılmakta. Biz bu çocukların ailelerine bir şans tanımaz isek, hergün çocuklarının geleceği için yeniden   Avrupa’da yaşamanın hayallini kuracaklardır,” diye konuştu.
‘Birleşmiş Milletler Çocuk Fonu’nun (UNICEF) ‘Ateş Altında Eğitim’ raporunu göre Ortadoğu ve Afrika’da yaşanan çatışmalar nedeniyle 13.4 milyon çocuk eğitimden faydalanamıyor.
iv) İnsan hakları örgütü ‘Walk Free Foundation’ın, ‘Küresel Kölelik Endeksi’ne göre, dünya çapında 45.8 milyon kişi zorla çalıştırılarak, fuhşa zorlanarak, borçlandırılarak ya da insan kaçakçılarının elinde yaşamını “modern köle” olarak sürdürüyor.
Vakfın araştırmasına göre, köle olarak doğan veya modern kölelik kapsamına giren seks köleliği, borç köleliği ve diğer kölelik şartlarında zorla çalıştırılanların 2014’te 35.8 milyon olan sayısının yüzde 30 artarak 45.8 milyona çıktığı tespit edildi. Bu artışta savaş ve küresel ısınma sonucu oluşan kuraklık-kıtlık sebepleriyle insanların yurtlarından olması, göç dalgaları başlatmasının önemli rol oynadığı kaydedildi. 1.3 milyar nüfuslu Hindistan 18.4 milyon köle ile listede ilk sırada yer alıyor. Hindistan’ı 3.4 milyon köle ile Çin ve 2.1 milyon köle ile Pakistan takip ediyor.
Ayrıca ‘The Sun’a göre, Nepal’de 2015’te yaşanan depremde ailelerini kaybeden çocuklar, köle tüccarları tarafından İngiltere’ye satılıyor. Çocuklar için biçilen fiyat 21 bin TL’yi buluyor.
Ve bir şey daha: ABD’de kendilerini markalaştırmak isteyen yeni nesil seks tacirleri, isimlerini köle kadınların vücutlarına dövme olarak işliyor.
v) Bu koşullarda Orhan Bursalı, “Dünyada ‘demokrasi’nin sonu mu?” sorusunu dillendirirken; liberal demokrasi, serbest piyasa küreselleşme dünyasına gözünü açan 1980 sonrası kuşakların genel eğilimi “Demokrasi mi dediniz? Teşekkür ederim istemem” yönünde şekilleniyor…
İlerlenen güzergâhta zamanın ruhu, geleceğin tohumlarını da içinde taşırken; “Küreselleşme başladığında, bir gün bu noktaya geleceği konusunda uyarıyorduk, çünkü yeni bir küreselleşme dalgasını gündeme getiren yapısal-ekonomik kriz, küreselleşmenin sonunu getirecek tohumları içinde barındırıyordu.”
vi) III. Büyük Bunalım ile dünya kabuk değiştiriyor.
Roma’nın son günlerini çağrıştıran benden sonra tufan kapitalizminin çöküşünün, yeni bir düzeninin doğum sancılarını yaşıyoruz.
“ABD, Rusya’ya soğuk savaş açtı”; “Soğuk Savaş kızışıyor” notlarını düşüldüğü çerçevede dünya düzeninde tarihsel bir dönüşüm yaşanıyor.
2015 yılında Credit Suisse’in yayımladığı bir rapor, “Küreselleşme sona ermiyor, ama çok kutuplu olmaya başlıyor” sonucuna ulaşıyordu. Tarih bize, çok kutuplu şekillenmelerin hegemonya rekabeti altında savaşlara yol açtığını söylüyor.
ABD’li düşünce kuruluşu Brooking Enstitüsü’nün Başkan Yardımcısı Kemal Derviş, yeni bir dünya savaşına karşı uyarılarda bulunup, şartların I. Dünya Savaşı öncesini andırdığının altını çizerken; yoğun bir biçimde Dünya Savaşı “yine olur mu” sorusu tartışılıyor. Dün ile bugün arasındaki benzerliklere işaret ediliyor. Yedi yıldır, “büyük durgunluk”, “uzun dönemli kalıcı düşük büyüme ortamı”, “deflasyon”, “gelir dağılımı adaletsizliği”, “kitlesel ayaklanma” konuları büyük ilgi çekiyor.
Slavoj Zizek, “Bölünmüş ve tehlikeli bir dünya” gerçeğine dikkat çekerken; ‘The Financial Times’dan Philip Stephens, küreselleşme döneminin “iyi zamanlarının” yerini, jeopolitiğin büyük güçler rekabetinin “kötü zamanlarına” bırakmaya başladığının altını çiziyor; Günter Grass da, ‘Der Standart’ gazetesindeki röportajında dünyadaki gelişmeleri endişeyle izlediğini belirtip; “Dünyanın yeniden paylaşımını esas alan üçüncü dünya savaşının çoktan başladığını” söylüyor.

