“Az” ciddi tartışmalar: HDP’yi kapatmak, erken seçim, reform, AB’de gelecek arayışları

Belki de her gün basında süren bu tartışmalara “az” ciddi dememiz okuyucuya tuhaf gelecektir. Çünkü HDP kapatılsın naraları ile Bahçeli, devletin bahçesindeki Deli Dumrul gibidir. Haklısınız, çok ciddi gibi durmaktadır. İşte tam da bu nedenle “az” ciddi diyoruz. Ne gariptir ki, bağırma ve gürültü ile sözler aynı anlama gelmiyor.

Bahçeli, tweet ile “püskevit” demiyor, doğrudan ağırlık verilmiş bir ciddiyetle konuşuyor: “Net olarak açıklıyorum, neye mal olursa olsun Cumhur İttifakı sonuna kadar yaşayacaktır” (14 Ocak 2021 tarihli basın). Bahçeli hep “ciddi” adamdır, gülmez ve hatta güldüğü anlaşılmasın diye dişlerini özellikle çıkartır, ısıracakmış gibi bir tutum alır. Ama bu açıklama, daha “ağırlıklı” ciddi açıklamadır.

“Sonuna kadar yaşayacaktır” cümlesi mi ağırdır?

Biliniyor, her canlı, her varlık, her ittifak, ancak ve ancak, sonuna kadar yaşar. Daha fazla yaşayamaz. Hiçbir şey “sonu”ndan sonra yaşamaz. Öyle değil mi? Öyle ise bu gürültülü yolla ağırlık verilmiş açıklamanın anlamı nedir? Püskevit daha ağırlık yüklüdür, bir madde olarak hafif olsa da.

“Net açıklıyorum” bölümü mü ağırdır?

Olabilir, belki bugüne kadar brüt açıkladığı için, bu kez “net” denmesi önemli görülür. Ama eğer “net” özel bir anlama sahip ise, demek ki, “sonuna kadar yaşayacak” bölümü, tam bir ters yönde açıklamadır. Öyle ya, sonu ne zaman? Açıklama “net” ise, demek sonu çok yakın olmalı.

Acaba, “neye mal olursa olsun” bölümü mü ağırdır?

Bu maliyet kime, Bahçeli’ye mi, işçi ve emekçilere olmadığı kesin, ama Erdoğan’a mı, devletin başka güçlerine mi? İttifakın sürmesinin bir maliyeti olduğu anlaşılıyor ve bu maliyet, Bahçeli tarafından biliniyor gibi bir anlam taşır. Bu durumda da “net” açıklamış olmuyor. Net konuşamıyor.

Her biri net olmamak koşulu ile, “ağır” açıklamalar yapıyor gibidir.

İşte size “az” ciddi, çok “brüt” bir açıklama.


HDP kapatılsın diye bir nakarat tutturmuş Bahçeli. Ve karşısında Erdoğan, buna tam yanaşmıyor. Arınç konusunda Erdoğan Bahçeli’den yana idi, ama Numan Kurtulmuş söz konusu olunca bu kez Numan’dan yana olmuştur.

Biliniyor, yeni ve devletle bağlı, bir Barzani partisi kurulmak isteniyor. Bu parti kurulursa, bu yolla HDP Kürtlerden daha az oy alır diye hesap yapılıyor. Soylu’nun dile getirdiği politika şöyle idi: “Beş yıl daha kayyumla yönetelim, bu halk bizden yana olur.” İşkenceci mantık böyledir: Adamı öyle döveceksin, adama öyle çektireceksin ki, o da pes edip senden yana olacak. Mesela kadına da böyle bakarlar: Her fırsatta kadını döv, sırtından sopayı eksik etme ki, sana itaat etsin. İşte bir halkı da böyle görüyorlar. Soylu’nun, Erdoğan’ın, Ergenekoncuların, Bahçeli’nin, ABD beslemeli İslamcıların “Kürt kardeşim” dedikleri zaman kastettikleri, tam da budur. Soylu bunu ifade etmiştir. Bu sözleri söyledikten bu yana, neredeyse iki yıl geçti. Ve daha şimdiden Bahçeli, devletin bahçesinde, deliler gibi “az” ciddi biçimde, HDP kapatılsın, diye dört dönüyor. Kürt halkının direnişi ise sürüyor. Bu nedenle, “yeni” ama eski Barzanici, devlete yakın bir Kürt partisi kurma hevesindedirler.

