AKP’nin “kinder, kuche, kirche”si (1)

Aslına bakacak olursanız, iki konuda yazmak ve konuşmak zordur: biri, üzerine hiç yazılmamış / konuşulmamış konularda. Tartışmaların namevcut, kaynakların kıt olduğu konularda, pusulasız
bir gemi gibi, nereye varacağınızı kestiremeden el yordamıyla ilerlemeye çalışırsınız.

Bu durumda, ikinci vak’aya göre daha şanslı sayılabilirsiniz; nihayetinde, ortaya tartışılabilir bir zemin çıkartabilme şansınız vardır; sonradan ne denli yanılmış olduğunuzu acı acı kavrasanız da, en azından sizden sonra bu tehlikeli sularda seyredecek olanlara, yıkacakları ya da üzerine bir şeyler inşa edebilecekleri bir temel bırakmış olursunuz.

İkincisi ise, üzerine çok yazılmış, konuşulmuş konulardır. Bunlar genellikle güncel, yakıcı, çetrefilli, ve ideolojik kutuplaşma alanlarına denk düşerler. Bazı durumlarda okuru-dinleyiciyi öylesine
bezdirmiştir ki, “konuş-konuş, bir sonuç çıkmıyor işte” yılgınlığında, söyledikleriniz, buharlaşır, uçar gider.

Bugün benden istediğiniz konu, “Türkiye’de kadın olmak”, ikinci tipe dahil. Çok acil, çok güncel, çok yakıcı, çok çetrefil, ve de çok ideolojik(-leşmiş)…

Acil, güncel, yakıcı olmasının nedeni açık: Türkiye’de her gün 2-3 kadın, eril şiddete kurban gidiyor. “Kadın cinayetleri” bu ülkede kadın ölümlerinin belli başlı nedenlerinden biri hâline geldi.

Düşünebiliyor musunuz, bu topraklarda 2000-2014 yılları arasında (büyük bölümü bir yakını tarafından) öldürülen kadın sayısı 10 793. Tüm Kurtuluş Savaşı boyunca cephede ölen subay ve er sayısı ise 9167! (3)

Gün geçmiyor ki bir erkek, karısını, eski karısını, kızını, kız kardeşini, sevgilisini mini etek giydi, kendisini reddetti, (4) aldattığından şüphelendi, (5) boşanmak istedi, (6) yabancı bir erkeğe işveli işveli saati sordu, köfte-patates gibi pratik yemekler yaptı, (7) rüyasında striptiz yaptı, rüyasında başka bir erkekle sevişti, (8) çalışmak istedi, okumak istedi, internette chat’leşti, cep telefonunda mesajlaştı, dar pantolon giydi, yemeği vaktinde hazırlamadı.. diye boğarak, keserek, vurarak, şişleyerek, yakarak… öldürmesin.

Üstelik de katiller yargı önüne getirildiklerinde, önlerini ilikleyip öne doğru kaykıldıklarında, “iyi hâl” (9) ya da en entipüften nedenlerle “tahrik” (10) indirimlerinden yararlanıyorlar genellikle.

Sadece kadın cinayetleri, taciz, tecavüz,(11) hatta “çocuk gelinler”(12) mi? Bu ülkede kadınlarla ilgili bütün veriler, “felaket” kıvamında… Örneğin eğitim: Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP) ‘İnsani Gelişme Endeksi’ne göre, Türkiye’de en az ortaöğrenim görmüş kadınların oranı yüzde 39. Bu oran erkeklerde yüzde 60. Ortalama öğrenim görme süresi kadınların 6.4 yıl, erkeklerin 8.7 yıl. (13) Bir başka deyişle, kadınların yüzde 60’ı ilköğretim ya da daha geride bir öğrenim düzeyiyle idare etmek zorunda… Yüzde 20’si ise hiç formel temel eğitim görmemiş ve/veya formal bir temel eğitimi tamamlamamış durumda! (14)

Örneğin gelir düzeyi: Aynı endekse göre kişi başına düşen gayri safi milli hasıla, kadınlarda sadece ama sadece 8 bin 813 dolar, erkeklerde 28 bin 318 dolar. Yani erkeklerin milli gelirden kişi başına aldıkları pay kadınların tam 3.5 katı. Salt bu veriler dahi, Türkiye’yi endeksin hesaplandığı 148 ülke içinde 118. sıraya yerleştirmeye yetiyor! (15)

Devam edeyim… Örneğin, siyasete katılım oranı: kadınların siyasete katılması, parlamentoda temsili konusunda yıllardır kopartılan onca gürültüye, bu konudaki sivil toplum çabalarına, siyasal
partilerin vaadlerine karşın, parlamentoda kadın oranı hâlen yüzde 14.3’te seyrediyor; akçalı işlerin gerçeklendiği alan olan yerel yönetimlerde ise durum daha vahim: yüzde 1.2. (16) (Oysa, örneğin, Seçme ve seçilme hakkını 1960 yılında elde eden ve ilk kadın milletvekilini 1982 yılında seçen Burundi’de kadınlar parlamentoda yüzde 35 oranında temsil ediliyor).(17) Hükümetteki 26 bakandan 1’i, 2 bin 924 belediye başkanından 26’sı, (18) 34 bin 210 muhtardan 65’i, 81 validen 1’i kadın… 26 müsteşar arasında hiç kadın yok! BDDK, Yargıtay, Sayıştay başkanlıklarında hiç kadın yok! Türk-İş, HAK-İŞ, KAMU-SEN, MEMUR-SEN, TOBB, MÜSİAD, TZOB, TESK yönetiminde hiç kadın yok! (19)

Tekrar ediyorum; “Türkiye’de kadınlık durumu”, çok acil, çok güncel, çok yakıcı, çok çetrefil, ve de çok ideolojik(leşmiş) bir konudur.

Evet, “ideolojik(leşmiş)”: Çünkü bu ülkede “rejim tartışmaları” büyük ölçüde kadınlar üzerinden gerçekleştirilmiştir ve bu durum hâlen devam etmektedir. Geç Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde Batıcılığın en önemli isimlerinden biri kabul edilen Abdullah Cevdet’in, Türkiye’nin modernleşmesi için “Kur’an’ı kapat, kadınları aç,” formülünü ileri sürdüğü bildirilir. Kadınların bedeni, giyimleri, kamusal alanda nasıl boygösterecekleri, o gün bugündür, modernleşmeciler ile muhafazakârlar; laiklerle İslâmcılar ateşli bir savaşın konusu olagelmiştir. Çağdaşlaşmacı-laiklerin indinde, kadınların çarşaftan kurtulması, eğitim görmesi, çalışma hayatına girmesi, sembolik de olsa siyaset alanında temsil edilmesi, ülkenin “gerilikten sıyrılması”nın, “çağdaş uygarlık düzeyine ulaşması”nın simgesi sayılmaktadır. Öte yandan, muhafazakârlar, İslâmcılar, hem geç dönem Osmanlı reformistlerinin, hem de yeni rejimde galebe çalan çağdaşlaşmacıların, laiklerin, kısacası Kemalist rejimin kadınlar konusundaki her tasarrufunu, halkı Müslümanlıktan uzaklaştırmaya, dinden soğutmaya, böylelikle de “yüzyıllar boyunca İslâm sancağını zaferden zafere ulaştırmış” bir devleti çökertmeye çabalayan Batı’nın ve onun yardakçılarının oyunu olduğunu düşünürler.

Aslına bakarsanız bugün bu topraklarda “kadın olmak” büyük ölçüde bedenini bu bitmeyen savaşın “muharebe alanı” kılınmasına seyirci kalmak anlamına gelmektedir. Ve kanımca, 2002 yılından beri hükümet, son birkaç yılda da “iktidar” olmaya başlayan İslâm referanslı AKP’nin ricalinin kadına ilişkin söylemleri (20) ve bir çeşit “rövanş”a dönüşen icraatları, bu saptama ışığında değerlendirildiğinde daha iyi anlaşılabilecektir.

Ancak tarafların üzerinde zımnen anlaştıkları bir konu vardır ki, bu da kamusal alandaki görünürlüğü ne olursa olsun, “özel alan”ın kadın için başatlığıdır. Gerek muhafazakâr/İslâmcılar için, gerekse Kemalistler için kadın, “öncelikle anne”- dir; (21) “dışarıda” yaptığı iş ne olursa olsun, özel/ domestik alan kadının birincil sorumluluk alanıdır.

Bu durumu, aynı zamanda “İslâmî aile hukukundan bir kopuş olarak da tasarlanan ve 1926’da kabul edilen Medenî Kanun’da açıkça görmek, mümkündür. Örneğin, kadını evleninceye dek kendi kararlarını alma hak ve sorumluluğuna sahip, tam ehliyetli birey olarak kabul eden Medenî Kanun, kadını evlendiği andan itibaren bu haklarının büyük kısmını elinden alarak bir çeşit sınırlı
ehliyetli konumuna sokar. Evli kadın, “evlilik birliğine ilişkin hiçbir konuda tek başına karar alamamaktadır. Evi, çocukları, hatta kendi malları hakkında bile tüm hak ve sorumluluklar kocaya aittir. Medeni yasa evli kadını, kendi kararlarını alamayacak, bunların sorumluluğunu taşıyamayacak, kocasının yardımına muhtaç bir varlık olarak görmektedir. Eşlerin evlenme isteklerini beyan edecekleri makam, kocanın ikametgâhı belediyesidir. Bu hükümle kadın kimliğini kaybetmeye başlamakta, artık yasal işlemlerini kocanın ikametgâhında yapmaktadır. Evlenmeyi kabul  ettiği anda kendi soyadını terk etmekte, evleninceye kadar varolan kimliğini evlenme kararı ile geride bırakmaktadır. Eşlerin ortak yaşamını yürütecekleri konutu seçme hakkı kocaya bırakılmış, kadına bu konuta bir söz hakkı tanınmamıştır. Aile reisliği diye bir kurum yaratılarak aile içinde hiyerarşik bir yapı oluşturulmuş, bu yetki de kocaya verilerek aile ile ilgili tüm konularda karar alma hak ve yetkisi kocaya bırakılmıştır. Bu kararlar evin seçiminden ortak malların idaresine, ortak çocuklarla ilgili konularda karar almaya değin uzanmaktadır. Kadını kocasının yardımcısı olarak kabul etmiş ama her konuda son sözü söyleme hakkı kocaya bırakılmıştır. Birliği kocanın temsil edeceğini, kadının ailenin sürekli ihtiyaçları bakımından temsil yetkisine sahip olduğu kabul edilmiş, ancak bu yetkiyi genişletme ve daraltma konusunda kocayı yetkilendirdiği için kadına tanıdığı bir lütuf niteliğini almaktadır.” (22)

Medenî Kanun’un bazı hükümleri, 1990’lı yıllarda, kadın hakları aktivistlerinin, özellikle de feminist hukukçuların çabaları sayesinde değişikliğe uğratıldı. Ancak, Yasa’nın çizdiği genel çerçeve, yani kadının birincil varlık alanının “özel/domestik alan” olduğu görüşü ve erkeğe tabi konumu, günümüzde, Kemalistleri büyük ölçüde bertaraf ederek dümene geçen muhafazakâr/ İslâmcılarca siyasallaştırılarak yaygınlaştırılmaktadır. Bu durum, günümüzde genelgeçer bir “toplumsal mutabakat” konusudur. Ve kanımca “Türkiye’de kadın olmak” sorusunun tüm sinir uçları, dönüp dolaşıp domestik alanın başlıca aktörü olan “ev kadınlığı”nda düğümlenmektedir.

Bu nedenledir ki, bu söyleşide temel tezimi “Türkiye’de kadın olmak” sorusunun belkemiğini, “ev kadınlığı” oluşturduğu savıyla ifade ediyorum.

 

Türkiye’de “Ev Kadınlığı” Hâli

 

“Ev kadınlığı”nın ne olduğunu anlayabilmek için, dilerseniz bir miktar Marksist literatüre müracaat edelim.

Bilindiği üzere Karl Marx, insanın temel, yaşamsal faaliyeti olan emek süreci, üretim ve tüketim, ya da daha doğru bir deyişle “yeniden üretim” olmak üzere birbirinden ayrılamaz iki evreden oluşmaktadır. Üretim, insan(lar)ın doğanın sağladığı nesneleri dönüştürerek gereksinimlerini karşıladıkları süreç, yeniden üretim ise, üretimi gerçekleştirmelerini sağlayan insana içkin bir potansiyel olan “işgücü”nü üretmek üzere yapıp ettikleridir. Kadınların toplumsal konumunu kavrayabilmek üzere “Yeniden üretim” nosyonuna başvuran Lisa Vogel, sınıflı toplumlarda işgücünün yeniden üretimini üç tip sürecin oluşturduğunu söyler: 1) Doğrudan üreticilerin emek güçlerini, ertesi gün işbaşı yapmalarına olanak sağlayacak tarzda restore eden gündelik faaliyetler; 2) Madun sınıfın çalışmayan üyelerine (çocuklar, yaşlılar, hastalar ya da başka nedenlerden dolayı işgücüne katılmayan kişiler) yönelik benzer faaliyetler; 3) Madun sınıfın, herhangi bir nedenle artık çalışmayan üyelerinin yerine yenilerini ikame eden faaliyetler. Titi Bhattacharya ise, Vogel’in hattını şöyle devam ettirir: “Toplumsal yeniden üretim kocasını ertesi gün işe göndermek üzere yemek pişirip evi temizleyen ev kadınından ibaret değildir. Patron işçinin toplumsal olarak nasıl ve ne ölçüde yeniden üretildiğinin özgülleriyle ilgilidir. Bu anlamda önemli olan salt yiyecek, giysi ve sabahleyin sermayenin kapısında hazır olmak değil, mevcut işgücünün niteliğini etkileyen, eğitimden ‘dil yetilerine… genel sağlığa’, hatta ‘işe yatkınlığa’ her şeyi kapsar. (…) Bu nedenledir ki, toplumsal yeniden üretimin iç içe üç tarzda gerçekleşen toplumsal yeniden üretime ilişkin anlayışımızı bilemeliyiz: a) Artan ölçüde hem erkekler, hem de kadınlar tarafından gerçekleştirilen aile içi ücretsiz emek; b) Ev içindeki ödenmemiş emeği kısmen telafi etmek üzere devletin toplumsal ücret olarak sağladığı hizmetler; c) piyasada kâr için satılan hizmetler.”[23]

Bir başka deyişle, “yeniden üretim”, günümüzde kamusal alanda gerçekleştirilen üretimin aksine, evlerde, yani domestik alanda gerçekleştirilen faaliyetlerden oluşur; ve Türkiye’de ağırlıklı olarak kadınların sırtına yüklenmiştir. Bu nedenle, ev işlerini ücretli olarak bir başkasına gördürmeyen her kadın, Türkiye standartlarında, dışarıda çalışsın ya da çalışmasın, aynı zamanda “ev kadınıdır” ve de öyle olması beklentisiyle sosyalleştirilmektedir.

Bunu, dilerseniz kimi somut verilerle destekleyelim.

Günümüzde Türkiye’de işsizliğin (resmi rakamlara göre) yüzde 10 dolaylarında seyrettiği biliniyor. Kentsel bölgelerde bu oran yüzde 12’yi buluyor. “İşsizlik”ten farklı olarak da, “işgücüne katılım” oranı, yüzde elli dolaylarında. Bir başka deyişle, bu ülkede 15-65 yaş arası nüfusun kabaca yarısı çalışırken diğer yarısı ise istihdamın dışında yer alıyor.

Peki, “işsiz” olmamakla birlikte, “istihdam dışı” olan nüfusun yarısı kimlerden oluşuyor? Öğrenciler, engelliler, yaşlılar vb.

Ancak burada çarpıcı bir durum var. “İşgücüne katılım”da, yani çalışan nüfus içerisinde kadınlarla erkekler arasında bir uçurum gözlemleniyor. Türkiye’de 15 yaş üstü erkeklerin yüzde 70 küsuru (2013 verilerine göre yüzde 71.5), kadınların ise ancak yüzde 30 kadarı (2013 verilerine göre yüzde 30.8) işgücüne katılıyor.[24] Bu arada, belirteyim: çalışan kadınların yüzde 30 kadarı ise, “ücretsiz aile işçisi” konumunda, yani bir ücret almıyor![25] Onları dışta tutacak olursak, bir başka deyişle, bu ülkede, çalışabilir yaştaki kadınların yüzde 70’i çalışmıyor. Hayır, onlar “işsiz” olarak da tanımlanmıyorlar (“işsiz” olduğunu beyan eden kadınların sayısı, DİSK-AR’a göre Eylül 2014 itibariyle 3 330 000’dir; yani istihdam edilen kadınların ¼’ü![26]); onların resmî istatistiklerdeki yeni adları “ev işleriyle meşgul”dür! Sayıları ise, 12.2 milyonu buldu: bir başka deyişle, aktif nüfus dilimi içerisindeki (15-64 yaş grubu, ki sayıları kabaca 22 milyon dolayındadır) kadınların yarıdan fazlası, “ev kadını”dır![27]

Evet, iktidar partisinin “kadın istihdamını arttıracağız!” yollu parlak söylemlerine karşın[28] ülkenin aktif kadın nüfusunun yarıdan fazlası, ev kadınıdır. Ve bu durum yakın gelecekte de değişeceğe benzemiyor. Neden mi? Nedeni anlamak için Çalışma Bakanlığı ile Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın hazırladığı “Kadın İstihdamı Paketi”ne bir göz atmak yetecektir. Pakette, bildiğiniz üzere kadına verilecek doğum izninin 18 haftaya çıkarılması, doğumdan itibaren 69 ay süreyle devlet memuru kadınların yarızamanlı çalışması, çalışılmayan sürelerin emeklilik kesenek ve karşılıklarının devletçe karşılanması gibi maddeler yer almaktaydı. Bir başka deyişle “Kadın İstihdamı Paketi”, her vesileyle “En az üç çocuk!” ısrarını dile getiren Cumhurbaşkanı Erdoğan eliyle “devlet politikası”na dönüşen “kadınlar, doğurun!” buyrultusu doğrultusunda hazırlanmıştı; ve “kadın istihdamını arttırmak” cilasının ardında, kadınları eve kapatmak yatıyordu! Patronlar, mesajı almakta gecikmediler; ve daha tasarı yasalaşmadan, “bu durumda kadın işçi almayacaklarını” duyurmaya başladılar.[29]

Yani “resmî devlet politikası” hâline gelen “çok çocuklu aileler” ve “gayrıresmî” çocukların bütün yükünü kadınların sırtına yükleme politikası sürdükçe, kadınlar “ev kadını” olarak yaşamlarına devam edeceklerdir. Nitekim, Hak-İş’in 8 Mart vesilesiyle örgütlü olduğu iş yerlerindeki 1000 kadın işçiye uyguladığı anket, kadın işçilerin yüzde 45’inin çocuksuz, yüzde 26’sının tek, yüzde 23’ünün ise iki çocuklu olduğunu ortaya koyuyordu. 3 çocuklu kadın işçilerin oranı yüzde 5, beşten fazla çocuk sahibi olanların oranıysa yüzde 1’in altındaydı![30] Bir başka deyişle, hem “çok çocuk” hem de “kadın istihdamı”, (çocuklar münhasıran kadınların sorumluluk alanı olarak görüldüğü, devlet bu konuda erkeğin ve/veya kendisinin sorumluluğunu -kreş, ücretsiz bakım hizmetleri vb. aracılığıyla- üstlenmedikçe) bir arada yürümemekteydi, yürümez de!

Türkiye’nin mevcut durumunda, ev kadınlarının sayısının sürekli olarak şişmesi, sistem tarafından pek bir “sorun” olarak görülmemekte. Tersine, bu durumun ülkenin dümenini elinde tutanlar açısından pek çok avantajı var.

Örneğin, kadınların kendilerini “işsiz” olarak değil de “ev kadını” olarak tanımlamaları, bir yandan işsizlik sayı ve oranlarını “sürdürülebilir” bir düzeyde tutmaya yarıyor. Öte taraftan ise, kadınların talepkârlık düzeyini düşürüyor: Öyle ya, bir gün gelip de 12.5 milyon kadın, “biz ev kadını değil işsiziz; bize iş verin” diye sokaklara dökülse, hâlleri nice olur? Bu kadınlara çalışmalarına yetecek vasıf, insanca bir gelir sağlayabilecekleri bir iş ve devletin onları bakmakla yükümlendirdiği çocuklara kreş, bakımevi vb.’ni Türkiye’nin alaturka neo-liberal kapitalist sistemi, nasıl sağlayacak?

Ne diyor iktisatçı Mustafa Sönmez?

“Ekonominin hedef küçülttüğü 2012’de, ‘işsizlik yatay seyir izliyor’ kerametini yumurtlayanlar, 15 yaş üstü nüfustan işgücü olabilecekken, muhtemelen de işsiz olarak kayıtlara geçerek işsizlik oranını çift haneye taşıyacakların, nereye gittiklerini araştırmamış görünüyorlar. Araştırsalar, son 12 ayda 500 bin kadının ‘işgücü’ meydanı yerine ‘eve’ yöneldiklerini, bunun da işsizlik oranını bir hayli düşürdüğünü göreceklerdi.

Ev kadınlığı, Türkiye için hiç göz ardı edilmeyip hem sosyal politikada, sosyolojide, hem siyasette bir hayli önemli bir kategori. Çalışan, yani istihdamdaki nüfusun yarısı kadar nüfus, ev kadını. Her 2 çalışana, 1 ev kadını düşüyor. 12.2 milyondan, yani sivil nüfusun yüzde 17’sinden, 15 yaş üstü nüfusun yüzde 23’ünden söz ediyoruz. Seçmen olarak tek bir partiye oy verseler, şaka değil, ortaya CHP cesametinde bir ev kadınları ana muhalefet partisi çıkar!

Ev kadınlığı, tutucu AKP’nin beslediği bir rol. En az 3 çocuk yapacak, erkeğin ve çocukların beklentilerine cevap verecek bir rol. O nedenle de ‘Eve yöneliş’lerin hiç önünü kesmiyor AKP rejimi. Sayı da pek gerilemiyor. Yıldan yıla, daha çok kadının işgücü piyasasına çıkması beklenirken 2012 Mart’ındaki ev kadını sayısı 2006’dan pek geride değil. Hatta, 2006’da her 10 aile efradına 4.5 ev kadını hizmet verirken, sayı 2012 başlarında 5’e çıkmış. Ev kadınının ‘iş yükü’ artmış, anlayacağınız.”[31]

Mustafa Sönmez’in “ev kadınının iş yükü” dediği şey, yemek pişirme, bulaşık, çocukların bakımı, temizlik, çamaşır, ütü gibi, piyasadan karşılanmaya kalkışılsa, külliyetli bir maliyet getirecek, yani üretim için kullanılacak olan işgücünün maliyetini bir hayli yükseltecek olan “yeniden üretim” faaliyetleri. Ev kadınları bu faaliyetleri boğaz tokluğuna gerçekleştirdikleri ölçüde, demek ki diğer “yarar”larının yanısıra, ücretleri düşük tutma gibi bir “fayda” daha sağlıyorlar sisteme…

Bu nedenledir ki iktisatçılar -üstelik yalnızca sol eğilimli olanlar değil, liberaller de- kadın istihdamınını artışının önemine, bunun ülke ekonomisini nasıl canlandıracağına dikkat çekerken, sosyalist saflarda, “ödenmeyen emek” olarak görülen ev kadınlarının ev içinde harcadıkları çabaya ilişkin farklı talepler geliştirilmektedir. Bunlardan biri, devletin (ya da meşrebe göre, kocanın veya patronun) ev kadınlarına “ücret” ödemeleridir.[32]

Bu, çok akıl kârı bir “çözüm” gibi gözükmüyor. Çünkü nihayetinde ev kadınlarına bir ücret bağlamak, onları müebbeden evlerinin dört duvarı arasına mahkûm etmek, hâllerini tartışma konusu olmaktan çıkartmaktır ve bu konuda geliştirilebilecek farklı taleplerin (ev hizmetlerinin kamusal olarak, ücretsiz ya da düşük ücretlerle karşılanması, çalışabilir durumdaki bütün kadınların, insanca yaşamalarına olanak verecek istihdam sağlanması, ev işleri ve çocuk bakımının erkeklerce paylaşılması vb.) ifadelendirilmesinin önünü kapatmaktadır. Ücretin gerçekten kadınlar tarafından kullanılmasını garantileyecek mekanizmaların olanaksızlığı bir yana, böylesi bir uygulama, kadın-erkek işbölümünü geri dönüşsüz biçimde sabitleyecek, kadınların dışarıya yönelmesinin önünü bütün bütün kapatacaktır.

Dahası, “ev kadınlığı”nı bir “meslek” olarak gören bu tip öneriler, “iktisadî indirgemecilik”ten malûldur. Yani soruna salt iktisadî açıdan bakmaktadırlar.

Oysa ev kadınlığı hâlini yalnızca kadın istihdamı, işsizlik, iktisaden faal nüfus, işgücü maliyeti vb. terimler çerçevesinde düşünmek, onun kadınlar üzerindeki yıkıcı etkilerini perdelemektir.

Bilmem denk düştünüz mü? Radikal gazetesinde -Almanya’da oldukça muhafazakâr bir çevre içerisinde yetiştiği anlaşılan, Zehra Yavuz imzalı, Türkiye’de ev kadınlığını çerçevelendiren psikolojiye değgin çarpıcı bir yazı yayınlanmıştı. Yavuz şöyle betimliyordu “Tipik Türk Kadını”nı (özetle):

  • Kocasından dayak yese de aşağılansa da boşanmak istemez. Buna da kılıf uydurur: Kocaya itaat, sabır.
  • Kocasız bir hayat tasavvur edemez. Evlenmek demek, hayatını garanti altına almak demektir. Evlenebilmek için okumaktan, meslek edinmekten dahi vazgeçebilir, bu kadar önemlidir evlilik. Evde boş oturmanın, komşularla dedikodu etmenin İslâmî olduğunu düşünür.
  • Kendisi okuyamamışsa okuyan kızları çekiştirir, ahlâklarını gözetler.
  • Evliliği iyi gitmiyorsa kocayı elinden kaçırmamak için hemen tekrardan hamile kalır.
  • Anne olduysa çocukları üzerinde sürekli tahakküm kurar, annelik hakkım der, süt hakkım der, doğururken çektiğim acılar der.
  • Beş çocuk doğursa da çocuk psikolojisi hakkında 5 kitap okumamıştır. Televizyonda eğitim programları izleyebildiyse ve öğrendiklerini doğru uyguluyorsa ne âlâ. Ne kadar çok çocuk doğurursa hayatını o kadar garanti altına almıştır (!). Asla yalnız kalmayacağını düşünür. Çocuklarını kendi malı gibi görür.
  • Erkek çocuk doğurduğunda şımarır, daha fazla huysuzluk eder.
  • Çok genç yaşta evlendiği için çeşitli erkeklerden ilgi-sevgi görememiştir.Evlilikten birkaç yıl sonra kocasından ilgi göremeyince doğurduğu oğullarının sevgi ve ilgisiyle yaşamaya başlar, bu yüzden oğullarına tapar, onları şımartır.
  • Kızlarını evin hizmetçisi olarak kullananları fazla sayıdadır. ‘Anneye yardım’ derler ama aslında kızı bütün işleri yapar, anne kızına yardım ediyor gibi yapar.
  • Başını örttüyse, 5 vakit namaz kılıyorsa kendisini Hazreti Fatıma zanneder.
  • Hobileri: Dizi izlemek. Tüketim. Gözetim. Denetim. İletişim. Dedikodu etmek, gıybet etmek, kınamak. Tabii bunları “Dertleşiyoruz” diyerek yapar.
  • Kendisini namus-ahlâk abidesi zanneder. Evde yaptığı işleri, aile arasında yaşadığı birkaç olayı “Çok acılar çektim ben” diyerek anlatır. Dünyada çekilen çetin ıstıraplardan habersizdir.
  • Silahları: 1- Bebek doğurarak sosyal statü elde etmek, övünmek, hayatını garantilemek, evdeki ücretsiz işgücünü yükseltmek. 2- Oğlan çocuğunu şımartarak gelin üzerinde tahakküm kurabilmek. 3- Cinselliği kullanarak kocasından elde edemeyeceği şeyleri koparabilmek.
  • Erkeğe muhtaçtır, bu yüzden erkekleri eleştir(e)mez. İtaatkâr hanım rolünü oynar. Erkekleri çok sevdiğini de unutmayalım. Kocasının ahlâksızlıklarını, karakter bozukluklarını destekler. Kocası adam öldürse “Kocam haklıdır, kışkırtılmıştır” der.

‘Standart Türk kadını’ yapımı budur. Ortalama üstü zekâ ve sinsilik, ağlamaklı dini duygular, ortalama üstü yemek zevki… Gelişme: Çocuk doğurmaya ve tüketmeye yönelik![33]

Çok mu acımasız? Çok mu sert? Belki. Ancak yukarıda betimlenen portre, tüm yaşamı evinin dört duvarı, kocası, çocukları, akrabaları, kayınları, komşuları, en iyi ihtimalle çarşı-pazar esnafı ile sınırlandırılmış, hayatındaki neredeyse tek sosyalleşme aracı TV olan bir kadının ne olabileceğiyle ilintilidir. Çevremizde çok sık karşılaştığımız bir tipoloji… Denilebilir ki TSE damgalı…

Çevresinin darlığı, içinde dönenip durduğu kısır döngüyü kırmasına olanak tanımaz. Tahayyülü TV’deki evlilik, mutfak, moda, pratik bilgiler, Survivor vb. programlarıyla sınırlandırılmaktadır. Elindekileri yitireceği korkusu, hiç değilse eve ekmek getiren bir kocaya, başını sokacak bir yuvaya sahip olabilmenin güvencesi, ötesini düşünmesini engeller. Zaten tüm bir kurgu, TV’deki kadın programları, gazetelerin kadın sayfaları, konu-komşu, akraba-ı taallukat, ötesini bırakın düşünmesine, hayal kurmasına dahi mahâl bırakmazlar. Ev kadınlığı, kendisini sürekli olarak yeniden üreten bir “mahalle baskısı” altındadır. Daha yaşlı, tecrübeli kadınlar, taze gelinlere “rol modeli” olur…

Eğer “aile içi şiddet”in dozajı fazla yüksek değilse ve eğer aile fazla fakr ü zaruret içerisinde değilse, bu sınırlandırılmış yaşamın kendisine özgü cazibeleri de vardır: sabahın köründe kalkıp işe gitmek üzere tıklım tıkış toplu taşıma araçlarına binmek zorunda olmamak; günde 9-10 saat patronun, amirin, ustabaşının, müdürün ağız kokusunu çekmemek, “çalışan kadın” olarak konu-komşunun dedikodularına malzeme olmamak, kendi zamanını kendi bildiğince kullanmak, yemeği temizliği bitirip televizyon karşısına kurularak Seda Sayan’ı, Müge Anlı’yı, ne bileyim, magazin programlarını izleyebilme lüksü…

Ancak bu “lüks”ün bedeli, çok vahim bir içsel yoksunlaşma, donanımsızlıktır. Kitap okumayan, sinemaya, tiyatroya gitmeyen,[34] çevresindeki dünyayla hemen hiç ilgilenmeyen, düşünce dünyası sığ, olayların akışına seyirci, kendi yaşamı üzerinde dahi söz sahibi olmayan, üstelik bunu pek de istemeyen bir kadın tipi…

Böylesi bir tipolojinin bu ülkedeki “kadınlık durumu”nu, tüm sorunları ve boğuculuğuyla yeniden üretilmesinde katkıda bulunmadığını öne sürebilir miyiz?

Örneğin insanca bir yaşam sürmesine olanak sağlayacak bağımsız bir gelirden yoksun bir kadın, koca şiddetine karşı ne kadar durabilir – hele ki kadını “aile”si dışında düşünmeye dahi tahammül edemeyen İslâm referanslı neo-liberal muhafazakârlığın iktidarı koşullarında…

Nitekim, KONDA Hayat Tarzı Araştırması bulguları, kadınların yüzde 25’inin, eşinden şiddet görmesi durumunda “hiçbir şey yapmam, hayat böyle” dediğini ortaya koyuyor. Yüzde 39’u ise, kıyafeti nedeniyle komşunun tacizine uğradığında da “bir şey yapamam, hayat böyle” demekte.[35] Ve kadınların yüzde 54’ü, kadınların çalışmasının kocanın iznine bağlı olması gerektiğini düşünmekte…[36]

Ama bu kadar değil… Araştırmalar, bu kısır döngünün gelecek kuşaklara da devredilmekte olduğunu gösteriyor. Nüfus Bilim Derneği’nin BM Nüfus Fonu ile ortaklaşa Ankara, Aydın ve Erzurum’daki okullarda gerçekleştirdiği “Kadına yönelik şiddet konusunda ilköğretim ikinci kademe ve lise öğrencilerinin tutumları araştırması” Türkiye’de kadınlığa ilişkin tutum ve değerlerin yeniden üretilmesi konusunda çarpıcı bir serdi gözler önüne. Örneğin, öğrencilerin ev işlerini erkeklerin yapması ve kadınların iş hayatında olmasına dair yorumları:

* Aydın-10.sınıf-kız: “Baba gider çalışır, eve ekmek getirir. Kadın evindedir. Evinde olması zaten gerekiyor. Ben şu an okuyorum ama benim de yerim aslında ev yani. Bunu biliyorum ben. Hani okumam bana bir fayda etmeyecek. Kadının evde oturması şart.”

* Erzurum-12. sınıf-erkek: “Herkes yapabileceği şeyleri yapmalı. Mesela bi bayan gidip su faturasını yatırmamalı.”

* Erzurum-12. sınıf-erkek: “Sadece bayanın bir alışverişe çıkması, bakkala, markete falan gitmesi doğuda biraz hoş görülmüyor.”

* Erzurum-12. sınıf-erkek: “Kadının erkeğin karışacağı işlere karışmaması gerekir. Evde mesela, bir kredi çekilmesi gerekiyordur bankadan… Ben bazen şahit olurum, kadınlara sinirlenirim böyle. Para iş erkekten sorulur.

Çocukların şiddete yönelik duygu ve düşünceleri:

* Erzurum-12. sınıf erkek: “Mesela zaten Allah bayanı erkeğe eşit olarak yaratsaydı, karşılıklı olarak şiddet uygulayabilirlerdi. Ama zaten Allah erkekten biraz daha kuvvetsiz, güçsüz olarak yaratmış. Kulları koruması gerekirken şiddet uygulaması haksızlık.”

* Erzurum-12. sınıf-erkek: “Hani kadın zaten haksızsa erkeğin de yani bir yere kadar sabretme gücü var, ordan olabiliyor, sabrı taşabiliyor bir erkeğin.”

* Erzurum-12.sınıf-erkek: “Hak ettiği durumlar olabilir mesela laftan anlamıyor, Mesela hayvana laf anlatılmaz, şiddet uygulanır. Hayvanlar düşünemez, öyle insanlar var ki onlar da düşünemez. Yani hayvandan bir farkı olmayan insanlar var. Onlara da şiddet uygulamak lazım.”

* Erzurum-9.sınıf-erkek: “İşten gelince erkek mesela bazen sinirli olabilir. Karşısındakinin onu anlaması, alçakgönüllü davranması iyidir.”

* Aydın- 11.sınıf-erkek: “Benim anlayabileceğim tek şiddet namus. Namus konu olursa ben gerçekten dayanamam kendi açımdan söyleyeyim.”

* Erzurum-12.sınıf-erkek (Çocuk hakkında): “Ama daha birinci olmamış, yok ben kariyer yapıcam yok ben onu yapıcam. Adam da sonuçta yani evlat ister, çocuğunu sevmek ister. Bayan istemiyorsa o da biraz yanlış olur.”

* Ankara-11.sınıf-erkek: “Çocuğu erkek ister kadın istemezse erkeğin saldırması şiddet olmaz. Tecavüz değil ki bir kere onun helali olmuş.”

* Ankara-6.sınıf-erkek: “Bence çok kırılgan hanımların da evlendiğinde biraz huylarını değiştirmesi gerekir. Ben olsam o kadının ağzını burnunu dağıtırdım yani. Yani hergün küsen bir kadına kimse dayanamaz.”

* Ankara 6.sınıf-kız: “Bence her şey şiddete girmez. Çünkü her ailede bir kavga, çatışma olur. Ama çok aşırı bir şekilde, kadını acayip bir şekilde dövmek şiddete girer bence.”[37]

* * *

Toparlıyorum…

Sonuç olarak, kadın sorununun, farklı toplumlarda farklı biçimler alabilen, farklı vurgular edinen çetrefil bir konu olduğunu söyleyebiliriz. Bir eril iktidar formu olarak ataerki tek biçimli değildir; farklı sömürü biçimleriyle farklı bileşimler oluşturabilmektedir.

Günümüzde Batı Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerinde ataerki, neo-liberal kapitalizmle uyarlı bir hâlde, esas olarak kadın istihdamındaki eşitsizliklerde çıkmaktadır ortaya. Kadınlar aynı işi yaptıkları erkeklerden daha düşük ücretlerle çalışmakta, daha çok esnek, yarı-zamanlı, düşük ücretli geçici işlerde istihdam olmaktadır; ve genel olarak erkeklerden daha yoksuldurlar.

Buna karşılık örneğin Suudî Arabistan’da ataerki, kadınların hukuksal özne kabul edilmeyişinde tezahür etmektedir. Kadınlar yaşları ne olursa olsun, erkek bir veli tarafından temsil edilmektedirler: baba, koca, ağabey… Oy hakları yoktur, vb.

Ya da cinsiyete dayalı kürtaj nedeniyle her yıl yüzbinlerce kız çocuğun daha doğmadan öldüğü Hindistan’da, kadınlar kast sisteminin cenderesinde kıstırılmış durumdadır.

Kadın-erkek eşitliğine hem hukuken, hem de eğitim, siyasal katılım, çalışma yaşamında, yani kamusal alanda büyük ölçüde sağlayabilmiş olan sosyalist sistemde ise ataerki, domestik alanın neredeyse tümüyle kadınlara deruhte edilmiş olmasında tezahür ediyordu. Erkeklerle eşit eğitim görmüş, her alanda çalışabilen, politikada temsil oralnları yüksek sosyalist ülke kadınları, mutfakta yapayalnız bulmaktaydılar kendilerini. Ve uzun, yorucu iş gününün ardından günde 3-4 saatlerini yemek hazırlamaya, bulaşığa, çamaşıra, ütüye, camları silmeye, çocuklarla ilgilenmeye ayırmak durumundaydılar…

Türkiye’de ise kadın sorunları, “ev kadınlığı” olgusu etrafında dizilmişe benzemektedir. Çalışabilir durumdaki kadınların yarıdan fazlası, ev kadını konumunda, bağımsız bir gelir kaynağından yoksun, koca eline bakarak sürdürmektedir yaşamını. Bu durum, yaşamlarını son derece kırılgan kılar: koca şiddetine karşı yapabilecekleri, bir hayli sınırlıdır.

Türkiye’de kadınların yüzde 60’ının ilköğrenim ile yetindiği ya da formel bir eğitimden yoksun olduğunu belirtmiştim. Son dönemde yüksek öğrenim mezunu kadınlar arasında işsizliğin tırmanıyor olmasına karşı,[38] bu ülkedeki ev kadınlarının ana gövdesini, eğitim düzeyi düşük kadınlar oluşturmaktadır. Böylelikle, içinde bulundukları kısır döngü, süregitmektedir; “meslekleri”nin onlara vaadedebileceği dünya, son derece küçüktür: koca, çocuklar, akrabalar, kayınlar, konu-komşu ve televizyon: ufukları yerli dizilerin, reklamların, evlilik, magazin, yarışma programlarının kendilerine sunduğu kadardır…

Öte yandan, koca-odaklı yaşam pratikleri, onları dar bir çevre içerisinde koyu bir yalnızlığa mahkûm kılmaktadır; ortak sorunlar doğrultusunda birlikte davranabilme yetisinden yoksundur pek çoğu. Bu durum, ücretli bir işte çalışmıyor olmanın kendilerine sağladığı boş zaman avantajını kullanmalarını engeller. Nihayetinde, mahalledeki tek çocuk parkının kaldırılarak yerine bina dikilecek olmasına karşı eylemlere girişmek, bu uğurda imza toplamak, belediye kapılarını aşındırmak, evin ekmek getiricisi, mutlak otorite kocanın pek hoşuna gitmeyebilir.

Yanısıra, ev kadınlarının oranının bu denli yüksek olması, çalışan kadınların durumunu da kırılganlaştırmaktadır. Hem “kadınlık”a ilişkin rollerin ev kadınlığı modeline dayandırılmasından: Kadınların yarıdan fazlasının “ev kadını” olarak tanımlandığı bir ülkede, çalışan kadınların kocalarını yemek-ütü-temizlik yapmaya ikna etmeleri, bir hayli zor olacaktır. Hem de cinsiyetler arasındaki servet ve prestij dağılımı bu nedenle büyük ölçüde kadınların aleyhinde gerçekleşmektedir.

Türkiye’de kadınlığa ilişkin değer ve beklentiler, büyük ölçüde bir çeşit toplumsal “standart” kabul edilen ev kadınlığı üzerinden biçimlenmektedir: yuvayı yapan dişi kuş, fedakâr ana, hamarat, titiz, tutumlu, eserip beseren, pişirip kotaran becerikli kadın, kocasının namusuna hâlel getirmeyen iffetli kadın, gözü dışarıda olmayan uysal kadın…

Ancak, bir kez daha altını çizmek gerekir; bu model, yalnızca toplum tarafından üretilen kültürel bir görüngü değil; biçimlenişinde siyasetin payı büyük.

Yukarıda, Türk siyasetinde iki rakip akımın, laik-çağdaşlaşmacılık ile İslâmcılığın, domestik alanı, ya da “yeniden üretim” alanını kadına münhasır bir alan olarak görmekte uzlaştıklarına değinmiş, bunu Türkiye’de toplumsal yaşamın sekülerleşmesinin temel metni olan Medenî Kanun’dan örneklemiştim. Bir anekdotla destekleyeyim bu görüşümü:

“Günümüzden tam 67 yıl önce, 28 Şubat 1942 tarihli “İnkılapçı Gençlik” dergisinin birinci sayfasında “Bulut Geçti” adlı bir şiir yayımlanır. Şiir şöyledir: Sen şimdi kocanın evinde oturursun/ Ve saçların artık eskisi gibi değil/ Geceleri yemekten sonra/ Çorap söküğü dikersin/ Belki de ellerin soğan kokar/Senin kocan bir suratı çirkin adam/ Ağzı açık uyur/ Ve senin vücudun bozulur çocuk doğurdukça

Şair Salah Birsel’in bu şiirden dolayı başına gelmedik kalmaz. Ulus gazetesinden Sabahattin Sönmez, Tan’da Refik Halit Karay, onu topa tutarlar: Şair “millî aile değerlerine saldırmakta”, “yalnız evlenmeyi kötülememekte; genç kızları ere varmaktan, evli olmaktan şiddetle tiksindirdikten başka, onları sadece bir eğlence ve nefis körletme vasıtası olarak tanıdığını da anlatılmakta, oynaşlığa, sürtüklüğe heveslendir”mektedir! İş, Birsel’in “aile mevcudiyetini ve aile kurmak esasını sarsacak ve kadınlığın ana olmak hususundaki fikri temayülünü zayıflat”mak; “açıkça çocuk doğurmamayı telkin et”mek suçlamasıyla yargılamasına dek varır![39]

Bu tip örnekler çoğaltılabilir, ama bence yeri değil.

Her durumda, 2002’den bu yana süregitmekte olan İslâm referanslı AKP iktidarı, kadınları öncelikle (hatta zımnen “münhasıran”) ev kadınları olarak görmek istediğini hem söylem hem de icraatıyla ortaya koyarken, seleflerini bu alanda tartışmasız bir biçimde geride bırakmıştır.

İki gerekçeyle: Kuşku yok ki AKP’nin hareket noktası, bir hayli eril terimlerle yorumlanmış bir Sünnî İslâm’dır. Epigonları, “Kadın-erkek eşitliğine inanmadığı”nı her vesileyle beyan eden, durup durup “feministler”e çatan, genç kadınlarla erkkeklerin bir arada bulunmasından duyduğu rahatsızlığı sık sıkdile getiren, kadınlara genç yaşta evlenmelerini ve üç-beş, Allah ne kadar verirse çocuk yapmalarını salık veren, “her kürtaj bir Roboskî’dir” diyen bir liderin açtığı yoldan coşkuyla ilerlerken, toplumu partinin Sünnî-İslâm eksenli muhafazakâr projesi çerçevesinde dönüştürmeyi hedefleyen adımlar birbirini izlemektedir.

Diyanet’in okul kıran çocuklardan banka faizlerine dek her konuda hüküm veren bir fetva merciine dönüştürülmesi, eğitimin imam-hatipleştirilmesi, “hafız yetiştirmeye başlamanın ideal yaşı 9’dur” diyerek baştan aşağı değiştirilen eğitim sistemi, dinle ilişkili derslerin yoğunlaştırılması, okullarda kız ve erkek öğrencileri birbirinden ayırma çabaları, kız ve erkek öğrencilerin aynı merdivenleri kullanmasını yasaklayan müdürler, erkek öğrencilerden kısa etek giyen kızları “taciz timleri” kurduran idareciler, TRT ve “yandaş” kanallarda yoğunlaşan dinsel propaganda, içki yasakları, ulusal bayramların dinselleştirilmesi, TCK’nın din ve peygambere hakaret maddelerindeki cezaların ağırlaştırılması, baş örtüsünün kamusal alanda serbest bırakılması…

Yalnızca toplumsal yaşam mı, Batı ile ilişkiler “serinletilirken” İslâm coğrafyası ile ilişkilerin sıkılaştırıldığı, Ortadoğu’da Sünnî eksenini güçlendirmeye yönelik çalışmaların yoğunluk kazandığı dışişleri, “helal ticaret”in desteklendiği, faiz politikalarının bıçak sırtında yürütüldüğü ekonomi, emekçilerin hakları için mücadele edecek yerde dinsel telkinlerde bulunan “sendikacı”ların boyverdiği, tüm “hak” tartışmalarının “helal-haram” çerçevesine yerleştirildiği çalışma yaşamı; heykellerin söküldüğü, sanat yapıtlarının “müstehcen” damgasıyla sergilerden kaldırtıldığı, tiyatro oyunlarının yasaklandığı, devlet eliyle dinsel vurgulu yapımların desteklendiği kültür-sanat dünyası…

Uzatmaya gerek var mı; AKP iktidarı kamusal yaşamın bütün veçhelerini, İslâmî-Osmanlıcı bir esinle yeniden dizayn etme çabasında.

Kadınların eve yönlendirilmesi, bu”muhafazakâr proje”nin bir parçası. Malûm, İslâm’ın başat yorumu, kadınların kamusal alanda boygöstermesinden pek haz etmez! Camilerin önlerinde, İslâmcı kitabevlerinde satılan ilmihâller, İslâmcı kanalların akıl hocalarının programları, dinci internet siteleri, “muhafazakâr” yazarların sütunları, kadınlara evden pek çıkmamalarını, çıktıkları zaman hicaplarını ihmal etmemelerini, yabancı erkeklerin aklını çelecek davranış ve tavırlardan uzak durmalarını, mümkün olduğunca çok doğurup ümmeti çoğaltmalarını… salık veren telkinlerle dolup taşmaktadır. Kürtajın yanısıra sezaryeni de sınırlandıran, anne adaylarını hamileliğin tespit edildiği andan itibaren takip altına alan beden politikaları, kadının siyasete katılımını seçim öncesi seferber edilip kapı kapı dolaştırılan kadın kolları ile Meclis’e zevahiri kurtarmak üzere sokulacak birkaç kadın milletvekiliyle sınırlandıran, bürokrasiyi “kadınsızlaştıran” politik yaşam, kadınları doğrganlığa teşviki esas alan, işyerlerinde kreş koşulunu kaldıran, evdeki yaşlı ve hastalara bakan kadınlara maaş bağlamayı “kadın istihdamını arttırmak” sayan çalışma politikaları…

Bu zihniyetle kadınları evlerinin dört duvarı dışına çıkartmak, mümkün değil.

Ama işin bir başka yönü daha var. AKP iktidarının muhafazakâr kadın politikalarının, şevkle sürdürücülüğünü üstlendikleri neo-liberal ekonomik uygulamalarla uyarlılığı…

AKP’nin, 1980’lerden bu yana Türkiye’de olanca şiddetiyle uygulanmakta olan neo-liberal politikaların kararlı sürdürücüsü olduğu biliniyor. Sermayenin kârlılığı ve yeryüzündeki servet bölüşümündeki eşitsizliğin azamîleşmesi için her yolu mubah kabul eden bu politikaların, konumları kırılgan olan toplumsal kategorilerin (yaşlılar, engelliler, çocuklar, kadınlar, etnik azınlıklar…) alabildiğine aleyhine işlediği, kısa sürede görülecekti. “Devletin (sermayenin önünü alabildiğine açacak tarzda) küçültülmesi” retoriğinin sosyal güvenlik ve destek mekanizmalarının tasfiyesi anlamına geldiği de… Böylelikle, bir yandan istihdamın “esnekleştirilmesi”, güvencesizleştirilmesi, bir yandan da “sosyal devlet/refah devlet”in tasfiyesi, kadınları vuracaktı: kadınların esnek, yarı-zamanlı, kayıtdışı işlere, ücretsiz aile işçiliğine yönlendirilerek emeklerinin değersizleştirilmesi, devletin yeniden üretime yönelik faaliyetlerden desteğini çekmesi sonucunda bu hizmetlerin neredeyse tümüyle kadınların sırtına yıkılması; çözülen devletlerin, etnik-dinsel savaşların, dünya kaynaklarının, enerji hatlarının yeniden paylaşımı savaşlarının, ekolojik felaketlerin yerinden ettiği kadınların küresel ölçekte bir kadın trafiğinin (kölelik koşullarında çalıştırılmaktan fuhşa, organ kaçakçılığına) konusu olmasına yol açacaktı.

Türkiye bu “trend”in dışında kalmadı. Neo-liberal politikaların Türkiyeli kadınlar açısından tercümesi, kadın emeğinin -çeyizini düzmek, aile bütçesine katkıda bulunmak kaygısıyla- birkaç yıl çalışıp evlendikten sonra evine çekilen genç kadınlara irca edilmesiydi: Esas yerini fabrika, büro, atölye vb.nde değil de “yuvası”nda gören “ev kadınlığı” öz algısı, AKP iktidarıyla birlikte atağa kalkan “Anadolu Kaplanları”na ucuz, geçici, örgütsüz, uysal, disiplinli, sigortasız, kıdem tazminatsız, talepkârlık düzeyi düşük, masrafsız işgücünü sağlayacaktı. İşe alırsın, üç-dört yıl çalıştırır, sonra kendi ellerinle evlendirir, bir de çeyrek altın takarsın. Hem maliyetleri dibe cekmiş hem de “baba patron” imajına hâlel getirmemiş olursun!

Gencecik yaşlarında çoluk çocuğun yükünü, evdeki yaşlıların, hastaların bakımını, bulaşığı, çamaşırı, temizliği üstlenip devletin sosyal harcamalarını, çarşı-pazar dolaşıp en ucuzu, en hesaplıyı bulup buluştururken kocalarının talepkârlık düzeyini düşürmeleri de cabası! Ceplerine sıkıştırdığın birkaç kuruşun lafı mı olur?

Evet, Türkiye’de kadınlar, emekleri, bedenleri ve kimlikleriyle, neo-liberal kapitalizm ile İslâmcı muhafazakârlığın “tuhaf” dansının sahnesini oluşturuyorlar.

AKP’nin “Kinder, Kuche, Kirche”si, bir hayli mesafe kat etti!

 

23 Mayıs 2015 08:15:33, Ankara.

 

N O T L A R

[1] “Çocuk, mutfak, kilise”. Alman Kayseri II. Wilhelm’e atfedilen, ve Hitler’in III. Reich’ında doğurganlık teşvikleri, çeşitli sosyal destek politikaları ve istihdamda ayırımcılık uygulamalarıyla somut politikalara dönüştürülen, kadının aslî görevinin evi, kocası, çocukları ve ibadetle sınırlı olduğunu vurgulayan deyiş… 27 Mayıs 2015 tarihinde ‘Kadın ve Yaşam Derneği’nin İzmir’de düzenlediği “Türkiye’de Kadın Olmak” başlıklı söyleşi metni…

[2] Mánes Sperber.

[3] “Kurtuluş Savaşı Bilançosu”. http://www.frmtr.com/turkiye-ye-sahip-cik/350323-kurtulus-savasi-bilancosu-sayisal-askeri-kayiplarimiz.html

[4] “Çorum’da 28 yaşındaki H.G. kendisinden hoşlanan ve flört etmek isteyen İ.A.’yı reddetti. Olaydan birkaç gün sonra pazara giden H.G. reddettiği genç adam tarafından herkesin gözü önünde vurularak öldürüldü.” (Tuğçe Tatari, “Size Kaç Kadın Cesedi Lazımdı?”, Akşam, 25 Ağustos 2012, s.5.)

[5] “Niğde’de oturan fırıncı 17 yaşındaki İ.A. ile resmi nikahsız evlendirilen 13 yaşındaki H.Ü., 21 Ekim’de odasında göğsünden tabancayla vurulmuş hâlde bulundu. Bir aylık evli H.Ü’nün intihar ettiği ileri sürülürken, vurulduğu tabancanın nikahsız eşinin babası Rahmi A.’ya ait olduğu ortaya çıktı. Tutuklanan 59 yaşındaki Rahmi A.’nın, küçük gelinini, oğlunu aldattığı gerekçesiyle öldürdüğü iddia edildi. Kendini öldürdüğü iddia edilen talihsiz kızın ‘uzak atış’ sonucu öldüğü ortaya çıktı. H.Ü’nün sosyal paylaşım sitesinde tanıştığı nikahsız eşinin tecavüzüne uğradığı, bu durum nedeniyle İ.A. ile kaçarak evlenmek zorunda kaldığı da anlaşıldı.”( Uğur Mart- Adnan Çelebi, “13 Yaşında Tecavüzcüsüyle Evlendi, 1 Ay Sonra Aldattığı İddiasıyla Öldürüldü”, Hürriyet, 15 Mart 2015… http://www.hurriyet.com.tr/gundem/28458312.asp)

[6] “Boşanmak isteyen eşi Beyaz Bal’ı 9 Ağustos 2013’te, Beyoğlu İlçe Emniyet Müdürlüğü’ne 100 metre mesafede 27 bıçak darbesiyle öldüren Osman Bal’ın yargılanmasına devam edildi.” (Ayşegül Usta, “Kadın Cinayetine Karşıyım”, Hürriyet, 18 Aralık 2014, s.3.)

[7] “İki aylık hamile Mahmure Karakule’yi 47 bıçak darbesiyle öldüren Zülfikar B.’den kan donduran ifade! Köfte-patates gibi pratik yemekler yapınca beni aldattığını anladım…” (Levent Albayrak, “Köfte Patates Yapınca Beni Aldattığını Anladım”, Akşam, 23 Temmuz 2012, s.11.)

[8] “İzmir Güney Mahallesi’nde meydana gelen olayda, M.G’nin rüyasında eşi 18 yaşındaki F.G.’nin, kendisini aynı mahallede oturan bir kişiyle aldattığını gördüğünü söylemesi üzerine tartışma çıktı. Büyüyen tartışma sonucu M.G, F.G.’yi vücudunun 15 yerinden bıçakla yaralayarak kaçtı.” (“Kadına Şiddet: 2 Ölü, 2 Yaralı”, Cumhuriyet, 28 Mart 2012, s.3.)

[9] “Evini yakan, karısını ve sevgilisi olduğunu iddia ettiği komşusunu öldüren koca, iyi hâl ve tahrik indirimiyle 31 yıl hapis cezası aldı.” (Salih Üçtepe, “O Kocaya İndirimli 31 Yıl”, Hürriyet, 19 Aralık 2014, s.3.) “Devletten koruma isteyen bir kadın daha 17 Kasım 2011’de vahşice öldürüldü sevgilisini parçalara ayıran sanık ise iyi hâlden yararlandırıldı. (Savaş Kürklü, “Kadın Cephesinde Değişen Bir Şey Yok”, Cumhuriyet, 18 Kasım 2011, s.8.)

[10] “Sakarya’da 14 yaşındaki kız çocuğuna cinsel istismar davasında sanık avukatı İsmail Gürses, duruşma sırasında, Hz. Muhammed’in evliliklerinden örnekler verdi. Gürses, ‘Peygamberimizin de benzer evlilikleri var. Müslüman ülkede yaşıyoruz’ dedi.

