“Anamız amele sınıfıdır, yurdumuz bütün cihandır bizim” – Işık Çelik

Günlerdir Ege, Akdeniz yangınlar, Karadeniz sellerle boğuşuyor. Henüz bu felaketlerin nedenleri-sonuçlarıyla uğraşırken ortaya bir Afganistanlı mülteci sorunu atılıyor. Bunca hızla değişen/değiştirilen gündem, aklı dumura uğratma konusunda egemenler için epey kolaylık sağlıyor. Yangının yarattığı öfke selle, selinki Afganistanlıyla, Afganistanlınınki Suriyeliyle absorbe edilmeye çalışılmakta. Böylece çark dönmekte. Sistemin, Saray Rejimi’nin yarattığı, önlemek istemediği, giderek de önleyemediği her tür felaketin yarattığı öfke sisteme dönmedikçe sorun yok. Öfkenin sisteme, Saray Rejimi’ne dönmemesi konusunda CHP ve onun çevresine halkalanmış olanların çabaları gözyaşartıcı.

Öncelikle göçmen, sığınmacı, mülteci kavramları üzerinde duralım. Mültecilik kavramı 1951 yılında imzalanan Cenevre Sözleşmesi’ne dayanıyor. Aslında İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra batının “komünizm tehdidinden kaçanlar için” geliştirdiği uluslararası bir mekanizma. Türkiye anlaşma metnini 1961 yılında onaylıyor. 1967’de BM anlaşmada coğrafî sınırlama getiren “1951’den önce” (ki bu İkinci Dünya Savaşı’na katılan ülkeleri, yukarıda da vurguladığımız gibi özellikle sosyalist ülkelerden gelecekleri kapsıyordu) ifadesini kaldırıyor. Fakat Türkiye bu değişikliği onaylamadığından Türkiye’de mülteci olabilmek için hâlâ Avrupa ülkelerinden birinden gelmiş olmak gerekiyor. Dolayısıyla Suriye, Afganistan ya da Afrika’dan gelenler mülteci statüsü alamıyor. O yüzden resmî olarak “geçici koruma statüsü” gibi kavramlar kullanılıyor. Sığınmacı ise mültecilik başvurusu yapmış ama başvurusu henüz sonuçlanmamış, başvuru sonucunu bekleyen anlamında kullanılıyor. Biz işin bu boyutuyla ilgili değiliz bu yüzden genel olarak göçmen kavramını kullanacağız.

Son günlerde köpürtülen göçmen tartışmasında özellikle “bizim devletimiz, bizim vatanımız, bizim milletimizle başlayan” cümleler kaçınılmaz olarak ırkçılığın ve milliyetçiliğin değirmenine su taşıyacaktır.

Birincisi “bizim devletimiz”, “bizim vatanımız”, “bizim milletimiz” kavramları yönetenlerin, yönetilenler için, ezilenler için, işçi sınıfı ve emekçiler için ürettiği kavramlar. Ezen ve ezilenin, üreten ve el koyanın, işçi sınıfı ve burjuvaların olduğu bir kesitte ortak “biz”e ait hiçbir şey olmaz. Biz kimiz? Eğer işçi-emekçi isek, ezilenler isek, sürülen-sömürülen halklar isek bizim henüz bir devletimiz yok. Vatan dedikleri “çek defterleri-kasaları”, fabrikaları, madenleri, HES’leri, JES’leri, otelleri, plazaları, sarayları… Biz ise, bu vatan dediklerini üreten, yaratan, çarklarını döndürenleriz. Millet ise bir halkı bir kimliği diğerine göre aşağılamanın, kategorize etmenin, egemenlik kurmanın adıdır. Bizim vatanımız yeryüzü-milletimiz bütün halklar ya da insanlık. Çünkü biz zaten sınırsız ve sınıfsız bir dünyayı savunanlardanız. “Anamız amele sınıfıdır, yurdumuz bütün cihandır bizim” diyenlerdeniz.