IV) BİR GEÇİŞ SÜRECİ -OLARAK-: KAOS
Yerküre ve coğrafyamızda, III. Büyük Bunalım ile bir durumdan diğerine geçilen süreci yaşarken; karşımıza dikilen hâl düzensizlik, karmaşıklık, karışıklıktır…
Kaos hayatı oluşturan en temel belirsizliktir, yapılması gereken içerisinde ki düzeni görünür kılabilmeye çalışmaktır.
Yunanca da karşılığı “dipsiz uçurum”dur; düzensizliğin düzenidir; yapmamız gerekenlerle, yapmak istediklerimizin birbirini tutmama hâlinde gireceğimiz derin girdaptır…
Kaos ile düzen düzensizliği yaratır; düzensizliğin içinde de bir düzen vardır; düzen düzensizlikten doğar.
Muhteşem bir kreşendo olarak kaos, öngörülebilir kavramların da ötesinde, bir işleyişidir.
Kaos kararlılık, kararsızlık ve salınım üzerine kuruludur. Kaos aynı anda yüzlerce dengenin ve dengesizliğin iç içe bulunma hâlidir.
Evrendeki tek yaratıcı güçtür; sonsuz bir nehirdir kaos. O kadar düzensiz akar ki en ideal düzenden daha düzenli ve dinamiktir.
Ian Steawart’a göre, “Kaosun dili -dinamik, değişim ve değişken- bilinmeden anlaşılmaz”ken; her an her yerde her şekilde vuku bulabilir. Gerçek şu ki, kaos düzenin ardılıdır ya da düzen kaosun…
Bir şeyin uyumlu duruma gelmeden önceki hâli olarak düzenden yoksunluk ve uyumsuzluk durumudur.
Evrenin temel varoluş hâli olan kaos, ortama göre değişkenlik gösterebilecek bir durumdur.
Düzenli olmama hâli olarak kaos, maksimum düzensizlik, minimum enerjidir.
Kaos ve karmaşıklık farklı kavramlarken; kaos sadece bir karmaşadan ibaret değildir.
Kaosta bir düzen vardır ve düzende de kaos saklıdır. Bu iki şey birbirine tahmin edilenden çok daha fazla bağlıdır. Olayların lineer oluşu bir sonraki hamleyi tahmin etmemizde yardımcı olur ve kesin sonuçlar bulmak mümkündür.
Kaos hayatın ta kendisidir. Realitedir. Bir yaşam tarzıdır. Birbirine zıt olan her olguyu kabullenmektir, teslimiyettir. Yaşamın her parçasında bulunandır. Bir düşünsenize evrende kaosun olmadığını. Her şey tek düze, her kategoride sadece tek bir egemen. Hiç muhalif yok, hiç karşıtlık yok. Alternatif yok, seçenek yok. Kaosun olmaması demek başı ve sonu belli bir çizginin var olması demektir.
Kaos hayatı dallı budaklı bir çizgi hâline getirendir. O çizgi üzerinde bir istikamette yol alırken kaybolduğunuzda hemen farklı bir geçitten yolunuza devam edersiniz.
Yunan mitolojisine göre, herşeyden önce varolan; evvelde sadece o olan kaosu kısaca dört ana başlıkta özetleyebiliriz:
i) Kaosta küçük bir girdi büyük sonuçlar doğurur.
ii) Kaos, istikrarsızlığın sistemin her yerinde var olma hâlidir.
iii) Kaosta, öngörülemeyen-beklenmeyen sonuçlar sistem dışındaki başka sistemlerle ve/ veya etkilerle değil bizzat sistemin kendisi tarafından üretir.
iv) Kaotik bir durumda bir sonraki adımın ne olacağı asla bilinemez.
Ve nihayet Chuck Palahniuk’un, “Gerçek karmaşaya ulaşamadığımız sürece, asla gerçekten huzurlu olamayacağız.   Her şey berbat bir hâl almadığı sürece, yoluna da giremeyecek,” diye tanımladığı kaos, insan(lık) açısından ayakların baş olduğu isyana da kapı açan dinamiktir.

V) BARIŞ (=HAYAT) VE SAVAŞ (=ÖLÜM) HÂLİ
Yerküre ve coğrafyamızda III. Büyük Bunalım ile devreye giren büyük alt üst oluşun kaosa yol açtığı güzergâhta barış insan(lık)a verilen bir değer ise, emperyalist/ haksız savaş da insan(lık)ı gözden çıkaran değersizliktir.
“Nasıl” mı?
2008 yılından beri her yıl yayımlanan bir veri var: Küresel Barış Endeksi. 163 ülkenin analiz edildiği bu endeks önemli bir olguyu da gözler önüne seriyor: Dünya çapında her yıl şiddetin bir önceki yıla göre yükseldiğini ve politik istikrarsızlığın arttığını…
Türkiye tahmin edeceğiniz gibi “Barış seviyesi düşük” ülkeler klasmanında. Dahil olduğu Avrupa kategorisinin son sırasında ve genel sıralamada en çok gerileyen üçüncü ülke. Listede 2015 yılında 135’inci sıradaydı, 2016’da 10 sıra gerileyerek 145’inci olabildi.
Küresel Barış Endeksi’ne göre, çatışma ve terörizmin dünyaya maliyeti sadece 2015 yılında 13.6 trilyon dolar oldu. Bu dünyanın toplam gelirlerinin yüzde 13.3’üne, her bir insan için ise 1.876 dolara denk geliyor.
Bu tabloda içinde debelendiğimiz III. Büyük Bunalım’ın kaosu, düzensizlikten düzene geçiş ise, eşitsizliğin yerine eşitlik, haksız savaşın yerine barışın ikame edilmesi “olmazsa olmaz” oluyor.