İskenderun’da eski sevgilisi Y.D.’nin taciz ve ölüm tehditlerine maruz kalan kadına savcı: ‘Niye ilişkiye girip sonra bizi uğraştırıyorsun?’

Gebze’de, boşanma davası açtığı eşi tarafından polis korumasında olmasına rağmen öldürülen Mehtap Civelek’in davasında savcı, ‘Eşini aldattığı kuşkusu var’ diyerek tahrik indirimi istedi.

İstanbul’da trans kadın Seda’yı döverek öldüren ve hakkında müebbet istenen R.S.’ye Bakırköy 4. Ağır Ceza Mahkemesi, maktulün kendisine ilişki teklif etmiş olabileceği gerekçesiyle haksız tahrik indirimi uyguladı, cezayı 18 yıla düşürdü, sonra 15 yıla indirdi.

İzmir’de Sevgi Aguş’u çocuklarının gözleri önünde bıçaklayarak öldüren şahsa İzmir 11. Ağır Ceza müebbet verdi. Sonra, ‘Kadın kot pantolon giymiş, tanımadığı erkeğe cilveli şekilde saat sorarak adamı tahrik etmiştir’ gerekçesiyle cezayı 24 yıla, ardından da pişmandır diye 20 yıla indirdi.

Yargıtay CGK 9’a karşı 14 oyla, 15 yaşındaki öz kızına defalarca tecavüz edip hamile bırakan adamın 17,5 yıllık cezasını oy çokluğuyla onadı. Muhalif yargıçların görüşü: Kız uzun süre olayı kimseye anlatmamış, demek ki zor kullanılmamış,rızası var. Sızlanmak, isteksizlik ve direnme sayılmaz. Rızaya dayanan cinsi münasebet suçu vardır.

Şahıs, 17’lik erkek çocuğuna Osmaniye’de bir kere tecavüz ediyor, sonra da ‘herkese anlatırım’ tehdidiyle devam ediyor. Yargıtay 5. Ceza’nın kararı: ‘Mağdur 9 ay boyunca şikâyet etmemiştir, olayda cebir ve tehdit yoktur, rıza vardır’. (…)Dumanı üstünde üç yeni haber:

1) Apartman boşluğunda cesedi bulunan Nazlı Sinem Erköseoğlu’nun katil zanlılarına mahkeme beraat verdi. Gerekçe: “Daha önceden sadece selamlaştığı bir erkekle alkol alıp evine giden, cinsellik yaşayan mağdurenin ne yaptığını tespit etmek mümkün değildir”.

2) Japon turiste taciz davasında mahkeme sanığa cinsel saldırı suçundan 2 yıl ceza kesti, sonra duruşmadaki iyi hâli nedeniyle 1 yıl 8 aya indirip erteledi.

3) Boşandığı eşini 8 yerinden bıçaklayıp bir de otomobille üzerinden geçerek öldüren Kamil Çolak için savcı, ağırlaştırılmış müebbet yerine, haksız tahrik indirimi uygulanarak 18-24 yıl hapis istedi. (Baskın Oran, “Özgecan’ın Katilini Kim Azmettirdi?”, Agos, 20 Şubat 2015. http://www.agos.com.tr/tr/yazi/10640/ozgecanin-katilini-kim-azmettirdi)

[11] İşte sadece bir yılın (kısmî) verileri: “İstanbul’da 2011 yılında 1.486 tecavüz, 2.488 çocuk istismarı, 2.223 taciz davası açılmış. İzmir’de 568 çocuk istismarı davası, Ankara’da 1162 çocuk istismarı davası. Adana’da 461 tecavüz, 656 çocuk istismarı ve 291 taciz davası açılmış. Antalya 432 tecavüz, 548 çocuk istismarı, 473 taciz davası. Gaziantep 558, Bursa 545, Mersin’de 500 çocuk istismarı davası açılmış Kayseri’de de 263 tecavüz davası, 374 çocuk istismarı davası ve 273 taciz davası görülmüş. Konya, 609 çocuk istismarı davasıyla ilk 5 il arasında yer almış ayrıca aynı kentte 354 tecavüz ve 438 taciz davası görülmüş. Liste uzayıp gidiyor. Ama tüm bu davalar buzdağının görünen kısmı. Neden mi? Tecavüze, tacize uğrayan kadınların çocukların ortaya çıkıp uğradıkları saldırıyı ifade edebilmeleri çok zor da ondan.” (Bilge Seçkin Çetinkaya, “Kadının Beyanı Esastır”, Birgün, 21 Şubat 2014, s.4.)

[12] “Çocuk gelinler konusunda çalışma başlatan ve başta Diyanet olmak üzere pek çok kurum ile işbirliği yapan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde çocuk gelinler tablosunu ortaya koydu. Rakamlara göre, 11 yılda yaklaşık yarım milyon çocuk (504 bin 957), 16-17 yaşında resmi olarak gelin oldu.” (Meltem Özgenç, “… ‘Resmi’ Çocuk Gelinler Oldu”, Radikal, 8 Mart 2014, s.6.) ve: “18 yaş altındaki her 100 kız çocuğundan 32’si evlendiriliyor Türkiye’de; Avrupa Konseyi ülkeleri arasında Gürcistan’dan sonra 2. (Murat Yetkin, “Sabancı, Kürt Sorunu ve Çocuk Gelinler”, Radikal, 12 Şubat 2013, s.12.) Nihayet: “Türkiye’de 181 bin çocuk yaşta evlendirilerek istismar edilmiş kız çocuğu var ve bunlar sadece resmi, kaydedilebilmiş rakamlar: i) Her üç evlilikten biri çocuk yaşta yapılıyor… ii) Dünyada çocuk yaşta evliliklerin en çok görüldüğü ikinci ülkeyiz… iii) Sığınma evlerindeki kadınların 3’te biri “çocuk gelin”… iv) Reşit olmadan evlendirilen kız çocuklarının sayısı ise erkek çocuklarının sayısından 20 kat fazla… v) 18 yaşından küçük kızlarını evlendirdikleri için dava açılan aile sayısı da yüzde 94.2 artmış durumda… (Adile Doğan, “Kader ile Tek Farkımız Hâlâ Yaşıyor Olmamız”, 23 Ocak 2014)

[13] Şebnem Turhan, “Cinsiyete Dayalı Gelişmede Türkiye Sınıfta Kaldı”, Hürriyet, 4 Eylül 2014, s.12.

[14] Esin Ergin, “XXI. Yüzyılın Başında Türk Kadını: Sadece Adı Değil, Kendisi de Yok”, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, No:1372, 5 Temmuz 2013, s.10-11-13.

[15] Şebnem Turhan, “Cinsiyete Dayalı Gelişmede Türkiye Sınıfta Kaldı”, Hürriyet, 4 Eylül 2014, s.12.

[16] Seher Kırbaş Canikoğlu, “Siyasette Görünmeyen Kadın”, Radikal, 27 Mart 2014, s.19.

[17] Esin Ergin, “XXI. Yüzyılın Başında Türk Kadını: Sadece Adı Değil, Kendisi de Yok”, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, No:1372, 5 Temmuz 2013, s.10-11-13.

[18] “Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfının (TEPAV) raporuna göre 2009 yerel seçimlerinde seçilen 301 bin 759 yerel yöneticiden yalnızca 3 bin 708’i kadındı. (…) TEPAV araştırmasına göre 2004 yılı yerel seçimlerinde Türkiye genelinde 18 olan kadın belediye başkan sayısı, 2009 yılındaki yerel seçimlerde 26’ya yükselebildi. Ülkenin 2 bin 498 belediyesinde yalnızca 26 kadın belediye başkanı bulunuyor. Yerel yönetimlerde de kadın sayısı oldukça az. Şu an ülkede belediye meclis üyesi 1340, il genel meclis üyesi 110, 65 köy muhtarı, 329 köy ihtiyar meclisi üyesi, 429 da mahalle muhtarı kadın var. Toplama bakıldığında ise ortaya çıkan tablo tam bir uçurum: Türkiye’nin 301 bin 759 yerel yöneticisinden yalnızca 3 759’u kadın. Yani yaklaşık yüzde biri!” (Birkan Bulut, “Yerel Yönetimlerin Sadece Yüzde 1’i Kadın”, Evrensel, 31 Ocak 2014, s.6.)

[19] Zeynep Göğüş, “Erkek Erkeğe İlerleme Olmaz”, Cumhuriyet, 8 Mart 2012, s.9

[20] Nedret Akova’nın derlediği bir “seçki”: i) Tayyip Erdoğan: Kadın erkek eşitliği doğaya aykırıdır, kürtaj bir cinayettir, her kürtaj bir Uludere’dir, kadının öncelikli rolü anneliktir… ii) Bülent Arınç: Kadın herkesin içinde kahkaha atmayacak. Bütün hareketlerinde cazibedar olmayacak, iffetini koruyacak… iii) Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu: Anneler, annelik kariyerinin dışında bir başka kariyeri merkeze almamalıdır… iv) Maliye Bakanı Mehmet Şimşek: İşsizlik oranı niye artıyor biliyor musunuz? Özellikle kadınlar arasında kriz dönemlerinde işgücüne katılım oranı artıyor. (…) v) AKP Sakarya Milletvekili Ayhan Sefer Üstün: Tecavüze uğrayan kadınlar doğurmalı, kürtaj yaptıranlar tecavüzcüden daha büyük suçlu… vi) Eski Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül: Türk hanımları evinin süsüdür… vii) Çevre ve Orman BakanıVeysel Eroğlu (iş isteyen kadına): Evdeki işler yetmiyor mu? viii) Ankara Anakent BelediyeBaşkanı Melih Gökçek: Kadın ahlâklı olsun, kürtaj yaptırmak zorunda kalmasın… ix) AKP İl Genel Meclis Üyesi: Kızlar okuyunca, erkekler evlenecek kız bulamıyor. (Selda Güneysu, “İşte AKP’nin ‘Şiddet’ Karnesi”, Cumhuriyet, 30 Ocak 2015, s.13.)

[21] “Kadının en büyük vazifesi analıktır! İlk terbiye verilen yerin ana kucağı olduğu düşünülürse, bu vazifenin ehemmiyeti layıkiyle anlaşılır.” (M. Kemal)(http://www.yenimakale.com/ataturkun-kadinlar-ile-ilgili-sozleri.html#ixzz3ambqjigZ ) ve: “Kadınlarımızın genel görev ve çalışmalarda paylarına düşen işlerden başka, en önemli, en hayırlı, en faziletli bir ödevleri de “iyi anne” olmalarıdır. (M. Kemal) (http://www.yenimakale.com/ ataturkun-kadinlar-ile-ilgili-sozleri.html#ixzz3amcDF1Vv)

[22] T. Asma, H. Kaynak ve M. F. Tarakçı (1996). “Medenî Hukuk ve Kadın”, Çağdaş Hukuk (Çağdaş Hukukçular Derneği Merkez Yayın organı, yıl 4/5, sayı 46-49; Mart-Haziran 2006, Kadın Hukuku Dosyası içinde).

[23] Titi Bhattacharya (2013-14). “Explaining gender violence in the neoliberal era”, International Socialist Review, 91.

[24] TÜİK Haber Bülteni, sayı 16015, 6 Mart 2014, http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=16015

[25] “Ücretsiz aile işçisi olarak çalışan kadın oranı 2011 yılında Türkiye genelinde yüzde 31,8, erkek oranı ise yüzde 3,8”di. (“İşgücüne Katılım Oranı Yüzde 25, Aile İşçisi Kadın Oranı Yüzde 31!”, Birgün, 6 Mart 2014, s.4.)

[26] Şehriban Kıraç, “Milyonlarca Kadın İşsizliğe Mahkûm Edilecek”, Cumhuriyet, 14 Ocak 2015, s.11.

[27] Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı’na (TEPAV) göre, Türkiye’de işgücü dışında kalan ev kadını nüfusu 12.2 milyon kişiye ulaştı. TEPAV İstihdam İzleme Bülteni’nin 8’inci sayısı yayımlandı. Bültende, şu değerlendirmeler yer alıyor: “Başka bir ifadeyle 15 yaşın üstünde olup işgücü topluluğuna katılması mümkün nüfusun, bunun yerine işgücü dışı nüfusa dahil olduğu, özellikle ‘ev kadını’ statüsündeki nüfusun önemli ölçüde arttığı dikkat çekmektedir. İşgücü dışında özellikle ev kadını nüfusunun artması dikkat çekici bir gelişmedir. Nitekim son 12 ayda artmış görünen 868 bin işgücü dışı nüfusun 500 bine yakınının ev işleriyle meşgul kadın nüfusa dahil olduğu görülmektedir. Böylece ev kadını nüfusunun 12.2 milyona ulaşarak istihdam edilen nüfusun yarısına ulaştığı dikkat çekmektedir.” (“İşsizliği Eve Kapanıp Çözdük”, Vatan, 14 Temmuz 2012, s.7; “Onlar Zoraki Ev Kadını”, Cumhuriyet, 15 Temmuz 2012, s.11.)

[28] İstatistik, bilindiği üzere, manipülasyona çok açık bir alan. İktidarın geçtiğimiz yıl “2 milyon kadına istihdam sağlandığı” “müjde”sinin de bu türden bir manipülasyon olduğu, Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonu Türkonfed’in raporunda ortaya çıktı. Rapora göre “bu 2 milyonluk artışın 450 bini hükümetçe yapılan düzenlemelerle evlerinde yaşlılara ve engellilere baktığı için para kazanan kadınlar. Net asgari ücrete eşit bir para kazanıyorlar. Yani 848 lira civarında. Ve (…) bu kadınların sosyal güvenceleri yok. Devlet ücret ödüyor ama SGK kapsamına almıyor. Yani, devlet 450 bin kadını ‘kayıt dışı’ hatta ‘kaçak işçi’ statüsünde çalıştırmış oluyor. (…) 2 milyon yeni kadın istihdamının 450 bini böyle. Peki, geriye kalanı? 600 bini tarım sektöründen kaynaklanmış. AKP bu kadınların tarımda çalışmasını kayda geçirmiş ama onların da yaklaşık yüzde 96’sı kayıt dışı. Yani hâlâ ücretsiz tarım işçisi olarak çalışıyorlar.

Hatırlarsınız. Bundan bir iki yıl önce AKP yeni istihdam teşvik paketini açıklamıştı. Bu pakete göre kadın işçi çalıştıran işyerlerinde kadınların primleri 4 yıl boyunca devlet tarafından üstlenilecekti. Türkonfed’in raporuna göre bu teşvikten sadece 110 bin kadın yararlanabilmiş. Sayının bu denli düşük olmasının nedeni bürokratik işlemlerin karmaşıklığı ve uzunluğu…

Özetleyecek olursak, 6 yılda 2 milyon yeni istihdamın neredeyse yarısı AKP’nin rakamlarla oynaması ile gerçekleşti. Gerçekten kadın istihdamını artıracak politikaların hemen hiçbiri uygulamaya alınmadı. Zaten pek istendiği de söylenemez.” (Özlem Yüzak, “Kadın İstihdamı: Yalanlar ve Gerçekler”, Cumhuriyet, 25 Haziran 2014, s.11.)

[29] “Ankara Sanayi Odası (ASO) Başkanı Nurettin Özdebir, ‘Kaş yapalım derken göz çıkarmayalım. Doğum yapan kadına sağlanacak ek haklar, kadınları iş hayatından etmesin’ uyarısında bulunurken ‘ASO üyesi bir sanayicimiz düzenlemeden duyduğu kaygıyla bundan sonra fabrikasına kadın işçi almayacağını bana söyledi. Taslak bu hâliyle yasalaşırsa, kadın işçi çalıştıran işletmelerin istihdam maliyetleri artacağından, yöneticilerine kadın yerine erkek işçi alınması talimatı vermiş,’ dedi.” (Özlem Yüzak, “Kadını ‘Eve Sokma’ Paketi”, Cumhuriyet, 25 Eylül 2013, s.11.)

[30] “Kreş En Acil Sorun”, Cumhuriyet, 8 Mart 2012, s.7.

[31] Mustafa Sönmez, “Ev Kadınının Sömürülmesi ve Hakkı…”, Cumhuriyet, 25 Haziran 2012, s.10.

[32] Nitekim Mustafa Sönmez, sözkonusu yazısında böyle bir talebi dile getiriyor: “Öyleyse ne olmalı? Bunu tek tek patronlardan almak mümkün değil. Ama devlet, patronlardan aldığı vergiyi yükselterek, ev kadınının bu karşılıksız emek gücünün “ücret”ini tahsil edebilir. Sonra da bunu, “ev kadınları”na bir sosyal ücret olarak ödeyebilir, ödemelidir. Dolayısıyla eve kıstırılmış kadınların, genç kızların, devletten böyle bir sosyal ücreti talep etmeleri haklarıdır ve bunun için örgütlenmelidirler.” (Mustafa Sönmez, “Ev Kadınının Sömürülmesi ve Hakkı…”, Cumhuriyet, 25 Haziran 2012, s.10.)

[33] Zehra Yavuz, “30 Maddede Tipik Türk Kadını!”, Radikal, 9 Şubat 2013, s.19.

[34] Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nca 12 bin aile üzerinde yapılan “Türkiye’de Aile Yapısı Araştırması”na göre (….) 23 bin 379 kişi ile görüşme gerçekleştirilerek hazırlanan araştırmada, şu saptamalara yer verildi: i) Aile bireylerinin yüzde 44’lük kesimi hiç kitap okumuyor, yüzde 74’ü hiç sinema ve tiyatroya gitmiyor… ii) 2006-2010 yılları arasında 18 yaşın altında evlenme oranı erkeklerde binde 2, kadınlarda ise yüzde 9… iii) Erkeklerin yüzde 85’i evleneceği kadının “ilk kez evlenecek olması”na, yüzde 75’i “dindar olması”na, yüzde 59’u “aynı mezhepten olması”na, yüzde 58’i eğitimli olmasına önem veriyor. (“Çocuk Gelin Çok Az”, Cumhuriyet, 26 Nisan 2012, s.3.)

[35] Bekir Ağırdır, “Kadın Meselesi Değil Erkek Meselesi”, Cumhuriyet, 21 Şubat 2015, s.2.

[36] “Türkiye’de Kadınların İzin Almadan Çalışması Doğru Bulunmuyor”, Business Intelligence, 24.09.2014. http://www.connectedvivaki.com/turkiyede-kadinlarin-izin-almadan-calismasi-dogru-bulunmuyor/

[37] Damla Yur, “… ‘İçimizdeki Çocuk’ Ölmüş!”, Milliyet, 30 Aralık 2013. http://gundem.milliyet.com.tr/-icimizdeki-cocuk-olmus-/gundem/detay/1814842/default.htm

[38] Ocak 2013 dönemi için işsizlik oranı ve kayıt dışı, kadınlar için arttı. Yeni işsizlerin yarısından çoğu lise ve yükseköğretim mezunu kadınlar oldu. Yeni işsizlerin yüzde 76’sı kadınlardan oluştu. (“Kadınlar Diplomayı Aldı, Eve Kapandı”, Cumhuriyet, 16 Nisan 2013, s.11.)

[39] Sunay Akın, “Kocanın Evinde Oturursun”, Cumhuriyet, 22 Mart 2009, s.15.