Gelelim “laik demokratik hukuk devleti”ne. Sistemin en büyük başarısı, olmayanı kitlelere pazarlama yetisi. Burada bu hayalin en büyük alıcısı da CHP ve onun çevresinde halkalanan sol kesim. Bizim cephemizden “nerden baksan tutarsızlık, nerden baksan ahmakça.” Ne zaman laik oldu bu devlet, ne zaman demokratik oldu? Kurucu kodları soykırım ve halkların katliamı, asimilasyonu üzerine kurulu bu devlet ne zaman demokratik oldu? Ermeni soykırımından, Rum, Pontus katliamlarından mı alalım? Dersim dağlarında mağaralarda zehirli gazlarla yapılan katliam mı, yoksa kan akan dereler mi, Seyit Rıza’nın katli mi, yoksa Dersimin Kayıp Kızları mı demokrasinin göstergesi? Varlık vergisi mi mesela, mesela 6-7 Eylül mü? Tan Matbaası baskını mı? Yoksa Üç Fidan’ın mecliste idamını huşuyla onaylamak mı? Yetmedi, tabii onlar devrimcilerdi, Mahir’ler, Deniz’ler, İbo’lar… Peki ’77 1 Mayısı, peki Maraş, Çorum, Malatya? Peki 12 Eylül? Peki Diyarbakır, Mamak, Metris? Peki Kürt değil kart-kurt? Peki evleri-köyleri yakılıp göç ettirilen Kürtler? Peki Sivas? Peki “faili meçhul”ler? Peki “hayata dönüş” operasyonları? Havan mermisiyle vurulan Ceylan mı, 11 yaşında 12 kurşunla öldürülen Uğur mu (ve adını sayamadığım yüzlercesi)? Roboski mi? “Rojava düştü düşecek” mi? Bodrumlarda yakılanlar mı? Bir hafta cenazesi sokakta bırakılan Taybet Ana mı? Cesetleri parçalanarak başında poz verilen, cesetleri panzerlerle sürüklenen gerillalar mı? Hrant mı? Suruç mu? Ankara gar katliamı mı? Tahir Elçi mi? Suriye yangınına eline benzin alıp koşmak mı? Afrin’in işgali, Suriye’nin yağmalanması mı? MİT tırlarıyla IŞİD’çilere silah taşınması mı? IŞİD’çilerin korunup kollanıp Suriye’ye taşınması, onlardan ordu devşirilmesi mi? SADAT mı? KHK’ler mi, torba yasalar mı? Yoksa her gün katledilen, tecavüze uğrayan kadınlar, çocuklar LGBTİ+’lar mı? JES için, HES için, rant için, taş için, maden için, beton için yağmalanan doğa mı?.. Daha sayamadığım bin tane başlığa rağmen ne müthiş demokrasi değil mi?

Gelelim laiklik meselesine. Tek başına Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı bile bu devletin laik olmadığının göstergesi. Bütçesi ve personel sayısı ile birçok bakanlığı geride bırakan bu kurum Sünni Müslümanlığın devletin ihtiyaçlarına göre toplumun dizayn edilmesinde büyük rolü var. Bu dün de böyleydi bugün de böyle. Sadece zaman zaman daha etkin zaman zaman daha geri planda rol alıyor. Öyleyse ne zaman laik oldu bu devlet? Sırf anayasasında yazıyor diye hiçbir devlet demokratik de olmaz, laik de.