Ve aynı zamanda Erdoğan, Saray’ın içinden açıklamalar yapıyor: “Geleceğimiz AB ile birliktedir”, “reform, reform, reform.” Sanki Erdoğan muhalif, Kılıçdaroğlu ise Saray Rejimi’nin başıdır. Biz iktidara gelirsek eğer, “reform” yapacağız diyor. Ve hemen Demirtaş ve Kavala dosyaları hakkında Avrupa’dan gelen kararları reddediyor. Derneklere kayyum atama yasası çıkartılıyor, Boğaziçi öğrencilerinin protestolarına karşı, orduya ait araçların emniyetçe kullanılması için kararnameler yayınlıyor. Emin olun, Saray’ın her tarafı sarılmış, güvenlik dört katına çıkarılmış, gece Saray erkanının görebileceği kâbusları azaltmak için “Gezi” kelimesinin Saray içine girmesi yasaklanmıştır.

Şimdi tüm bunlardan sonra, bunları gösterge olarak ele alıp, olup biteni yorumlamak isteyenler, “acaba erken seçim” mi geliyor, diye tartışıyorlar.

Erdoğan, “2023 yılında seçimi zamanında yaparsa, aday olamayacak” deniyor. Bu konuda hukukî yorumlar, açıklamalar yayınlanıyor. Tüm bu tartışmaların göbeğine, “eğer daha erken bir seçim olursa aday olabiliyor” yorumlarına yol açma isteği var. Oysa iki kere cumhurbaşkanı olabiliyorsun ve bu süre doluyor. Anlaşılan Kılıçdaroğlu pısırıklığı, bu yolla Erdoğan’ı erken seçime ikna etme hazırlığındadır.

Dahası var, AK Parti’den görevlendirilmiş milletvekilleri, CHP ile, açıktan uzlaşı görüşmeleri yapıyor. Bu görüşmelerde “parlamenter sisteme geçiş” için Erdoğan başkanlığında çözümler aranıyor. Bir yandan bu ittifak görüşmeleri, el altından (ama “gizli” demek fazla olur) sürdürülüyor. Bir yandan ise, Erdoğan, kendi planlarını uygulamak için yollar arıyor.

Makamına yapışmış mıdır, yoksa makam ona yapıştırılmış mıdır? Hangisidir?

Erdoğan, sonuçta iktidarını uzatmak istiyor. Ama Erdoğan’ı oraya yapıştıranlar da bunu istiyor olmasın?

İşte Erdoğan’ın, Oğuzhan Asiltürk’ü ziyareti de, tam bu çerçevede erken seçim hazırlığı olarak yorumlanıyor. Bahçeli, bundan rahatsız olmadığını söylüyor ve “ittifak sonuna kadar yaşayacaktır” narasını atıyor. Zaten, her şey ancak sonuna kadar yaşar. Bir şeyin fizikî olarak sonu geldi ise, ancak anılarda yaşamaya devam edebilir.

Mesela Damat da “sonuna kadar görevinde kaldı” diyebiliriz. Ve bu doğrudur da.

Peki, gelin bu resmi büyütelim.

1- AK Parti iktidarı, “yeni Türkiye” olarak adlandırılan, Büyük Ortadoğu Projesi ile bağlı, bugün kısmen zarar görmüş bir ABD projesinin parçasıdır. Hem AK Parti öyledir, hem de Erdoğan. Öyle ise, Erdoğan’ın iktidara taşınması süreci planlıdır.

