2021’e girerken, işçi sınıfının durumu üzerine notlar

Pandemili 2020 yılı geride kaldı ama pandemiyi alıp götürmedi. Pandemili 2021 yılına girmiş bulunuyoruz. Ve pandemili 2021 yılının da kısa bir yıl olmayacağı belli. Hem kriz derinleşecek hem pandemi etkisini en az ilk altı aylık sürede daha da artıracak. Ve elbette, bunlar da içinde, sınıf savaşımı keskinleşecek.

Sınıf savaşımı, giderek daha keskinleşiyor. Devletin artan terörü ve hiçbir hukuksal hakkı tanımaması, her hak arama eyleminin karşısında tüm devlet güçlerinin, basının, polisin, ordunun, MİT’in, yargının hep birlikte dikilmesi, işçi ve emekçilerin direnişlerinde yeni mücadele biçimleri geliştirmelerine neden olmaktadır. Başkası da düşünülemez.

Saray Rejimi, kendi korkusunu halka bulaştırmak, işçi ve emekçileri korku ile sinmeye zorlamak dışında yönetme yolu bulamaz durumdadır. Ve artık, bıçak kemiğe dayanmaktadır.

Ve elbette işçilerin yaşam koşulları dayanılmaz, insanî tüm kabullerin dışında bir hâl almaktadır. Çalışma saatleri uzamakta, ortalama 11 saat çalışma hayata geçmeye başlamakta, ücretler düşmekte, işçi ve emekçiler hayat pahalılığı koşullarında açlıkla yüz yüze kalmakta, işsizlik sürekli artmakta, birçok işçi ikinci bir ek iş için geceleri de çalışma yolları aramaktadır. İşçiler, adeta “köle” olarak görülmekte, hiçbir hukukî hakları dikkate alınmamaktadır. Ve elbette işçilerin, kaybedecek şeyleri kalmamıştır.

Biliniyor, TÜİK diye bir kurum var. İstatistikleri bunlar açıklamaktadır. TÜİK ile Anadolu Ajansı (AA) arasında bir yarışma yapılsa, kim en iyi yalan söyler diye, gerçekten sonucunu tahmin etmek oldukça zor olur. Ne TÜİK’in ne de AA’nın neden yalan makinası hâline geldiklerini tartışmayacağız. Nedeni açık: Saray Rejimi, ancak daha fazla karanlık ve karartma ile hayatta kalabiliyor. Yalan bunun yoludur.

Muhtemelen yakında bu yalan makinalarından yeni sürpriz hamleler göreceğiz. Mesela TÜİK kalkıp, bir anda, işsiz sayısı 2 milyona indi diyebilir. Mesela bir anda Saray’dan, enflasyon sıfır oldu açıklaması gelebilir. Mesela Sağlık Bakanlığı, 15 Şubat 2021’de “vaka sayısı binin altına düştü” derse şaşırmayız. Mesela AA, Erdoğan Pfizer-BioNTech aşısını yaptı ve artık rahatlıkla Almanca ve İngilizce konuşuyor, diyebilir.

Evet sonuçta halk, ne TÜİK’e ne Bakanlığa, ne basına ne Cumhurbaşkanı’na inanmıyor, ama yine de gerçek rakamlar bize lazım ise, bunları da kolaylıkla bilemiyoruz. Enflasyon acaba kaçtır, bilmiyoruz ve tahminlerimizle konuşuyoruz. Bildiğimiz TÜİK’in yalan söylediği ve muhtemelen bunun 2-3 katı bir enflasyonun olduğudur. Pandemi nedeni ile Sağlık Bakanı’nın yalan söylediğini biliyoruz, ama gerçekte günlük vaka ve ölüm sayısını tam bilemiyoruz. Tahminimiz vaka sayısının 80 bin civarında olduğudur ve bu vakaların %80’inin işçi olduğudur. Bu bilgileri, sağlık çalışanlarından topladığımız verilerden, bazı doktorların açıklamalarının üzerinden hesaplamalar yaparak ulaştığımız sonuçlara dayandırıyoruz. Günlük ölüm sayısının da açıklananın on katı olduğunu tahmin ediyoruz. Ediyoruz derken, sadece kendimizden söz etmiyoruz, hepimiz böylesi tahminler yapıyoruz.

Ama iş başında iken, Covid-19 hastası olduğu hâlde çalışmak zorunda tutulan ve ölen işçiler olduğunu biliyoruz. Pandemi boyunca, günlük işçi ölümlerinin en az 10 kişi olduğunu hesaplayabiliyoruz. Eskiden bu oran günde 3-4 kişi idi.

İşte bu güçlükleri de aşmak üzere, eldeki bazı verileri toplamaya, bazı verilerden gerçek duruma ilişkin notlara ulaşmaya çalışacağız. Bu elbette eksik olacaktır. Bunu yaparken TÜİK, SGK, Aile ve Çalışma Bakanlığı, DİSK-AR, bazı haber-yorumları kullanmak durumundayız. Elbette, tüm bunlara ek olarak bizim de yorumlayabileceğimiz noktalar olacaktır.

1-

İlki, her gün ölen işçi sayısıdır. İş cinayetleri adını hak ediyor. Bunların kaza olmadığını biliyoruz. İster Soma’da, ister Adapazarı’ndaki havai fişek fabrikasında. Ortada bir önlemsiz, güvenliksiz, en ucuza çalıştırma sistemi var ve bunun sonucudur ölümler. Bu nedenle cinayet diyoruz. İsterseniz Adapazarı’nda yakınlarını kaybedenlere sorun, isterseniz Soma’dakilerin hikâyesini dinleyin. İsterseniz tekstil fabrikasında Covid-19 olduğu hâlde çalışmaya zorlanan ve işbaşında ölen insanın ailesine sorun. Hemen hemen çoğu, çok küçük önlemler alınmış olsa idi gerçekleşmeyecek ölümlerdir bunlar. Mesela korona virüs almış, testi pozitif, hasta ve ateşi olan bir kişinin tekstilde çalıştığı fabrikada, çalışırken ölmesi gibi. Önlemi de açık.

Bu durum, hem iş cinayetlerindeki artışı ifade ediyor, hem de Covid-19 nedeni ile esas olarak işçilerin hastalandığını, ölümün işçilere düştüğünü gösteriyor. Tabipler Birliği’nin çeşitli açıklamalarında, hastaların %76’sının işçi olduğunun tahmin edildiği söylenmişti. Biz bu rakamın %80’i aştığını düşünüyoruz. İşsizleri de hesaba katarsanız, bu oranın daha da yüksek olduğu sonucuna varabiliriz.

Ölüm, işçi sınıfı içinde kol gezmektedir.

Ölüm hep işçilerin, hep emekçilerin payına düşmektedir. Savaş olduğunda da ölenler işçi emekçi çocuklarıdır, iş kazalarında ölenler de, pandemide ölenler de, açlıktan kıvranarak ölenler de, soğukta sokakta ölenler de. Ölüm, hep işçi ve emekçileri bulmaktadır.

2-

Çalışma süreleri uzamaktadır. Hem çalışma koşulları kötüleşmekte, günlük çalışma hayatı dayanılmaz hâle gelmektedir hem de çalışma saatleri uzatılmaktadır.

İşsizlik korkusu ile işçiler, mesai ücretlerini almadan, fazla çalışmaya zorlanmaktadırlar. Bu, çoğu durumda, işsizlik korkusu ile kabul edilen, meta-zoru bir durumdur. Çalışma saatleri 11 saati bulmaktadır.

Hekimsiz, denetimsiz, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri alınmaksızın çalışmaya zorlanmaktadırlar. Doğrusu pek çok işçi bu durumun farkındadır ama sesini çıkartmamaktadır. Kargo işçilerini ele alın. Hem çalışma saatleri uzatılmakta hem servis yaptıkları insanlar tarafından aşağılanmakta ve tartaklanmaktadırlar hem de çalışma şartları kötüleşmektedir.

Çalışma ortamları, insanın yaşamayacağı, havasız, sağlıksız ortamlardır ve bu konuda hiçbir iyileşme yapılmamaktadır. Çalışma süreci içinde işçi sağlığı, tam anlamı ile hiçe sayılmaktadır. İş güvenliği ise Diyanet’in cuma fetvaları ile allahın takdiri hâline getirilmiştir.

Çalışma sürelerinin uzaması, işçinin yaşamını kökten değiştirmektedir.

3-

İşçilerin ücretleri düşmektedir. İşçi ücretleri hem ücret olarak düşmektedir hem de satın alma açısından düşmektedir.

DİSK-AR’ın “Salgın Günlerinde Asgari Ücret Gerçeği Araştırması-2021” çalışmasında verilen bilgi şöyledir: 3,3 milyon işçi, asgarî ücretin altında ücret almaktadır. Bu, işçilerin %17’sine denk geliyor diye hesaplanmıştır. Hesaplanmıştır diyorum, çünkü (1) sigortasız çalışanların durumunu bilmiyoruz, verileri yok, (2) bu nedenle de tam olarak işçi sayısını bilmiyoruz. Yine de bu rakam yüksektir. Ve asgarî ücret, makul bir ücret olmadığı için, onun altında olmak, tam anlamı ile durumun vahametini göstermektedir. DİSK-AR asgarî ücretin çok da anlamlı bir ücret düzeyi olmadığını kabul etmiş olmalı ki, onun %20 altında ve üstünde ücret alanlara da bakmış. Ve iyi etmiş. Asgarî ücretin %20 altında veya %20 üstünde ücret alanların toplamı ise 9,7 milyon işçi olarak hesaplanmaktadır. Toplam işçi sayısı ise 13 milyon 856 bin olarak verilmektedir. Yani işçilerin %70’i, asgarî ücretin %20 üstü veya %20 altı arasında ücret almaktadır.

Dahası var, çalışanların bir bölümü sigortasız çalışmaktadır. Bu sosyal güvenlikten yoksun çalışan işçilerin hemen hepsi asgarî ücretin altında ücret almaktadır.

Gündelikçi çalışanlar buna eklenmelidir.

Ayrıca part-time çalışan işçileri de buna eklemek gerekir.

Tarım işçilerinin de hesaba katılması gereklidir.

Dahası var. Pandemi sürecinde birçok işçi, ücretsiz izine çıkarılmıştır ve günlük 39 TL ile çalışmaktadırlar. Aylık olarak ellerine geçen ücret, 2020 asgarî ücretinin yarısı kadardır.

Öte yandan işçilerin ücretleri hayat pahalılığı karşısında erimektedir. Zamlı hâli ile asgarî ücret 375 dolar civarındadır. Bunun anlamı, asgarî ücretin son 2 yılda %25 eridiğidir. Kaldı ki, işçiler yeni ücretlerini Şubat ayında almış olacaklar. Yine, enflasyon baz alınırsa, hayat pahalılığının %100’lere vardığı iki yıl geride kalmıştır ve işçilerin ücretlerinin satın alma gücü yarı yarıya düşmüş demektir bu. Bunu her işçi kendi yaşamından bilir. Bakkala, markete, manava gittiğinde harcamaları, elektrik, su, doğalgaz faturaları, yeterince bilgi vericidir.

4-

TÜİK verilerine göre, Türkiye’de 2019 yılı sonu itibari ile, 15 milyon 656 bin çalışan işçi vardır. Bunların işletme büyüklüklerine göre dağılımı şöyledir.

KOBİ, küçük ve orta ölçekli işletme anlamındadır. Bu tanımlar da Türkiye’de sık sık değişmektedir. Siyasal iktidar devlet desteği dağıtmak için, yakında “AK” işletmeler diye bir tanım yaparsa şaşırmamak gerekir. Mikro işletme, 10 ve daha az işçi çalıştıran işletmedir. Küçük işletme, eskiden var olan 30 ve daha az işçi çalıştıran işletme yerine artık 50 işçi ve daha az işçi çalıştıran işletmelerdir. Orta işletme ise 250 kişiden az çalışanı olan işletmelerdir. Bu üç işletmenin toplamına KOBİ denmektedir ve eskiden 40 milyon TL’den fazla ciro yapmayan işletmeleri içerirken, şimdi 125 milyon TL’den az ciro yapan işletmeleri içermektedir.

Bu toplam çalışan sayısı, acaba gerçek sayı mıdır? Elbette değildir. Bu işçilerin içine kayıtsız çalışan işçiler girmemektedir. Bu bilgiler firmaların verilerinden toplanmaktadır. Elbette firmalar, sigortasız çalıştırdıkları insanlara ait bilgi vermemektedir.

Kamuda çalışanlar ile ilgili veriler ise şöyledir (Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı verilerine göre)

Kamu çalışanlarını, işçi sayısına eklerseniz, 20 milyon 300 bin civarında bir rakama ulaşırız. Bu rakamın daha yüksek olduğu kesin. 21. yüzyılda, herkesi izleyen devlet çarkı, işçi sayısını neden bilemez? Bu işi Facebook’a versinler, belki oradan kaç işçi çalıştığını, sigortasız işçilerin sayısını bulabiliriz.

Çeşitli tartışmalarda sigortasız çalışan sayısı, çocuklar da dahil, 6 milyon ile 9 milyon arasında çıkmaktadır. Bunları da ilave ederseniz, yaklaşık 30 milyonluk bir kitledir Türkiye işçi sınıfının çalışan bölümü.

Bir de üzerine işsizleri eklemeniz gerekir. Bu sayı, 40 milyon civarındadır (Son 2021 yılında işsiz sayısı çok fazladır. Ama verilerin bir bölümü 2019, bir bölümü 2020’dendir. 2019’da çalışanların yaklaşık 2.4 milyonu işini kaybetmiştir. Bu rakam, çalışanlardan eksilirken işsiz sayısını artırmıştır).

Bu 40 milyon işçinin acaba, ne kadarı sendikalıdır?

Ülkemizde çalışan işçilerin sendikalı olanlarına ilişkin bilgiler ise şöyledir (www.ailevecalisma.gov.tr):

Sendikalı işçi oranı %13,8 olarak ortaya çıkmaktadır. Bu oran işçi sayısının 14,2 milyon olduğu hesabına dayanmaktadır oysa sendikalı işçi sayısı, kamuda çalışanları da kapsamaktadır. Hepsini değilse bile. Eğer 40 milyon üzerinden bu hesap yapılırsa (yani, işçiler, kamuda çalışanlar, sigortası olmayanlar ve işsizler birlikte, emekliler ise hariç) sendikalı işçi oranı %5’in altında çıkmaktadır. Sendikalı işçilerin daha iyi ücret alma ihtimali yüksektir. Buna rağmen, toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçi sayısı %7,8’dir. Aile ve Çalışma Bakanlığı Ocak 2020 verileridir bunlar ve bunlara göre toplam işçi sayısı 14,2 milyondur. Buna göre, 1 milyon 107 bin işçi toplu sözleşme kapsamındadır. Ücretleri biraz daha iyi olan kesim burada olabilir. Yine bu rakamı, 40 milyonluk kitle üzerinden hesaplarsanız, 40’ta bir yani, %2,5 demek olacaktır. Ülkede işçi sınıfının ancak %2,5’i toplu iş sözleşmesinden yararlanmaktadır. İşte size sermaye için bir cennet, ucuz işçi cenneti.

Öte yandan sosyal güvence ile çalışan sayısı Mayıs 2020’de 19 milyon 843 bin olarak açıklanmıştır. Bu rakamın kamu çalışanlarını da içerdiğini düşünmek gerekir. 2019’da bu rakam, 22 milyondan fazla idi.

2017 rakamlarına göre, çalışanların SSK (4/A) kapsamında olanlarının toplamı 14.127.524 idi.

Habertürk’ten Ahmet Kıvanç’ın haberine göre, kamuda çalışanlar yaklaşık 4 milyon 700 bin ve toplam çalışanlar 19 milyon 800 bindir. Buna göre, kamuda çalışanlar toplam sigortalıların %24’ünü oluşturmaktadır. Bu aynı habere göre 2020’de 2,4 milyon kişi istihdam azalmıştır, üstelik kamuya 197 bin ilave insan çalışmak için alındığı hâlde.

2020 Haziranı’nda, işsiz sayısı 4 milyon 101 bin olarak açıklanmıştır. Bu rakam elbette yalandır. 2,4 milyon işçinin işini kaybettiği bir yerde, hem istihdamın azalması, hem de işsizliğin azalması yalanı ile bu rakam verilmektedir.

DİSK-AR’a göre, geniş tabanlı işsiz sayısı 9,7 milyon kişidir ve bu, işgücünün %27’sini oluşturmaktadır.

Bu rakamlarda da hata olma ihtimali yüksektir. Yani, aslında işsizlik sayısı daha da yüksektir. Bizim tahminimiz bu rakamın 12 milyonu geçtiği yönündedir.

Ama bu rakamı temel alırsak, işsizler + sigortalı çalışanlar + sigortasız çalışanların toplamı 40 milyona yakındır.

Bir de emekliler söz konusudur.

2020 Nisan ayında 12.329 bin emekli vardır. DİSK-AR, bu rakamı, emekli olanlar ve pasif sigortalılar olarak birlikte vermektedir. Yani emeklilik, tek bir kategori değildir.

SGK, 2017 verileri şöyledir:

Demek ki yaklaşık 8 milyon emekli aylığı alan vardır ve bunların %28’i (DİSK-AR) asgarî ücretin altında bir gelir elde etmektedir. Vazife malullerini bir yana bırakırsak, sanırız ki, diğer kategorilerde asgarî ücretin altında gelir alanlar daha da yüksektir. DİSK-AR, bu düşük maaş durumunu anlatan bir veri de vermektedir: Emeklilerin 4 milyonu, ek iş aramaktadır.

Emeklilerin yaş dağılımı da şöyledir:

İş arayan emeklilerin nispeten 65 yaş ve altında olduğu düşünülürse, 4 milyon iş arayan emekli, oldukça ciddi bir rakamı ifade etmektedir. Çünkü 65+ yaş içindeki %31’in iş arama şansı bile yoktur.

Tüm bu veriler bize tabloyu, tam doğru rakamları ile olmasa da göstermeye yetmektedir. Daha detaylı bir çalışma elbette yapılabilir. Bizim arayıp da ulaşamadığımız bir veri, emeklilerin maaş aralıklarına göre dağılımıdır. Biliyoruz ki, %28’inin asgarî ücretin altında aylık alması bir veridir ama mesela 1500-3000 TL arasında aylık alanlar vb. gibi gruplamalar önemli olurdu.

Aynı şey işçilerin gelirleri ile de yapılmalıdır.

Şimdi, bu tablo bize neyi göstermektedir.

(i)

İşçi sınıfının yaşam koşulları, tıpkı çalışma koşulları gibi kötüdür ve giderek daha da kötüleşmektedir. Son yıllarda artan bir yoksullaşma, açlık ve işsizlik söz konusudur.

(ii)

İşçilerin çok düşük bir bölümü toplu iş sözleşmesinden yararlanmaktadır.

Sendikalaşma çok düşük düzeydedir.

Sendikalaşmanın düşme süreci, 1980 askerî cuntası ile başlamıştır. O günden bu yana sürekli yükselmektedir. Bunun ana nedeni, sendikaların, yani var olan sendikaların, işçi sendikası olmaktan çıkmasıdır. Sendika mafyası adını verdiğimiz bir örgütlenme ile devlet-patron, sendikaları işçi sendikası olmaktan çıkarmıştır. Bu sendikaların bir bölümü, ticari sendika gibi bir duruma evrilmektedir. Sendikaların devlet sendikası olması, sendikacıların işadamı kılıklı varlıklar hâline gelmesi, işçilerin sendikalara güvenini kırmaktadır ve işçiler sendikal örgütlenmeden uzak durmaktadırlar. Elbette bunun dışında da sendikalar vardır. İşçiler, nerede düzgün bir sendikal faaliyet içine girerlerse, orada devlet-patron-sendika bir araya geliyor ve işçilerin işine son veriyor. Sendikal çalışma, fiilî olarak “yasak” ya da “illegal” bir çalışma hâline gelmiştir.

Ama eninde sonunda bu durum işçilerin yaşamsal sorunudur. İşçiler, ne yapıp edip, mutlaka sendikal alanda güçlü örgütlenmeler yaratmak zorundadırlar. Kimse işçilerin ihtiyacı olan örgütlülüğü onlar adına kuramaz.

Burada işçi sınıfının en ileri unsurlarının devrimci hareketle kuracağı siyasal ilişki önem kazanmaktadır. Karakteri gereği bu siyasal bir ilişkidir ve sınırları kanunlara tabi değildir, olamaz. İşçi sınıfı, devrimci hareket ile ya da tersi, devrimci hareket işçi sınıfı ile onun en ileri unsurları ile sağlam ve sürekli bir ilişki kurmadıkça, siyasal örgütlenme gelişmedikçe, sendikal alanda büyük bir değişim olanaklı değildir. Yani, işçilerin kendi sendikalarını kurmaları ya da var olan sendikaları işçi sendikası olarak geri almaları, sıradan bir hedef değildir.

(iii)

Bu açıdan işçiler birçok ara örgütlenme geliştirmek zorundadırlar. Fabrika komiteleri, fabrika konseyleri vb. adına ne dersek diyelim, işçi hareketi için vazgeçilmezdir. İşçiler, her yasal sendikayı, fabrika komiteleri kurmaya ikna etmeli, bunları bizzat çalıştırmalıdırlar. Burada bir disiplinli örgütlenme şarttır.

Ama aynı zamanda işçiler, Birleşik İşçi Kurultayı gibi son derece önemli örgütlenmeler, bu tip ara örgütlenmelere yönelmek zorundadırlar. BİK tarzı örgütlenmeler, işçilerin kendi örgütlenme çalışmalarını “sendikalara teslim” edemeyeceklerinin de kanıtıdır.

Elbette bu örgütlenmeler, farklı görüş ve inanışta işçiye açık olmalıdır. Başkası düşünülemez. Bunlar siyasal parti yerine konulamaz.

(iv)

İşçi sınıfı son yıllarda, ciddi bir direniş geliştirmektedir. Bu direniş Gezi gibi, kitlesel ve bir merkezde toplanmaya dayalı bir şekilde gelişmiyor. Tersine, fabrika fabrika, işyeri bazlı, yerel alanlarda gelişiyor. Bu direniş çok kıymetlidir. Bu direnişin hem genişlemesi, hem de örgütlenerek kökleşmesi en önemli görevdir.

(v)

İşçi sınıfı içinde dayanışmayı artırmak, işçilerin bizzat kendi işyerlerinde var olan sorunlar dışında, işçi sınıfının ve hatta toplumun tüm kesimlerinin sorunlarına ilgisini artırmak önemlidir.

Hem her direnişte, her grevde işçiler birbirini desteklemeli hem de sadece kendi sorunu etrafında harekete geçme mantığından kurtulması gereklidir.

İşçilerin yasal sorunlarına karşı, örneğin avukatlar içinde gönüllü bir dayanışma grubunun devreye girmesi, işçilerin ve toplumsal mücadelenin her alanının birbiri ile dayanışmasının önemini kavramak ve kavratmak konusunda iyi bir adım olur. BİK, bizzat bunu yapmalıdır.

Dayanışmayı artırmak, yalnızlık psikolojisini parçalamak, sınıf bilincini ve sınıf kardeşliğini öne çıkartmak, örgütlülüğün önemini anlatmak ve anlamak önemli başlıklardır.

Bu nedenle, devrimci propaganda, işçilerin bir sınıf olduğu gerçeği üzerinden dayanışmayı artırmayı ve birleşik bir güç olmayı işlemek zorundadır.

Bu nedenle özellikle Birleşik Emek Cephesi son derece önemli bir hedeftir.

Sınıf savaşımının keskinleştiği, daha da keskinleşeceği bir sürecin içindeyiz. Bu sadece ülkemizde değil, tüm dünyada yaşanan bir süreçtir. İşçiler bu süreçte, daha örgütlü, daha bilinçli, daha birleşik bir güç olarak yer almak zorundadırlar. Bu hem kendi sınıf çıkarlarının gereğidir, hem ülke ve dünya insanlığı için bir gerekliliktir.