101. YILDA 100. YIL İÇİN NOTLAR [1]

Ermeni Soykırımı’nın 101. yılında 100. yılına dair söylenmesi gerekenlere nereden başlamalı?

Herkesin bu konuda farklı bir tercihi olabilir; benimki de farklı.

Bir zamanlar dillere pelesenk olan bir “Müzeyyen Senar Şarkısı”yla başlayacağım: “Kimseye Etmem Şikâyet/ Ağlarım Ben Hâlime”…

Çok kimse bilmez; bu şarkının bestecisi de, söz yazarı da Üsküdarlı Kemençeci Ermeni Onnik Efendi’nin Oğlu Kemani Sarkis Suciyan’ı!

Kemani Sarkis Efendi 1885’te İstanbul Beşiktaş’ta doğar. Babasından ve ailesinden dolayı musikiye çok yatkın bir sanatçıdır. 1910’a gelindiğinde İstanbul genelinde çok nam salmış biridir artık. 1915 Soykırımı yaşandığında otuz yaşındadır. Öyle bir travmaya, trajediye tanıklık eder ki, soykırım sonrasında içine kapanır. 1920’li yıllarda adı anılan “Kimseye Etmem Şikâyet” şarkısının sözlerini yazar. Garip bir ruh hâli içinedir Kemani Sarkis Efendi. “Yalnızlık” ve dahi “Sahipsizlik” hayatının bundan sonrasına yön verecektir. İşte tam da böylesine çaresizlik ortamında yazar şarkının sözlerini:

“Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben hâlime/ Titrerim mücrim gibi, devri istikbalime/ Perde-i zulmet çekilmiş, korkarım ikbalime/ Titrerim mücrim gibi, baktıkça istikbalime…”

Evet Kemani Sarkis Efendi 1921’de devrin taassup İstanbul’unda hiçbir gelecek görmeyen, görmediği içinde terk-i diyar edip Paris’e yerleşmeye karar veren bir Ermeni sanatçı; bir soykırım mağdurudur…

Müzeyyen Senar’ın sesinden “Kimseye Etmem Şikâyet”i diyenlerin kaçı bundan haberdardır 2015’de acaba?

Gerçekten de ‘The New York Times’ın, ‘Türkiye’nin İnatçı Unutkanlığı’ başlıklı yazısında, “En büyük tehlikenin soykırım ifadesini kullanmak değil; 100 yıl önce yaşananları inkâr etmek olacağı”nın altını çizdiği bir ufukta; hiç birimizin unutmaması gerek: Tarihin karanlık yüzüyle karşılaşmak, hiçbir toplum için “kolay” ve sancısız değil.

Öncesiyle 2015’de hâlâ çektiğimiz bu sancıları, önümüzdeki kesitte de artarak çekeceğiz; akıntıya kürek çekeceğiz; çekmemiz gereken o yere kadar.

Bu çabayı ‘futil’ ya da ‘futilite’ olarak mahkûm etmeye kalkışmayın[3] ve H.Ç. rumuzunu kullanan bir Ermeni’nin, ‘Birgün’ gazetesinin sorusuna verdiği, “Çok üzülerek söylüyorum sevgili Hrant yaşarken ‘yapamadığını’, ölerek başarmıştır,”[4] yanıtını anımsayın yeter!

Biliyorum bu da kolay değil; hele hele Ingeborg Bachmann’ın ‘Ağustosböcekleri/ Die Zikaden’ oyununda tasvir ettiği adada yaşarken!

Ingeborg Bachmann’ın oyunu, bir adanın tasviri ile başlar. Tuhaf bir adadır aslında burası. Hep birileri gelir, ama gelenlerle birlikte ortalık sanki daha bir tenhalaşır. ‘Ağustosböcekleri’ diye anılanlar, insandır aslında. Fakat insanca yaşamayı, insanı ancak sevmenin, sevebilmenin, hemcinslerinden ancak hiçbir ayrımcılığın tuzağına düşmeden sorumlu olabilmenin insan kılabileceğini çoktan unutmuş yaratıklara dönüşmüşlerdir. Yaşamanın hiç ayrım yapmaksızın her insandan sorumlu olmak anlamına geldiğini görmezlikten gelip sevmeye son vermişler ve hiçbir insanca duyguya seslenmeyen şarkılarla oyalanmaya koyulmuşlardır.

Bachmann’ın oyunundaki ada, insanların 2015’deki, bugünkü dünyasıdır. Yaşadıklarının sorumluluğunu üstlenebilme, sürünün içersinde rengini belli edebilme yürekliliğini gösterebilenlerin gittikçe azaldığı, birbirlerinin yanından geçip gitmekle yetinenlerin bunu birlikte yaşama sandıkları, sevgiden bütünüyle yoksun bir dünya.[5]

Ermeni Sorunu’nun meselesi de bugünün dünyası ve insan(cıklar)ıyla ilintilidir.

Hani Onat Kutlar’ın dediği gibi: “Nasıl bir alacakaranlık… Geceyle gündüzün arasına sıkışmış uzun bir kör saat. Geçmişle geleceğin, doğuyla batının, ölümle yaşamın arasına sıkışmış.

Alacakaranlık görünmez bir çevrintiyle yutup götürüyor her şeyi. Bu noktada onurla alçaklığın sınırları birbirine karışır. Her şeyin. Direnmenin, köşeyi dönmenin, özgürlüğün, tutsaklığın. Çıkmak? Böyle durumlarda herkesten önce birilerinin dönüp kapıya bakmaları gerekir. Oysa Bizans’ın iç içe çemberlerinde, sıkıştırılmış köle sarhoşluğuyla dolanıyoruz.”

“Yaşadığımız günlerin toprağına acının, yalnızlığın tohumları ekiliyor her gün. Ama gene de hiç unutmadan yapabileceğimiz bir şey var: Bir insan elinin sıcaklığındaki dayanışmayı gerçekleştirmek. Her şeyi değiştirebilir bu…”[6]

 

TARİH VE RESMÎ OKUMALARI

 

Tarih meselesinin, bir yerde, okuma sorunu olduğu kanısındayım.

2015’de biz, Ermeni Soykırımı’ndan bahsederken; “Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt ve Denetleme Başkanlığı’nın yayınladığı bir sunuş yazısında şöyle deniyordu: ‘Ermeni tahrik ve ihanetleri sonucu zorunlu olarak alınan tedbirler kapsamında tehcir gerçeklerin aynasında değil de gerçekliğin saptırıldığı aynalarda görülmek isteniyor.’ Hava korgeneral Erdoğan Karakuş imzalı bu söylemle Dr. Nazım’ın söylemleri, Kılıçdaroğlu ve Tayyip Erdoğan’ın söylemleri hiçbir fark taşımamaktadır. Resmi tarihi de işte bu anlayış belirlemiştir. O nedenledir ki sürekli, ‘Tarihi tarihçilere bırakalım’ derler. Onların sözünü ettiği tarihçiler, devletin resmi tarihini yazan tarihçilerdir. Tarih ise, egemenlerin tarihini yazan tarihçilere bırakılamayacak kadar suçlarla doludur.”[7]

Yani onlar tarihi, bulundukları yerden, iktidar prizmasından okurlar. Bunun için de “klasik” (ve herkesi acı, acı güldüren) şu tür yalanlara sarılırlar: “Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt (ATASE) Daire Başkanlığı arşivindeki belgeler, 1915 olaylarında yaşananların fazla bilinmeyen yüzünü de ortaya koyuyor.

Belgelerde, Ermenilerin geride bıraktıkları mal ve arazilerinin korunmasından, nakiller sırasındaki şartların Osmanlı askerlerine sağlanan şartlarla aynı olmasına yönelik birçok bilgi bulunuyor. Ermenilere kötü muamelede bulunanların Divanı Harp’e gönderilecekleri de göze çarpan bir başka belge olarak yer alıyor.”[8]

“Ama”lı, “Fakat”lı söylemlere sarılıp, “1915’te ne oldu sorusuna, gözlerimizi, kulaklarımızı ve vicdanlarımızı kapayamayız,” diyerek devletçilikten bir milim geri atmayan Emre Kongar,[9] Nilgün Cerrahoğlu,[10] Mustafa Balbay,[11] Taha Akyol,[12] vb’leri “entelektüel iyi polis”i oynarken; “Vatikan’ın ardından Avrupa Parlamentosu da 28 yıl aradan sonra bir kez daha soykırımı öngören kararı kabul etmeye hazırlanıyor. AKP, MHP, CHP milletvekillerinden oluşan bir heyet son dakikada Brüksel’e gitti. Karar geçerse Ankara, ‘Bizim için yok hükmünde’ diyecek,”[13] biçiminde formüle edilenler de “politik kötü polis”liğe soyunurlar…

Ancak ne, nasıl yapılmak istenirse istensin veya tarih egemen okunuşundaki üslup ne olursa olsun; “Bu bir soykırım değil. Soykırımdan da beter” vurgusuyla ekler Gürsel Göncü: “Bu bir tarihten-coğrafyadan silme girişimi. Bu sadece bir Teşkilât-ı Mahsusa operasyonu değil, dedelerimizin bizzat ya da dolaylı katıldığı bir toplumsal linç hadisesidir.”[14]

Evet, 1915’te başlayan tehcirlerin koşulları daha önce yapılanlardan çok farklıydı. İki ay içindeki uygulamalar sadece Ermenileri değil, Doğu Anadolu’daki tüm Hıristiyanları kapsayacak şekilde genişledi. Söz konusu tehcirler yeniden iskân olunarak düşünülemezdi. Çünkü belirlenen yerler yaşanabilecek koşulları taşımadığı gibi bu yerlere ulaşabilenlerin sayısı da azdı. Birçok kişi doğdukları ve yaşadıkları yerleşim birimleri içinde ya da dışında, hemen diğerleri yaya çıkarıldıkları yollarda ölmüş ya da öldürülmüştü. Öldürülenlerin çoğu erkekti. Kadınlar ve çocuklar güney çöllerine doğru sürülen kafilelerin en büyük bölümünü oluşturuyordu.

Bu kafilelere de sürekli saldırılıyor, kadınlar tecavüze uğruyor, çocuklar kaçırılıyordu. Vilayet görevlileri yola çıkarılanlara yiyecek, su ve barınak sağlamak için hiçbir tedbir almamışlardı. Buna karşılık üst düzey memurlar ve yerel siyasetçiler ölüm mangalarını harekete geçirmişlerdi. Bu gruplar tehcir edilenlerin mallarına el koyuyor, bir bölümünü dâhiliye nezaretine gönderirken, bir bölümünü zimmetlerine geçiriyorlardı. Mezalim şeklinde cereyan eden tehcirin bu hâli alması Almanları dahi rahatsız ediyordu.

Yapılan tehcirler nüfus mübadelesi değildi. İngiliz sosyal tarihçi David Gaunt’un belirttiği gibi bu tehcirlerin amacı özgül bir nüfusu tamamen özgül bir alandan çıkarmaktı. Hızla yapılması istendiğinden gözdağı, şiddet ve zulüm unsuru artıyordu. Yeniden iskân gibi bir amaç taşınmadığından tehcir edilen nüfusun nereye gittiği ya da fiziken yaşayıp yaşayamayacağı, yönetimi de orduyu da ilgilendirmiyordu. Ermenilerin sahip olduğu gelişmiş derecedeki kültür ve uygarlık onlara yapılan bu mezalimi dünyanın gözünde çok daha korkunç hâle getirmişti. Talat Paşa yanılgı içinde son noktayı şöyle koyuyordu; “Artık Ermeni sorunu diye bir şey yok.”

Buncasına karşın 1915’te ne olup da Ermeni nüfusunun bu topraklardan söküldüğünün adını koymaya sıra geldiğinde, sıklıkla “Bu işi tarihçilere bırakmak lazım” önerisi yükselir. Ama nedense buradaki tonlama, bilime duyulan güvenden çok minder güreşi davetini anımsatır. Sanki (o dönem literatürde zaten yer almayan, hatta karşılığını bulduğu için ilk kez buradan isimlendirilen) “soykırım” ancak bu kelimeyle, tek bir resmi belgede imzalı hâlde geçince ispatlanabilirmiş gibi bir eğilim mevcuttur. Bu yoksa “tarihi belgesi” eksik kalacaktır!

Ama siz “İster ‘soykırım’ deyin, ister ‘soysürgün’, ister katliam, Ermenilerin bu topraklarda varlığı sona erdirildi. Müslüman halk da bu esnada büyük kayıplar verdi, ama çoğu kendi yöneticilerinin onları sürüklediği savaş nedeni ile, dahası topyekûn kovulup yok edilen, mallarının üzerine oturulan Ermeniler oldu.”[15]

Yani sermaye Türkleştirildi!

Böylelikle de İttihat ve Terakki’nin 1915’lerde programlaştırdığı Türk milliyetçiliği ekonomi politiği, cumhuriyetle kalıcılaştı. “Tek dil, tek millet ve tek kimlik” zihniyeti gereği Türk kimliğini hâkim kılmak ve “öteki”ni tasfiye etmek politikası aynen icra edile geldi…

Yani İttihatçı hükümetin 1915’te temellendirdiği, milleten Türk ve dinen Sünnî Müslüman olmayanı demografik ve ekonomik yapıdan tasfiye etme politikası, Cumhuriyet’le kalıcı hâle getirildi. On binlerce evin, tarlanın, bahçenin, arsanın Müslüman-Türk’e transferi sağlandı. Bu mülkler yeni sahipleri adına tapulandırıldı. Böylece T.“C”, elindeki resmi tapu kaydını deldi.

İttihat ve Terakki mirasçısı T.“C” ağır basan özelliği her zaman milliyetçi yüzü oldu. Daha 1923’te İzmir İktisat Kongresi’nde “Türkiye Cumhuriyeti’nin iktisadi siyaseti teşebbüs-ü şahsi (=özel teşebbüs) esasına dayanır” ilkesini benimseyerek, Doktor Hikmet Kıvılcımlı’nın deyimi ile “devlet fideliğinde kapitalist yetiştirme”nin kapısı aralandı. Ardından İttihat Terakki’nin Anadolu’yu ve sermayesini Türkleştirme siyaseti benimsendi ve inkârcılık resmi devlet politikasına dönüştürüldü. 1938 Trakya’daki Yahudilere yönelik saldırılar, 6-7 Eylül’de, ardından 1964 ve 1974’te Rumların tasfiyesi aynı uğursuz sürecin halkalarıydı…

Bunlar böyleyken; hâlâ “Arşivleri açalım”, “1915 yılında olan ‘şey’in adını koymayı tarihçilere bırakalım,” denmesine gelince… Bunlar, “şey”in adını “Ermeni soykırımı” olarak koymak istemeyenlerin öne sürdüğü itirazlar. Tutum bazen bilinçli bir siyasi direnişten, bazen de o “şey”in temel özelliğini kavrayamamış olmaktan kaynaklanıyor.

Kim inkâr edebilir ki, 1915 yılında bir “şey” oldu! Bu kesin. “Çok sayıda” insanın yaşamına mal olan kötü bir şeydi bu da… Bu “şey”in, bir “özne” tarafından ne kadar örgütlü, planlı olarak yapıldığı tartışılabilir. İttihat ve Terakki “bir örgütten ziyade bir liderlikler, örgütler toplamıydı”, “büyük çaplı harekâtlar düzenleme yeteneğinden de yoksundu” iddialarını, Alman devletinin bu “şey” olurken Osmanlı askeri yapılarının içinde büyük, hatta kimi zaman belirleyici bir yeri olduğuna ilişkin saptamaları da göz önüne almak gerekir.