V.1) “SAVAŞ” MI?
Savaş, sınıflı-sömürücü toplumların kaçınılmazlığı; Leon Trotsky’nin de, “Siz savaşla ilgilenmiyor olabilirsiniz ama savaş sizinle ilgilenir,” notunu düştüğüdür…
“Savaş, sınıflar, uluslar, devletler ya da politik gruplar arasındaki çelişkiler belirli bir aşamaya geldiği zaman, bu çelişkilerin çözülmesi için girişilen en yüksek mücadele biçimidir ve özel mülkiyet ile sınıfların ortaya çıkmasından beri var olagelmiştir.”
Savaş, sömürü/ ve özel mülkiyet ile doğrudan ilintiliyken; her şey Jean-Jacques Rousseau’nun, “Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip burası benimdir diyen ve buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu. O zaman biri çıkıp çitleri söküp atacak ya da hendeği dolduracak, sonra da insanlara; sakın dinlemeyin bu sahtekârı meyveler herkesindir toprak hiç kimsenin değildir ve bunu unutursanız mahvolursunuz diye haykırsaydı; işte o adam insan türünü nice suçlardan, nice savaşlardan, nice cinayetlerden kurtaracaktı,” saptamasında işaret ettiği üzeredir.
Bunların yanında Carl von Clausewitz’ın, “Savaş siyasetin farklı yollardan devamıdır,” saptamasının altını ısrarla çizerek ilerlersek: Savaş, kapitalizmin gereklerindendir. Sömürü sisteminin birikim dallarındandır. Savaş döneminde tüketim sıçrar. Savaş yıkımı sayesinde, patronlar müthiş kâr(lar) elde eder(ler).
“vatan millet hep palavra/ savaşlar da bahane/ bu düzende tek kural var/ artmalı hep sermaye…/ / kapıların arkasında/ bölüşürler pazarı/ çıkarları çatışınca/ başlatırlar savaşı,” diye haykıran Bertolt Brecht’e göre, fahişeleri bile işsiz bırakan hadise olan savaş konusunda François Fénelon, “Tüm savaşlar iç savaştır”; Bertrand Russell, “Savaş haklı olanı değil, ayakta kalanı belirler”; Jean Paul Sartre, “Savaşı zenginler çıkarır, yoksullar ölür,” derlerken;     Müslümanlar için de, “Cihat olarak İslâmın kutsal kitabı vasıtasıyla ve yine İslâmi deyimle Allah’ın emri”dir: “Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın! (inkâra) son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür.”
Gözyaşı ve kan demek olan savaş, barışın “üvey” kardeşiyken; onun ilk kurbanı her zaman gerçeklerdir…
Örneğin “Birinci Dünya Savaşı için İngiltere başbakanı Lloyd George, ‘Toplum gerçekleri bilseydi savaş yarın biterdi,’ demiş. Yakın zamanda çıkan savaşların yalan üzerine kurulu olduğunu biliyoruz. Amerika Başkanı Johnson’un parlamentosunu aldattığı, gemilerimize saldırdılar yalanı üzerine Vietnam, İngiltere ve Amerika, Irak’ın kitle imha silahları var yalanı üzerine Irak saldırısını başlattı.”
Bu kadar da değil elbette… Savaş; sağlığı, insan haklarını ve çevreyi yani hemen her şeyi vurur… Savaşın başlangıcı sağlık, insan hakları ve çevre yani hemen her şey konusunda sözün bittiği yerdir…
İnsanı ve diğer canlıları yok edilmesi gereken bir böcek sürüsü durumuna düşüren nükleer, kimyasal ve biyolojik silahları bir yana bırakın. Alışılagelen silahların ticareti bile ilk olarak sağlık ve refaha ayrılacak kaynakları çalar. Savaşın neden olduğu sosyoekonomik ve politik kopmalar yoksulluğun boyutlarının çok artmasına, göçlere, sağlık ve temizlik altyapı ve olanak yetersizliklerine ve bunlarla ilişkili sağlık sorunlarına neden olur. Sivil çatışma ve kargaşa dönemlerinde bile tifo, kolera, çocuk felci ve sıtma sıklığının arttığı çok iyi biliniyor. Körfez savaşından sonra ishal ve aşılarla korunabilir hastalıklardan 500 bin çocuğun öldüğünü bilen var mı? Bosna’da on binlerce kadın tecavüze uğradı. Bu tecavüzler dünyanın gözü önünde bir savaş stratejisi olarak uygulandı. İnsan olan her yerde insanlığın da olduğunu sanmayın. Dilimiz bunu çok güzel ayırmış: “Kadın” cinsi sadece insanlarda vardır, hayvanlarda yoktur.     “Erkek” cinsi ise hem insanlarda hem de hayvanlarda vardır…
Vietnam savaşında 15 milyon kişinin sağlık sorunlarıyla uğraşabilecek 150 doktor vardı sadece. Verem, asalak hastalıkları, cüzam ve sıtma aldı başını gitti. Kolera, veba ve insan kuduzu arttı. Birleşmiş Milletler rakamlarına göre      Angola’da 1993 yılındaki sivil savaş döneminde savaş kırımı, açlık ve hastalıktan ölenlerin sayısı 500 bin dolaylarındadır. 1992 yılında Somali’de 400 bin çocuk açlıktan öldü. Savaş mı açlığın nedenidir, açlık mı savaşın?
Ne yazıyor Dünya Gelişme Raporu’nun iç kapağında? “Yiyeceği getirecek olan barış değildir, barışı getirecek olan yiyecektir”. 1994 yılında Zaire’ye sığınan Ruandalıların 4000’ den fazlası çok kısa sürede dizanteriden öldü… Son on yılda savaşa bağlı çocuk ölümleri 10 milyon olarak bildiriliyor. Bunun yanı sıra 4-5 milyon çocuk sakat ve engelli kalırken 12 milyon çocuk evsiz barksız duruma düştü…
Geçerken önemli bir not: Suriye’deki iç savaş Türkiye’de olsa 5 yılda 947 bin 266 kişi ölecekti. Bu da her yıl için 189 bin 453 kişi demekti…
Ancak savaş meselesi nihai kerteden hümanist değil; sınıfsal saiklerle anlaşılıp/ anlatılmalıdır.
Bu konuda, “Sosyal-demokrasi (yani sosyalizm-yn) savaşa hiçbir zaman duygusal bir görüş açısından bakmamıştır ve bakamaz. O, kesin olarak savaşı, insanların arasındaki anlaşmazlıkların ortadan kaldırılmasının oldukça zalim bir aracı olarak lanetler, ancak; savaşın, toplumlar sınıflara bölündüğü sürece, insanın insan tarafından sömürülmesi varolduğu sürece, kaçınılmaz olduğunu bilir. Bu sömürüye son vermek için, her zaman ve her yerde kendi sömürücü, egemen ve baskıcı sınıflarına karşı savaştan vazgeçilemez… Sınıf savaşını kabul eden kişi, sınıflı toplumda sınıf mücadelesinin doğal ve belli koşullar altında kaçınılmaz bir ilerleme, gelişme ve keskinleşme gösterdiği iç savaşları da kabul etmekten kendini alamaz. Bütün büyük devrimler bunu onaylar. İç savaşları inkâr etmek ya da unutmak, en büyük oportünizme düşmek ve sosyalist devrimden vazgeçmek anlamına gelir,” diyen V. İ. Lenin ekler:
“Savaşın toplumsal niteliği, gerçek anlamı düşman askerlerinin konumuna göre belirlenmez. Savaşın niteliğini belirleyen şey savaşın hangi politikaların devamı olduğu (‘savaş siyasetin devamıdır’), o savaşı hangi sınıfın yürüttüğü ve o savaşın hangi amaçlarla yürütüldüğüdür.”
Nihayet Demyan Bedny’in, “savaşa gitmemiz buyruldu/ “toprak için aslanlar gibi dövüşün” diyerek/ toprak için! ama kimin toprağı? söylenmedi bu/ -derebeyinin toprağı olsa gerek!
savaşa gitmemiz buyruldu/ “özgürlük adına” diyerek/ özgürlük adına! ama kimin özgürlüğü? söylenmedi bu/ halkın özgürlüğü olmasa gerek!
savaşa gitmemiz buyruldu/ “bizden” dendi “yardım bekliyor müttefik uluslar”/ ama en önemli şey unutuldu:/ kimin cebine girecek banknotlar?
savaş kimisi için hayatla ödenen bir fatura/ milyonluk kazançtır kimisine/ çocuklar, daha ne kadar-/ katlanacağız bu ağır işkenceye?” dizelerindeki haksız savaş(lar) karşısında yapılması gerekeni Albert Einstein, “Barış için savaşmaya gönüllüyüm… İnsan savaş gibi inanmadığı bir şey için acı çekeceğine, barış gibi inandığı bir dava uğruna ölse daha iyi değil mi?” cümlesi hepimiz için yeterince net olarak ortaya koyar.

