Ayna ayna söyle bana benden güzeli var mı ya da devletin güncel hâlleri

Egemenler için bu o kadar kolay değil. Her istediği yerine gelen, herkesin kendisine sahte bir saygı gösterisi ile yanaştığı kişiler, aslında, dost edinemezler. Bizim, halkın cephesinden “dost” bir güçtür, onların cephesinden ise sadece “kaç para” sorusunun yanıtları gücü oluşturur.

İnsanlık adına değerleri olmayanlar, ellerinde sadece “değer ölçüsü olan” para ile değerler satın alabilirler ve bu onların gücüdür. Zafer dedikleri şeyin, belki de büyük bir yenilgi olabileceğini anlayamazlar.

İşte egemenlerin, muktedirlerin, iktidarı elinde tutup hastalıklı bir iktidar için her şeyi yapanların en ciddi halleri, gerçekte büyük bir komedi ile eş değerdir.

Bugünlerde böyle günler yaşıyoruz.

Evet, devlet tüm güçleri ile Kürt halkı başta olmak üzere halkların üzerine saldırıyor. 1900’lerin başında Ermeni, Rum, Süryani soykırımları, göç hareketleri vb. bugün yeniden sahneye konuluyor. Bu ağır bir tablodur. Ama bu uygulamalar devlet adına güçlülüğü mü simgeliyor? Saldırılara bakınca, vahşete bakınca, aslında korkularının izdüşümlerini görmek mümkündür.

Bu “bunalım” hali, kendini, yönetememe durumu olarak da ortaya koyar ve önümüze oldukça renkli görüntüler düşmeye başlar.

Bunlardan sadece en son günlerdeki birkaçını konu alalım dedik.

Hemen belirtelim, devlet eli ile mizah olmaz. Bu nedenle, her sarayın soytarıları olur ama tarih onları mizahçı olarak kaydetmez. Zaten, biraz işi iyi yapanı olursa kellesi vurulur.

Bizim ülkemizde de bir Saray merakı gelişti. Demek, bu Saray’da soytarılar da vardır.

Ama biz onlardan çok, devletin tepesinden sözler duyuyoruz. Buna kısa fragmanlar da diyebilirsiniz.

1.

İlki, 3 çocuk meselesine ilişkindir.

Biliniyor, Saray’dan önce de Erdoğan, üç çocuk diye tutturmuştu. Bunu, nüfus planlaması için, en uygunu üç çocuktur diyerek yapmıyor. Muhtemelen bir başdanışmanı kendisine, nüfus ne kadar kalabalık ve genç olursa, o kadar ucuz işçilik maliyeti olur, diye bir şey söylemiştir. O da, “damardan” konuya dahil olmuştur ve üç çocuk diye bağırmaya başlamıştır.

Bu son aylarda, konuyu derinleştirdiler. Danışmanları kendisine, “efendim çok isabet buyurdunuz” demiş midir, yoksa aynanın karşısında kendisine gaipten bir ses mi haklı olduğunu söylemiştir bilinmez, Erdoğan, üç çocuk için; “Ben demiyorum, Rabbim öyle istiyor” diye buyurmuştur.

Rabbimin bunu ne zaman ve nerede istediği elbette bir sorudur. İhsan Eliaçık hoca, bu duruma açıklık getirmek istedi ve “Öyle bir ayet yok” dedi. Yani İhsan hoca, aslında bu sözün kaynağının Kutsal Kitap olamayacağını söylemek istedi. Haklıdır da. Bizim bilgimize göre de böyle bir ayet yoktur. Öyle ise, Erdoğan, üç çocuk meselesine halkı inandırmak için, bir uydurma mı yaptı? Yoksa, aynada kendine bakarken, bir ses ona böyle mi dedi. Bu konu henüz belli değil.

Ama Erdoğan burada durmadı. Belli ki, istek derindendir, “yarım kadın” tartışmasını ve “Müslüman bir ailede doğum kontrolü olmaz” fetvasını patlattı.

Erkek dediğin, her zaman tamdır. Kadın dediğin ise bazen yarım, belki de çeyrek, çoğunlukla hiç hesaba katılmayandır.