Hukuka gelince o zaten çoktan guguk olmuş. Bunun için çok örneğe gerek yok. KHK’ler, torba yasalar, yüzlerce defa değişen ihale kanunları, adrese teslim vergi istisna ve muafiyetleri, bir gecede statüsü değişen araziler. Katili kollayan, ceza indirimi yapan, serbest bırakan ama mağduru korumayan nerdeyse cezalandıran hukuk sistemi, istediği her kurumun başına kayyum atayan hukuk sistemi, Hapishaneleri siyasi tutsaklarla dolduran hukuk sistemi. Kendi anayasasında yazan temel hakları kullananların karşısına ordusu polisi, tankı tomasıyla çıkan, katillerin ise sırtını sıvazlayıp semirten hukuk sistemi…

Şimdi birileri çıkıp bize “ee, işte biz de onu söylüyoruz hukuk sistemi çökmüş durumda” diyecekler. Yok öyle yağma, ölümü gösterip sıtmaya razı edemezsiniz. Bugün yürürlükte olan, hâlâ 12 Eylül anayasası. Dün hukuk hukuktu da bugün mü guguk oldu? Öyleyse hukuksal yoldan hesabı sorulmuş bir tane gözaltında kayıp davası gösterin, bir tane katliam davası (Maraş, Çorum, Malatya, Sivas…), bir tane hukuksal yoldan aydınlatılmış “faili meçhul” gösterin. Bu devletin meclisi Deniz’lerin idamına onay vermiş bir meclis, o mu demokratik yasalar yapacak? Bu ülkenin hukuk sistemi, ‘Pazartesi Atatürk Dersim’e gelecek ve halk tutuklu olan Seyit Rıza’nın serbest bırakılmasını kendisinden talep etmesin diye, Cuma günü mesai saatinden sonra yargılama yapıp ertesi gün Seyit Rıza’yı idam etmiş’ bir hukuk sistemi; bu mu demokratik olacak? Bu ülkede Tan Matbaası olayında yer alanlar daha sonra başbakan, cumhurbaşkanı oldular. Bu ülkede tescilli katiller milletvekili oldular, bu hukuk mu bugünküne alternatif önümüze koyduğunuz?

Sonuç olarak bu devlet tüm varlığıyla işçi sınıfına, emekçilere, yoksul köylüye, halklara, gençlere, öğrencilere, kadınlara, doğaya düşman bir devlet. Bunun hemen her gün çeşitli kesimler tecrübe ediyor. İşçiler tazminatları için Ankara’ya yürüyor ve hemen önüne jandarma çıkıyor. İşçiler ise “dinle alay komutanı” diyorlar. Üniversiteye kayyum atanıyor, öğrenciler protesto ediyorlar karşılarında polisi, ÖGB’si, tomasıyla devlet. Gece vakti evleri basılıp kapıları kırılıyor ama öğrenciler pes etmiyor ve sonunda kayyum gitmek zorunda kalıyor. Her gün kadınlar katlediliyor, göz göre göre gelen katliamları önlemek için kılını kıpırdatmayan devlet, hemen protesto eden kadınların karşısına dikiliyor, ama kadınlar sokakları terk etmiyorlar. Deresine ormanına sahip çıkan köylünün karşısına jandarma çıkıyor, köylü, sen Cengiz’in jandarmasısın, diye bağırıyor. Ormanlar cayır cayır yanarken fırsattan istifade maden alanını açmaya çalışan Limak karşısında direnişçileri bulunca devreye jandarma giriyor, jandarma elbette ormanı değil Limak’ın makinalarını koruyor… Böyle böyle emekçiler, köylüler, kadınlar, gençler her gün yeniden tecrübe ediyorlar bu devletin kimin devleti olduğunu.

Ormanlar cayır cayır yanıyor, ortada henüz bir yardım, helikopter, uçak yok, ama nasıl oluyorsa TOKİ projeleri hazır, devletlu konuşuyor: “Öyle evler yapacağız ki evi yanmayan niye benimki de yanmadı diye üzülecek” diyor. TOKİ o kadar öngörülü ki yangın başlar başlamaz nerelerin yanabileceğini biliyor proje çıkarıyor, bakanlık onaylıyor, bütün bunlar yıldırım hızıyla oluyor, ama nedense kurtarmaya, yardıma dair adımlar bir türlü atılamıyor, ta ki iş çığırından çıkıncaya kadar.