V.2) “BARIŞ” DEYİNCE!
Karl Marx’ın, “Özgürlükler ile birlikte el ele yürümediği sürece barış bir cinayet demektir,” saptamasının altını ısrarla çizerek ekleyelim: Bir beklentiye indirgenmemesi gereken barış, savaşın nedenlerine karşı savaşılarak kazanılır.
Evet savaşın panzehiri, barıştır ve ancak ulusal bayraklar toz bezi yapılıp, kapitalizm aşıldığında gelecektir gerçek barış.
Savaşın olmaması diye tanımlanan barış, aslında iki savaş arası dönemdir… Yani emperyalist-kapitalizm koşullarında imkânsızdır; ütopyadır.
Kapitalist sömürü koşullarında “geçici” ve “suni” bir döneme denk düşen barış; savaştan önceki evre ve moladır.
Noam Chomsky’nin, “Barış savaşa tercih edilir. (…) Fakat nasıl bir barış? Eğer Hitler dünyayı fethetmiş olsaydı barış olurdu, ama bu bizim görmek istediğimiz türden bir barış olmazdı”; Stefan Zweig’ın, “Savaşa hazırlanan bütün diktatörler, hazırlıklarını bütünüyle tamamlayıncaya kadar sürekli barıştan söz eder,” notunu düştüğü sürdürülemez kapitalizmin dünyasında barış; kanla yazılan bir kelimedir.
Çünkü, sözcük itibariyle savaşan taraflar arasında savaşı sona erdirme anlamına gelse de; savaşların nedeni ve karakteri tekelci kapitalizm dönemiyle birlikte köklü bir değişim geçirdiği için hiçbir barış, savaş öncesi duruma dönüşü sağlayamaz.
Emperyalizm çağının yeniden paylaşım hırsı, savaş tehdidi ve tehlikelerinin her an yeni bir savaşa dönüşme korkusunu canlı tutar. Bu nedenle savaşlar kaçınılmaz hâle gelir ve barış iki savaş arası mola dönemi ile sınırlı kalır.       Barış dönemlerini savaşa hazırlanarak geçiren emperyalist dünya karşısında barışın korunması, süresinin uzatılması ve belki kalıcı barış ütopyasının gerçekleşmesi ümidiyle barış taburlarının arayış ve çabaları da çeşitlilik arz eder, süreklilik kazanmış olur.
Böylece barış, sözcük anlamının ötesine geçer, kavramsallaşır ve bir tür toplumsal hareket biçimini alır. Haksız savaşlar emperyalist savaş gibi emperyalist barış olgu ve tanımları oluşur. Kavram ayrışır ve karşı tarafta ilkeli ve tutarlı barış mücadelesi sınıf mücadelesinin bir biçimi olarak devrimci siyasete dahil olur.
Barış, tek taraflı olmazken; kölelerin efendilerine isyan edemedikleri hâl, herkesin aynı düşündüğü durum olarak algılanmamalıdır.
Yani savaş nasıl siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi ise, barış da siyasal savaşımın bir parçası.
Çok tarafsız, nötr bir kelime olmasına rağmen barış bir kavram olarak ancak “kazananı” ile birlikte var.
Savaşın her zaman değil ama barışın her zaman bir kazananı bir de kaybedeni vardır; olacaktır da.
Özetle içi boşaltılan “barış” söylenceleri, demokratların sınıf mücadelesi dışı hayallerinde, “müzakere” masalarında, basiretsiz politikacıların dilinde değil, işçilerin devrimci birliğinde, sosyalist kurtuluşa kadar savaştadır.