Bunlarla, daha çok sayıda benzer sorularla, belirsizliklerle o “şey”in adının konulması arasındaki ilişki çok zayıftır. Bu belirsizliklerin, soruların aşılması için arşivlere başvursak, cevapları bulmayı tarihçilere bıraksak sonunda karşımıza bir sürü yeni olgu, soru ve belirsizlik gelecektir. Ancak bir “adım” atarak “adını” koyacak kararı alma sorunu yine ortada kalacaktır. O adımı atarak o kararı o zaman alacak olanlar, bugünkünden daha avantajlı ve kolay bir “işle” karşı karşıya olmayacaklardır.

Çünkü o “şey”e adını koymak, bilgilerle değil bir “hakikât”le ilgilidir. Hakikât bilgiden farklı bir şeydir, var olan bilgi sistemi içine sığmaz, farklı önkoşullara sahiptir.

1915 yılında bir “şey” oldu. Bu “şey”, felsefi olarak tam anlamıyla bir “olay” kategorisine girer. Beklenmedik bir şeydir, ilk kez olmaktadır, büyük bir toplumsal sarsıntıya ilişkindir. O sarsıntıyla yok olanların izleri hâlâ olayın “yerinde” görülebilmektedir. Bu sarsıntı, içinde olup da hayatta kalanların yaşamlarını, öznelliklerini altüst etmiş, bu hakikâte daha sonra ulaşanların hayatlarını olmasa bile öznelliklerini altüst etmeye devam eden bir travma yaratmıştır.

Bu “olay” kendi hakikâtini, bu hakikâte sadakat ilan eden kendi insanını yaratmış, “Yahudi Soykırımı” yaşandıktan, evrensel bir tanım oluştuktan sonra da bu sadakat, geriye doğru “Hah işte bu! Benim adını koyamadığım bu büyük felaketi ancak bu tanımlar” diyerek bu “olayın” adını “soykırım” olarak koymuştur. Her olaydan sonra olduğu gibi, “adını koyanlar” bu ada sadakat beyan edenler, bunu evrenselleştirmek için mücadele etmeye başladılar. Kimliğini bu “olayın hakikâti” etrafında inşa eden kuşaklar yetişti. Bir başka grup da bu “olay” olmadı diyerek aksini savunmaya başladı. Bir üçüncü kesim de “bilinemezliklere” sığınmayı tercih etti, kararını erteledi.

Bu “hakikât” bugün Ermeni halkının/ ulusunun, kimliğinin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu hakikâti tanımak Ermeni ulusunu/kimliğini tanımakla aynı anlama gelmektedir. Ermeniler vardır! Ermeni kimliğini tanımamak, gerçekliği inkâr ederek yaşamaya karar vermek anlamına gelecek patolojik bir duruma açılmaktadır.

1915’te olan “şeyin” adını koymak hakikâte ilişkin bir karar, ahlâki kaygılarla atılmış bir adımdır. 2015 yılında, bu adımın, bu kararın, arşivlerden çıkacak olgularla, tarihçilerin bulacakları bir belgeyle; adını koymanın ekonomik, siyasi, jeopolitik sonuçlarıyla ilgisi yoktur.

Ermeniler yalnızca insan haklarının soyut insanı olarak değil, esasen tarihsel, kültürel, siyasi, ekonomik bir varlık olarak vardır. Bu nedenle artık sayıları gittikçe artan bireyler, esas olarak ahlâki, devletler de jeopolitik kaygılarla Ermeni kimliğini tanıma, “olayın” hakikâtini kabul etme, olayın insanının koyduğu “soykırım” adını benimseme noktasına gelmektedir.[16]

Bir şey daha: Soykırım tartışması soyut bir tarih tartışması değildir. Somut sonuçları olan kanlı ve utanç verici sayfaların deşifrasyonudur. Soykırım, Türk milliyetçiliğinin zorunlu ve mantıkî sonucudur.

  1. yılda, Ermeni Soykırımı’nın sermayenin Türkleştirilmesi olduğunun altını çizip, Türk milliyetçiliğinin marifetlerini deşifre edemedik!

Ermenistan Diaspora Bakanı Hranush Hakopyan’ın altını çizdiği üzere:

“Sadece 1895-1896 yılları arasında Sultan Hamid yönetimi 300 bin Ermeni’yi öldürdü. Bu süre içinde yaklaşık 100 bin Ermeni Rusya’ya, 200 bin Ermeni de ABD ve Avrupa’ya göç etti,” vurgusuyla Hakopyan; 1915-1923 tarihleri arasında 1.5 milyon Ermeni’nin tehcire zorlandığını, öldürüldüğü ve 1918-1921 tarihleri arasında 77 bin Ermeni çocuğun yetim kaldığını ifade ederek ekliyor:

“Soykırım’da 1.5 milyon kadın, erkek, yaşlı ve çocuk öldürüldü. 66 şehirde 2500 köydeki Ermeni malları yağmalandı ve yok edildi. Paris Barış Konferansı’nın verilerine göre 19 milyon 130 bin 982 Frank, yani bugünün parasıyla 3 Trilyon dolarlık zarar yaratıldı”![17]

 

ADANA’DAN 1915’E SOYKIRIM: YAĞMA, YIKIM, KATLİAM

 

Öncesi de var; ancak 1915’in işaret fişeği 1909 Adana’sı oldu!

Adana’nın 550 binden biraz fazla olan nüfusunun 60 bin kadarı Ermeni, 25 bini Arap, 10-15 bini Rum, 450 bin kadarı da Türk’tü. Ancak bu kesimler arasında en zengini pamuk tarımı ve ticareti elinde tutan Ermenilerdi. Adana’da Ermeni nüfus yoğun olmasına karşın II. Abdülhamid tarafından kurulan Hamidiye Alayları’nın 1894-1896 dönemindeki Ermeni nüfusa yönelik kanlı saldırıları bu bölgeye ulaşmamıştı.

1908’de Abdülhamit’in devrilmesi ve Meşrutiyet’in ilanıyla gelen “eşitlik ve özgürlük” bir yanıyla coşku ve sevinç bir yanıyla da memnuniyetsizlik kaynağıydı. Türkler egemenliklerini yitirmekten dertliydi. Ermeniler ise ayrımcılığın sürmesinden şikâyet ediyor, daha fazla hak istiyordu.

13 Nisan’da, 1908 Devrimi’yle iktidara gelen İttihat Terakki’yi devirmek isteyen İslâmcı, saltanatçı, liberal çevreler İstanbul’da “31 Mart Ayaklanması”nı başlattı. Aynı gün Adana’da iki Ermeni gencin öldürülmesiyle Ermenilerle Müslümanlar arasında çatışmalar başladı.

Adana’da olaylar patlak verdiğinde Müslümanların dükkânlarına zarar gelmemesi için tebeşirle işaretlenmiş, hükümet yetkilileri dahil bütün Müslümanlar fes yerine sarık giymiş, Payas Hapishanesi’nden üç bin tutuklu silahlandırılarak salıverilmişti. Bu nedenle Ermeniler olayların planlı ve kasıtlı olduğunu savundu. Türklere göre ise olaylar Kilikya Ermeni Krallığı’nı diriltmek isteyen Ermenilerin kışkırtmasıydı.

Ayşe Hür’ün ifadesiyle, “Ermeniler, 31 Mart Olayı’nı bastırmak üzere Selanik’ten gelen Hareket Ordusu olaylara müdahale edecek diye ikna edilerek ellerindeki silahları yerel yöneticilere teslim ettikten sonra katliam şiddetlenmiş, 23 Nisan 1909 günü Hareket Ordusu’nun bir bölüğü şehre girdiğinde ise ortalık kan gölüne dönmüştü. Şiddet olayları buna rağmen durmadı. Sadece Adana’da değil Misis, İncirlik, Ceyhan, Osmaniye, Tarsus, Kozan kazalarında da sürdü. 25 Nisan’da Adana’da bazı Ermeni gençlerinin askerî kışlaya silahlı saldırıda bulunması üzerine Adana’da yeni bir alevlenme yaşandı. Ardından kan gövdeyi götürdü.”

Adana’da 2 bine yakın Türk (bu sayıda bütün Müslüman unsurlar Türk diye anıldığı için Kürtler de dahil olabilir), 20-30 bin civarında da Ermeni öldürüldü. Ermeni mahalleleri yerle bir edildi. Ermenilerin Abdülhamid karşısında müttefik saydıkları İttihat ve Terakki’nin temel amacı devleti sağlama almaktan başka bir şey değildi. 1909’daki bu işaret karşısında İttihatçılarla bir kez daha uzlaşmanın yollarını arayan Ermenileri 1915 faciası, katliamı bekleyecekti.[18]

Adana’nın ardından savaşın arifesinde İttihat ve Terakki yönetimi, Yunanistan’a nüfus mübadelesi teklifinde bulundu, ama cevabını bile beklemeden “etnik temizlik” hareketine girişti. Teşkilât-ı Mahsusa elemanları, Rum köylerini basarak gençleri angarya işi yapan Amele Taburları’nda topladılar ve birçoğunun da ölümüne sebep oldular. 1914 yılında 100 binden fazla Rum’un Yunanistan’a sığındığı sanılmaktadır. Sonraki yıllardaysa askerî bahanelerle Anadolu’nun birçok kentindeki Rumlar mallarını mülklerini alamadan sürüldüler. Büyük işkence ve kayıplara maruz bırakıldılar.

Asıl “etnik temizlik” Enver Paşa, Sadrazam Sait Halim Paşa ve Sultan V. Mehmet Reşat imzasıyla çıkarılan 27 Mayıs 1915 tarihli kötü ünlü Tehcir Kanunu’nun, savaş bölgesindeki bütün Ermenilerin Suriye çöllerine yerleştirilmesini öngörmesi ile başladı. İttihatçılar eliyle yukarıdan örgütlenen bu soykırım girişiminde[19] Osmanlı yurttaşı 600.000 ile 800.000 arasında Ermeni’nin hayatını kaybettiği tahmin edilmektedir.[20]

Hâlen tartışma konusu olan bu rakamların daha altta ya da üstte olması, çoluk çocuk demeden askerler ve özel görevlilerce öldürülen, kimi açlıktan ve hastalıktan yollarda kırılan böyle bir insanlık trajedisinin esasını değiştirmezken; Eric J. Hobsbawm da bu konuda şunları söylüyordu: “Kitle hâlinde kovma, hattâ jenosid ilk kez I. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Avrupa’nın güney ucunda, Türklerin 1915’te Ermenileri kitle hâlinde yok etmeye koyulmaları ve 1912 Yunan-Türk Savaşı’ndan sonra, 1.3-1.5 milyon Rum’un Homeros devrinden beri yaşadıkları Küçük Asya’dan kovulmalarıyla görünmeye başlamıştı.”[21]

Bu bir soykırımdı!

Ancak “Soykırım” dendi mi ortalama bir Türkiyeli’nin tahayyül dünyasında bir tek Nazilerin yaptığı soykırım (Holokost) anlaşılıyor. İşin içinde ayrıntılı bir ırkçı ideoloji, sistematik bir devlet aygıtı, makine gibi çalışan kamplarda imha edilmiş tamamen masum ve çaresiz halklar veya halk kesimleri olması gerektiği düşünülüyor. Holokost, en çok işlenen, lafı edilen, filmi çekilen soykırım olduğu için bu bir dereceye kadar anlaşılır bir durum. Aynı zamanda Holokost, bütün şeytaniliği ortaya konarak net bir şekilde lanetlenmiş neredeyse tek soykırım. Dolayısıyla “1915 de soykırımdır” dendiğinde, ilk reflekslerden biri “biz Naziler kadar kötü değiliz/ olamayız” oluyor. Zira Naziler tescilli lanetli, şeytani kötülük timsali olarak kodlanmış durumda. 1915’in de bir soykırım olma ihtimali, ortalama Türkiyeli için Nazilerle aynı kutuya konmak anlamına geliyor. “Tiksinç bir haksızlık” olarak algılanıyor.

Oysa 1951’de kabul edilen BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ndeki soykırım tanımı epey geniş ve esnek; 1915’in bu tanıma göre soykırım sayılmaması mümkün değil. Bu tanım çerçevesinde dünyada yüzlerce soykırım suçu işlendiği düşünülüyor ve bu soykırımların illa Holokost’un bütün özelliklerini barındırmaları hiç gerekmiyor.

BM’nin soykırım suç tanımı 1951 tarihli olduğu için, bu tarihten önce işlenen bu tür suçların hukuken soykırım olarak yargılanması mümkün görünmüyor (Holokost da soykırım olarak yargılanmamıştı); ama mecburen sert/ katı standartları olan hukuk alanının dışına çıktığımızda, 1951’den önce vuku bulmuş olaylar da – eğer BM tanımına uygunsa – tarihsel, politik ve psikolojik açıdan soykırım olarak değerlendiriliyor.

Evet, bu bir soykırımcı yağmadır![22]

Örneğin 1915 24 Nisanı’ndan önce bu topraklarda Osmanlı nüfus kayıtlarını esas alırsak 1milyon 290 bin, Ermeni kilisesinin vergi kayıtlarına bakarsak 1milyon 914 bin, Britannica Ansiklopedisi’ne göre 1.750.000 Ermeni yaşıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk nüfus sayımının yapıldığı 1927’de bu topraklarda yaşayan Ermeni sayısı “100 bin civarında” diye açıklandı. Bugün hemen hepsi İstanbul’da yaşayan 60 bin dolayında Ermeni yurttaş var.

Şimdi soralım: Bu toprakların en kadim halklarından Ermeniler 1915’te vardı, bugün yoklar. Ne oldu onlara?

Ayrıca geçen yüzyılın başlarında (yani 1915’lerde) Anadolu’da zenaat erbabı olarak Ermeniler açık ara ile öndeydiler. O kadar ki Falih Rıfkı Atay, ‘Çankaya’ başlıklı yapıtında Kurtuluş Savaşı sırasında Trabzon Limanı’nda biriken cephane ve silahların cepheye sevk edilememesini “Kağnı ve araba tekerleği yapacak Ermeni ustalar kalmadığından…” diye açıklıyor.

Şimdi soralım: Peki, Ermeniler bu topraklarda yok edildikten sonra atölyeleri, işlikleri, küçük çaplı fabrikaları, tarlaları, evleri, konakları, değirmenleri ne oldu? Kime kaldı? Yağmalanmadığı, devlet denetiminde uygun kişilere ve ailelere dağıtıldığı biliniyor. Ama o kişilerin, ailelerin kimler olduğu bir devlet sırrı. Açıldı denen arşivlerde nedense bu sorunun cevabını verebilecek belgeler yer almıyor.

Peki kabul, soykırım filan değildi. Peki kabul, büyük felaket de değildi. Peki, kabul Türkler Ermenileri değil, Ermeniler Türkleri öldürdü.

Ancak 1915’te bir milyonu aşkın Ermeni vardı, şimdi yok. Ne oldu onlara?

Peki, diyelim Ermeniler öldürülmedi güle oynaya Suriye’nin Deyr-i Zor çölüne gittiler. Peki, onların mülkleri, tarlaları, evleri, konakları, değirmenleri, atölyeleri ne oldu? Kimlere verildi?[23]

Kimsenin inkâr edemeyeceği üzere: Mülkiyet gaspı Ermeni soykırımının doğrudan bir parçasıdır. Ermenilerin hem bireysel hem de toplu olarak mülksüzleştirilmelerini ve sahip oldukları varlıkların dağıtımını içeren mülkiyet gaspı, doğrudan Ermeniliğin imhası ile ilişkilidir. Bu bağlamda, on binlerce ev, tarla, bahçe gibi taşınmaza ve sabundan basmalık kumaşa çeşitli taşınır mala devletin çizdiği mülksüzleştirme ve dağıtım çerçevesi kapsamında el konulması öngörülmüştür. Kilise, manastır, okul gibi Ermeni kimliğinin kamusal alandaki simgelerine de soykırımsal ekonomik şiddet çerçevesinde kimi yerlerde devlet, kimi yerlerde yerel aktörler tarafından el konulmuştur. Toplumsal ve tarihsel anlamlarından arındırılan bu mekânlar devlet tarafından hapishane ya da karakol gibi yapılara dönüştürülmüş, yerel aktörler tarafından gasp edilenlerse gasp edenlerin şahsi çıkar ve arzuları doğrultusunda kullanılmıştır.

Osmanlı hükümeti, 30 Mayıs 1915 tarihli tehcire dair kabine kararından itibaren Ermeni mülklerinin idaresi ve dağıtımına yönelik ‘yasal’ kararlar almış ve emirler vermiştir…

Türkleştirme/ Müslümanlaştırma politikasına ek olarak, Ermeni malları İttihatçıların 1913 yılından itibaren çerçevesini çizdikleri ve uygulamaya koydukları, gayrimüslimlerin ekonomik alandan tasfiyesini öngören ekonominin millileştirilmesi siyaseti için de kullanılmıştır. Bu kapsamda, Ermenilere ait üretim araçları, imalathaneler ve fabrikalar devlet tarafından Türk/Müslüman girişimcilere dağıtılmıştır. Bir başka deyişle, oluşmaya başlayan Türk burjuvazisi için Ermeni malları “ilk sermaye” işlevi görmüştür…

Ermeni mallarının bölüşümü, şiddetin uygulayıcıları ve örgütleyicilerinin işbirliklerinin sağlanmasının ötesinde, soykırım politikalarının sıradan insanlar nezdinde meşrulaştırılmasında ve halkın sürece ilişkin tutumunun etkilenmesinde de belirleyici olmuştur. Emval-i metruke komisyonlarınca çeşitli merkezlerde taşınır mal ve hayvanların dağıtımı için kurulan müzayedeler geniş halk kitlelerinin el konan Ermeni mallarının paylaşımına katılmalarına olanak vermiş ve yoğun ilgi görmüştür. Fiziksel şiddete doğrudan katılmasalar da ekonomik şiddetin bu en sıradan biçimine katılmaktan imtina etmeyen binlerce insan soykırım sürecinden devlete yakınlıklarının ve yereldeki konumlarının elverdiği ölçüde ekonomik kazanç sağlamışlardır.

Ermeni mallarının gaspı ve paylaşımı soykırım politikasının yürütülmesi açısından devletin şiddet mekanizmasını işletebilmesini, fiziksel şiddete katılan aktörlerin katılımının devamlılığını sağlamasını ve farklı halk kesimlerinin rızasını almasını kolaylaştırmıştır.

Bir kere daha altını özenle çizelim: Tehcirin ekonomik boyutu göz ardı edilemez!

Savaşın ikinci yılında Osmanlı devleti ve İT rejimi iflas noktasındadır. Devletin toplam bütçe geliri 1913’te 33 ve 1914’te 36 milyon sterlindi. 1915 ve sonrasında sağlıklı bir bütçe yapılamadı, ancak kamu gelirlerinin sıfıra düştüğünü varsayabiliriz. Açık piyasada borçlanma imkânı kalmamış, ancak Almanya’dan 110 milyon sterlin dolayında askeri kredi alınmıştır. Fikir vermek için belirtelim: Savaşın son yılında İngiltere’nin savunma bütçesi 2.4 milyar sterlin, Almanya’nınki 1.6 milyar sterlin idi.

1913-1923 arasında ülke nüfusunun yaklaşık bir çeyreğinin tehcir veya imha edildiğini biliyoruz. Ekonomik açıdan daha etkin olan bu zümrenin, ulusal servetin yüzde 25’ten fazla bir payına sahip olduğunu varsayabiliriz. Demek ki ulusal servetin belki üçte birine ulaşan bir değer bu süreçte el değiştirmiştir. Terk edilen varlıkların bir bölümünün ziyan olduğu düşünülse bile, ortada devasa bir servet transferi vardı![24]

Ayrıca soykırım bir yıkımdır…

İşte birkaç veri:

  1. i) 1901 yılında Muş’un Vardenis köyünde doğan Şoğer Abrahami Tonoyan o günü şöyle anlatıyor: “Bizim köyü yağmaya geldiler; koyunları, mandaları ve malları alıp götürdüler. Güzel olanları götürdüler. Halamın bir oğlu vardı; o gece gündüz benim yanımdaydı; onu da götürdüler. Erkek kalmadı. Küçük büyük herkesi toplayıp Avzut Köyü’nün ahırlarına doldurdular; onları ateşe verip diri diri yaktılar.”

Bölgedeki nüfusun büyük bölümünün ahırlarda öldürüldüğünü anlatan Tonoyan, yaşananları büyük bir felaket olarak tanımlıyordu: “Gerçek bir Sodom-Gomora durumuydu. Yanan insanlar koşuşturup, duvarlara çarpıyorlardı; yere düşen kendi çocuklarını kendi ayakları altında çiğniyorlardı… Keşke ben ve küçük kardeşim de yanan 60 kişi gibi yansaydık da o imansız insanların acımasız ve Allahsız kanunu görmeseydik!”…

1883’te Muş’un Mıkragom köyünde doğan Noyemzar Melkoni Muradyan içinse 1915 yılının Vartavar’ı eşi Danyel’in öldürüldüğü gündü: “Muş Ovası’ndaki katliam tam da o gün başladı. Vardavar Pazarı’ydı… Ben çocuklarımı alıp samanlığımıza girdim; biraz orada kaldım ama dama çıktım ki, ne göreyim! Köyümüzün en uç kısmındaki evlerden ateş ve dumanlar yükseliyor, gökyüzünü kaplıyordu. Küçük kızım henüz kucak çocuğuydu. Avisar, Grigor, Sose, Kyaram ve Satik isimli beş çocuğum vardı. Ne yapacağımızı şaşırdım. Sonra dışarı çıkıp kaçmak üzere dikkatle yola çıktık.”

Fazla uzaklaşamadan yakalanan Muradyan bir samanlığa götürülüyordu. Komşu kadınların da aynı samanlığa götürüldüğünü gören Noyemzar Melkoni Muradyan küçük bir delikten çocuklarıyla kaçmayı başarsa da herkes onun kadar “şanslı” değildi. Samanlık ateşe verilmişti: “Hepsi feryat ediyordu, ateşten çatırtı sesleri çıkıyordu. O neydi öyle… O günü unutamam…”

1886’da Sasun’da doğan Yeğyazar Karapetyan’ın anlatısıysa bölgedeki Ermenilerin gözünde Vartavar Bayramı’nda yaşanan acının etkisini ortaya koyuyordu: “28 Nisan günü Vardavar dini yortusunun Pazar günüydü; Ermeni Ulusu’nun mutlu bayramı; fakat ne yazık ki o gün Muş Ovası’ndaki Ermeniler için “mardavar” (insan yakma) gününe dönüştü. Pazar gecesi ve onu takip eden gece Muş Ovası’nın köylerindeki masum ve silahsız kadın ve çocuklar yok edildiler”![25]

  1. ii) Yamacın içerisine dikilmiş, harap hâldeki taş manastır, korkunç bir geçmişin terk edilmiş ve perişan bir anıtı gibi duruyor. Bu dağ köyünün öbür ucundaki çürümekte olan kilise de öyle. Daha da ileride, yerde açılmış derin bir yarık var; o kadar derin ki, içine bakan karanlıktan başka bir şey göremiyor. Yüz yıl önce, sayısız Ermeni, geçmişinin getirdiği bir rahatsız ediciliği olan bu deliğe atılarak ölümlerine terk edilmiş.

78 yaşındaki Vahit Şahin, köyün merkezindeki kahvede oturup, nesilden nesle aktarılan hikâyeleri anlatıyor: “Hepsini, tüm erkekleri o çukura attılar.”

Şahin, sandalyesinde dönüyor ve manastırın olduğu yöne işaret ediyor: “O taraf Ermeni’ydi.” Bu kez diğer tarafa dönüyor: “Bu tarafsa Müslüman. İki taraf başta epey iyi anlaşıyordu”![26]

iii) Erzincan ile Eğin’i (Kemaliye) birbirine bağlar bu köprüdür… Eğin’de büyük bir Ermeni nüfusu bulunmaktadır. Eğin 1915’te patlamaya hazır barut fıçısı gibidir. Huzurlu ve barış içinde yaşanan şehirde büyük sermaye sahibi olan Ermenilere müthiş bir kin beslenmektedir gizliden gizliye. Fışkıracak bir su gibi kendine bir ark arayan kin istediği fırsatı 1915’te bulur. Kara gün geldiğinde herkes kinini kusmaya başlar. Evler, dükkânlar yağmalanır, sokaklarda güpegündüz cinayetler işlenir. Yaklaşmakta olan felaketin ayak sesleridir bunlar. Sürgün kafileleri oluşturulup Ermeniler ölüm yolculuğuna çıkartıldığında ise her şey serbesttir artık. Kafile yağmalandıktan, genç kızlar seçilip alındıktan sonra Şırzı Köprüsüne sürerler insanları…

Şırzı Köprüsü iki insanın yan yana yürümesine imkân vermeyen dar bir köprüdür o vakit. Eğinli Altın Diş İsmail nam ile bilinen katil iki metre boyu ve köprüyü tamamen kapatan gövdesiyle köprünün sonuna geçer. Eğinli milisler kafiledekileri tek sıra köprüye sürerler. Altın Diş İsmail tek sıra ilerleyen kurbanları teker teker kavrar, dizinin üzerinde bellerini kırıp suya atar. Ölüme akan bir insan selidir kurbanlar. Beli kırılan insanlarla dolar Fırat. Feryatlar, bağırışlar… Beli kırılan insan ölmez fakat hareket edemez, yüzemez… Ağır ağır ve dayanılmaz acılarla gelen bir ölümdür onların ki… Kırılan kemiklerin sesi vadide yankılanır durur. O köprüde Altın Diş İsmail kaç cinayet işledi kimse bilmez… O köprüden aşağı atılan hiç kimse kurtulmaz fakat milislerden bazılarının vicdanı taşıyamaz onca yükü. Anlatır dururlar kuşaklar boyu. Bir de türkü yakarlar Altın Diş İsmail’in ardından… “Kalmaya kalmaya, ahım kalmaya/ Altın Diş İsmail murat almaya…”[27]

  1. iv) Antep’te Ermeni soykırımında katledilen veya yurtlarından edilen Ermenilere ait evler yıkılıp, yerlerine oteller dikiliyor. Antep’in en eski mahallelerinden olan ve zamanında Ermenilerin yaşadığı Bey Mahallesi, artık neredeyse ticari bir pazar hâline gelmiş durumda. Ermeni evleri ya cafe ya bar ya da yıkılıp otel yapılıyor![28]
  2. v) İstanbul’un simge yapılardan biri olan Dolmabahçe Sarayı’nın mimarı Garabet Balyan’ın kayıp olan mezar taşı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Kartal’da kullandığı bir şantiyede ortaya çıktı. Bilindiği gibi, İstanbul’daki pek çok önemli yapı, Balyan Ailesi’ne mensup mimarların eseri…

‘Agos’ gazetesinden Uygar Gültekin’in haberine göre, İBB’nin uzun yıllardır kullandığı şantiye alanındaki binalarının yıkılmasıyla, binaların arasında kalmış mezar taşı ortaya çıktı. Balyan’ın mezar taşının yanı sıra, üzerindeki Ermenice yazılar tam olarak okunamayan başka mezar taşları ve kitabeleri de bulundu. Yıllardır kayıp olan Balyan’ın mezar taşının İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kullandığı şantiye alanına nasıl geldiği ve mezar taşlarını korumaya yönelik tedbirlerin neden alınmadığı soruları ise hâlâ yanıtsız![29]

  1. yılda Adana’dan 1915’e uzanan yağma, yıkım, katliamı sokaktaki insanlara yeterince anlatamadık!

 

ÖTEKİ TÜRKLER

 

Adana’dan 1915’e uzanan soykırım; yağma, yıkım, katliamın acı ve utancında somutlanırken; madalyonu öteki yüzünde de öteki Türkler vardı.

Ankara Valisi Mazhar Bey, Kütahya Mutasarrıfı Faik Ali (Ozansoy), Kastamonu Valisi Reşat Bey, Yozgat Mutasarrıfı Cemal Bey, Erzurum Valisi Tahsin Bey ve Konya Valisi Celal Bey bunlar arasındaydılar. Aynı direnci gösteren bir sürü de kaymakam çıkmıştı.

Örneğin Konya Valisi Celal Bey, kendisine “milli mefkûre”den söz eden İttihatçı liderlere “Hangi milli mefkûre?” diye haykırmıştı; “Türkler ve Müslümanlar, bu cinayetlerden dolayı kan ağlıyor, fakat engellemek için çare bulamıyorlardı. Böyle zulümlere milli mefkûre demek, millet için en büyük iftira ve hakarettir.”

Aynı Celal Bey, 1919’da ‘Vakit’ gazetesinde yayımlanan anılarında tehciri yorumlarken, “Bir çeteci her şeyi yapabilir; diyordu; çünkü çetecidir. Hükümet ise sadece kabahat sahibi olanları takip eder. Fakat teessüf olunur ki, o zamanın hükümet büyükleri komitacılık ruhunu asla kaybetmemiş olduklarından, bu tehciri en cüretkâr ve hunhar çetecilerin de yapamayacağı bir tarzda tatbik ettiler.”

Ve yine Celal Bey, Rusların Sakarya havzasına asker çıkaracağını; Ermenilerin de bunlara yardım edeceğini ileri süren İttihatçı tezlere de şu yanıtı vermişti: “Acaba Bursa ve Edirne’de ve Tekfurdağı’ndaki (Tekirdağ) Ermeniler niçin çıkarıldı? Buralar da Sakarya havzasına mı dahildi? Halep’te vilayetin genel nüfusunun yirmide biri derecesinde bile olmayan Ermenilerden ne istendi? (…) Ermenileri Zor’a sevk edin diye emir veren hükümet, bu bîçarelerin oralarda Arap göçebe kabileleri arasında meskensiz, gıdasız nasıl barınabileceklerini düşündü mü? Ve Ermeniler gibi asırlardan beri yerleşmiş bir hayat süren bir kavmi, ağaçtan, sudan ve her türlü inşaat malzemesinden mahrum olan Zor çöllerine sevk etmekte maksat neydi? Maalesef, meseleyi inkâr ve çarpıtmaya imkân yok. Maksat imhaydı ve imha edildiler.”[30]

1915 cehenneminde Ermenileri korumak için İttihat Terakki yönetimine karşı çıkmaya cesaret edenlerden biri de, “Başkasını tayin edin, emirleri o uygulasın!” diyen Kütahya Mutasarrıfı Faik Ali Ozansoy’du…

Faik Ali Bey, mutasarrıf olarak görev yaptığı 1915’in Ocak ayından 1916’nın Mart ayına kadar Kütahya’dan tek bir Ermeni tehcir edilmez. Faik Ali, Ermeni çocuklarının eğitimine devam etmesi için yeni bir okul açılmasına destek olur, Ermeniler tarafından yerel yetkililerin gözüne girmek için Kızılay’a yapılan bağışlar kendi teşebbüsüyle fakir Ermenilere dağıtılır, korkudan din değiştirmek isteyenlere kendisi engel olur ve çevre vilayetlerden Kütahya’ya sığınan Ermenilere yer ve yiyecek yardımı yapar.

31 Ekim 1918 tarihinde Kütahyalı A. Torosyan, ‘Jamanak’ gazetesine gönderdiği bir mektupta Faik Ali Bey hakkında şöyle yazmaktadır:

“Bütün Kütahya Ermenileri ve bölgedeki diğer bütün Ermeni muhacirler, her zaman saygı ve minnetle anacaklardır Faik Ali Bey ismini. Tehcir yolundaki Ermeniler yorgun bedenlerini dinlendirebilecek, dağılmış ruhlarını toparlayabilecek bazı vahalara rastladılar. Kütahya, Faik Ali Bey sayesinde işte o vahalardan biri oldu. O din, ırk, yaş ayrımı gözetmeksizin eşit bir şekilde herkese aynı sevgi, hassasiyet ve hizmeti gösterdi. Hiçbir karşılık istemeden, sadece vicdanının sesini dinledi. ‘Teşekkürünüzü sadece dua ederek gösteriniz. Benim için dua ediniz.’ Ne zaman minnettimizi göstermek istediysek işte bize böyle cevap verirdi, biz de susar kalırdık. Faik Ali Bey insani görevini yerine getirdiğine inanıyordu. Bu yücelik gerçekten de Türk’e saygınlık getirir: ‘Sadece bir dua’. İşte Faik Ali Bey’in tek isteği… Temiz, saf bir şahsiyetin doğal bir isteği.”

Bu mektuptan kısa bir süre sonra Kütahya Ermenileri, hayatlarını borçlu oldukları Faik Ali Bey’in anısına Kütahya Ermeni kilisesinin avlusuna bir “şükran kitabesi” koyar. Bu “şükran kitabesi”nde, “Ermeni halkını ıstırap dolu günlerinde koruyup kollayan ve insani bir tutum sergileyen mutasarrıf Faik Ali Bey anısına” diye yazılır.[31]

Ayrıca 10 Haziran 1915’te ’Ermeniler’e Ait Mülk ve Arazilere Dair Tedbirler’i de kararname tartışmalarında, İttihat Terakki’nin kurucuları arasında yer alan Ayan Meclisi üyesi (senatör) Ahmet Rıza Bey, söz alıp, Meclis’e şöyle seslenir:

“Beni kolumdan tut, köyümden dışarı at, malımı mülkümü de sonra sat, bu hiçbir vakitte caiz değildir. Bunu ne Osmanlı vicdanı kabul eder ne de kanun!”[32]

Nihayet Halep doğumlu Kürt bir Osmanlı subayı olan Cemil Könne, 1915’te görev yaptığı Birecik’te yüzlerce Ermeni sürgününü tersanesine işçi, usta olarak kaydederek, ölümden kurtardı.

1915 Ermeni Tehciri ve soykırımı sırasında Ermenileri koruyan, kollayan ve evlerinde neredeyse tehcir bitene kadar hayatını tehlikeye atarak saklayan Müslüman Kürtler, Araplar ve Türkler oldu. Bu kişiler İttihat ve Terakki idaresinin “evlerinde Ermeni saklayan tespit edilirse idam cezasıyla hüküm giyeceklerdir” emrini hiçe sayarak, kendi yaşamları pahasına Ermenileri saklamaya devam ettiler. Bu aslında bir anlamda Müslümanların, İttihat ve Terakki’nin aldığı kararlara ve imha politikasına göstermiş oldukları bir direnişti!

“Katliamdan kurtulan bir anne-babanın çocuğuyum. Ailemi Hacı Halil adlı komşuları saklamış,” diyen Toronto’dan George Shirinian (Şirinyan), 1915’te bu “saklamanın” ne anlama geldiğini şöyle anlatır: “Evinde Ermeni saklayanlar evlerinin önünde asılacaklar, evleri de yakılacaktır! Resmi görevliler, azledileceklerdir. Böyle talimatlar yayınlanmıştı. Buna rağmen Türkler komşusu olan bazı Ermenileri evlerinde sakladılar.”

Şirinyan şu örnekleri de verdi: “Rakha kaymakamı Tehcir kararını uygulamayacağını belirtti, görevden alındı. İttihat ve Terakki yerel yöneticisi Ahmet Rıza ve Şeyhülislâm Hayri Bey idam edildiler!”

Adana Kozanlı bir Ermeni Aile’nin üyesi olan İshkhan Chiftjian da büyük dedesi Garabet Farajian Chiftjian, onun kardeşi Ahbar ve ailesini evinde saklayan Kozan Müftüsü Hafız Osman’dan şöyle söz eder: “Büyük dedem Kozan’dan ayrılma tarihini bir gün aksatmış. Herkes 1 Haziran günü gitmiş. Bizimkiler 2 Haziran günü bir bakmışlar ki, mahallede hiç Ermeni kalmamış.”

Kozan Müftüsü Hafız Osman onları evine alıyor. Ama bu durum öğreniliyor. Silahlı 300 kişi “Gâvurları bize ver,” diye kapıya dayanıyor. Hafız Osman öfkeli kitlenin karşısına çıkıyor ve diyor ki:

“Onların namusu benim namusumdur. Onların canı benim canımdır! Malımı istiyorsanız hepsini alın, sizin olsun. Ama komşularımı size vermem!”[33]

  1. yılda öteki Türkleri yeterince anlatamadık!

 

ERMENİLERİN BUGÜNÜ=HRANT+KAMP ARMEN

 

“Soykırımın 100. yılında soykırım devam ediyor”ken;[34] bu hâli en iyi, ‘İpek Tuzcuoğlu ile Yüzleşme’ programında, dedesinin Çanakkale Savaşı’nda şehit olduğunun altını çizip, “Gayrimüslimden şehit olmaz dediler. Ne mantıksızlık,” diyen Fedon’un saptaması resmeder![35]

Gerçekten TCK 301’in Türkiye’sinde Ermeni (ya da Kürt, Arap, Yunan, Laz vd’leri) olmak ister misiniz?!

“Neden” mi?

Bilmiyor olamazsınız: TCK’nın 216. Maddesi “halkı kin ve düşmanlığa sevk etmek” suçudur.

Mesela… Kars Ülkü Ocakları’nın “Ne yapalım, sokaklarda Ermeni avına mı çıkalım” sözünden daha tipik bir “halkı kin ve düşmanlığa sevk etme cümlesi” bu olabilir mi?

Nasıl oluyorsa, hukuk sisteminin gözleri kör, kulakları sağır oluyor bu tür nefret söylemleri karşısında!

Alın size başka bir tipik nefret söylemi daha: Adana’nın MHP’li belediye başkanı, Ermeni kökenli milletvekillerinin TBMM’ye girmesini kastederek, “Manukyan’ın Adana’daki yeğeni mutludur. Üç teyze çocuğu daha Meclis’e girdi,” diyerek tweet atıyor![36]

Melih Gökçek Almanya Yeşiller Partisi’nin Türk kökenli Milletvekili Cem Özdemir’i hedef alan bir tweet atıyor. Ona, “Senin kökenin Ermeni mi” diye soruyor.

Bunun üzerine Hayko Bağdat, #melihgökçekermeniymiş hashtag’i ile bir tweet atıyor ve “Başkenti resmen Ermeni’ye vermişler, yazıklar olsun” diye yazıyor. Yani, küçük bir ayna tutuyor Melih Gökçek’in yüzüne, Cem Özdemir’e sorduğu sorunun ne anlama geldiğini anıştırıyor.

Sonrası ancak Türkiye’de olabilir. Gökçek’in dava dilekçesinde, “Ermeni tiksinti veren anlamında kullanılan bir kelimedir, kendisi hakkında bu ibare kullanılarak kişilik hakları zedelenmiş, kendisine oy verenlere saygısızlık yapılmıştır,” deniyor![37]

Ve Angela Davis’in, “Hrant Dink sömürgecilik, soykırım ve ırkçılığa karşı yürütülen mücadelenin güçlü bir simgesi olmaya devam ediyor. Hrant Dink eşitlik, barış ve adalet hayalini ortadan kaldırabileceğini düşünmüş olan kişiler zannediyorum artık farkındalar: Sayısız Hrant Dink yarattılar aslında,”[38] diye betimlediği katliamı ve davasını düşünün![39]

Sonra da Batman Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi’nde görevli iken Prof. Dr. Baskın Oran’a, üzerinde Türk İntikam Tugayı (TİT) yazılı e-posta göndererek, “tehdit ve hakarette bulunduğu” iddiasıyla yargılanan eski polis memuru Alper Alptuğ’a beraat kararı verdiğini[40] hatırlayın!

Bu kadar da değil; Sevag Balıkçı, Batman Gümüşgörü Jandarma Karakolu’nda askerlik yaparken er Kıvanç Ağaoğlu tarafından vuruldu. Üstelik de 96 yıl sonra ilk defa 24 Nisan Anması ve paskalya bayramının aynı güne denk geldiği bir tarihte; 24 Nisan 2011’de!

“Ülkemden utanmak istemiyorum” diyordu kendisiyle yapılan her söyleşide annesi Ani Balıkçı. Ülkesinden utanmaması için istediği tek şey; oğlunun katilinin adil yargılanmasıydı. Mahkeme olaya “kaza” deyip Ağaoğlu’na 4 yıl 5 ay 10 gün ceza verdi. Ani ve Garbis Balıkçı hâlâ adalet arayışında.

Garbis Balıkçı, “Normalde adalet yok da Ermeniye hiç yok, daha doğrusu ötekiye” diyordu![41]

Er Sevak Şahin Balıkçı cinayetini annesi Ani ve babası Garbis Balıkçı çifti, oğullarının Ermeni kökenli olduğu için soykırım günü olarak anılan 24 Nisan’da öldürüldüğünü belirtip, katile ‘taksirle cinayet’ suçundan verilen dört yıl beş aylık ceza için de “Öteki olduğumuzu anladım. Biz vatandaş sayılmıyoruz,” diyordu annesi![42]

Sevag’ın 24 Nisan 1915’te gerçekleşen Ermeni Soykırımı ile aynı gün öldürülmesinin tesadüf olmadığını söyleyen kardeşi Lerna Özder de, “Biz bu ülkede eşit olduğumuzu sanıyorduk. Ancak kardeşimin öldürülmesi, dava süreci ve arkasından gelen cezasızlık, bize bu ülkede öteki olduğumuzu hissettirdi. İşte bu bana çok ağır geldi” diye belirtti![43]

Sanki herşeyi özetler Tuzla’daki Ermeni Yetimhanesi’nin (Kamp Armen) yıkılmaması ve tapunun iade edilmesi için kampta 100 gündür nöbet tutan gönüllülerden 3’ünün saldırıya uğraması![44]

Norair Chahinian’in, “Ermeni mülklerinin 100 yıl sonra hâlâ tartışılıyor olması bir zincir. 1915’ten beri kültürel soykırım sürüyor. Bunu görebiliyoruz,”[45] diye betimlediği hikâyeyi bilmiyor olamazsınız: Tuzla Armen Çocuk Kampı, yetim ve yoksul Ermeni çocuklarının yaz tatillerini geçirmesi amacıyla 1962 yılında Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi tarafından Sait Durmaz’dan satın alındı. 9 bin metrekare alan üzerine kurulan kampın yapımında bizzat çocuklar da yer alırken, kamp her yaz 200’ün üzerinde muhtaç Ermeni çocuğa ev sahipliği yaptı. Kamp, Ermeni cemaatinin sembolik mal varlıklarından biri hâline geldi. Ancak ne olduysa 8 Mayıs 1974’de oldu.

Yargıtay Genel Kurulu, cemaat vakıflarının 1936 yılından sonra edindikleri taşınmazların büyük çoğunluğuna el konulması yönünde karar alınca Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün başvurusuyla mahkeme araziyi eski sahibi Sait Durmaz’a verdi.

Durmaz, 1962’de boş olarak sattığı araziyi, 21 yıl sonra kamp tesisleriyle birlikte bedelsiz geri aldı.

32 yıldır atıl vaziyette olan Armen Kampı, 6 Mayıs 2015’de iş makineleri ve dozerler tarafından yıkılmaya başlandı. Aralarında HDP adayı Garo Paylan’ın olduğu bir grup haberi alır almaz Tuzla’ya giderek iş makinelerini karşısına dikildi. Bu sayede kampın sadece dörtle birlik kısmında yıkım yapılabildi. Ermeni Cemaati’nden yıkıma tepki geldi.

Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi Başrahibi Kirkor Ağabaloğlu, kampın faaliyet gösterdiği 21 yılda 1500’den fazla yetim ve yoksul Ermeni çocuğu ağırladığını ve söz konusu taşınmazların adeta gasp edildiğini savunarak, “Eski sahibine iade edilmesi için açılan davayı kaybedince tapumuz otomatikman iptal edildi ve 1983’de kamp kapandı. Bizden haksız yere bedelsiz olarak alınan arsanın yıllar içerisinde 4-5 el değiştirdiğini öğrendik. Son sahibi de belediyeden ruhsat alarak yıkıma başladı,” dedi…[46]

Bir kere daha sorayım: Gerçekten TCK 301’in Türkiye’sinde Ermeni (ya da Kürt, Arap, Yunan, Laz vd’leri) olmak ister misiniz?!

Bilgi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ayhan Aktar’ın, “Soykırımı Ankara’ya değil sokaktaki insana anlatmalıyız,”[47] uyarısını “es” geçerek, 100. yılda bu hâlle empati kurulmasını sağlayamadık!

 

“BUÇUK MÜNEVVER(LERİN)TAVRI”(!?)

 

2015’i betimleyen bu tabloda “In vas pertusum congerere/ Delik sürahiyi dolduramazsın”, “In vas prof undum congerere/ Dipsiz fıçıyı dolduramazsın” gerçeğinden bihaber olan “buçuk münevver(lerin) tavrı”(!?) “Cribro aquam haurire/ Elekle su taşımak”tan başka bir anlam taşımıyordu…

Mesela… “Topyekûn cinnet geçirilen o yıllarda sadece Ermeniler değil herkes acı çekti,”[48] diyen Soner Yalçın, sorunu genellemelerle görünür kılınmaktan uzaklaştırıyordu!

“Soykırımla yüzleşmek yeni Türkiye için elzemdir,”[49] diyen Nagehan Alçı, AKP şakşakcılığına tam istim devam ediyordu!

“Soykırım gerçek mi?” vurgusuyla Orhan Erinç, “Ben de ‘soykırım’ sözcüğüne karşı olanlardanım,”[50] diyerek işin içinden çıkıyordu! (“1915 bugün yaşansaydı, ihtimal belki tehcirin hepsi değil ancak kimi uygulamaları hukuken soykırım sayılabilecekti,”[51] fantastik notunu düşen Özgür Mumcu’ya rağmen!)

Ahmet İnsel, “Ermeni Soykırımı’yla yüzleşme medeniliğin gereğidir,”[52] soykırımla yüzleşmeyi bir “medenilik/ incelik” sorusuna indirgiyordu; daha önce söylediklerinden farklı olarak![53]

Ya da İstanbul Ermeni patriği, cemaatin ileri gelenleri hatta Ermeni kökenli milletvekilleri çağırılarak onlar son kez uyarılır: ‘Bu ayaklanmadan vazgeçin, Müslüman katliamını durdurun. Yoksa gerekli tedbirleri alacağız.’ Oysa Ermeni komiteleri tehciri körüklemekte ve isyana devam etmektedirler,”[54] diyebilen(?!) Hasan Pulur ekliyordu: “Sonunda Osmanlı’nın bütün uyarılarına rağmen 24 Nisan 1915’te Ermeni komiteleri kapanır ve yöneticileri tutuklanır. Arkasından ‘Tehcir Kanunu’ gelir. Ermeniler Doğu Anadolu’dan çıkarılarak güneye, çoğunlukla Suriye’ye göç ettirilir. İşte tehcir budur!”[55] Tehcir konusunda kimsenin şüphesi olmamalı. Yani insanları evlerinden, yurtlarından, köylerinden, mahallelerinden çıkarıp başka yerlere sürmek, işte tehcir denilen bu! Ama soykırımla ilgisi yok. Devlet vatandaşını sürer mi? Sürer, sürmüştür de…”[56]

Veya Güray Öz’e göreyse olup-bit(mey)en, “Büyük emperyalist oyunun ‘mütemmim cüzü’ydü; parçasıydı”![57]

Nihayet kendisine ilişkin, “Ben bir ‘gri’yim. Bu yüzden, beyazlar ve siyahlar beni pek tutmaz. ‘Ermeni Kırımı’ deyişim (ayrıca, devletin özür dilemesini ve tazminat ödemesini isteyişim) nedeniyle Türkler, ‘Ermeni Soykırımı’ demeyişim nedeniyle de Ermeniler ve şimdi kimi Türkiyeliler,”[58] notunu düşen Baskın Oran da, “Anadolu’daki en büyük medeniyet olan Ermeni medeniyetinin yok edilmesi bu panik içinde oldu… Yani merkezi planlanmış bir olay yok. Ama, Tehcir ölüm yürüyüşü demekti. Bu insanlar evlerinden çıkıp sadece paralarını yanlarına aldılar… Bu terim meselesinden hiç hoşlanmıyorum. Ben ‘soykırım’ terimini kullanmıyorum… 1915’te ‘sırf Ermeni oldukları için’ öldürülme durumu yok. İttihatçıların kendi yarattıkları dağılma durumunu önleme çabasının yarattığı bir insanlık suçu var,”[59] diyebiliyordu!

 

RESMİ DURUŞ, DEVLET TAVRI, “TANIMA”(!)

 

2015’de, manipülasyon makineleri tam istim çalıştı!

“Resmi duruş” değişikliğinden; “AKP özrü”nden; “Meselenin tanınması”ndan; “Devletin yumuşaması”dan söz edildi…

Ancak liberallerin boruzancıbaşılığını üstelendiği bu yaygaraların tümü yalandı!

Mesela “Resmi duruş”!

İade-i itibara mazhar olan bir Ergenokon’cu, Bedrettin Dalan, “Yemin ediyorum ki gerçekten Türklerin Ermeni meselesi yoktur. Ermeni meselesi Batılıların meselesidir. Batılıların Ermeniler üzerinde oynadığı oyundur,”[60] derken Rahmi Turan da ekliyordu: “Eee, yetti be! Nedir bu çektiğimiz? Yarın 24 Nisan… 1915 olaylarının yıldönümü…”[61]

Resmi tavır hâlâ ve kararlılıkla, “En iyi savunma saldırıdır” pozisyonunu koruyordu; şu birkaç örnekteki üzere:

  1. i) “1915-2015… Üzerinden tam 100 yıl geçti… Bunun son 50 yılında şişirilmiş bir yalan atıldı ortaya: ‘Ermeni soykırımı’! Sovyetler’in çöküşü ve Ermenistan’ın bağımsızlığına kavuşmasıyla bu yalan şişirildi, büyütüldü ve uluslararası bir sorun hâline getirildi…”[62]
  2. ii) “Batı medeniyeti de din ile siyaseti karıştırdı ve bir cephe oluşturarak Ermeni soykırımı iddiasıyla karşımıza dikildi…”[63]

iii) “1915 olaylarına ilişkin Ermenilerin sözde ‘soykırım’ iddiaları, Berlin’de yaklaşık 15 bin Türkün katıldığı büyük yürüyüş ile protesto edildi. Türk bayrakları taşıyan grup ‘Önce hakikât, sonra adalet’, Tehcir soykırım değildir’, ‘Yurtta sulh dünyada barış’, ‘Parlamentolar Mahkeme Değildir’, ‘Türk tarihini karalamaya son’ şeklinde dövizler taşıdılar ve ‘Soykırım yapmadık vatan savunduk’, ‘Yaşasın Türkiye’ sloganları attı…”[64]

  1. iv) “1915 olaylarına ilişkin ortaya atılan iddiaların aksine, Türk Silahlı Kuvvetleri arşivleri, Ermenilerin nakil ve sevkleri sırasında gösterilen azami dikkati ortaya koyuyor. Belgelerde, Ermenlerin geride bıraktıkları mal ve arazilerinin korunmasından, nakiller sırasındaki şartların Osmanlı askerlerine sağlanan şartlarla aynı olmasına yönelik birçok bilgi bulunuyor. Ermenilere kötü muamelede bulunanların Divanı Harp’e gönderilecekleri de göze çarpan bir başka belge olarak yer alıyor.

Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt (ATASE) Daire Başkanlığı arşivindeki belgeler, 1915 olaylarında yaşananların fazla bilinmeyen yüzünü de ortaya koyuyor. Arşivde, 1915 olaylarına ilişkin çok sayıda belge bulunuyor.

Ermenilerin nakil ve sevklerini gerektiren sebepler, ‘Bakanlar Kurulunca kabul ve ilan edilen karar’da tüm açıklığıyla ele alınıyor. 31 Mayıs 1915 tarihli kararda, ‘Harp bölgelerine yakın yerlerde oturan Ermenilerden bir kısmının Osmanlı hududunu düşman devletlere karşı korumaya gayret eden ordumuzun harekâtını zorlaştırdıkları, erzak ve askeri malzeme nakliyatını güçleştirdikleri, düşmanla işbirliği yapmak ve birlikte hareket etmek emelinde oldukları, düşman saflarına katıldıkları, yurtiçinde askeri kuvvetlere ve masum halka silahlı saldırılar düzenledikleri’ belirtildi.

Bu tespitler nedeniyle ‘isyancı unsurların harekât sahasından uzaklaştırılmasının gerekliliği’ vurgulanan kararda, bu faaliyete başlanacağı da yer aldı. Kararda, ‘İsimleri yazılı olarak bildirilen köy ve kasabalarda oturan Ermenilerden gönderilmesi gerekenlerin, gidecekleri yerlere rahat bir şekilde taşınmaları ve ulaştırılmasıyla yolculukları boyunca istirahatlerinin sağlanması, can ve mallarının korunması ve tespit edilen yerlerine vardıklarında kesin olarak yerleştirilmelerine kadar göçmenler ödeneğinden iaşeleri sağlanacak, daha önce sahip oldukları mali ve ekonomik durumları oranında kendilerine emlak ve arazi dağıtılacaktır’ ifadesi dikkati çekti.

Söz konusu kişilerden muhtaç durumda olanlara devlet tarafından ev yapılacağının belirtildiği kararda, ayrıldıkları yerlerde kalan eşya ve malların veya bunların değerleri karşılığının Ermenilere aynı şekilde verileceği de vurgulandı.

Belgelerde, savaş hâli ve olağanüstü siyasi zorunluluklar dolayısıyla başka yerlere nakledilen Ermenilerin, iskan ve beslenme konularına gösterilen özeni de ortaya çıkıyor. Bununla ilgili 10 Haziran 1915’te yayımlanan yönetmelikte, ‘İskan yerlerine sevk edilen Ermenilerin yol boyunca can ve mallarının korunmasıyla iaşe ve dinlenmelerinin sağlanmasından gidiş yerleri üzerinde bulunan yerel görevliler sorumludur. Bu konuda meydana gelecek gevşeklik ve ilgisizlikten sırasıyla bütün görevliler sorumludur’ ifadesi yer alıyor…

Genelkurmay ATASE Daire Başkanlığı arşivindeki belgeler arasında Ermeni çetelerinin yaptığı katliamlar da tüm detaylarıyla yer aldı.

Van’da Kaymakam Kemal imzalı belgede, Ermeni çeteleri tarafından bazı köylerde yapılan katliamlara yer veriliyor. Köylülerin nasıl öldürüldüğüne dair bilgilerin de yer aldığı belge, katliamın boyutlarını da ortaya koydu. Buna göre, köyün erkeklerinin bir bölümü kurşuna dizilerek, geri kalanı süngülenerek öldürüldü. Köyün kadınlarından bazıları tandıra atıldı, bazıları tecavüz edildikten sonra öldürüldü.

Keçikayası köyünde Hacı Molla Sait’in kızını kendi eliyle boğazlaması için zorlandığı, her teklifte uzuvlarından biri kesildiği yönündeki bilgi de söz konusu belgede yer aldı. Van’ın bir başka köyüne ilişkin belgedeki, ‘Nezu Hatun, tandırda yakılarak iki torununun etini babasına ve anasına yedirmek üzere zorlandığını ve onların yemek istememelerinden dolayı öldürüldüğünü görmüş olmasından etkilenerek delirmiştir’ ifadesi ise Ermeni çetelerinin yaptığı mezalimi gözler önüne seriyor…”[65]

Mesela “Devlet tavrı”!

“Devlet tavrı”nı en iyi özetleyen dönemin TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in şu açıklamalarıydı:

“Geçmişte yaşanmış bir kısım acıların kin tutmaya, yeni husumet cepheleri oluşturmaya sebebiyet vermemesi lazım. Bizim görevimiz geleceği inşa etmektir. Bu coğrafyada en büyük acıları yaşadığımız savaş, Birinci Cihan Savaşı’dır. Osmanlı coğrafyasında kimler yaşıyorsa, bu savaşın olumsuzluklarından hepsi etkilenmiştir. Bu arada Osmanlı’nın sadık tebaa olarak ifade ettiği Ermeniler de savaşın olumsuz sonuçlarından maalesef etkilenmişlerdir. Bakınız Van’da, Bingöl’de, Bitlis’te, Erzurum’da hâlen yapılan kazılarda toplu mezarlar, kemikler çıkmaktadır. Bunlar da o günkü çatışmalarda bir kısım çetecilerin icra ettiği katliamlardır. 2014 ve 2015 yılında Türkiye’nin en önemli dış politika konularının başında bu geliyor. Devlet olarak ve toplumun bütün kurumları olarak buna karşı politika geliştirmeye çalışıyoruz.”[66]

Bunun hemen yanında Başbakanlığın yayınladığı ‘Bin yıllık Komşumuz Ermeniler ve Bir Asırlık Mesele: Demokratikleşme Sürecinde Yeni Yaklaşımlar’ kitabına göre yurtlarından edilen Ermenilerin aç bırakılarak sürgün edilmesi “aksaklık”(?!)[67] olarak sunulurken; yine aynı Başbakanlık, “Ermenilere yapılanlara soykırım dememek imkânsız” diyen Başdanışman Etyen Mahçupyan’ın görevinin son bulduğunu açıklanıyordu!

Mahçupyan’ın 15 Nisan 2015’de yaptığı “Bosna ve Afrika’da yaşananların soykırım olduğu kabul edilirken 1915’te Ermenilere yapılanlara soykırım dememek imkânsız” sözlerine önce AB Bakanı Volkan Bozkır tepki gösterip, CNN Türk’te katıldığı bir programda, “Şahsını bağlayacak bir demeç olarak düşünüyorum. Başbakan Başdanışmanı olarak bu açıklamayı yapması doğru olmaz, şahsını bağlar. Bir Türk vatandaşına yakışmamıştır” demişti![68]

Ayrıca Bilgi Üniversitesi, daha önce 26 Nisan 2015’de düzenleneceğini duyurduğu konferansın üniversitede yapılmayacağını -herhangi bir gerekçe belirtmeden- açıkladı. Böylelikle İstanbul Bilgi Üniversitesi, Tarih Vakfı ve UCLA eş sponsorluğunda düzenlenmesi planlanan ‘Ermeni Soykırımı: Kavramlar ve Karşılaştırmalı Perspektifler’ konferansı engellendi![69]

Bu kadar da değil elbet!

Örneğin AB Bakanı Volkan Bozkır, Papa Francesco’nun “soykırım” tanımını kullanmasını Türkiye’nin “yok farz edeceğini” belirtti; Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da Papa’nın “tarihi ve hukuki gerçeklerle çeliştiğini” ifade etti![70]

 

AKP ÖZRÜ(?) MÜ(!)

 

Demiştim, tekrarlıyayım: 2015’de, manipülasyon makineleri tam istim çalıştı!

Recep Tayyip Erdoğan, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda 1915’teki Ermeni tehciri ile ilgili bir “taziye” mesajı yayımladı. Başbakanlık internet sitesinde Batı ve Doğu Ermenicesi de dahil Türkçe, Almanca, İngilizce, İspanyolca, Fransızca, Arapça ve Rusça olarak 9 dilde yayımlanan mesajda, 1915’te hayatını kaybeden Ermeniler için “Huzur içinde yatsınlar” denilirken, bugün hayatta olan yakınlarına da devletin taziyesi iletildi.

Erdoğan, “Birinci Dünya Savaşı’nda yaşanan hadiseler hepimizin ortak acısıdır. XX. Yüzyıl’ın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz,” dedi.[71]

Tehcir kararı alındıktan sonra 1915’te ölenlerin anısına Ermeni Patrikhanesi tarafından Kumkapı’daki Meryem Ana Kilisesi’nde düzenlenen ayine mesaj yollayan Erdoğan, geçmişte yaşanan acıları “samimiyetle paylaştığını” ifade etti.

1915 olaylarının 100. yılında Türkiye Ermeni Patrikliği’nde düzenlenen anma töreni ilklere sahne oldu. Resmi düzeyde ilk kez katılım gerçekleşen ayini AB Bakanı ve Başmüzakereci Volkan Bozkır da izledi. Ayine mesaj yollayan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Ermeni toplumunun geçmişte yaşadığı üzüntü verici hadiseleri bildiğimizi ve acınızı samimiyetle paylaştığımı bir kez daha ifade ediyorum” ifadelerine yer verdi.[72]

Bu “olay”, her neyse -başta liberaller olmak üzere!- çoğunluğun yüreğine “su serpti”!

Hem de “Bizim üzerimizde soykırım diye bir leke, gölge söz konusu değil,”[73] diye haykıran Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, 1915 olaylarıyla ilgili parlamentoların aldığı soykırım kararları için “Bizim için yok hükmündedir,”[74] dediği unutularak!

Hem de Çanakkale Savaşı’nın 100’ncü yıldönümünü 18 Mart’taki törenlerle anan Türkiye’nin, şimdi 23- 25 Nisan tarihlerinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın evsahipliğinde yapılacak anma törenlerine hazırlandığı ve Ankara’nın ülkelerin katılımını arttırmaya çalıştığı[75] “es” geçilerek…

Bu patırtılar arasında Başbakan Ahmet Davutoğlu da, 24 Nisan için yazılı açıklama yaparak Osmanlı Ermenilerinin torunlarına taziyelerini sundu. 1915 olaylarıyla ilgili yaptığı açıklamada, “Ermeni Patrikhanesi’nce düzenlenecek törenle, Osmanlı Ermenileri Türkiye’de de anılacaktır,” dedi.[76]

Bakanlar Kurulu toplantısı sonrası Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, “Biz hiçbir zaman ihanet etmedik. Bilerek, kasıtla ve isteyerek soykırım yapmadık. Soykırım yapanlar bellidir. BM’nin soykırım tarifi içerisine Türkiye’de 1915’te yaşanan olaylar girmez. Biz kendimizden eminiz. Bütün dünyaya bu tezlerimizi inanarak haykırıyoruz,”[77] dedi![78]

Dedik ya bu manipülasyonlarda, -başta yalakalar olmak üzere!- çoğunluk pek hoşnut kaldı!

İşte ibret-i alemlik örnekler:

  1. i) Ali Bayramoğlu: “Başkanlığın 24 Nisan taziye bildirisinden çok daha önce çeşitli unsurlarıyla toplum 1915’e doğru vicdan istikametinde kuvvetli bir başlangıç yapmıştır. Tutturulan yol ‘toplumsal meşruiyet yolu’dur. Uzun, yavaş ilerleyen, buna karşın etkili, sahici ve kalıcı olacak bir yol…”[79]
  2. ii) İbrahim Karagül: “Cesur adamlar ve cesur adımlar tarih yapar. Ezber bozanlar, derin dönüşümlere imza atar. Sadece statükoyu koruma telaşına düşenler, sistem içinde eriyip gidenler tarihin tozlu sayfalarında da kaybolup gider. 23 Nisan 2014’de Türkiye ve dünya şok edici bir gelişmeye tanık oldu. 1914 Ermeni tehcirinin yüzüncü yılı arefesinde, 24 Nisan’dan bir gün önce, ABD’nin meşhur açıklamasının hemen öncesinde Başbakanlık, ‘tehcirde hayatını kaybeden Ermeniler için taziye’ yayınladı. Cumhuriyet tarihinde bir ilk gerçekleşti. Türkiye’nin geleneksel resmi tezlerinin çok çok önünde, Ermeni Diyasporası’nın ‘geleneksel tezler’e göre şekillenmiş duruşunu bile sarsacak bir gelişme bu”![80]

iii) Cem Küçük: “Bizim ülkemizin karakutusu Ermeni meselesiydi. Bu karakutu açıldı, üstelik dönülmez bir şekilde. Türkiye Cumhuriyeti devleti 1915 çıkışıyla Avrupa, ABD ve Ermeni diasporasının elinden bütün kozları almış oldu. Bu mesele bizim, hepimizin. Eğer devletimizin üzerine düşen başka şeyler de varsa, bunların hepsi yerine getirilir”![81]

  1. iv) Murat Yetkin: “Erdoğan’ın açıklaması ilk kez 1915 tehcirinin ‘gayri-insani sonuçları’ bakımından eleştirip ‘ortak gelecek’ öneriyor”![82]
  2. v) Mustafa Karaalioğlu: “1915 Ermeni tehciri 100 yıl sonra bu ülkenin lideri tarafından tarihe bir özürle geçiyor ve dünyaya bir empati ilanı olarak duyuruluyor”![83]
  3. vi) Verda Özer: “Erdoğan’ın Ermeni katliamlarına ilişkin mesajı, Türkiye tarihinde bir milat… Türkiye ilk kez, Ermenilerin yaşadıkları acıları inkâr etmedi, kabullendi. İlk kez bu konuda insan odaklı ve vicdanıyla konuştu. İlk kez 3. tarafları aradan kaldırdı, Ermenilere hitap etti. İlk kez savunmacı olmadı, sorumluluk aldı. İlk kez çoğulcu davrandı, farklı görüşlere kucak açtı. Ve ilk kez ‘ortak tarih’, ‘ortak acı’ dedi. Konuştuğum üst düzey bir hükümet yetkilisi, başka bir ilkin daha altını çiziyor: Gelecek vizyonu. Bu mesajla Türkiye ilk kez, Ermenilerle ortak bir geleceğe vurgu yaptı”![84]

vii) Türkiye Ermenileri Patriği 24 Nisan 2014’de yazılı açıklama yaparak, Erdoğan’ın 1915 olaylarına ilişkin mesajıyla ilgili, “İletilen taziyeyi sevgiyle kabul ediyoruz” değerlendirmesini yaptı.[85]

Erdoğan’a, ilk destek Türkiye Ermenileri Patrikliği Genel Partik Vekili Başepiskopos Aram Ateşyan’dan geldi. Başepiskopos Ateşyan’ın ilk tepkisi, “Heyecan verici, tarihi bir açıklama. Sayın Başbakan’ın bu açıklaması, açıklamasıyla ortaya koyduğu yaklaşım acılarımıza su serpti. Açıklama Türkiye’ye karşı olanlara da verilen bir cevaptır. Patrikhanemiz ve şahsım adına memnuniyetimi bildiriyor, teşekkürlerimi sunuyorum. Eminim ki pek çok kesim tarafından layıkıyla değerlendirilecek ve gelecekte kurulacak dostluk köprülerinin en önem temel harcı olacaktır. İlk defa böyle bir açıklamayı en üst düzeydeki bir devlet görevlisinden, yöneticisinden duyuyoruz. Dolayısıyla bu açıklama hem Türkiye’deki Ermenileri hem de Dünya Ermenilerini mutlu edecektir. Bu açıklama, gelecek güzel günlerin, dostluk köprülerinin başlangıcı olacaktır,” oldu![86]

viii) Erdoğan’ın, 1915 olaylarının yıldönümündeki ezber bozan taziye mesajı Ermenilerce olumlu karşılandı. Hrant Dink’in kardeşi Orhan Dink, ‘Türkiye’nin inşa edeceği demokrasinin en temel taşlarından biri de budur. “Gecikmiş’ denilebilir ama önemli olan, bu ilk adımın atılmasıdır,” dedi![87]

Tüm yalakalıklara karşın balonun bir lahzada patlaması yanında; Ayşe Günaysu’nun, “Bu açıklama ilk anda bendeniz dahil, birçoğumuzu şaşırttı ve neredeyse sevindirdi,”[88] saptaması; veya ‘Fransa Ermeni Federasyonu’ (CCAF) Başkan Yardımcısı ve ‘Nouvelles d’Armenie’ Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Ara Toranian’ın, “Türkiye’nin tarihinde bir ilk teşkil eden taziye mesajının olumlu bir adım olduğunu düşünüyorum. Bence, bu açıklama 1915’in yüzüncü yılına yaklaşırken artan uluslararası baskının sonucunda kat edilmiş bir ilerlemedir,” demesi; ya da ‘Halk Hareketi Birliği’ (UMP) Genel Sekreteri Patrick Deveciyan’ın da “100 yıldır ilk kez Türk hükümeti Ermenilerin acılarını anlayarak taziyesini iletiyor. Çok büyük bir adım olmasa da bir ilerlemedir,” şeklinde konuşması[89] meselenin asılsız beklentiler alt başlıklı trajik boyutunu yeterince net sergiliyordu!

2015’deki aslî yanlış tam da buradaydı; yani AKP’de “çözüm” aramak!

Oysa tam da o günlerde Masis Kürkçügil, “Bu üslubu şaşırtıcı buldum. İfadeler alışılmışın ve resmi söylemin dışında. Ancak sorunun yüz yıl sonra da tarih komisyonlarına devredilmesiyle ne şiş yansın ne kebap yaklaşımı da sürecektir,”[90] dememiş miydi?

İhsan Çaralan, “Erdoğan’ın bu açıklaması… diplomatik alanda Türkiye’yi rahatlatabilecek bir manevra olması yanıyla değerlendiriliyor,”[91] diye uyarmamış mıydı?

Ya da Orhan Kemal Cengiz şunların altını çizmemiş miydi: “Da Vinci’nin Şeytanları (Da Vinci’s Demons) başlıklı televizyon serisinin girişinde oldukça ilginç bir diyalog var. Al-Rahim isimli kişinin Da Vinci’ye şunları söylediğine tanık oluyoruz: ‘Zaman bir nehirdir deyimini duymuşsundur. Pek çok insanın kavrayamadığı şey o nehrin bir çember şeklinde olduğudur.’

Zamanın çember şeklinde bir nehir olduğu metaforu, bizim geçmişle yüzleşme hikâyemize cuk diye oturuyor. Tarihimize, o tarihte yaşanan acılara dönüp bakma konusunda, dönüp dolaşıp aynı yerlerden geçen bir nehrin içinde akıyoruz. Mesafe aldığımızı zannederken en başa dönüyoruz.

2014 yılında, 1915’in 99. yıl dönümü vesilesiyle Erdoğan bir mesaj yayınlamış ve bu topraklarda yakınlarını kaybeden Ermeniler’e taziyelerini bildirmişti.

2015’te ise, Ermeni soykırımı tasarısını görüşen Avrupa Parlamentosu’na, siz ne derseniz deyin, bizim bir kulağımızdan girip diğerinden çıkar, diyordu Erdoğan…”[92]

 

YÜZLEŞME, TANIMA, TAZMİNAT

 

Ermeni Soykırımı’nın tanıması ne Katoliklerin ruhani lideri Papa Francesco’nun, Vatikan’da düzenlenen ayinde “XX. yüzyılın ilk soykırımının Ermeni toplumuna karşı yapıldı”ğını[93] ifade etmesinden; ne Belçika Başbakanı Charles Michel’in parlamentodaki konuşmasında[94] “soykırım” demesinden; ne Barack Obama’nın bir çift kelamından[95] ne de Avrupa Parlamentosu (AP), 1915 olaylarını “soykırım” olarak nitelediği ve Türkiye’ye geçmişiyle yüzleşerek “tanıma” çağrısından[96] geçmez, geçemez…

Yüzleşmenin yani Ermeni Soykırımı’nın çözüm noktasında belirleyici olan son durak Türkiye’dir. Yani doktor da ilaç da buradadır.[97]

Bu trajediye, Ermenilerin anayurdu bu topraklardan çözüm bulunulacaktır. Bu acılı meseleyi dış politikada imaj tazeleme için av olarak kullanıp sonra da iç siyasete kurban etmek, soykırım kurbanlarına bir kez daha yaşatılacak en büyük zulüm olur!

Ermenilerin yaşadıkları trajedi hâlen sürüp giderken, soykırım iç ve dış politik çıkarlara malzeme yapılıyor olunması bile bu acımasızlığın boyutlarını gösterir niteliktedir.

Bu minvaldeki en somut gösteriyi ABD ve Fransa sergilemektedir. Özellikle ABD, sözleşmesel yükümlülüğü yerine getireceğine en az 30 yıldır Ortadoğu ve Kafkasya’daki çıkarları için soykırım tasarısını masada en son kart olarak saklamayı yeğlemekte, Fransa farklı dengelerle benzer yaklaşımla inkâr yasasını elinde tutmakta, İngiltere ve Almanya ise tüm olup bitenlere en hafifinden seyirci kalmakla yetinmekteler.[98]

2015’de bu gerçek de göz ardı edildi ki, bu da yüzleşme dinamiklerini dumura uğrattı…

Gerçekten de 1915’te Ermenilere yapılan büyük kötülükle yüzleşmediği ve ülkenin halkı bununla kendi toplumsal vicdanında hesaplaşmadığı için bu felaketi başka kötülükler izleyebildi… Bu kötülüklerin kurbanları hep ülkenin azınlıktaki gruplarıydı.

1934’teki Trakya pogromunda Yahudiler, 1938 Dersim’de Alevîler, 1942’deki Varlık Vergisi’yle gayrimüslim azınlıklar, 1955’teki 6-7 Eylül olaylarında Rumlar başta olmak üzere yine gayrimüslim azınlıklar, 1978 Maraş katliamında Alevîler, 1993 Sivas katliamında yine Alevîler, 2012 Roboskî katliamında Kürtler…

Bu ülkede yerleştirilmeye çalışılan yeni siyasi kültür yeni düşmanlıklardan besleniyor; kutuplaştırıyor, ötekileştiriyor… Halkın bir kesimi, ötekini ülkenin milli kültürüne yabancı bir azınlık olarak görmeye koşullandırılıyor. Bu gidiş gelecekte yapılabilecek yeni kötülüklerin habercisidir.

Kötülükleri önlemenin yolu bütün kötülüklerin anası olan 1915’le gerçekten ve samimi biçimde yüzleşmekten geçiyor. Çünkü vicdansız hafıza adil olmaz, olamazdı![99]

Sadece bu kadar da değil; bunun elbette bir tazminat yanı var.

Mustafa Pamukoğlu’nun -dehşet içinde!-, “Ermeni lobisinin esas derdinin para ve toprak olduğunu söyleyebiliriz,”[100] dediği koordinatlarda, çok kimse “umutsuz” olsa da, vazgeçilemez olan dört temel talep şudur:[101]

1) Osmanlı dağılırken Ermeni vatandaşlara yapılanları Türkiye Cumhuriyeti şiddetle kınayıp, Ermenilerin acılarını paylaşmak; 2) Tarihsel gerçekleri yani Ermeni Soykırımı’nı bunca zamandır gizlediği için özür dilemek; 3) Ermenistan ile ilişkileri normalleştirirken, Osmanlı-Türkiye kökenli Ermenileri TC vatandaşlığına davet etmek; 4) Hak sahiplerine mallarının haklarını tazmin etmek…

Bu “olmazsa olmaz”lardan hareketle bir parantez açarak altını ısrarla çizelim: İttihat ve Terakki ile onun “Türkiye Türkçülüğü” versiyonu olan Kemalizm ile yani resmi ideolojiyle hesaplaşıp; açık açık, “Kendi adıma ben İttihatçıların mirasçısı filan değilim. 1915 tartışmalarında İttihatçıların suçuna kılıf arayanlar kendilerini o çizginin ve hareketin mirasçısı olarak mı görüyorlar?”[102] diye sormadan yol almak; artık ve kesinlikle mümkün değildir!

Şu çok açık olsa da, tekrarda yarar var: Ermeni Soykırımını inkâr edilerek elbette bir yere varılamaz. Ne var ki, bu süreçte emperyalizmin rolünü görmezden gelen; sadece milliyetçiliğin değil, dinsel bağnazlığın, fırsat bu fırsat, husumeti nasıl körüklediğinin altını çizmeyen; İttihat Terakki’ye yüklenirken gerici ve işbirlikçi Hürriyet ve İtilaf Partisi’ne toz kondurmayan bir anlayış da tarihle yüzleşemez. O acıları duyumsarken tabii ki “Hepimiz Ermeniyiz”, ama bizler ayrıca “sosyalistiz”…[103]

 

VE 2015 PARANTEZİ!

 

“24 Nisan tarihi yaklaştıkça Türkiye’nin nahoş sürprizlerle karşılaşabileceğini görmemiz lazım,”[104] diye egemenler, 2015’den korktular.

Ancak, “Kritik tarih bu yıl da atlatıldı,”[105] dedikleri üzere korktukları gibi olmadı. Çünkü 24 Nisan günü ABD Devlet Başkanı tarafından yapılacak açıklamaya, daha doğrusu, yaşananları “soykırım” deyip demeyeceği noktasında düğümlendi kaldı…

Meselenin Anadolu ayağı zayıf kaldı/ bırakıldı…

Erik-Jan Zürcher’in, “Soykırımı tanıma sadece Ermeniler için değil, Türkiye için de önemlidir”;[106] Natali Avazyan’ın, “Ermeni soykırımını kabul etmekle ilk adım atılmış olur. Önce bir sorun olduğunu kabul etmek gerekir,”[107] biçiminde ifade ettiği ana halka kaçırıldı.

Tam da bunun için “Osmanlı’dan sonra cumhuriyetin temellerinden sızan kan hâlâ durdurulamadı. Ermeni ve Süryanî (Seyfo) soykırımlarıyla 100 yıl geçse de yüzleşilmedi.”[108]

Bunlar böyleyken; bir Ermeni kardeşi(mizi)n, Sarkis Hatspanian’ın, ‘100 Yılda Yüzleşilemeyen Suçun Muhasebesini Yapmanın Zamanıdır!’ başlıklı girift yazısının, bizi ilgilendiren bölümünde şunları demesi kabullenilemez bir hâldir:

“2015’te ne oldu diye soran olursa, söyleyeyim. Ermeni canı, kanı, varlığı ve toprağı üzerine kurulmuş, şimdilerde nüfusu 80 milyona yakın bir devletin vatandaşlarından sayısı birkaç bini bile bulmayan sol gelenekten gelme meseleye duyarlı bazıları tarafından bile 100 yıllık sorun ‘senede bir gün’ usulü 24 Nisan’da anma toplantıları düzenlenmesine endeksli olarak algılandığından, öylesine bir oldu-bittiyle 24 Nisan günü de geçiştirildi işte! Eh, sol geleneğin sarsılmaz gelenekleri bizde geleneksel olarak tartışılmazdır ya hani, nasıl her senenin 30 Mart’ında Kızıldere şehitleri, 6 Mayıs’ında darağacında 3 fidan, 18 Mayıs’ında da İbo yoldaş anılıyorsa, bunlara 19 Ocak’ta Hrant Dink, 24 Nisan’da da Ermeni soykırımını anma geleneği ekleniverdi işte! Ve nasıl oldum olası duyup, bir türlü bıkıp-usanmadığımız hâliyle olsa da, değerinin gittikçe daha da düşürülmesine şahit olduğumuz ‘kanları yerde kalmayacak, hesabını soracağız’ türünden aslı-astarına uymayan kof söylemlere bu yıl, belki de bir ilk olmak üzere Avrupa’daki 24 Nisan toplantı ve yürüyüşlerinden birinde tanıdık solcularımızca açılan ‘Ermeni soykırımının hesabını soracağız’ yazılı bir pankartın varlığı da eklenmiş oldu. Olur ya, birilerimiz kalkıp da bu yazıyı alenen, binlerce insan arasında uzun kilometreler boyu ellerinde taşıyarak yürüyüp, Avrupa’daki ‘T.C.’ konsolosluklarından birinin girişine kadar getirerek ‘düşmana korku salarcasına’ onun kalkanlı polisler tarafından korunan kapısına diken yiğitlere ‘hesabını nasıl soracaksınız peki?’ diye soracak olsa, sizi nasıl cevaplarlar, ne derler acaba diye düşüneniniz oldu mu hiç? Sahi, Ermeni soykırımının hesabı nasıl sorulur?”[109]

Herkes müsterih olsun, radikal sosyalistler Ermeni Soykırımı meselesinde, tüm güçleriyle (ne kadarsa!) ellerinden ne geliyorsa yaptılar, yapıyorlar, yapacaklar da…

Hâl(imiz) ve güç(ümüz) meydandayken; mesnetsiz “suçlamalar”, laf spekülasyonu dışında hiçbir şeyi açıklamaz!

Bir şey daha: Nâzım Hikmet’in, “Bakkal Karabet’in ışıkları yanmış/ Affetmedi bu Ermeni vatandaş/ Kürt dağlarında babasının kesilmesini/ Fakat seviyor seni/ Çünkü sen de affetmedin bu karayı sürenleri Türk halkının alnına,” dizelerindeki sorumluluğun bilincindeki radikal sosyalistler, Ermeni Soykırımı 2015’de çözülecek falan demediler; ancak bu mücadele için -eksiklikleriyle- ellerinden geleni yaptılar…

Çünkü sosyalistler, devrimciler bir şeyi gayet iyi biliyorlar: Ermeni Soykırımı’nın gerçekleşmesine olanak sağlayan iklim, bu ülkede barıştan, özgürlükten, kardeşlikten, eşitlikten yana herşeyi çürüterek hâlâ hüküm sürüyor. Soykırımla yüzleşmek, bu boğucu iklimin dağıtılmasında önemli bir adım olacaktır.

24 Nisan 2015 Soykırım anmasının ardından bu ülkede olanlardan bazıları Hatspatian kardeşimize hatırlatayım:

6 Haziran: Diyarbakır’daki HDP mitinginde bomba patlatıldı…

20 Temmuz: Kobanê’yle dayanışmak amacıyla Suruç’ta toplanan gençlere bir canlı bomba saldırısı gerçekleştirildi, 34 genç yaşamını yitirdi…

24 Temmuz: Hükümet güçleri ile PKK arasında çatışmalar yeniden hız kazandı…

10 Ekim: Ankara’daki Barış mitingine canlı bomba saldırısı sonucu yüzün üzerinde insan yaşamını yitirdi…

Kasım-Aralık 2015: Diyarbakır, Cizre, Silopi gibi Kürt yerleşimlerinde ilan edilen sokağa çıkma yasakları boyunca çoğu çocuk, çok sayıda sivil yaşamını yitirdi…

Hatspatian’ın deyişiyle “sayıları birkaç bini bulmayan” sosyalistlerin, devrimcilerin karşılarında bulduğu gündem, eksiğiyle böyle…

Bu durumda, Hatspatian kardeşimiz devrimcilerin, sosyalistlerin ne yapmasını bekliyordu acaba?

Dediğim gibi, devrimciler, dün Ermenileri katleden, Rumları süren zihniyetin bugün barış talep eden akademisyenleri “kendi kanlarında duş yaptırmakla” tehdit eden sınır tanımaz zorbalıkta sürdürdüğünün bilincindeler. Hatspatian kardeşimizin, devrimcilerin mücadelesine dudak bükecek yerde, onların uçsuz bucaksız bir umursamazlık, zorbalık ve zulüm iklimindeki belki sayıca az, ama onurlu karşı duruşuna omuz vermesi gerekmiyor mu?

Çünkü ancak bu karşı duruş zafere erdğinde, bu coğrafya soykırım dahil tüm “suç”larıyla yüzleşip onlarla hesaplaşma olanağını bulacaktır.

Nihayet F. Dostoyevski’nin, “Ne zamanki dünyanın bir köşesinde haksız bir kan dökülürse tüm dünya halklarının elleri bu kanla kirlenir,” uyarısı asla unutulmamalıdır!

 

12 Ocak 2016 14:00:06, Ankara.

 

N O T L A R

[1] ‘Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi’nin 16 Ocak 2015’de Ankara’da düzenlediği ‘Yüzyıllık Yalnızlık Sempozyumu’nda yapılan konuşma…

[2] Julia Quinn, Son Söz Aşkın, Çev: Serap Işıkçıus, Epsilon Yay., 2010, s.177.

[3] Ne demek ‘futil’ veya ‘futilite’: Mitolojiden alma bir söz; “Boşuna, nafile uğraş” demek… Mitolojide tanrıların yaptıkları bir hatadan dolayı kız kardeşleri dibi olmayan bir su küpüne su doldurmaya mahkûm etmiş. Tabii yapılan bütün bu taşımalar su küpünü doldurmuyor.

[4] Aylin Ünal, “H.Ç.: Güvercin Tedirginliği”, Birgün, 2 Eylül 2015, s.14.

[5] Ingeborg Bachmann, Radyo Oyunları/ Bir Düş Alışverişi/ Ağustos Böcekleri/ Manhattan’ın İyi Tanrısı, çev: Ahmet Cemal, Mitos Boyut Yay., 1995.

[6] Onat Kutlar, Yeter ki Kararmasın, YKY., 2012, “Düşle Gerçek Arasında”.

[7] Eren Keskin, “Soykırım ve Resmi Tarih…”, Gündem, 21 Nisan 2015, s.7.

[8] “TSK Arşivini Açtı: 1915 Olaylarının Bilinmeyen Yüzü…”, Cumhuriyet, 24 Nisan 2015, s.12.

[9] Bkz: Emre Kongar, “Milliyetçilik ve Soykırım-I”, Cumhuriyet, 18 Nisan 2015, s.2; Emre Kongar, “Milliyetçilik ve Soykırım-II”, Cumhuriyet, 19 Nisan 2015, s.2; Emre Kongar, “Milliyetçilik ve Soykırım – III”, Cumhuriyet, 23 Nisan 2015, s.2; Emre Kongar, “Milliyetçilik ve Soykırım- IV”, Cumhuriyet, 24 Nisan 2015, s.2; Emre Kongar, “Milliyetçilik ve Soykırım V”, Cumhuriyet, 25 Nisan 2015, s.3; Emre Kongar, “Milliyetçilik ve Soykırım -VI”, Cumhuriyet, 26 Nisan 2015, s.4; Emre Kongar, “Milliyetçilik ve Soykırım VIII”, Cumhuriyet, 3 Mayıs 2015, s.2; Emre Kongar, “Holokost ve Tehcir IX”, Cumhuriyet, 7 Mayıs 2015, s.2; Emre Kongar, “Her Savaş Bir Soykırımdır-X”, Cumhuriyet, 14 Mayıs 2015, s.3; Emre Kongar, “Tehcir Bir Soykırım mıydı? XII”, Cumhuriyet, 17 Mayıs 2015, s.2; Emre Kongar, “Tehcir ve Soykırım XIII”, Cumhuriyet, 26 Mayıs 2015, s.2.

[10] Bkz: Nilgün Cerrahoğlu, “Yüzleşmek Deyince…”, Cumhuriyet, 25 Nisan 2015, s.17; Nilgün Cerrahoğlu, “Soykırım Krizi (II)”, Cumhuriyet, 18 Nisan 2015, s.18; Nilgün Cerrahoğlu, “Soykırım Silahı (III)”, Cumhuriyet, 19 Nisan 2015, s.17; Nilgün Cerrahoğlu, “Ermeni Soykırımı=IŞİD Vahşeti (IV)”, Cumhuriyet, 21 Nisan 2015, s.17; Nilgün Cerrahoğlu, “ABD Neden ‘Soykırım’ Demez? (V)”, Cumhuriyet, 23 Nisan 2015, s.17.

[11] Mustafa Balbay, “Göçkırım!”, Cumhuriyet, 26 Nisan 2015, s.16; Mustafa Balbay, “Soykırımı Geç… Aman Oykırım, Olmasın!”, Cumhuriyet, 15 Nisan 2015, s.12.

[12] Bkz: Taha Akyol, “Savaş ve Tehcir”, Hürriyet, 13 Mart 2015, s.20.

[13] “Soykırım Kuşatması”, Cumhuriyet, 15 Nisan 2015, s.11.

[14] Gürsel Göncü, aktaran: Mehveş Evin, “Nisan Acısı”, Milliyet, 6 Nisan 2015, s.6.

[15] Nuray Mert, “İster ‘Soykırım’ Deyin, İster Demeyin!”, Cumhuriyet, 24 Nisan 2015, s.5.

[16] Ergin Yıldızoğlu, “Tarihçilere Bırakalım”, Cumhuriyet, 23 Nisan 2015, s.10.

[17] Elif Akgül, “Diaspora Bakanı Hakopyan’dan Türkiye’ye Altı Soru”, BİA Haber Merkezi, 18 Mart 2015… http:// bianet.org/ bianet/ insan-haklari/ 163127-diaspora-bakani-hakopyan-dan-turkiye-ye-alti-soru

[18] Ali Ergin Demirhan, “Ermeniler Silahlarını Teslim Edince”, 24 Nisan 2013… http://www.sendika.org/2013/04/ermeniler-silahlarini-teslim-edince-ali-ergin-demirhan/

[19] Talat Paşa, İstanbul’da 8 Mart 1919 tarihli özel bir kararname ile [yeniden] kurulan Bir Numaralı Askerî Mahkeme’de yargılanmış ve gıyabında idam cezasına çarptırılmıştır. 27 Nisan 1919 tarihli ilk duruşmada okunan iddianamenin tam metnini, 5 Mayıs 1919 tarih ve 3540 sayılı Takvim-i Vekayi’de, dönemin Resmî Gazete’sinde okuyabilirsiniz.

İddianamede, Talat ve yakalanamayan diğer İttihat ve Terakki yöneticilerinin gıyaplarında yargılanacağı söylenir. İşledikleri suç Ermeni kıtalı [katliamı] gibi “alçakça cinayetlerden” sorumlu olmaktır. Ceza Kanunu’nun 45’inci maddesinin birinci fıkrasına uygun olarak idamla cezalandırılmaları istenir.

4 Mayıs 1919 tarihinde, Talat’ın dosyası diğer yakalanmayan kişiler ile birlikte davadan ayrılır ve ayrı bir dava açılır. Talat hakkındaki karar 5 Temmuz 1919 tarihinde verilir ve 22 Temmuz 1919 tarih 3604 numaralı Resmi Gazete’de yayımlanır. Talat, Enver ve Cemal başta olmak üzere İttihatçı yöneticiler Ermeni kıtalından sorumlu bulunarak idam cezasına çarptırılırlar. (V. N. Dadrian, Taner Akçam, Tehcir ve Taktil: Divan-ı Harb-i Örfi Zabıtları: İttihad ve Terakki’nin yargılanması, 1919-1922, Bilgi Üniversitesi, 2008.)

[20] Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yay., 1995, s.170.

[21] Eric J. Hobsbawm, 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik, Ayrıntı Yay., 1993, s.160.

[22] Kilikya Katalikosluğu’nun avukatı Cem Sofuoğlu, Adana’nın Kozan ilçesindeki mülklerini geri alabilmek amacıyla Anayasa Mahkemesi’ne başvurduklarını açıkladı. Bu yurtdışında bulunan bir Ermeni dini merkez tarafından açılan ilk dava.

“Yalnızca duvarları kalmış” diye başladı anlatmaya. Mekânın eski fotoğrafı olarak ellerinde bir tane bulunduğunu söyledi. 1915 yılı öncesi fotoğrafta görkemli bir manastır yapılanması görülüyor. Yeni fotoğrafta ise, duvarlar, kilise kalıntıları yer alıyor.

Kilikya deyince bir bölgeden söz ediyoruz. Mersin’den Maraş’a kadar uzanan geniş bir bölge. Bu bölgede üç yüz yıla yakın bir süre Kilikya Ermeni devleti egemen olmuş. Kilikya Ermeni Krallığı, 1080-1199 arası Beylik ve 1199-1375 arası krallık olan Çukurova bölgesinde bulunan bir devletti.

Kilikya Ermeni Katalikosluğu’nun tarihçesi ise daha değişik ve daha uzun. Sis ya da bugünkü adıyla Kozan’da yer alan Kilikya Ermeni Katalikosluğu, 1293 yılında kurulmuş, 1915’e kadar orada varlığını sürdürmüş. Katalikosluğun 1915 yılında başlayan yolculuğu, değişik inişler ve çıkışların sonunda Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta son buldu… (Oral Çalışlar, “Kilikya Ermeni Katalikosluğu Arazisi Anayasa Mahkemesi’nde”, Radikal, 11 Aralık 2015… http://www.radikal.com.tr/yazarlar/oral-calislar/kilikya-ermeni-katalikoslugu-arazisi-anayasa-mahkemesinde-1490511/)

[23] Aydın Engin, “Tutun ki Soykırım Dendi, Tutun ki Denmedi…”, Cumhuriyet, 19 Nisan 2015, s.12.

[24] Sevan Nişanyan, “24 Nisan İçin Yazılmış Bir Yazı. Geç Oldu Ama Olsun.”, 12 Haziran 2015… http://nisanyan1.blogspot.com.tr/

[25] Serdar Korucu, “1915’te ‘Vartavar’, Martavar’a Dönüştü”, 13 Temmuz 2015… http://www.ozgurmedya.org/1915te-vartavar-martavara-donustu—serdar-korucu-12909.html

[26] Tim Arango, “Türkiye’nin Yüzyıllık İnkârı: Ermeni Soykırımı”, The New York Times, 16 Nisan 2015.

[27] İsmail Taylan Kaya, “1915 Erzincan Şırzı Köprüsü”, 19 Mart 2015… http://www.kaypakkayahaber.com/haber/1915-erzincan-sirzi-koprusu-ismail-taylan-kaya

[28] “Ermeni Evleri Otel Yapılıyor”, Evrensel, 29 Nisan 2014, s.2.

[29] “Dolmabahçe’nin Mimarının Kayıp Mezar Taşı Şantiyede Bulundu”, Cumhuriyet, 23 Ocak 2015, s.15.

[30] Ayşe Hür, Radikal, 28 Nisan 2013.

[31] Ari Şekeryan, “Bu Cinayetleri İşlemeyeceğime Göre İstifamı Kabul Buyurun!”, 28 Mart 2015… http://www.ozgurmedya.org/bu-cinayetleri-islemeyecegime-gore-istifami-kabul-buyurun-12459.html

[32] Yavuz Baydar, “Ahmet Rıza Bey’in Kemiklerini Sızlatıyorsunuz”, Bugün, 20 Nisan 2015… http://www.bugun.com.tr/ahmet-riza-beyin-kemiklerini-sizlatiyorsunuz-yazisi-1599589

[33] Nazım Alpman, “Soykırımın 100. Yılında Vicdan ve Sorumluluk”, Birgün, 16 Mart 2015, s.7.

[34] “Soykırımın 100. Yılında Soykırım Devam Ediyor”, Gündem, 9 Aralık 2014, s.11.

[35] “Şehit Torunu”, Hürriyet, 18 Mart 2014, s.2.

[36] Orhan Kemal Cengiz, “Ermeni Avı”, Bugün, 8 Temmuz 2015… http://www.bugun.com.tr/ermeni-avi-yazisi-1728842

[37] Orhan Kemal Cengiz, “İğrenç Ermeni”, Bugün, 26 Mart 2015… http:// www.bugun.com.tr/ igrenc-ermeni-yazisi-1558268

[38] “Angela Davis: Sayısız Hrant Dink Yarattılar”, Cumhuriyet, 11 Ocak 2015, s.15.

[39] “Türkiye’deki bütün siyasal davalar iktidarlar ile var olur ve iktidar değişimlerine bağlı olarak da biçim değiştirir. Hrant Dink davasını düşünün, bundan daha iki yıl öncesine kadar Dink davası, askeri kadroların esas fail olduğu bir dava idi. İktidar yapısı değiştiği andan itibaren, Dink davasının yönü bu kez de ‘Cemaat’in ve ‘Cemaat polisleri’nin asli fail olduğu bir sürece doğru ilerliyor. Aynı durum, Ergenekon davası için de geçerlidir. Erdoğan, daha dün bu davanın savcısıydı. Şimdi ise bu davanın ‘mağdurları’ ile ‘kandırılmışları’ arasındaki bir ittifakın zemini hâline geldi. Yine Dink davasında olduğu üzere Cemaat, bu davada da asli fail oldu. Bu bize şunu gösteriyor: Türkiye’de hiçbir davanın ciddiye alınabilir bir dayanıklılığı yoktur. İktidar davanın nasıl olmasını istiyorsa o öyle olur. Bu ise iktidarların çelişkisi olarak gördüğümüz şeyin gerçekte iktidarların bir tutarlılığı olduğu gerçeğini önümüze seriveriyor. Buradaki tutarlılık davaların farklı dönemlerle farklı hâller alması değildir. Her dönemde iktidar ve güç sahiplerinin çıkarına hizmet etmesidir. Bir de buradan bakarsak Erdoğan’ın birkaç yıllık aralarla neden birbirine ters söylemler geliştirdiğini daha iyi anlarız. Çünkü onun ne söylediği değildir burada önemli olan. Her şeyin onun çıkarlarına hizmet etmesidir…” (Can Uğur, “Orhan Gazi Ertekin: Sorun Hukukun Siyasallaşması Değil Hukukun İktidarlaşması”, Birgün Pazar, Yıl:12, No:450, 25 Ekim 2015, s.10-11.)

[40] Kemal Göktaş, “Baskın Oran’a Tehdide Şok Karar!”, Vatan, 25 Nisan 2014, s.19.

[41] Deniz Ülkütekin, “Biz Nefret Ettik, Onlar Öldü”, Cumhuriyet Pazar, No:1503, 11 Ocak 2015, s.2.

[42] “Esas Duruşta Cinayet”, Radikal, 5 Haziran 2014, s.10.

[43] Evrim Kepenek, “Anne Balıkçı: Soykırım Sürüyor”, Gündem, 21 Nisan 2014, s.7.

[44] “Kamp Armen’de Yıkıma Karşı Nöbet Tutanlara Sopalı Saldırı”, Cumhuriyet, 15 Ağustos 2015, s.3.

[45] Serdar Korucu, “Ermeni Fotoğrafçı Norair Chahinian: O Kamp 1915 Zincirinin Son Halkası”, Radikal, 17 Mayıs 2015… http://www.radikal.com.tr/kultur/o_kamp_1915_zincirinin_son_halkasi-1359671

[46] Mert İnan, “Armen Kampı’nda Yıkım Gerginliği!”, Milliyet, 7 Mayıs 2015, s.15.

[47] Serpil İlgün, “Prof. Dr. Ayhan Aktar: Soykırımı Ankara’ya Değil Sokaktaki İnsana Anlatmalıyız”, Evrensel, 9 Mart 2015, s.14.

[48] Soner Yalçın, “Cinnet Yılları”, Sözcü, 23 Nisan 2015, s.10.

[49] Nagehan Alçı, “Soykırımla Yüzleşmek Yeni Türkiye İçin Elzemdir”, Milliyet, 26 Nisan 2015, s.18.

[50] Orhan Erinç, “Soykırım Gerçek mi?”, Cumhuriyet, 23 Nisan 2015, s.9.

[51] Özgür Mumcu, “Bakkal Karabet”, Cumhuriyet, 25 Nisan 2015, s.7.

[52] Ahmet İnsel, “Ermeni Soykırımıyla Yüzleşme Medeniliğin Gereğidir”, Cumhuriyet, 23 Nisan 2015, s.15.

[53] “24 Nisan; Osmanlı hükümet güçlerinin tasarladığı, planladığı ve nihai sonucuna kadar yürüttüğü, bir etnik-dini topluluğun tehcir, kitlesel imha ve kültürel ve ekonomik varlığına el koyma yoluyla varlığını yok etme politikasının hüzünle anıldığı bir gündür… Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldığı felaketin niteliği elbette bir soykırımdır.” (Ahmet İnsel, “Medeniyet ve Soykırım”, Radikal, 22 Nisan 2014, s.18.)

[54] Hasan Pulur, “Ermeni Sorunu”, Milliyet, 1 Nisan 2015, s.3.

[55] Hasan Pulur, “İsyan ve Tehcir”, Milliyet, 11 Nisan 2015, s.3.

[56] Hasan Pulur, “Evet, Tehcir”, Milliyet, 25 Nisan 2015, s.3.

[57] Güray Öz, “Uluslardan Değil Sınıflardan…”, Cumhuriyet, 26 Nisan 2015, s.12.

[58] Baskın Oran, “Bir 24 Nisan Tahlili”, Radikal İki, 27 Nisan 2014, s.2.

[59] İlkay Kirişçioğlu, “Baskın Oran: Adı Önemli Değil; Ermeni Medeniyeti Yok Edildi”, 21 Mayıs 2015… http://yazhocam.com/2015/05/baskin-oran-adi-onemli-degil-ermeni-medeniyeti-yok-edili/

[60] “Dalan: Ermeni Sorunu Batı’nın Sorunudur”, Milliyet, 17 Mayıs 2015, s.22.

[61] Rahmi Turan, “Obama ‘Soykırım’ Demezse Hatırım Kalır!”, Sözcü, 23 Nisan 2015, s.11.

[62] Mehmet Türker, “Soykırım Yalanı!”, Sözcü, 23 Nisan 2015, s.12.

[63] Cüneyt Arcayürek, “Yeni Ermeni Yalanı”, Cumhuriyet, 25 Nisan 2015, s.11.

[64] Çiğdem Hızkan, “Soykırım Yapmadık Vatanımızı Savunduk”, Milliyet, 27 Nisan 2015, s.21.

[65] “TSK Arşivlerinden 1915 Olaylarının Bilinmeyen Yüzü”, Hürriyet, 23 Nisan 2015… http://www.hurriyet.com.tr/gundem/28814733.asp

[66] “Acılar Husumet Cephesi Olmasın”, Hürriyet, 25 Nisan 2014, s.29.

[67] Tamer Arda Erşin, “Başbakanlığın Kitabına Göre Ermeni Soykırımı ‘Aksaklık’mış”, Evrensel, 7 Mayıs 2015, s.9.

[68] Duygu Güvenç, “Mahçupyan’a ‘Soykırım’ Cezası”, Cumhuriyet, 17 Nisan 2015, s.12.

[69] “Bilgi Üniversitesi’nde Ermeni Paneline Engel”, Cumhuriyet, 6 Nisan 2015, s.11.

[70] “Sözleri Diplomatik Açıdan Hükümsüz”, Milliyet, 14 Nisan 2015, s.20.

[71] İlhan Toprak, “Hepimizin Ortak Acısı”, Yeni Şafak, 24 Nisan 2014, s.10.

[72] Mert İnan, “Acınızı Paylaşıyorum”, Milliyet, 25 Nisan 2015, s.20.

[73] “Erdoğan: Bir Kulağımızdan Girer, Öbür Kulağımızdan”, Cumhuriyet, 16 Nisan 2015, s.13.

[74] “Dertleri Ermeniler Değil Türkiye Düşmanlığı”, Hürriyet, 17 Nisan 2015, s.14.

[75] Duygu Güvenç, “Erdoğan’ın 24 Nisan İçin Davetli Listesi Fire Veriyor”, Cumhuriyet, 23 Mart 2015, s.7.

[76] “Patrikhane’de Ermenilere Tören”, Cumhuriyet, 22 Nisan 2015, s.12.

[77] “Patrikhane’de Ermenilere İlk Anma Töreni”, Cumhuriyet, 21 Nisan 2015, s.12.

[78] “Ne diyor Bülent Arınç: ‘Bilerek öldürmedik’… Bu sözlerin uluslararası bir mahkemede savunma yapmak amacıyla söylendiğini düşünün! ‘Bilerek öldürmedik…’Adama ‘siz kimsiniz?’ diye sormazlar mı? İttihat ve Terakki üyesi misiniz? Doktor Nazım’ın dava arkadaşı mısınız, Talat Paşa mısınız, Bahattin Şakir misiniz? Onların devamı mısınız?” (Hüsnü Arkan, “Soykırım”, Birgün, 24 Nisan 2015, s.2.)

[79] Ali Bayramoğlu, “1915 Karşısında Türk Toplumu (2)”, Yeni Şafak, 26 Nisan 2014, s.14.

[80] İbrahim Karagül, “24 Nisan Çıkışı: Cesur Adamlar Tarih Yapar…”, Yeni Şafak, 24 Nisan 2014, s.10.

[81] Cem Küçük, “Galileo Etkisi ve 1915 Ermeni Tehciri”, Yeni Şafak, 24 Nisan 2014, s.16.

[82] Murat Yetkin, “İlk Kez Bir Türk Başbakanı 1915 İçin Ermenilere Taziye Sundu”, Radikal, 24 Nisan 2014, s.18.

[83] Mustafa Karaalioğlu, “1915 Taziyesi… Cesaretin Siyaseti”, Star, 25 Nisan 2014, s.19.

[84] Verda Özer, “Türkiye İçin Yüzleşme Vakti”, Hürriyet, 26 Nisan 2014, s.22.

[85] “Başbakan’ın Dileklerine ‘Amin’ Diyoruz!”, Vatan, 25 Nisan 2014, s.17.

[86] Okan Konuralp, “Başepiskopos Ateşyan: Acılarımıza Su Serpti”, Radikal, 24 Nisan 2014, s.9.

[87] “Ezber Bozan Mesaj Acımıza Su Serpti”, Yeni Şafak, 25 Nisan 2014, s.10.

[88] Ayşe Günaysu, “Al Erdoğan’ı, Vur Türk Tarih Kurumu’na”, Gündem, 29 Nisan 2014, s.11.

[89] Emre Demir, “Taziye Mesajı, Fransa’daki Ermeni Diasporasını Umutlandırdı”, Zaman, 25 Nisan 2014, s.18.

[90] İsmail Saymaz, “Ermeni Aydınlar Nasıl Yorumladı?”, Radikal, 24 Nisan 2014, s.19.

[91] İhsan Çaralan, “Bu 100 Yıl da Bu Mesajla İdare Edilir mi?”, Evrensel, 25 Nisan 2014, s.3.

[92] Orhan Kemal Cengiz, “1915’te Ne Olmuştu?”, Bugün, 17 Nisan 2015… http://www.bugun.com.tr/1915te-ne-olmustu-yazisi-1595653

[93] Duygu Güvenç, “… ‘Soykırım’ Dedi Ankara Karıştı”, Cumhuriyet, 13 Nisan 2015, s.17.

[94] “Belçika Başbakanı da 1915 Olayları İçin ‘Soykırım’ Dedi”, Radikal, 18 Haziran 2015… http://www.radikal.com.tr/dunya/belcika_basbakani_da_1915_icin_soykirim_dedi-1381913

[95] İlhan Tanır, “ABD Başkanı’ndan Önceki Yılların Çok Ötesinde Bir Açıklama…”, Cumhuriyet, 25 Nisan 2015, s.12.

[96] Güven Özalp, “Avrupa Parlamentosu’nda ‘Ermeni Soykırımı’ Tasarısı Kabul Edildi”, Hürriyet, 16 Nisan 2015… http://www.hurriyet.com.tr/dunya/28746695.asp?utm_source=newsletter&utm_medium=mailling&utm_campaign=gunluk-bulten

[97] “Türkçe tekerlemelerle büyüdüm,” diyen Charles Aznavour ‘Bir Türk Dosta Mektup’unda, “Senin ayağında bir diken var,/ Kardeşim,/ Benim yüreğimde bir tane senin için,/ Benim içim de her şeyi güç kılıyor rahatsız./ Gülün dikenleri var el atılınca korur/ Bir kan damlası oluşabilir parmağın ucunda,/ Ama eğer dikkat edilirse/ O kendi güzelliğini bağışlar/ Renk ve koku verir günlerimize/ Hatta damaklarımızı okşar/ Doyumsuz lezzetiyle./ Ben gülleri severim/ Dikenleri hep olacak/ Bundan kaçınılmaz kardeşim…/ Eğer sen karar verseydin/ Yüreğimdeki dikeni çekmeye/ Ayağında diken de beraber/ Çıkıp kaybolacaktı kendiliğinden/ Ve biz ikimiz sen ve ben/ Özgür kalacaktık/ Ve kardeş…” der ve ‘Otobiyografi’sinde ve söyleşilerinde ekler: “Geçmişteki hatalardan şimdiki kuşaklar sorumlu tutulamayacağı gibi, şimdiki Türk gençliği de büyüklerinin hatalarından ve yaşananlardan sorumlu tutulamaz”. (Müge Akgün, “Doğum Günün Kutlu Olsun Charles Aznavour”, Radikal, 18 Mayıs 2014, s.23.)

[98] Erdal Doğan, “24 Nisan Taziye Mesajına Dair”, Taraf, 29 Nisan 2014, s.10.

[99] Kadri Gürsel, “Vicdansız Hafıza Adil Olmaz”, Milliyet, 27 Nisan 2015, s.22.

[100] Mustafa Pamukoğlu, “Ermeni Lobisinin Derdi Para ve Toprak”, Cumhuriyet, 29 Nisan 2014, s.10.

[101] Türkiye’de kurulan Cumhuriyet Osmanlı topraklarının Anadolu’daki “uluslaşmış” devamı olarak onun mali borçlarını üstlenmiş, ama suçlarını üstlenmemiştir. Mesela Lozan Barış Konferansı’na giden Türk Heyeti’nin başındaki İsmet Paşa’ya Gazi Paşa’nın verdiği kesin direktif “Ermeni meselesini gündeme getirdikleri takdirde, bana hiç danışmadan masayı terkedip, Türkiye’ye döneceksin” olmuştur. (Hüseyin Aykol, “100. Yıldönümü”, Gündem, 18 Ocak 2015, s.14.)

[102] Aydın Engin, “Bu İttihatçı Tayfası Bizim Neyimiz Oluyor?”, Cumhuriyet, 20 Nisan 2015, s.6.

[103] Hayri Kozanoğlu, “100. Yılda Acıyı Paylaşmak”, Birgün, 21 Nisan 2015, s.5.

[104] Sami Kohen, “24 Nisan Yaklaşırken…”, Milliyet, 14 Nisan 2015, s.20.

[105] Sami Kohen, “24 Nisan Sonrası…”, Milliyet, 1 Mayıs 2015, s.24.

[106] Erik-Jan Zürcher, “Ermeni Soykırımının Yüzüncü Yılı Vesilesiyle”, http://zanenstitu.org/ermeni-soykiriminin-yuzuncu-yili-vesilesiyle-erik-jan-zurcher/

[107] Önder Abay, “Natali Avazyan: Anadolu Ermenilerini Twitter’da Anlatmak”, Birgün, 23 Mart 2015, s.2.

[108] M. Ali Çelebi, “Yüzleşmek”, Gündem, 20 Nisan 2015, s.13.

[109] Sarkis Hatspanian, “100 Yılda Yüzleşilemeyen Suçun Muhasebesini Yapmanın Zamanıdır!”, 31 Aralık 2015… http://ermenistan.de/sarkis-hatspanian-yazi-100-yilda-yuzlesilemeyen-sucun-muhasebesini-yapmanin-zamanidir/