Yukarıda da anlattık bu devlet kan, katliam, bastırma konusunda son derece maharetli, ama iş yardıma kurtarmaya gelince mekanizmalar çalışmaz, çünkü kodlarında bu yok. Siz hiç vaktinde ve gerektiği gibi müdahale edilmiş yangın, sel, deprem, pandemi… tek bir örnek gösterebilir misiniz? Yok böyle bir örnek. Ama şurda bir protesto var, burda bir eylem var, şurda bir direniş var dediğiniz anda devlet bütün varlığıyla sizden önce alanda olur. Yangın için jandarma sahaya inmez ama, Limak’ın makinaları için iner.

Bu devlet çözülüyor. Çözülürken her gün daha fazla şiddete başvurmaktan başka çaresi yok. Ekonomik kriz had safhada, rant, yağma, talan, almış başını gidiyor. Bütün bunların kitlelerde yarattığı bir öfke var. İşte Saray Rejimi de, CHP de bu öfkeden korkuyor. Saray Rejimi bir gün daha olsa ömrünü uzatmak derdinde. CHP ise devletin bekası ile ilgili, kitleler sokağa inmesin, kitleler örgütlenmesin, kitleler öfkesini devlete yöneltmesin. Her şeyin sorumlusu Tayyip Erdoğan, o giderse zaten demokratik laik hukuk devletine geri dönmüş olacağız.

Peki bu öfke nereye yönlendirilecek? İşte burada hemfikirler. İlk hedef Kürtler. Bu, iktidarıyla muhalefetiyle egemenleri birleştiren çimento. Başka kim olabilir; göçmenler. Ki bu konuda CHP başı çekiyor. En güçsüze vurmanın verdiği rahatlık. Risksiz. Bahanesi çok. Sistemin yarattığı davranış normu. Senden güçlüyse biat et, güçsüzse vur tepesine. Böylece sende kendini güçlü hissedersin. Güçlüye kafa tutmak zor, meşakkatli, emek ister, örgütlenmek ister, ortaklık ister, dayanışma ister, en önemlisi yalnız kalsan bile seni insanlaştırır. Peki CHP bunu ister mi? Elbette istemez. Başkaldırmak, isyan etmek bunlar devletin bekası için tehlikeli şeyler. Ama aynı CHP hiçbir sınırötesi operasyon teskeresi için hayır oyu vermez. TC’nin Suriye’yi işgaline asla ses çıkarmaz. Suriye’nin yakılıp yıkılmasına, yağmalanmasına göz yumup o yangından kaçıp size sığınanlara öfkeyi yöneltmek, hedefe koymak, buradan güç devşireceğini düşünmek, sizi “muhalefeti” olduğunuz iktidarın ortağı yapar. Öfkeli kitleleri milliyetçilik şemsiyesi altında toplamak egemenler için en istenilir yoldur ve CHP bunu yapıyor.

Öte yandan göç, dünyada en fazla bu toprakların tanık olduğu bir olgu. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e sürekli bir nüfus mühendisliği alanı. Sürgünler, zorla göç ettirmeler, zorla yerleştirmeler bu toprakların tarihi bu. Biz hepimiz tarihin bir döneminde inançlarımızdan, ait olduğumuz halktan, sahip olduğumuz siyasi düşüncelerden, en olmadı ekonomik nedenlerden göçmüşken bugün sorgulamamız gereken göç ya da göçmenler değil bunun nedeni, buna yol açanlar. İşin acı tarafı göçmenlere en çok muhalefet edenler, Avrupa 24 saatliğine kapılarımı açıyorum dese, bütün göçmenleri ezip kapağı Avrupa’ya atacak olanlar. Yazık, sömürge kişilik.