VI) “SON” BİR ŞEY
René Descartes’e göre, “Düşünen bir şey”, Jean Paul Sartre’a göre, “Gelişen ve değişen bir şey”, David Hume’a göre, “Bir algı serisi” olan insan(lık) için sürdürülemez kapitalizmin savaş dünyasında gerçek barışın önemi “olmazsa olmaz”dır; buna şüphe yok…
Ama bu “Öğretilmiş çaresizlik”i radikal biçimde yerle yeksan eden “Umut İlkesi”yle uyumlu olmalıdır.
O hâlde bu yolda “Ne yapabiliriz? Mücadeleyi seçebiliriz. Diz çökerek yaşamaktansa, ayakta ölmeyi seçer, büyük bir talep yaratabiliriz,” diyen Ken Loach’un uyarısına kulak vermeliyiz!
Bir de Şükrü Erbaş’ın, ‘Size Barış Deniliyor’ başlıklı dizelerinde altı çizilene:
“Ey ölüm terzileri, ev yıkıcılar, sürgün ustaları… Ey bir halkı dizlerinin üstünde görmekten gönenen sahte eşitlik!     Ey korkuyu sevgi sanan aşağılık duygusu. Siyah ve beyaz dışında renk tanımayan alacakaranlık. İki yanında iki süngüyle şımarık cesaret. Konuşmak yerine bağıran özgürlük.
Ey gülerken ısıran iyilik, aşağılayan özveri, cezasız suç. Ey dağları düzlükle ölçmeye kalkan sığlık. Çokluğuna güvenen yanlışlık. Bir suçu, daha büyük bir suçla hafifleten tükeniş. Kendinden korkan öfke. Kan ter uykulara yastık olan taş. Ey başkasının bahçesindeki gergedan. Bir halkın türküsünü odalarda boğacağını sanan sağırlık.
Ey dağları evlerin üstüne yıkan cinnet. Ey narcissus. Kan ve gözyaşı. Yalnız gövdesiyle var olan sevgisizlik. Kendi ışığıyla yanan pervane. En yüce değeri zulüm olan ahlâk! Ordularıyla soluk alan haksızlık. Bir halkın onuruna yağan kar.
Size, BARIŞ deniliyor. Artık ölülerimizin ışıksız gözlerinden değil, güneşle yunmuş pencerelerden bakmak istiyoruz dünyaya. Ciğerlerimiz soldu dağlardan kopalı. Evimiz gökyüzüydü sizden önce. Bahçelerimizi yeniden kurmak istiyoruz. Göçersek biz istediğimiz için göçelim. Öleceğimiz yeri biz seçelim.
Siz nasıl kendinizle göneniyorsanız, deniliyor, biz de kendimizle gönenelim. Bu rüzgâr bizim türkülerimizi de taşısın. Sokaklarımızdan çekin soğuk gölgelerinizi. Avlularımızda asker görmekten bıktık artık. Bulutların sesini unutturdu uçaklarınız. Çocuklarımızın evlerdeki boşluğu mezar taşlarından büyük. Kadınlarımız külden yataklarda yatmaktan bembeyaz kesildi.
Ölerek değil, yaşayarak çoğalmak istiyoruz. Yoksulluğumuzu özlettiniz bize. Ömrümüz üzerine bizden başka herkes konuşuyor. Sizin kentlerinizin varoşları olmak istemiyoruz. Hapishanelerinizde bizim çocuklarımız var, ama onlar sizin boynunuzda asılı gerçekte.
Hiçbir sevgi tutsaklıkta yeşermez. Eşitlik özgür ilişki ister. Türkülerimize nefreti karıştırmak istemiyoruz. Biz de kendimizi sevelim, kimliğimize sahip çıkalım, deniliyor. Bizi değil, kendinizi yıkıyorsunuz. Görmüyor musunuz, her gün biraz daha yoksullaşıyorsunuz.
Size, BARIŞ deniliyor. Bizim de kahramanlarımız var. Biz de geleceğe onurla bakmak istiyoruz. Örselersiniz, ama gülü karanfile benzetemezsiniz. Bir halk, deniliyor, ancak başka bir halkla zenginlik ve güzellik kazanır. Kimse kimseyi kendine benzetecek kadar üstün değildir.
Çok değil, bizim size duyduğumuz saygı kadar saygı istiyoruz. Ölüm korkusuyla, yaşama sevincini unutan insan, dünyaya nasıl iyilikler katabilir. Birine korku verenin korkusu daha büyüktür. Hiçbir yanlışlık susarak çözümlenmez. Sizin özgürlüğünüz bizim BARIŞ’ımızdan geçiyor, tutsaklığınızı görmüyor musunuz?
Ey ölüm terzileri, ev yıkıcılar, sürgün ustaları… Ey kardeşliğin süreğen kışı. Bir halkın onuruna yağan kar. Ey bahçemizdeki gergedan. Ey narcissus. Aşağılayan özveri…
Eşitlik zayıflık değil bilgeliktir. İyi olmaktan bu kadar korkmayın. Bir kez olsun sevgiyle bakmayı deneyin dünyaya. Hiçbir halk sonsuza dek efendi, hiçbir halk tutsak olarak yaşayamaz. BARIŞ hepimizi onurlu ve özgür yapacak tek olanaktır. Çıkarın kulaklarınızdan körlüğün tıkaçlarını…”
İfadeye gayret ettiklerimizi toparlayarak noktalarsak: Savaş (=ölüm) ile barış (=hayat) madalyonun iki yüzüdür. Yani barış ile savaş elbette iki farklı kavramdır; ancak iç içedir de.
Bu içi çelik hâli bir bütünün gerçekliğine mündemiçtir; biri diğerini tanımlar. Savaş olmadan barıştan, barış olmadan da savaştan söz etmek mümkün değilken; savaş(lar)ın da çeşitleri vardır. Haklı ve haksız savaş ayrımındaki gibi…
Haksız savaş(lar) egemen(lik)lere mündemiçken; haklı savaşlar ezilenlerin özgürlük arayışlarının araçlarındandır.
Haklı savaş(lar), sömürgecilere, emperyalistlere, kapitalistlere karşı yürütülürken; ulusal ya da sınıfsal kurtuluşu hedeflerler. Örneğin Kürtler’in Ortadoğu’daki mücadeleleri ulusal nitelikli bağımsızlıkçı inşalardır.
Kürdistan, bölgesel ve uluslararası bir sömürge; Kürtler, sömürgeciler devlet tarafından parçalanmış bir ezilen ulustur. Kürtler ve tüm ezilenler için barış, eşitlik temelinde kader(ler)ini tayinden başka bir anlam taşımaz.
Yani eşitlik ve özgürlük olmadan barış olmazken; “barış havariliği”nin de karşılığı olmaz. İşbu nedenle barış çığırtkanlıklarına değil, gerçeğe bakmak ve gerçekten hareket etmek her zaman olmazsa olmazdır. Durmadan barıştan söz etmenin hiçbir değeri olmadığı gibi, böyle bir konumlanışla barışı da sağlamak mümkün değildir.
O hâlde V. İ. Lenin’in, “Umutsuzluk ve karamsarlık, yıkımın nedenlerini kavrayamayan, çıkış yolu göremeyen, mücadele yeteneğini kaybetmiş olanlara ait bir sorundur,” uyarısının altını özenle çizerek ekleyeyim: Ortadoğu’nun ve yerkürenin savaş gerçeğini; buna yol açan etmenleri yerli yerine oturtarak kavramadan barıştan söz etmek beyhudedir. Her şey gibi barışın da sahtesi, çakması vardır; olacaktır. Bunun için her barış çağrısına kulak vermek “caiz” değildir; Albert Einstein’ın, “Sadece barışçı değil, militan bir barışçıyım. Barış için savaşmaya hazırım,” sözlerini asla unutmadan/ unutturmadan…