Bu sürecin başında, “sonuna kadar yaşayan” AB projesi vardı. AB projesi çerçevesinde Erdoğan, kendisine verilen görevleri yerine getirmek için roller aldı. Bunları yerine getirdi. Gülen ile “derin hasrete” dayalı dava arkadaşlığı da öyledir. “Sonuna kadar” yaşadılar, “sonuna kadar” bu yollarda birlikte yürüdüler. Yağmuru bilmeyiz ama “sonuna kadar” ceplerini doldurmaya devam edecekler.

2- ABD’nin Irak işgali, AK Partili iktidarın önemli desteği ile, BOP eşbaşkanı olarak oynadığı rolle gerçekleşmiştir. Ve bu sadece Erdoğan politikası değil, TC devletinin ABD tetikçisi olarak kolları sıvama hamlesidir. Ama Suriye savaşında durum değişmiştir. Suriye’nin direnci, Emevi Camii’nde öğlen namazı kılma hayallerini yok etti. Rusya sahaya indi. Aslında Rusya ve Çin demek yerinde olur.

3- Saray Rejimi, Türk tipi sultan-cumhurbaşkanı sistemi, aslında AB ve ABD’nin aralarındaki tüm çelişkilere rağmen ortak isteği idi. En azından ABD’nin isteğine AB karşı koymadı. O kadar karşı koymadılar ki, Erdoğan, onların istediklerini yaparken, kendini son derece serbest hissettiği alanlar yarattı. Hem cebini doldurmak için hem de önüne çıkan engelleri aşmak için. 7 Haziran seçimlerinin sonuçlarını kabul edip gitmeyen iktidar, ülkeyi kana bulamaktan çekinmedi, Demirtaş’ları hapse atarken doğrusu AB uykuda kalmayı, kör olmayı yeğliyordu.

Bu yolla, anayasa askıya alındı, partiler bitti, parlamento işlevsizleştirildi. Bu hem içeride tekellerin, parababalarının çıkarına idi hem de uluslararası sermayenin çıkarına idi. Ondan sessiz kaldılar, ondan dolayı onu teşvik ettiler.

4- Ama bu arada, ABD ve AB arasında, Türkiye’nin kimin sömürgesi olacağı kavgası büyüdü: Siyasal alanı denetleyen, NATO mekanizmaları ile tüm siyasal aktörleri (ordu, polis, yargı, basın vb.) elinde tutan ABD, ekonomik alanda da güçlerini artırmaya yöneldi. Kendi hegemonyası dünya ölçeğinde zayıfladığı hâlde bu hedeften vazgeçmedi. Katar sermayesi, İngiltere ve ABD onayı ile devreye sokuldu. AB ise ekonomik alandaki gücünü siyasal alana taşımakta hâlâ yetersiz ama kavgaya devam etmektedir. Türkiye’nin kimin sömürgesi olacağı, hâlâ bir savaş konusudur.

Yağma, rant ve savaş ekonomisine uygun bir siyasal iktidar organize edilmeye çalışıldı.

Ama Almanya başta olmak üzere AB, açıktan çatışmaya girmeden, kendi gücünü harekete geçirdi. ABD hegemonyası çözüldükçe, ABD’nin aldığı her yara, TC devletini daha da zora soktu. Rusya, TC devletinin deyim uygun düşerse kuyruğunu yakaladı. Başı ABD’nin kucağında, kuyruğu Rusya’nın elinde TC devleti debelenmeye başladı.

5- “Büyük siyaset”, işte böyle ortaya çıktı: ABD tetikçiliği. Suriye’de şunu yap Ege’de şunu, Kıbrıs’ta şöyle yap Libya’da böyle, Azerbaycan’da şöyle şeklinde yol aldı. TC devleti tüm bu hamleleri, ABD tetikçisi olarak yaparken, aslında yağma, rant ve savaş ekonomisinin de gereklerini yerine getiriyordu. Tekeller durumdan memnun, kârlarını katlıyorlar.