Dahası, eğer bir ailede doğum kontrolü varsa, o aile Müslüman olmaz hale geldi mi? Geldi. Demek ki, yeni Müslümanlık ölçüleri de yoldadır. Yakında başka ölçüler de sayılacaktır.

Şimdi, üç çocuk, bu O’nun isteği değil, O sadece bu isteğe aracılık etmektedir, yarım kadın tam erkek, doğum kontrolü ve Müslüman aile başlıklı bölümlerimiz oluştu demektir.

Rabbimin mesajlarını taşıyan Erdoğan, acaba neden Rabbimin yolsuzluk konusunda söylediklerini duymaz, neden diğer alanlarda mesaj taşımak bir yana, mesajlara kulak bile asmaz. Mesela çocuk ölümleri, mesela cesetlere işkence edilmesi ve daha başkaları. Bu konularda ise, öyle anlaşılıyor, sadece ABD’yi dinliyor ve onun mesajlarını taşıyor.

2.

Erdoğan sizce her şeyi de yanlış söylemiyor ya. Buyurun bir yorum:

“Protesto hakkını kullanan insanlara Fransız polisinin uyguladığı şiddeti kınıyorum… Özgürlük mücadelesi verenlere karşı niye böyle yapıyorsunuz.”

İşte size Erdoğan. Halkların, emekçilerin yanındadır.

Sizce şaka mı yapıyordu? Peki öyle ise neden kimse gülmedi? Ortam mı çok ciddi idi?

Gezi Direnişi’ni hatırlamayan var mıdır?

Kürt halkına karşı uygulanan şiddeti görmeyen var mıdır? Cizre’de, Sur’da, Nusaybin’de tanklarla insanlara saldırıları bilmeyen var mıdır?

Herhangi bir protesto eylemine bakın, TOMA’lar neden oradadır. İnsanlar protesto hakkını kullanmalıdır, diyen Erdoğan, acaba Gezi’de destan yazan polislerine, evde tutmakta zorluk çektiği %50’sine hiciv mi yapmaktadır?

Ama ne ki, söyledikleri doğrudur.

İnsanlar haklarını aramalı, sokağa çıkmalı, gösteri yapmalı, protesto hakkını kullanmalıdır. Bu sözleri mesela Demirtaş söylese, “Halkı isyana teşvik ediyor” oluyor, ama Erdoğan söylese sorun olmuyor. Yine de olsun, biz bundan böyle Erdoğan’ın teşviki ile sokağa çıkacağız, fabrikalarda işçiler bu ifadelere dayanarak üretimi durduracak, okullarda boykotlar bu ifadeler ile gerçekleştirilecek.

Belki de Erdoğan, Gezi Direnişi’ne destek verenlere, “Bakın Fransa’da da bizim gibi şiddet kullanıyor polis” demek istiyor. Yani sadece biz değil, onlar da kötü, sadece biz değil, onlar da suçlu mu demek istiyor.

Peki, aklımızda bir soru kalmasın diye eklesek olur mu: Erdoğan, neden Fransa’daki işçilere, protesto hakkını kullananlara yardım etmiyor. Hadi anladık, kendisi doğrudan gitmiyor, ama gönderecek bir TIR da mı yok? Mesela İHH neden bu insanlara gaz maskesi, kalkan, vb. göndermiyor? Şimdi bu oldu mu?

3.

Ermeni soykırımı tasarısı Almanya meclisinden kabul edilince, aslında beklenen kıyamet kopmadı. Hatta birkaç açıklamadan sonra Türkiye, Almanya’nın İncirlik’ten istediği “imtiyazlı” bölgeyi bile onayladı. Ama yine de Erdoğan, birkaç espri yapmaktan geri durmadı.

En hoş olanı, “Delikanlı olun ciğerimi yiyin” sözü idi ki, Almanların, bundan ne anladığı hala belirsizdir. Çünkü bir çok Alman vekile göre, onlar “delikanlı” olup, bizzat kendi suçlarını da kabul etmekteydiler. Hal böyle olunca, Türkiye tarafı, ne diyeceğini şaşırdı.

İki tuhaf çıkış olmasa idi, acaba ne olacaktı?
İlki dediğimiz gibi, ciğerimi yiyin meselesidir. Belki de Almanlarda ciğer yeme bizdeki kadar yaygın değildir ve buna bir yanıt gelmedi. Ama ikincisi, kan testi meselesidir. Türkiye kökenli milletvekillerinin bir kısmının tasarıya evet demesi, dahası bizzat oluşumuna katkı sunmuş olması, bir kan meselesini gündeme getirdi. Sayın Özdemir’in, acaba kanı nedir ve neyi gösterir? Elbette kan grubunu sormuyordur, kanının Türk kanı olup olmadığını soruyordur. Kanından şüphe duymak, elbette damarlarında kırmızı bir kan değil de, mesela uzaylı varlıklara atfedildiği gibi yeşil bir kan dolaştığını ifade etmek için kullanılmıyordur. Tamamen ırkçı bir yaklaşımla ortaya konan bu kan tartışmasına, Almanya’dan elbette bir yanıt geldi. Zira bu konuya ciğer meselesi gibi yabancı değildirler.

Merak etmeyin, son üç konumuz daha kaldı.

4.

Dördüncüsü, Kılıçdaroğlu’nun önüne mermi atılmasıdır. Cenaze töreninde, Kılıçdaroğlu saf tutmuştur ve iktidarın bakanları, başbakanı, polisleri vb. arasından, önce Binali Yıldırım ile kucaklaşmış olan bir kişi, elindeki mermiyi Kılıçdaroğlu’nun ayaklarının dibine fırlatmıştır.

Normal olarak bu bir ölüm tehdididir.

Peki niye?

Dokunulmazlıkları ele alın, Kürtlere karşı saldırıları ele alın, sokak gösterilerine karşı polisin tutumunu ve saldırılarını ele alın, CHP, zaten AK parti ile birlikte davranmıyor mu? Birlikte davranıyor. Kemal, ne yapsa Erdoğan’a yaranamıyor.

Başbakan, elbette olayı onaylayacak bir açıklama yaptı. Cumhurbaşkanlığı sözcüsü Kalın, “Milletin takdirine bırakıyorum” gibi tuhaf bir söz etti. Aslında, komediye uygun değildir. Yanlış replik olsa gerek. Çünkü, zaten mermiyi koyan kişi, “Millet benim” diyecektir. Peki o nereden biliyor ki millet O’dur, çünkü Erdoğan, Saray, Binali, hepsi ama hepsi kendisine öyle demiştir, milletin millî tepkisini göster. Peki ama ne yaptı?

Kılıçdaroğlu ile AK Parti arasında ana farklılık, Başkanlık sistemidir. Biraz da laiklik var ama, o kadar da sorun değil CHP için. Esas mesele Başkanlık meselesidir. Efendi, “Bak Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ı destekle, ama Başkan olmasın” demiş gibidir. O da rolünü oynuyor. Bu kurşun da ne? Bu kadar kuzu edasıyla rolünü oynayan bir kişiye nazar değmesin diye kurşun mu döktürecekler de önceden haber veriyorlar?

Cinsel suçlardan sabıkası olan, uyuşturucudan poliste kaydı olan kişi, şehidin yakını diye lanse edildi. Hala ülkemizin %50’si öyle biliyordur. Çünkü bunu yazan ve söyleyen basın, hata yaptık, değilmiş, demedi.

Kılıçdaroğlu’na, sistemi değiştirmek için bizim kanımızı dökeceksiniz gibi laflar etme, dediler. Ama bunu Kılıçdaroğlu’nun kulağına söyleyecek yerde, sahneyi camide, cenaze töreninde kurdular. Doğaçlama yapmak istediler. İş ellerine yüzlerine bulaştı.

Evet, Kemal ne yapsa yaranamıyor. Ama Erdoğan’ın da isteklerinin sonu gelmiyor.

İşte hal böyle olunca, “garip” komediler ortaya çıkıyor.

Peki ya Kemal küser de, ben artık oynamıyorum derse ne olacak? Binali, işi biraz fazla kaçırmış olmalı.

5.

Beşincisi, hoş bir hukuk meselesidir. Hayır hayır, MHP’den söz etmeyeceğim. O’nu MHP karakola düştü başlığı ile ele almak lazım, öyle no 5 diye ele almak haksızlık olur.

Bizim beşinci konumuz, Cumhurbaşkanı’nın diploma meselesidir.

Biliniyor, Cumhurbaşkanı adayı olmak ya da bizzat Cumhurbaşkanı olmak için üniversite diploması gerekiyor. Bu da 4 yıllık bir okuldan alınmış olmalıdır.

Galiba olay, bir hakaret davası sırasında patlıyor. Eskiden beri konuşulurdu ve Erdoğan bir türlü diplomasını göstermezdi. Ama öyle anlaşılıyor, kendisi 2 yıllık bir okuldan mezundur ve bu sorundur. Ülkemizin egemenleri, senaryo yazıcı emperyalist güçler, kendi iktidarları için Ak Parti senaryosunu yazdıklarında, Erdoğan’ı proje müdürü yaptılar. Ne yazık, diploması yokmuş. Sanki, başka hiç bir seçenekleri yok, bula bula diploması olmayan adamı buldular.

Yani mızrak çuvala sığmıyor.

Ya bu efendiler, Tayyip’den sıkılınca diploma meselesi ile ipi çekecektir. Bu durumda da, Cumhurbaşkanlığı süresince aldığı kararlar, imzaladığı yasalar vb. ne olacaktır? Ehliyeti olmayan biri tarafından imzalanmış muamelesi mi görecektir.

Kılıçdaroğlu, hemen, “Devlete zeval gelmesin, bu diploma meselesini hasır altına atın” mı diyecek?

Ya da, Tayyip onları da kandırmıştır ve Tayyip projesi kendilerine o kadar göz kamaştırıcı gelmiştir ki, detaylara bakmak akıllarına gelmemiştir.

Olay şöyle patladı.

Cumhurbaşkanı’na hakaretten yargılanan, galiba bir gazeteci, mahkemeden Cumhurbaşkanı’nın diplomasının kopyasını talep etmiş. Mahkeme de “İstenmesine” diye karar almış. Ne olacak, koca Cumhurbaşkanı’nın diploması olmaz mı?

Ama buyurun işler öyle gelişmemiş. Mahkeme, ahhh mahkeme, siz ne ettiniz? Bugün olsa, eminiz onlar da bu kararı almazdı. Ama olan oldu.

Durumu fark eden Yarsav Başkanı, hemen bir dava açtı. Davada, Cumhurbaşkanlığı seçiminin yenilenmesi gerektiği talebi de var. Öyle ya, sahte diploma ile cumhurbaşkanı olmuşsa, bu sayılmaz ki.

Erdoğan, bir açıklama yapmakta gecikmedi. Ama sesi gürlemiyordu: “Söylediklerime inanmıyorlar, belki rektör açıklarsa inanırlar” diyordu ve sesine biraz espri katmaya çalışıyordu. Gel ki kendisi, para, komisyon ve rant konuları dışında espri yapmazdı. Bir de kadınlar konusunda vecize tarzında sözleri vardı. Ama gelin görün ki, bu diploma meselesinde espri yaptı.

Rektör diplomayı açıkladı.

Bu arada Yarsav Başkanı, YSK’dan bilgi edinme hakkı çerçevesinde diplomanın kopyasını istedi. Ve YSK önce, “Ne diyeceğimi bilemiyorum” yanıtını verdi. Komik olmasına komik ama yeterince güldürü almadı, reytingi düşük kaldı ve ertesi gün, YSK, başvuruyu reddetti.

Böylece bilgi edinme hakkı, sadece biz sıradan vatandaşlar için değil, bizzat avukat ve savcılar için de çiğnenebilir bir hak olarak ortaya çıktı. Yani, böyle bir bilgi edinme hakkı yok. Hem var, hem yok.

Rektör diplomayı açıklayınca, iki şey oldu, ilki, ortaya farklı durumlarda kullanılmış iki ayrı diploma çıktı. Acaba ikisi de sahte ise, üçüncüsü nerede? Cumhurbaşkanı, diplomayı kaybetmiş ama buna uygun tarzda diploma yenilenmemiş. Dahası, ortada çok sayıda çelişki olduğu basında da yer aldı. O kadar ki, Cumhurbaşkanı’nın diploması, kendinden sonra mezun olanlardan daha büyük bir sıra numarasına sahip. En son 13 noktada sahte olduğu açıklanmaktadır.