Şimdi göçmenlere karşı kullanılan bu zehirli dilin kullandığı bazı söylemlere bakalım:

“Suriyeliler neden hep Türkiye’ye geliyorlar?” Nereye gitmesini isterdiniz? İspanya, Japonya, Yeni Zellanda? Biraz gerçekçi olalım bir savaş ortamından kaçıyorsunuz, seyahate çıkmış uçakla gidiyor değilsiniz, yürüyerek geliyorsunuz nereye gidersiniz? Elbette en yakın sınırlara yönelirsiniz. Nitekim gittikleri ülkeler Türkiye, Ürdün, Lübnan, Irak. Resmî rakamlara göre Türkiye’de 3 milyon 690 bin 926 Suriyeli sığınmacı var. Gayriresmî rakamlar bunun 5,5-6 milyona vardığını söylüyor.

Lübnan’da 1,5 milyon 2 milyona yakın olduğu, Ürdün’de 700 bin, Irak’ta (Kürt bölgesel yönetimi) 250 bin kişi. Nüfusa oranladığımızda en yüksek rakam Lübnan’da 6 milyon nüfuslu ülkenin neredeyse yarısı göçmen (yalnızca Suriyeliler değil, Filistinliler de var).

İkinci bir söylem: “Vergilerimizle Suriyelilere maaş ödeniyor.” Suriyelilerden kronik hastalara, bakıma muhtaç olanlara ayda 120 TL veriliyor. Üstelik bunlar kayıtlı olanların çok az bir kısmı. Kaynak ise AB ve diğer uluslararası kurumlardan gelen yardımlar. Vergilerimizden karşılanmıyor ama velev ki öyle olsun o zaman da şunu sormak gerekmez mi? Bütün bu yaygarayı koparanlar, ayakkabı kutularına doldurulan, sıfırlanan, kasalarda saklanan, bavullarla taşınan paralar iç edilirken ne yaptılar? Vergi borcu silinen, vergi istisnası getirilen, arazisi hibe edilen, yolcu-hasta garantisi verilen projelerine ne dediler? Cemaatlere vakıflara verilen arazilere, yardımlara ne dediler? Kredi borcunun üzerine yatan işadamlarına ne dediler? Çökülen yat limanlarına, şirketlere ne dediler? Ya merkez bankasındaki 128 milyar dolara? Hakkını yemeyelim CHP 128 milyar nerede diye sordu. Ama o kadar. Allahtan ki Saray Rejimi ahmaklık edip afişi polis zoruyla kaldırmaya kalkınca kitlelerin haberi oldu. Yoksa sorduklarından haberimiz bile olmayacaktı.

Bir başka söylem: “Suriyeliler yüzünden işsizlik artıyor.” Göçmenlerin yüzde 90’ı belki de daha fazlası yoksul. Belki ülkelerinde böyle değillerdi ama evlerini barklarını bırakıp geldikleri için, yaşamak için emeklerinden başka satacak bir şeyleri yok. Hem de sadece karınlarını doyurmak için en kötü koşullara en düşük ücretlere razılar. Tabii bu işverenler için bulunmaz nimet. Hem ucuz işgücü hem de mevcut çalışanlara karşı bir tehdit unsuru: “Bu ücrete razı olmazsan dışarıda sırada bekleyen Suriyeliler, Afganistanlılar var.” Peki bu durumda işçiler öfkesini kendi sınıf kardeşine mi yoksa bu durumu kendilerine karşı kullanan açgözlü patronlara mı çevirmeli? Sendikalar “Suriyeliler gitsin” diyen güruha mı katılmalı, yoksa kayıt dışı çalışmaya, uzun ve kötü koşullarda çalışmaya, eşit işe eşit ücret deyip bu sefalet ücretlerine karşı mücadeleye, örgütlenmeye mi girişmeli?

Bir başka söylem: “Kadınlarımız kızlarımız sokağa çıkamayacak.” Bu söylem özellikle Afganistanlılara karşı geliştirilen bir söylem. Her gün bir ya da iki kadının öldürüldüğü, tacize-tecavüze uğradığı, çocukların taciz ve tecavüze uğradığı bu ülkede bunu söylemek, göçmenleri aşağılamak, onlara tacizci-tecavüzcü demek dışında bir anlama gelmiyor. Üstelik tacize-tecavüze uğrayan, fuhuşa zorlanan, hayvan pazarından hayvan alır gibi parayla ikinci, üçüncü eş olarak alınan göçmen kadınlar-çocuklarken.