2 Eylül 2016 12:31:20, Çeşme Köyü.

Dipnotlar:

1- 5 Eylül 2016 tarihinde Datça’da düzenlenen “Barış ve Savaş Hâli” başlıklı etkinlikte yapılan konuşma…
Cemal Süreya.

2- Ergin Yıldızoğlu, “III. Aşama Korkuları”, Cumhuriyet, 26 Kasım 2015, s.6.

3- Ergin Yıldızoğlu, “Yine Davos Zamanında”, Cumhuriyet, 21 Ocak 2016, s.8.

4- Pelin Ünker, “Krize Çare Bulunamadı”, Cumhuriyet, 15 Eylül 2015, s.10.

5- Alp Kayserilioğlu, “2016’ya Girmişken Dünya Ekonomisi Üzerine Bir Değerlendirme”, 5 Nisan 2016… http://sendika10.org/2016/04/2016ya-girmisken-dunya-ekonomisi-uzerine-bir-degerlendirme-alp-kayserilioglu/

6- Ergin Yıldızoğlu, “Büyük Şaşkınlık”, Cumhuriyet, 18 Ağustos 2016, s.9.

7- Ergin Yıldızoğlu, “Çürüme ve Çözülme”, Cumhuriyet, 14 Nisan 2016, s.9.

8- Erinç Yeldan, “IMF: Dünya Ekonomisi Yavaşlıyor”, Cumhuriyet, 4 Mayıs 2016, s.9.

9- Kan kokusunu almış bir köpek balığından daha tehlikelisi, petrol kokusu almış Amerikan emperyalizmidir.” (Bernard Shaw.)

10- Ergin Yıldızoğlu, “Emperyalizm mi Dediniz?”, Cumhuriyet, 28 Temmuz 2014, s.11.

11-  Erinç Yeldan, “Kapitalizmin XXI. Yüzyılı”, Cumhuriyet, 8 Haziran 2016, s.9

12- Kapitalizm, vantuzlarından birini metropol proletaryasına, öbürünü de sömürgelerin proletaryasına yapıştırmış bir ahtapottur. Hayvanı öldürmek isteniyorsa, iki vantuzunu birden aynı anda kesmek gerek. Yalnızca biri kesilirse, öbürü proletaryanın kanını emmeyi sürdürecek, hayvan yaşamını sürdürecek ve kesilmiş vantuz dirilecektir.” (Ho Şi Minh.)

13- Esin Küçüktepepınar, “Altın Palmiye emekçi onuruna!”, Cumhuriyet, 22 Mayıs 2016… http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kultur-sanat/538198/Altin_Palmiye_emekci_onuruna_.html

14- “Gıda Fiyatları ve Küresel Açlık”, İşbaşı, No:12, Nisan 2016, s.6.

15- Ahmet Özer, “Kentsel Gelişme Modelleri”, Cumhuriyet, 5 Temmuz 2016, s.13.

16- Ali Çelikkan, “130 Milyon Kişi Şu Anda Yardıma Muhtaç”, Cumhuriyet, 23 Mayıs 2016, s.16

17- Volkan Yaraşır, “Dünyanın En Zengin/ Dünyanın En Fakir Ülkesi: ABD”, 7 Temmuz 2016… http://halkingunlugu.net/index.php/gyüzde C3yüzde BCncel/item/8589-dunyanin-en-zengin-dunyanin-enfalir-ulkesi-abd.html

18- Erinç Yeldan, “Neo-Liberal Küreselleşmenin Maskesi Düşerken”, Cumhuriyet, 29 Haziran 2016, s.9.

19- Özlem Yüzak, “Evrensel Temel Gelir… Ütopya mı?”, Cumhuriyet, 8 Temmuz 2016, s.9.

20- Osman Ulagay, “… ‘Brexit’ Küreselleşmeye ‘Kırmızı Kart’…”, Cumhuriyet, 17 Haziran 2016, s.8.

21- Ahmet Ulusoy, “Eşitsizlik Algısı Dünyayı Rahatsız Ediyor…”, Yeni Şafak, 24 Haziran 2016, s.8.

22- Kubilay Halaçlılı, “Savaşlarda İnsanlar Ölür, Silah Şirketleri Kazanır”, Ümüş Eylül Dergisi, Yıl:5, No:19, Nisan-Mayıs-Haziran/ 2016, s.5-7.

23- “Asya Silahlanıyor!”, Gündem, 11 Şubat 2016, s.13.

24- “Fransa, Silah Satışında 16.9 Milyar Euro ile 2015 Yılını Rekorla Kapattı”, 2 Haziran 2016… http://vicdaniret.org/fransa-silah-satisinda-16-9-milyar-euro-ile-2015-yilini-rekorla-kapatti/

25-  Lindsey German, “Batının Savaşları ve Sığınmacılardan Oluşan Yeni Bir Nesil”, Evrensel, 15 Eylül 2015, s.10.

26-  Ramzy Baroud, “Savaş, Savaş Mülteciliğini Doğurur İtalya ve NATO’nun Ahlâki Çöküşü”, Gündem, 3 Eylül 2015, s.14.

27- Frankfurter Allgemeine Sonntagszeitung’ gazetesine konuşan Avrupa Komisyonu’ndan bir yetkili, Balkan rotası üzerinde Avrupa’da sığınma hakkı kazanmak isteyen kişilerin yaklaşık yüzde 40’ının sığınma hakkı alma şansı bulunmadığını söyledi. (“Göçmenlerin Yüzde 40’ı Geri Gönderilecek”, Milliyet, 8 Şubat 2016, s.10.)

28-  BM, iç savaşın yaşandığı Güney Sudan’da, 30 bin kişinin açlıktan ölme riski altında olduğunu açıkladı. 2011’de Sudan’dan ayrılan dünyanın en genç ülkesi Güney Sudan’da liderlik yarışı nedeniyle 2013 yılında iç savaş patlak vermişti. 2 milyonu aşkın kişinin yerini terk etmek zorunda kaldığı ülkede, resmi olarak “kıtlık” açıklaması yapılmadı. 620 bin kişinin mülteci olarak komşu ülkelere kaçtığı Güney Sudan’da şartlardan en çok etkilenenlerin ise çocuklar ve kadınlar olduğu aktarılıyor. Ülkede yardıma ihtiyacı olan 4.6 milyon insan için 1.6 milyar dolara ihtiyaç olduğunu açıklayan BM ise bu paranın sadece yüzde 54’ünü toplayabildi. (“30 Bin Kişi Açlıktan Ölebilir!”, Milliyet, 23 Ekim 2015, s.16.)

29- “3 Milyon 200 Bin Kişi Terk Etti”, Gündem, 23 Ekim 2015, s.13

30-  “60 Milyon Kişi Evini Terk Etmek Zorunda Kaldı”, Milliyet, 19 Aralık 2015, s.20.

31- “Avrupa’ya Varan Mülteci Sayısı 1 Milyonu Geçti”, Milliyet, 31 Aralık 2015, s.26.

32- “Göçün Kayıp Çocukları”, Milliyet, 12 Nisan 2016, s.13.

33- Üç Mülteci Çocuktan Biri Çalışıyor”, Gündem, 15 Ocak 2016, s.4.

34- Önder Öndeş, “Kaybolan Nesil”, Hürriyet, 4 Eylül 2015, s.4.

35- “Dünyada 46 Milyon ‘Modern Köle’ Var: Bir Yılda 10 Milyon Kişi Daha ‘Köleleşti’…”, 31 Mayıs 2016… http://www.diken.com.tr/dunyada-46-milyon-modern-kole-var-bir-yilda-10-milyon-kisi-daha-kolelesti/

36-  “Dünya Çapında 46 Milyon Köle”, Cumhuriyet, 1 Haziran 2016, s.18.

37-  “Nepalli Çocukları ‘Köle’ Yaptılar”, Milliyet, 5 Nisan 2016, s.24.