Bu durumda, iki farklı diplomanın çıkış yeri olan Marmara Üniversitesi’nin, ilgili biriminin arşivlerine girmek yasaklandı, mahkeme kararı ile erişim yasağı geldi. Ve önce diplomalar arasındaki çelişki ayarlandı ve sonra erişim yasağı kalktı.

Sahi, Cumhurbaşkanı’nın diploması yok değil mi?

Öyle ise, farklı yerlerde sundukları sahte değil mi?

Bu sahteliği görüp de göz yumanlar da vardır değil mi?

Peki ya şimdi, Erdoğan’ın fiili durumu yasal hale getirmek lazım isteğini biraz daha anladık mı?

Çünkü bu duruma göre, ülkemizin seçilmiş bir cumhurbaşkanı yok. Çünkü Erdoğan, aday bile olamıyormuş.

Bu durumda bu dönem boyunca çıkan ve altında Cumhurbaşkanı’nın imzası olan yasalar, kararlar vb. ne olacak?

Ayna, ayna, söyle bana, benden güzeli var mı?

Şimdi bunu demesek olur mu?

Sizce Kemal Sunal’ın filmlerinden daha trajik midir, yoksa daha komik mi? Peki, bunun senaryosunu kim yazmıştır, bu kadar özensizlik olur mu?
İnsan bir diplomayı, bari eline yüzüne bulaştırmadan hazırlar. Hiç mi Ergenekoncu görmediniz, hiç mi Gladio’da tanıdığınız yok, MİT hiç mi işe yaramıyor. Altı üstü bir sahte diploma yapacaksınız, bari insan bunu senaryoya düzgün koyar. Böyle senaryo olur mu, dalga mı geçiyorsunuz Allah aşkına!

6.

“İlk insanla başlayan bu mücadele kıyamete kadar sürecek.”

Bilin bakalım bu sözler kime ait?

Tabi ki bildiniz, Erdoğan’a ait.

Peki konu ne, ilk insandan başlayıp kıyamete kadar sürecek mesele nedir? Bu ezeli ve ebedi mesele nedir? Hemen, PKK için bunları söylüyor, diyeceksiniz. Kendi ifadesi ile “terör” için. İyi ama, “ilk insanla başlayan” ve kıyamete kadar sürecek olan bu mudur? Siz emin misiniz?

Vezneciler saldırısından sonra bu açıklamayı yapıyor.

Ama ne kastettiğini anlamak çok zor.

O kadar fazla yerde, o kadar tuhaf konuşuyor ki, doğrusu, ne demek istediğini anlayan var mı bilinmez. Aslında, ilk insanla başlayan ve kıyamete kadar sürecek olan şey denildi mi, akla gelen hikâyelerden biri Hâbil ile Kâbil’in hikayesidir. Cennetten kovulan Adem ile Havva’nın ilk çocukları Kâbil çiftçi oluyor. İkincisi Hâbil ise çoban. Her ikisi de Tanrı’ya adaklar sunuyorlar, elde ne varsa. Birinde ekinleri var, diğerinde ise hayvanları. Tanrı, hayvan adağını, yani Hâbil’in sunduğu kuzuyu kabul ediyor, ama görünür bir sebebi olmadan Kâbil’in adağını reddediyor. Bu nedenle Kâbil kardeşi Hâbil’i kıskanıyor, ona saldırıyor. Bir görüşe göre ise Hâbil kızkardeşi ile evlenmek istiyor ve Kâbil bunu kıskanıyor ve Hâbil’i öldürüyor. Bu nedenle Kâbil, Tanrı’nın lanetine uğruyor ve yuvasından Tanrı tarafından kovuluyor, yalnızlığa mahkûm ediliyor. Kâbil’in içine girmiş olan şeytan, ölüm haberini gidip Havva’ya söyler. Havva, daha ölümü bilmemektedir. Ölümün yemek yememek, yaşamamak ve birlikte olmamak olduğunu söyler şeytan. Havva kedere boğulur ve yeryüzü ilk kederle, ilk gözyaşı ile tanışmış olur. Kâbil, kızkardeşi ile evlenir, bir oğlu olur, medeniyet ışığını yakar.

Gördünüz mü, bu “ilk insanla başlayan” sözü bizi nerelere götürdü.