Şimdi kendisine sol, solcu diyen köşe yazarlarından birinden, Merdan Yanardağ’dan bir alıntı ile devam edelim: “Bir entegrasyon ve iskan programı da olmadığı için topluluklar halinde yaşayan, gettolar oluşturan mülteciler, kendi yerel ve gerici kültürlerini ve ideolojilerini yeniden üretmektedir. Derin bir yabancılaşma ve düşmanlık psikolojisini mayalayan bu durum toplumsal barışı ve huzuru ciddi ölçekte tehdit etmektedir.” (Merdan Yanardağ, Mülteciler ve Sol, Birgün).

“Kendi yerel ve gerici kültürleri.” Nasıl bir dil bu? Nasıl kibirli, üstten bakan, aşağılayıcı bir dil bu? Mesela hangi kültür ileri? Dünyayı kana boyayan, Sovyetler’i kuşatmak için kurulan yeşil kuşağın ve IŞID, Taliban, El Kaide’nin babası ABD’nin mi? Yoksa Hitler Almanyası’nın mı? Ee, biz devletlerden değil halktan söz ediyoruz diyebilirsiniz, biz de öyle diyoruz, Taliban’dan değil, Afganistanlılardan söz ediyoruz. 40 yıldır emperyalistler tarafından talan edilen, dünyanın afyon fabrikasına dönen, bundan başka hiçbir şeye izin verilmeyen Afganistan’dan söz ediyoruz. Emperyalist ülkelerin ya da hadi diyelim kendi ülkenin günlük yaşam pratikleri ile, ekmeğe muhtaç, uyuşturucu ekonomisinden başka seçeneğe sahip olmayan bir halkın günlük yaşam pratiklerini karşılaştırıp buradan kendi adına bir ilericilik devşirmek ötekini de geri diye aşağılamak ancak sömürgeci kafasıyla düşünen OYT’nin (okur-yazar takımı) harcı olabilir. Bu duyarlılık, “bunların derileri kokuyor, ayakkabılarını kapı önünde çıkarıyorlar” diyen kafayla aynı duyarlılığa sahip. Allah bizi Merdan Yanardağ gibilerin “ilerici” kültürlerinden korusun! Güçlünün karşısında eğilen, güçsüze vuran duyarlılık! Sayın Yanardağ acaba Süleyman Soylu’nun karşısında neden halkımızın hislerine tercüman olan bir tek soru soramadı da, şimdi sıra Suriyeliye Afganistanlıya gelince bu kadar rahat konuşuyor?

Bir de Sayın Yanardağ’a göre “bu durum toplumsal barışı ve huzuru ciddi ölçekte tehdit etmekte” imiş. Biz galiba Merdan Yanardağ’la aynı ülkede yaşamıyoruz. Acaba hangi “toplumsal barış ve huzur”? Merdan Yanardağ’ın da değirmenine su taşıdığı Ankara Altındağ’daki saldırılar gibi barış ve huzur ortamı mı? Şimdi örnek sıralamaya gerek yok yukarıda yeterince örnek sıralandı.

Aynı yazıda Merdan Yanardağ’ın bir de önerisi var: “Afganistan’da Taliban iktidarının engellenmesi için demokratik bir uluslararası dayanışma hareketi başlatılmalıdır.” Gerçekten akıllara zarar bir cümle. Hiçbir şey demeden sol gibi görünen bir şeyi nasıl söylerim diye düşünmüş herhâlde. Sen kendi ülkende dayanışmaya dair her tür söylemi (aynı yazıdan: “Öyle peşin şekilde her eleştireni ‘ırkçılıkla’ suçlamak, melo-dramatik (romantik değil) dayanışma nutukları atmak kolaycılıktır. İnsancıl olmalıyız ama siyasal aptallar da değiliz.”) siyasi aptallık olarak değerlendir, ama demokratik bir uluslararası dayanışma hareketi başlatmaktan söz et. Ee, bir de enternasyonalist gözükmek lazım. Yazık. Yazık ki ne yazık.