38- Savaş Yarası Dövmeler”, Milliyet, 8 Eylül 2015, s.4.

39- Orhan Bursalı, “Dünyada ‘Demokrasi’nin Sonu mu? – 1”, Cumhuriyet, 10 Temmuz 2016, s.6.

40- Ergin Yıldızoğlu, “Demokrasi mi Dediniz?”, Cumhuriyet, 15 Ağustos 2016, s.9.

41- Gündüz Vassaf, “Dün, Bugün, Yarın”, Cumhuriyet, 20 Temmuz 2016, s.14.

42- Nerdun Hacıoğlu, “ABD, Rusya’ya Soğuk Savaş Açtı”, Hürriyet, 18 Temmuz 2014, s.16.

43- “Soğuk Savaş Kızışıyor”, Cumhuriyet, 4 Eylül 2014, s.8.

44- Ergin Yıldızoğlu, “Dış Politikada Olanaklar, Yaşamsal Riskler”, Cumhuriyet, 8 Ağustos 2016, s.9.

45- “Kemal Derviş: 3. Dünya Savaşı Tehlikesi Belirdi”, Milliyet, 13 Ağustos 2014, s.10.

46- Ergin Yıldızoğlu, “Yeni Normal”, Cumhuriyet, 4 Ağustos 2014, s.11.

47- Slavoj Zizek, “Süper Güç Sonrası Kapitalist Dünya Düzenini Kim Kontrol Edebilir?”, Radikal, 8 Mayıs 2014, s.19.

48- Semra Çelik, “Günter Grass: Üçüncü Dünya Savaşı Başladı”, Evrensel, 25 Aralık 2014, s.10.

49- Chuck Palahniuk, Tıkanma, çev: Funda Uncu, Ayrıntı Yay., 4. basım, 2004, s.132.

50- Haksız savaş, biri birini hiç tanımayan insanların, biri birini gayet iyi tanıyan başka insanların menfaatleri için biri birini öldürmesidir.

51- Özlem Yüzüak, “Ya Barışın Ekonomi Politiği?”, Cumhuriyet, 2 Eylül 2016, s.8.

52- Mao Çe-Tung, Askeri Yazılar, Çev: N. Solukça, Sol Yay., 1976, s.91.

53- Jean-Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi, Çev: Vedat Günyol, Çan Yay., 1974.

54- “bu gelen savaş ilk değil./ çok savaş oldu bundan önce./ bittiği gün en son savaş/ bir yanda yenilenler vardı gene,/ bir yanda yenenler vardı./ yenilenlerin yanında/ kırılıyordu halk açlıktan./ yenenlerin yanında/ halk açlıktan kırılıyordu.” (Bertolt Brecht.)

55- Kaynak: Kur’an-ı Kerim, Enfal Suresi 39. Ayet, Diyanet Vakfı Meali.

56- Gündüz Vassaf, Ne Yapabilirim? Geleceğe Kartpostallar, İletişim Yay., 2016

57- Çağatay Güler, “Savaş Kimi Vurur?”, Cumhuriyet, 27 Aralık 2015, s.18.

58- “Suriye Savaşı Türkiye’de Olsaydı…”, Cumhuriyet, 21 Mart 2016, s.13.

59- Stefan Zweig, İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar – On Dört Tarihsel Minyatür, Çev: Kasım Eğit, Can Yay., 2000, s.38.

60- “Kötülükten daha kötü olan, kötülüğe alışmaktır… Martin Seligman 1965’te ‘Öğrenilmiş çaresizlik’ olgusunu açıklamıştı. Bir canlının yapmak istediğini tekrar tekrar deneyip yapamayacağını anlayınca içine düştüğü durumdu bu. O canlı, bunu öğreniyor, artık yapmaya girişmiyordu.
‘Alışılmış çaresizlik’, bana göre bundan da beter bir durum. Canlı, öğrendiği çaresizliğe alışıyor, artık onu değiştirmeyi bile düşünmüyor, düşünenlere de kızıyordu. ‘Alışılmış çaresizlik’ artık, bir yaşama biçimi oluyor, bunun dışına çıkmaya çalışanlar ‘aykırı kişilik, uyumsuz, huzur bozucu’ kabul ediliyordu. Toplumumuz şimdi bu durumdadır.” (Erdal Atabek, “Alışılmış Çaresizlik…”, Cumhuriyet, 22 Ağustos 2016, s.2.)

61-  “Devrimci arzu rüyasının bakışında keyifli mutluluğun değer ölçüleri sırf şu nedenle değişir ki, mutluluk artık başkasının mutsuzluğundan doğmamakta ve onunla ölçülmemektedir. Çünkü diğer insan kendi özgürlüğünün kısıtı değildir artık, özgürlük kendini onda gerçekleştirir. Çalışma özgürlüğünün yerine çalışmaktan özgürleşmenin ışığı yanar, iktisadi mücadelede ki haydut sevincinin yerine proleter sınıf mücadelesindeki zafer tasavvurunun ışığı. Ve bunun da üzerinde uzaktaki barışın, bütün insanlarla dayanışma içinde, hepsiyle dostça olmayı sağlayacak uzak fırsatın ışığı yanar, mücadelenin uğruna uzak hedeflere doğru yola çıktığı fırsatın.” (Ernst Bloch, Umut İlkesi – Cilt 1, Çev: Tanıl Bora, İletişim Yay., 3. baskı, 2013.)

62-  “Ken Loach: İşçi Sınıfı Ayrışırsa, Haysiyetini Yitirir”, Cumhuriyet, 13 Ağustos 2016, s.16.