Acaba Erdoğan, ilk kardeş katlini mi, ilk cinayeti mi, ilk kederi mi kastediyor? İlk kızkardeşle evlenmeyi mi, şeytanın ilk hilelerinden birini mi kastediyor?

Doğrusu bu soruların yanıtını bilmiyoruz.

Öyle anlaşılıyor, böyle “önemli şeyler” söylemeyi adet edinmiştir ve belki de bu sözlerin üzerine kimse düşünmemektedir.

7.

Yedincisi, Muhammet Ali’nin cenazesidir. Efsanevi boksör ve haksızlıklara, sömürüye karşı mücadele etmiş Muhammet Ali, Müslümanlığı seçmişti. Erdoğan, aklına nasıl düştü ise, hemen Amerika’nın yolunu tuttu.

Bu danışmanlar çalışmıyor mu? Cenaze töreninde sırıtan jöleli, hiç mi aklını kullanmıyor? Neye gülüyorlar? Bu basın, bu reklam ajansları hiç mi çalışmıyorlar? Aldıkları paranın karşılığını vermek için kıllarını dahi kıpırdatmıyorlar mı?

Birisi kalkıp, düzgün bir program, düzgün bir görüşme yapmaz mı?

Koskoca Dünya lideri, Muhammet Ali’den sonra, haksızlıklara karşı mücadelenin yeni Muhammet Ali’si (bunları biz söylemiyoruz, yandaş gazetelerde var. Hani biz söyleyince yanlış anlaşılır, ama zaten aklımıza da gelmez. Bunları yandaş basın söylüyor. Ama nedense Erdoğan, buna karşı hakaret davası açmıyor) kalkıp Amerika’ya gidiyor, cenazede hiç bir ilgi görmüyor. Bu ne biçim iştir? Tez elden, tüm danışmanlar kovulmalıdır, tez elden tüm ajansların parası kesilmeli, tüm araştırma şirketlerine kayyum atanmalıdır, tez elden tüm reklam ajanslarının reklam gelirlerine el konulmalıdır. Bu ne rezalettir?

Cenaze törenine varırlar. Kâbe’den gelen bir örtüyü cenazenin üzerine örtmek ister Erdoğan, ama aile izin vermez. Haydi hassasiyet diyelim.

Diyanet İşleri Bakanı, zırhlı arabasını Türkiye’ye bırakıp, Erdoğan’la birlikte cenazeye katılmaya gitmiştir. Birden bire aklına mı geldi, yoksa önceden söyledi ve kabul edildiği halde iptal mi edildi bilinmez, Kur’an okumak istedi ve bu istek de reddedildi. Bu organizasyonu kim yapmış Allah aşkına. Bu sosyal demokratların beceriksiz organizasyonlarına benziyor. Yoksa, içinde komisyon yok diye bu kadar lakayt davranılır mı?

Neyse, Erdoğan, haklı olarak konuşma yapmak istiyor. Ama o da ne, ret yanıtı geliyor.

Ve elbette tüm kafile, cenazeye katılmadan geri dönüyor.

Ve kafile Türkiye’ye geliyor ardından cenazede yapılan konuşmalar geliyor. Hangisi daha hızlı geliyor bir yana, ama cenazedeki konuşmalar “ağır” geliyor. Öyle Arınç’ın ağırlığı gibi “ağır” değil, basbayağı ağır geliyor.

Cenazede konuşan Haham Lerner, şöyle diyor: “Bu ülkedeki gelirin yüzde 80’ini elinde tutan yüzde 1’e bunu paylaşma zamanı olduğunu söyleyin. Seçimle işbaşına gelen yetkililere işkenceye son vermelerini söyleyin. Türkiye’nin liderlerine Kürtleri öldürmeyi durdurmasını söyleyin. İsrail Başbakanı Netanyahu’ya güvenliği sağlamanın yolunun Batı Şeria işgalini bırakmak, Filistin devletinin kurulmasına yardımcı olmaktan geçtiğini söyleyin.”

Kader bu olsa gerek.

Tüm yollar “anlamlı yalnızlığa” çıkıyor.

Ah ayna, söyle O’na, ondan güzeli, O’ndan kudretlisi, O’ndan kutsalı var mı? Senden başka bakacak yeri yok, bu iş de sana düşüyor. Ah ayna ahh.