Ama bu arada, ABD hegemonyası çözülmeye devam ediyor.

Bu durum, elbette merkezdeki cismin hareketindeki düzensizlikler, ona bağlı uydularda sarsıntılar ortaya çıkarıyor. Bu aynı zamanda, uydu için, tetikçi için bazı hareket alanları da ortaya çıkarıyor. TC devleti de bu hareket alanlarını Osmanlı hayalleri ile İslamcı hayalleri birleştirerek kullanmak istedi, istiyor. Oysa bu “hareket alanları”, gerçekte, göründüğünden çok daha dardır. Ve merkez cismin hareketindeki düzensizlik, uydularda savrulmaya, depremlere yol açabilecek kadar şiddetli olabilirler.

Geriye Saray Rejimi’nin elinde kendini devam ettirebilmek, ömrünü daha fazla sürdürebilmek için, en iyi bildikleri baskı, yalan ve karanlık dışında bir şey kalmadı. İçeride “ağa” olan Erdoğan, dışarıda maskaraya dönmeye başladı. Bu dışarıdaki durum ise, daha çok, “büyük siyaset” olarak, ABD, Rusya ve AB arasında dans etmek şeklini aldı. Bu üçünü idare edecek şey ise; “üçü de bize muhtaçtır” söylemidir. Üçü de “bizi seviyor” avunması, bir kuzunun çaresizliğini yansıtmaktadır. Ve kuzu, kendine kurulan özel ayna sistemi ve görsel şölen sayesinde, kendini aslan gibi görmektedir. Eline tutuşturulan ateş ile tetikçi, kendini kurtarmak için, tüm çevresini ateşe vermektedir ve ateş artık kendisini de sarmaktadır. Kundakçı, kendisi tutuşunca, kendisinin kulağına yönlendiricilerince üflenen “deniz şu tarafta” sözünü duyar duymaz, toz duman içinde oraya koşmakta, ardından aynı ses deniz diğer tarafta demekte ve o da o diğer yöne koşmaktadır. Bu açmaz, onları daha çok gerçekleri gizlemek, algılara oynamak yönüne itmektedir.

Nasıl yağmada usta, nasıl rantta fırsatçı iseler, aynı biçimde ayakta kalabilmek için her türlü cambazlığı, hileyi yapmaya, yalan ve karartmaya başvurmaya o kadar eğilimlidirler. Buna da “kurnazlık” diye bakmaktadırlar.

Demek oluyor ki;

1- HDP’yi kapatmak, yeni Barzanici Kürt partisini kurdurmak isteyen ABD güçlerinin Saray’a söyleyeceklerine bağlıdır. Kapat derlerse kapatırlar. Ama bu Erdoğan ve Bahçeli’nin istediği sonucu asla vermez. Soylu’nun kayyum için öngördükleri, ABD’nin Kürtlere saldırın ki, belki Suriye’de, başka alanlarda bize sığınırlar stratejisidir.

2- Reform, uluslararası sermayenin ekonomik alanda öngörülebilirlik isteklerinin ifadesidir. Reformun halkla, liberal solun umut ettiği gibi hukukla, demokratikleşme ile falan ilişkisi yoktur. Reform dedikleri parabalalarının fazla ve dolaşan paralarını Türkiye’ye çekmek için gerekli güvencelerin oluşturulmasıdır.

3- Damat’ın gidişi, ABD’de Trump’ın gidişi sonrasına dönük hazırlıktır. Damat muhtemelen tüm suçları yıkacakları kişi olacaktır. Bir vezir kaybıdır, “fedası” değil. Hazine Bakanı’nı veren Sultan-Cumhurbaşkanı, kendisini de kaybedenler listesinin başında bulur. Dahası, AB, bu karara “saygılı”dır. Onların da, tüm tekellerin de işine gelmektedir. Acı reçete bu nedenle gündeme gelmektedir. Acı reçete, yeni IMF politikalarının uygulanmasıdır ve bunu bir süre IMF’siz IMF politikaları şeklinde yürütme niyetindedirler.

Tekeller, tıpkı ana merkezleri olan AB ve ABD sermayesi gibi Erdoğan’ı çok sevmişlerdir. Çok sevmek, çok desteklemek anlamına da gelir. Çok kârlı olmuştur. Ama şimdi bir uygun son aramaktadırlar. Bu sonu, AB ve ABD kavgası şekillendirecektir. Bu nedenle AB, Biden ile oluşacak yeni ABD yönetimini bekleyecektir. AB uzlaşı peşindedir.

İşte bu koşullarda Saray Rejimi, ömrünü uzatmak istemektedir. Bunun için Erdoğan’ın cumhur ittifakına destek arama çabalarına tanık oluyoruz. O fırsat arıyor, efendileri de bu durumun çok açık farkındadırlar. Bu adımlar, aslında toz duman arasında, onun korkularına uygun olarak ondan isteneni yapması için açılan yolların işaretleridir. Suriye’de, Libya’da, Ege’de vb. yeni adımlarla geri çekilecek olan TC devleti, bunun için bir formül aramaktadır. Müziğini bilmedikleri bir dansla, şaşkınlık içinde dans eden ve yorulmuş bir Saray Rejimi vardır. Ve bu birçok açıdan, efendilerin istediklerini almaları için uygun ortam da demektir.

Sorular şöyle sorulmalıdır: Seçim efendilerin gündeminde var mı, varsa ne zaman? AK Parti görevlilerinin CHP ile görüşmeleri, Akşener’in “millet masası” daveti, aslında bir “kurtarma programı” için ABD-AB arasında pazarlıkların yansımasıdır.

Ekonomik krizin yükünü bindirdikleri işçi ve emekçiler, bu krizin faturasını sessizce üstlenecekler mi? Sendikalara rağmen, baskılara rağmen, hukuksuzluğa rağmen saraylar barış içinde yaşayabilecek mi? Bu saltanat, bu yağma-rant ve savaş ekonomisi nasıl sürdürülebilecek? İşçi ve emekçiler, sessiz kalmayı kabul edecek mi? Sokaklar, parlamentonun boşluğunu doldurmaya aday olur mu?

İşte Erdoğan, Bahçeli, Kılıçdaroğlu, Akşener ve hepsi, bu ortak dert üzerinde birbirine destek olmaktadırlar.

Demokratik bir seçim olmasının hiçbir koşulunun olmadığı bugün, CHP ısrarla seçim üzerine bu nedenle durmaktadır.

Boğaziçili öğrencilerin kayyum-rektör atamasına karşı gelişen ve yayılan eylemlerinin Saray duvarlarının içine etkisi, yeniden Gezi sendromunun hortlamasıdır. Bu nedenle, Saray Rejimi, bir yandan sosyal medyayı kontrol altına almak için uğraşırken, diğer yandan ordunun araç ve gereçlerinin kayıtsız kuyutsuz polise ve MİT’e devri yasasını çıkarmaktadır. Anlaşılan, Saray’ın etrafını tanklarla, toplarla çevireceklerdir.

Korkuları boylarını aşmıştır.

Belki buradan bakınca, “az” ciddi tartışmaları farklı bir gözle görmek mümkün olacaktır.

İşçiler ve emekçiler, halkın büyük, ama çok büyük çoğunluğu için mesele, kendi iktidarını kurmaktır. Bu, sokaklardan başlayacaktır. İşçi ve emekçiler kendi yasalarını oluşturmak zorundadırlar. İşçi ve emekçiler, kendi iktidar araçlarını, kendi meclislerini oluşturmak zorundadırlar. İşçi ve emekçiler, Birleşik Emek Cephesi’nde birleşmek zorundadırlar.