Gelelim Saray Rejimi’ne; gerçekten savaştan kaçanlara kucak açmak adına mı açtılar sınırları? Elbette değil. Bir gecede kardeşim Esat’tan, düşman Esed’e geçirten neden ne ise kapıları açtıran da odur. ABD’nin Ortadoğu’da uygun gördüğü kâhyalık rolünü, Osmanlıcılık, İslam âleminin liderliği rüyalarıyla bezeyip “öğlen namazını Şam’da kılma” hayalleri kurunca kapıları da açmak gerekti. Öyle ya, İslam âleminin yeni lideri böylece Esed’in zulmünden kaçanlarla birlikte Şam’a fatih olarak yeniden dönecekti. Köprüler, çift şeritli yollar, AVM’ler, toplu konutlar, camiler yapıp imar edecekti. Fakat bir süre sonra bu rüyanın olmayacağı anlaşıldı. O zaman tampon bölge kuralım dedi, Suriye topraklarını işgale başladı böylece hem Rojava’yı çembere alacak hem de burayı “imar” edip “Esed’in zulmünden kaçanları yerleştirerek bir nebze olsun topraklarını genişletecekti. Ama o da Rusların engeline takıldı. Bir şekilde göçmenler üzerinden bir şeyler kazanmak gerekirdi, o zaman sınırlarımı açarım tehditleri savurdu bir miktar para, taviz vs. kopardı. Bu yeterli gelmedi bu kez insan kaçakçılarını da yardıma çağırarak fiilen göçmenleri sınıra yığdı. Yine birtakım tavizler kopardı ama olan pandemi koşullarında neyi var neyi yok gideceğim umuduyla satıp savan, evini dağıtan geride dönebileceği bir yer kalmayan, ama karşı tarafa da geçemeyen göçmenlere oldu. Hayatını kaybedenler oldu.

Peki şimdi durum ne Saray Rejimi açısından? Şimdide sorun yok. İşverenlerimiz açısından ucuz iş gücü cenneti. Şimdi de bu ucuz işgücü cennetini pazarlayalım, uluslararası tekeller için belki Çin’in Asya’nın rolüne biz talip oluruz, diye çalışıyorlar.

Üstüne üstlük, kitlelerin gözünde işsizliğin, ekonomik krizin müsebbibi olabilirler, bu da Saray Rejimi’ne CHP’nin de yardımıyla öfkeyi boşaltacak yeni bir seçenek sunar, üstelik kendisi arka planda mültecilere kucak açan kurtarıcı rolünü devam ettirerek.

Peki biz ne diyoruz; sermayenin vatanı yoksa işçi sınıfının da yoktur diyoruz. Kapitalist-emperyalist sistem tarihin çöplüğüne gönderilmedikçe insanlık daha çok göç, daha çok felaket yaşayacak diyoruz. İşçi sınıfı, göçmenlerin oluşturduğu yedek işçi ordusu senin rakibin değil sınıf kardeşindir. Öfkeyi sınıf kardeşine değil, sınıf düşmanına yönelt diyoruz. Rekabet böler, eylem birleştirir, diyoruz. Rekabet böler, örgütlenme birleştirir, diyoruz. Bıraksalar halklar kardeş olur, diyoruz. Dayanışma yaşatır, diyoruz. Öfkeni yerinden edilene değil, edene yönelt, diyoruz. Ve son söz olarak işçiler, emekçiler, halklar, göçmenler, kadınlar, gençler, öğrenciler, LGBTİ+’lar tek çıkış yolu var: Örgütlenmek, bu ucube sistemi, kapitalizmi, ait olduğu yere, tarihin çöplüğüne göndermek.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz