1 Mayıs 2016 ders(ler)i

“Post factum / Olay olduktan sonra” konuşmuyoruz; Şişli-Mecidiyeköy-Bakırköy güzergâhında olayın tam da içindeydik; 2007’den beri olduğu üzere…

Tanık olduklarımız hakkında “Divê ewil rastî bê zanîn. Rastî bê zanîn xeletî jî tê zanîn. Lê pêşî xeletî bê zanîn nagihêjî rastîyê/ Önce doğruyu bilmek gerekir. Doğru bilinirse yanlış da bilinir. Ama önce yanlış bilinirse doğruya ulaşılamaz.” diyen Farabi’nin uyarısının altını ısrarla çizerek belirtelim: Tedirgin, coşkusuz, ruhsuzdu… Yaptığına inanmayıp da yapacak başka bir şey olmadığı sanısının umarsızlığında sıkışmış insanların yaptıkları tüm işler gibi… Bir yasak savmaca… “Her an bir bomba patlayabilir.” tedirginliğiyle, “Neden şu an Taksim’e girmek için kavga edenler arasında değilim?” pişmanlığının iflahsız karışımı…

Bakırköy 1 Mayısı’ndan söz ediyoruz! Üç kez polis aramasından geçerek ulaşılan, Tanrı’nın terk ettiği bir yerde, dış kapının dış mandalında bir köhne meydan; göstericilerin kendileri bağırıp yalnızca kendileri duyabilecekleri… Etrafta boylu boyunca polis barikatları, “bir açığınızı yakalarsak yakarız çıranızı” bakışlı kolluk güçleri…

Kürsüden kitleyi coşturmak için gırtlağını parçalayan, bu arada da ortama bir curcuna havası katan kadın ve erkek sunucuya inat, bir an halaya durup hemen dağılıveren, sloganları bir kere yarım ağız atıp susan, tek hoşnutlukları, günlerdir, aylardır, yıllardır görülmeyen eş-dostla ayaküstü sohbet olanağını bulmuş olmak olan 1 Mayıs insanları. Sahnede 1 Mayıs Marşı söylenirken kayıtsız, Enternasyonal’de umursamaz… Sendika liderleri konuşmaya başlar başlamaz kitleler hâlinde alanı boşaltan… (Alandan ayrılanların kendi aralarında sendika yönetimlerine küfür kıyamet saydırmaları da cabası…)

2016’nın İstanbul 1 Mayısı’ndan herkesin, ama öncelikle çağrıcı örgütlerin çıkarması gereken önemli dersler var; Bernard Shaw’ın, “Tecrübelerimizle biliyoruz ki kimse tecrübelerden ders almıyor.” uyarısını “es” geçmeyerek!

Dünyanın her yerinde 1 Mayıs’lar kentlerin yüreklerinde; işçilerin, emekçilerin en görünür olabileceği meydanlarda kutlanır. Moskova’da Kızıl Meydan; Viyana’da Opera Meydanı; Paris’te Nation ve Republique; Londra’da Trafalgar; Astana’da (Kazakistan) Kazak Eli Meydanı; New York’da Union Meydanı… İstanbul için ise İşçi Sınıfının Birlik, Mücadele ve Dayanışma günü kutlamalarının tek ve tartışmasız adresi, meşruluğunu 1977 katliamıyla daha da pekiştiren Taksim Meydanı’dır. Kentin yüreği… Ve her 1 Mayıs’ta egemenler için bir karabasana dönüşen… Sıkıyönetimlerin, 12 Eylül rejiminin ve şimdiyse AKP iktidarının zorbaca gasp ettiği, emekçilerinse her seferinde geri almak için egemenlerin sınır tanımaz şiddetine göğüs gerdiği Taksim…

Spinoza’nın, “İktidarın kitlelerin kederine ihtiyacı vardır.” uyarısını görmezden gelerek; “Taksim’i fetişleştirmeyelim.” diyenler (birkaç yıldır kimi sol çevrelerde başvurulan bir klişe oldu bu…) Taksim’in hem emekçiler ve devrimciler hem de egemenler için bir “simge”, hem de hayli yüklü bir simge değeri üstlendiği gerçeği üzerinden atlıyorlar. Emekçiler ve devrimciler için, ülkenin en önemli meydanında kendini görünür kılmak… “Yaşamı üreten biziz; biz haklıyız, biz kazanacağız!” diye haykırabilecekleri, insanca, eşit, özgür ve adil bir yaşama olan özlemlerini dillendirebilecekleri, sayılarından ve örgütlülüklerinden kaynaklanan güçlerini dosta düşmana gösterebilecekleri ve kendilerini bu ülkedeki işçi sınıfı mücadelelerinin tarihine bağlayabilecekleri, Taksim’de katledilmiş yoldaşlarını anabilecekleri bir meydan, ama en önemlisi bir simge…

Egemenler için ise işçi sınıfını, emekçileri, devrimcileri “devletin gücü” karşısında simgesel olarak alt edecekleri, görünmezleştirecekleri, “kamu güvenliğine yönelik bir tehdit” olarak kriminalize edecekleri, meşruluk savlarını boşa çıkartacakları ve işçilerden, emekçilerden, kendi deyimleriyle “marjinal unsurlar”dan, albenili, parlak ve steril burjuva yaşamına yönelik her türlü tehditten “arındırdıktan” sonra muhteşem bir rant kaynağına dönüştürülebilecek bir mekân… Kentsel “soylulaştırılması” için amele tayfasından, işsiz güçsüzlerden, “potansiyel teröristler”den arındırılıp paralı Arap turistlerin salınımına açılacak bir rant meydanı…

Evet, emekçilerin Taksim’i geri kazanma savaşımı, kent yaşamına kimlerin, hangi sınıfın damgasını vuracağına ilişkin (yüksek ölçüde simgesellik ihtiva eden) bir mücadeledir. Taksim’in 1 Mayıs coşkusuna açılması, aynı zamanda AKM’nin AVM’leştirilmesine, Gezi Parkı’nın sıradan insanlara, torunlarını gezdiren dedelere, romatizmalı bacaklarını güneşe tutan teyzelere, okul kaçkını genç aşıklara, efkârlı işsizlere, ders çalışan tıbbiyelilere, ağaçların altında bir süre soluklanan temizlik işçilerine kapatılıp Topçu Kışlası gibi bir garabete dönüştürülmesinin önlenmesi anlamına gelir. 1 Mayıs Taksim’i, işçilerin, emekçilerin, sıradan insanların “Bu kent bizim!” diyebilmesidir…

Sendika yönetimleri bu yıl Bakırköy’e razı olarak AKP ve sermayenin saldırganlığı karşısında (yine yüksek ölçüde simgesellik ihtiva eden) bir geri adım attı. Ve kitlesini kentin saçaklarında, demir bariyerlerle çevrili bir yalıtılmışlığa mahkûm etti. Üstelik de 1 Mayıs Alanı’nı en fazla sahiplenmesi gereken DİSK’in ağzından önce “2016’da merkezî ve tek alanda, Taksim’de kutlama”, ardından “Hem Taksim hem de bütün alanlarda” ve nihayet “Bu seferlik Bakırköy olsun.” diye kendisiyle adeta dalga geçerek…

“Ama IŞİD, ama canlı bombalar…” diye itiraz edenler çıkabilir, onlara sormalı: Bakırköy’ün güvencesi neydi? Yazılarını beğenmediği pankartları alana almayan, alandakilere diş bilediği meymenetinden belli polis mi? (Bir dostumuzun müstehzi bir gülümsemeyle söylediklerini aktarmadan edemeyeceğiz: “Şu an Taksim çevresinde çatışanlar bizden daha güvende. Onlar hiç değilse sadece polis saldırısıyla karşı karşıya. Bizse hem polis hem de IŞİD saldırısı riski altındayız!”)

“Bakırköy’ün güvenliği”ne kitleler de pek ikna olmuş değildi ki, alandaki kitle 20-25 bin kişiyi geçemedi. (CHP’nin “1 milyon”unun nerede toplandığını bilmiyoruz!) İşin ilginç yanı, bunların pek azı sendikalı işçilerden oluşuyordu… Daha da ilginci, alandaki örgütlerin bir bölümü, kitlelerinin bir bölümüyle aynı anda Taksim’i kazanabilme mücadelesi vermekteydi! Yani DİSK-KESK-TTB-TMMOB Bakırköy yerine Taksim çağrısı yapmış olsaydı “hazirun”un en az yarısı bu çağrıya uyar ve Taksim’i kazanmak için mücadele ederdi.

Taksim’e girebilir miydik? Belki evet, mümkündür ki hayır… Ama en azından AKP’nin ve sırtını bu partiye yaslayan sermayenin kentsel gangsterliğine karşı durduğumuzu, otokrat keyfîliğine boyun eğmeyeceğimizi, bu ülkede emekçilerin, ezilenlerin sesini duyurmak, taleplerini haykırmak için her şeyi göze alabilen direngen bir damarın, bir ısrarın, bir vazgeçmezliğin varlığını bir kez daha dosta düşmana haykırır; kendi meşruluğumuza sahip çıkma irademizi sergileyebilirdik. Ve -korkarız ki- önümüzdeki yıl Bakırköy’ü dahi bize çok görüp Yenikapı dolgu alanını gösterecek olan bir iktidar karşısında, “Senin çeviklerin, TOMA’ların, akreplerin, biber gazın, plastik mermilerin, alperenlerin karşısına çıplak elle dikilebiliriz.” cüret ve kararlılığıyla Taksim’e bir adım daha yaklaşabilirdik.

Unutulmasın, Taksim 2010’da kitlelere 2007, 2008, 2009 boyunca 1 Mayıs Meydanı’na kavuşmak için mücadele eden kararlılık sayesinde açılabilmişti…
Ne mutlu ki İstanbul 1 Mayıs’ında bu ısrarı, bu kararlılığı sergileyenler de vardı. Bir avuç olmalarına bakmadan, karşısına dikilen dişinden tırnağına zırhlı-kalkanlı-miğferli-gaz maskeli-silahlı-TOMA’lı yüzlerce polislere çıplak elleriyle kafa tutan, zulme başkaldıran genç insanlar, isyancılar vardı… Yüzlerce, belki binlerce… Çatışma aralarında sığındıkları kahvelerde “Yakalarlarsa bizi kaç gün tutarlar?” geyiği yapıp, biraz soluklandıktan sonra arka sokaktan yeniden polisin karşısına dikilen aşkıyalar vardı…

DİSK Genel Başkanı belki farkında değil, ama Bakırköy Meydanı’nda yaptığı konuşmada “Taksim’den vazgeçmiş değiliz; Taksim 1 Mayıs alanıdır!” derken bu “laf”ı “laf” olmaktan çıkartacak olan, bu inat, bu ısrar, bu vazgeçmezliktir!

Çünkü gelecek 1 Mayıs, 1977’nin 40. yıldönümü!

Ve 40. yılda ya topyekûn Taksim’e yürüyeceğiz; ya da Friedrich Wilhelm Nietzsche’nin, “Korkarak yaşarsan, yalnızca hayatı seyredersin.” uyarısındaki eleştirinin muhatabı olacağız 2016 1 Mayıs’ındaki yanılgılarla!

2 Mayıs 2016, Ankara.